ŞEYH ABDULHAY İLE İRTİBAT
Kardeşlerim,
Anlatılacak ibret verici öyle şeyler var ki hepsini anlatmamız mümkün değil, her mevzu ile alâkalı bir iki şey anlatıp, iktifa edeceğiz. Şunu şöylece bilin ki, hayatta olmayan meşayih (şeyhler) ile nasıl irtibat kurduğunu anlatmakta fayda vardır. İstanbul'da Allah rahmet eylesin Şeyh Abdulhay isminde bir zât vardı, şeyh Abdulhay, Yahya Efendi Medresesinde halka Mesnevi'den vaaz eder, onun tercümesini yapar, nasihatta bulunurdu. Çok da mahsubları vardı. Bir Cuma günü Hacı Sıdkı ile beraber, Cumadan çıktıktan sonra Şeyh Abdulhay ve beraberindekiler medreseye girdiğinde Şeyhimiz ve Hacı Sıdkı da medreseye bir hikmet sebebiyle beraberce girdiler. Mübarek Şeyhimize yaşı ve görüntüsü karşısında kendisine hürmet ettiler. Şeyh Abdulhay oradaki sedirin bir tarafına oturdu, Şeyhimiz de bir tarafına oturdu. Ben de aşağıda sedirin bir tarafına oturdum. Tabi bazıları bakıyorlar. Mübareğin siması hoşlarına gidiyor. Mübareğin o güzel görüntüsü karşısında yavaşça birbirlerine soruyorlar, "kimdir bu zât, nerelidir" diye. Ben onlara birşeyler söylüyorum falan falan zât die fakat Şeyh Abdulhay Allah rahmet eylesin elinde Mesnevi var halka tercüme ediyor, Farsça okuyor, halka da güzel bir şekilde açıklıyor, irşad ediyor etrafındaki müridanlarını. Fakat ikide bir durup Şeyhimize bakıyor. Çok candan bir bakış baktığından öyle bir hale geliyor ki, tekrar tekrar devam ediyor, bakmaya, fakat sonunda dayanamayıp Şeyhimize sordu, "efendim kim olduğunuzu öğrenmek istiyoruz, bize kendiniz hakkında malûmat verir misiniz?" dedi. Mübarek tercümeyi haline şöyle bir başladı, daha söyler söylemez Şeyh Abdulhay hemen sedirden aşağıya inerek gelip şeyhimizin önünde diz çöktü. Öyle bir hale geldi ki âdeta bir mübtedi (ilim öğrenmeye veya bir iş ve sanata yeni başlayan, acemi). Etrafındakiler şaşırdılar. Şeyhimize ne oldu, böyle koskoca Şeyhimiz geldi bu zâtın önüne çöktü, bu nasıl şey diye onlar da hayret ettiler. Mübarek Şeyhimizden intisab etmeyi taleb etti, doğrudan doğruya bir mübtedi gibi bir mürid olarak şeyhliğe değil de, mürid duruma gelmeye razı, diz çöktü ve Şeyhimizden inabe (bir mürşide başvurarak tarikata girme) istiyor. Bu durum karşısında Mübarek âdeta bir mübtedi gibi tövbe, istiğfar ve geçmişlerden nedamet ve benzeri şeyleri anlatarak ve Cenab-ı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık'tan müteselsilen gelip de ne zaman ki Ali Hüsameddin'e gelince Şeyh Abdulhay: "Allah! Allah!" diye bağırarak titremeye ve bağırmaya başladı. Oradakiler bu duruma çok şaşırdılar, Şeyhimize ne oluyor acaba diye. Sonradan bu hal yavaş yavaş kayboldu ve kendisini toparlamaya başladı. Halsiz bir durumda idi. Kendisine gelince sedire çıkmadı. Şeyhimizin önünde durdu ve konuştular, yapılması gereken şey ne ise aynı bir mübtedi gibi kendisini irşad etti ve kabul buyurdu.
Demek ki Mübareğin oraya girişindeki hikmet bu imiş. Bunun nasibi vardır. Bu sebeble olmuş, yoksa böyle bir şeye girmezdi. Çünkü oranın bizim ile ilgisi yok. Yahya Efendi Medresesi kendi başlı başına bir müessese. Sonra oradan ayrılırken Şeyh Abdulhay Şeyhimize nerede olduğunu, nerede kaldığını sorar. Şeyhimiz de hiç bir yer adı belirtmeden "bizim yerimiz pek belli olmaz" diyerek bu minval üzere geçiştirdi. O istiyordu ki tekrar buluşalım, ziyaretine gelelim diye. Mübarek inşAllah yine buluşuruz diye işi bitirdi. Ben de kendisine sordum, "efendim neden yerinizi belirtmediniz, şurada kalıyorum" diye belirtmediniz. Mübarek "hayır, hayır gerek yok, hiç kimsenin üzerinde külfet vermeye hakkımız yok ki. Çünkü bunlar çokluktur. Vardığımız yere gelirlerse külfet olurlar, onun için böylesi daha uygun olur" dedi. Sonradan Mübareğe sordum, "adamı az kalsın öldürecek duruma getirdin, onlar da hep Şeyhleri ölecek diye korktular, bunun sebebi hikmeti ne idi?" Mübarek buyurdu ki; "Elhamdülüllehi teâlâ sâdâdları andığımız ve bilhassa Muhammed Ali Hüsameddini andığımız zaman Mübareğin ruhaniyeti şimşek gibi gelip öyle bir çarptı ki, tabi o da bu güne kadar, böyle bir ruhaniyetle karşılaşmadığı için bu kadar çok etkilendi. Yine buna Allahü Zülcelâl'in lütfü ve merhameti ile dayanabildi, yoksa can verebilirdi. Fakat Elhamdülüllehi teâlâ bu hal olmadan gayri ihtiyari olarak bu hale düştü. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun ki, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in kabuliyetinin izharı (Huzura getirme, hazır etme) bütün açıklığı ile belli oldu."
Hacı Sami Efendi'ye gelince: İstanbul hali nasıl geçti bilmiyorum. Fakat, Adana'ya vardıklarında görüşmüşlerdir. Hacı Sami Efendi'nin de Mübarek Şeyhimize karşı hürmeti saygısı olmuştur, bunu çok iyi bildiğim için söylüyorum, hâşâ iftira değil.
MUHAMMED ZAHİD KOTKU HZ. LERİ
Hacı Muhammed Efendi ise Allah rahmet eylesin, İskender Paşa Camisinde olduğundan Şeyhimiz Fatih semtlerinde bulunduğu devrelerde bazen camisine giderdi. Hacı Muhammed Kotku Efendi, Şeyhimize karşı çok saygılı idi, çok hürmet ederdi. Hatta muhabbetin derecesini belirtmek için şunu bir ölçü olarak koyabiliriz. Şeyhimizin vefatından sonra oğlu Şeyhzâde, Muhammed Kotku Efendinin Camisine gittiğinde, çünkü Muhammed efendi'yi ziyaret ederdi, oraya gelip Hacı Muhammed Efendi'nin elini öpmek isteyenlere Şeyhzâde'nin elini öptürmeden kendi elini vermezdi Mübarek. Gelen kimselere mutlaka önce Şeyhzâde'nin elini öptürürdü, yani Şeyhimizin oğluna dahi böylesine saygı ve sevgisi vardı. Yine aynı Şeyh Muhammed Kotku Efendi Hacı Bayram Camiinde kalabalık topluluk halinde iken inâbe almak için istekte bulunanlar olurdu. Mübarek Şeyhimize mensub olan bir kardeşimiz de orada bulunur. İnâbe alanlar almış, fakat Şeyhimizin mahsubu olan bu kişi inâbe almak için hareket etmeyince Muhammed Kotku Hz. ona bakarak, "Allahu âlem sizin bir zâta intisabınız vardır" demiş, o da "evet efendim" demiş. Sorar kime intisaplısınız diye. O da anlatmış, Şeyh Alaaddin Hz.ne diye. O zaman Şeyh Muhammed Kotku: "Allah Allah! İnanın ki biz bu gibi zâtların ayaklarının tûrâbı bile olamayız." diyerek tebrik etmiştir.
Sivaslı Şeyh İsmail Hakkı Hz. Allah rahmet eylesin. Sivas'ta mahsubları vardı, malatya'da da Şeyhimizin mahsubları vardır. Bunlar demiryolları memurları oldukları için birbirlerini bilip tanıyorlar. Bir gün Malatya'daki kardeşimiz Sivas'a gider, onlar da bizim Şeyhimizi ziyaret etmez misin derler. O da hay hay, tabi der. Vardıklarında bazıları inâbe alıyorlar. Şeyh İsmail Hakkı Efendi bunun bir talebi olmayınca ziyaretçi olduğunu anlamış, sizin intisabınız var mıdır diye sormuş, evet efendim var demiş, kim diye sorunca o da anlatmış: Mübarek bir miktar rabıtaya girerek bekledikten sonra başını kaldırıp şöyle buyuruyor: "Hu! Hu! onlar güneş, bizler yıldızız. Onlar olmasa bizler sönüğüz" der. Mübarek Şeyhimiz hakkında söylediği aynen böyledir.
Bir başka hadise de Kayseri'de cereyan eder. Kayseri'de bulunan büyük bir zât, halk arasında çok saygın bir yeri var, ama ben ismini bilmiyorum. Şeyhimizin vefat ettiği Cuma günü idi, kendisi Cuma namazından sonra halkı davet ederek bugün zamanımızın ğavsı vefat etmiştir. Gıyaben cenaze namazı kılalım diyerek, kendisi bizzat namazı kıldırmıştır. Kayseri'de bu hal cereyan etmiştir.
Şeyhimiz ile alâkalı bir başka hadise daha: Şeyh Muhammed Raşid'i babası, Allah rahmet eylesin, Seyyid Abdülhakim, Şeyhimizin vefatına yeminle "Vallahi diyerek Şeyh Alaaddin zamanın ğavsı idi" diyor. Bunu gerçekten, keşfen bilerek mi söylüyor, yoksa itikaden mi Allahü Zülcelâl mahşerde bizleri bunlarla beraber kılmasını nâsib ve müyesser eylesin. Hayrat ve bereketine de nail eylesin. Âmin.
Şeyhimizin bazı hallerini, muamelerini, keramet yönlerini, diğer meşayih ile irtibat yönlerini anlattık ve anlatıyoruz. Bu, Şeyhimizin bir tercümeyi hal durumudur, bunları okuyan kardaşlarımız tabi inananlar zaten inanıyor, azını da çoğunu da kabul eder. Fakat bazen itiraz edenler de çıkabilir, tabi herkes inanacak ve kabul edecek diye hiç bir kimseyi mecbur da tutmuyoruz. Fakat bütün kardaşlarımız, her fert şunu bilsin ki biz bunları söylerken bunu herkes kabul edecek diye bir davanın peşinde değiliz. Bu bir davet değil, bir teşvik, bir tezgâhtarlık hiç değil. Asla böyle bir niyetimiz yoktur. Bu söylediklerimizi duyanlar okuyanlar hoş görür görmez, ister kabul eder isterse etmez. Hiç fark etmez. Çünkü bu Allahü Zülcelâl'in bir takdiridir, zira Rabbimiz (Celle Celaluhu) ezelde takdir ettiği hüküm ne ise o olur. Herkesin bir nasibi vardır, bir bağlandığı kabullendiği vardır. Bunların hepsi Enbiya mirasçıları, yeter ki o seviyeye gelsinler, o seviyede olan zâtların hepsi Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile çok yararlıdırlar, menfaatiıdırlar. Nebilerin mirasçısı olan bir zât nasıl menfaatlı olmasın. Muhakkak onlara yaklaşan herkes onlardan menfaatlanır, bundan hiç şüphemiz yoktur.
FERDİYET MAKAMI
Kardeşlerim,
Ancak şunu iyi bilin ki bu mirasçıların içinde Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın seviyesinde tek bir fert yoktur, ferdiyyet makamı Allah (Celle Celaluhu) tarafından ancak Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a verilmiştir. Dünyada hakim ve dünyadakilerin tamamını kendisine tek olarak bağlanma sorumluluğu ve mecburiyeti vardır, bu teklik sadece ve sadece Peygamberimize mahsustur. Hatta diğer Enbiyada bu durum yoktur, onlar bir kavime, bir topluluğa, bir millete nebi olarak gelmişlerdir dünya çapında ferdiyyet makamı tek olma durumu sadece Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a mahsustur.
Ğavsiyet makamı ise, esasen ğavsiyet umumadır, ama her fert bunu tanımak ve bağlanmak mecburiyetinde değildir. Evet Maneviyatta hepsi mutlaka ğavsın hükmü altındadır. Ama bilmek mecburi değildir. Haliyle herkes ğavsın kim olduğunu bilemez ki, bilemiyoruz da, ancak bu keşif yolu ile olur. Allahü Zülcelâl kimlere nasib etmiş ise onlar bilir. Onun için herkes elbetteki bağlandığı zâtı sever, saygı duyar, böyle olmasa zaten bağlanmaz. Ancak, şu hususu da özellikle belirtmek istiyorum herkesin kendi Şeyhi için "asırdaki tek imamdır, asrın imamıdır veya asrın müctehididir" veya müceddididir. Dünyaya hâkimdir, yani varsa yoksa bu gibi sözler çok yanlıştır. Bu yanlış bir davadır, böyle bir makam sadece Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir. Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a bağlanma, inanma ve kabul etme mecburiyetinden kimse müstağni kalamaz, Yahudisi, nasranisi, ve herkes. Tabi bu anlattığımız gibi enbiya mirasçıları ulemâdır, âlimlerdir. Bu ulemâ, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın hem zahirine, hemde batınına mirasçıdırlar, herkesin nasibinde ne varsa, ona razıdır.
Allahü Zülcelâl denk getirmiş ve ona bağlanmıştır. Ancak Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
اصحابى كاالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisinin arkasına düşerseniz düşün, uyun hidayet bulursunuz." Demek ki ashabının hepsi müctehid seviyesindedirler. Öyle yetiştirmiş. Onun için sadece Ebubekir Sıddık (ra)'ın arkasına düşün, başka birisini tanımayın, ancak onun arkasından gidin denilemez ve denilmemiş de. Onun için dünya bir kimse üzerine hasredilemez, bu mümkün değildir. Bu sebeble müctehidi nerede bulursanız ona uyun, tabi mürşiddir, haliyle hepsi aynı derecede, aynı seviyede olamaz, bu Rabbimizin bir lütfü ihsanıdır, iyisi gelir, vasatı gelir, (kendi istidat ve kabiliyetine göre bir seviyesi olur.) Şunu söyleyeyim ki, Allah (Celle Celaluhu) ezel âleminde nasıl takdir etmişse o olur, tecelli eder, değişen hiç bir şey olmaz. Hatta bazı zâtlar bile bazı kimseleri terbiyesi altına alırlar ve derler ki, sen benim nasibim değilsin, sonradan vakti gelince nasibi olan zâta gönderir, bu zâtlar bu gibi halleri dahi bilirler. Nitekim Mübarek Şeyhimiz de herhangi bir kimse talebte bulunduğu zaman hemen vermezdi, sorardı, mensubiyetin kimedir, şeyhin kimdir diye. Eğer onun şeyhinin durumunu iyi görür ise şeyhin iyidir, şeyhinden ne zarar gördün ki bırakıyorsun buyururdu. O da bir zarar görmedim efendim dediğinde o zaman gerek yok şeyhine sahib ol derdi. Onun için eğer uhrevî âlemde az veya çok menfaat verebilecek bir halde olabilecek ise sahib çıkmazdı. Ancak ne zaman ki zavallıdır, başı boştur, şeyhi şeyh değil, mürşidi mürşid değildir, kendisine bile medarı yok, avam sınıfından biri durumundadır, başkasını bırakın kendisine bile hayırı yok, işte böyle birini gördüğünde ona sahib çıkardı. Mürşidlikten ve şeyhlikten gaye Allahü Zülcelâl'in mahlûkatına, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine hizmettir ve onlara menfaat vermektir. Yoksa kendisi milletin sırtından geçinip onların üzerlerine külfet olmak, onları haraca bağlamak değildir. Milletten menfaatlanmak için gelmemişlerdir, sadece insanların menfaatlarını aramak için de gelmemişlerdir. Esasen milletin sırtına yük olmak için değil, bilakis onların yüklerini hafifletmek için gelmiştir. Bütün dünyevî ve uhrevî yüklerini hafifletiyor. El birliği ile müşterek bir hali vardır, onların dertleri ile dertleniyor, onların ferahları ile ferahlanıyor. İşte şeyh ve mürşid budur.
Nitekim Gavsul Azamın buyurduğu gibi:
القصد هوالله
Evladım, şeyhlikten mürşidlikten kasıt Allah'tır, Allah'a ulaşmaktır, Allah'ın rızasını kazanmaktır, eğer kast Allah ise Allahü Zülcelâl kimi sever, zira Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki;
الخلق عيال الله
Tüm mahlûkat Allah'ın iyalidir, Allah'ın iyaline kim daha fazla menfaat verirse Allah nezdinde o daha kıymetlidir. Ne kadar çok yardımcı olursa, ne kadar çok menfaat verirse o nisbette Allah katında, Allah nezdinde geçerlidir. Yoksa mürşidlik millete külfet vermek, onların sırtından geçinmek değil. Esasen kendisinin onlara menfaat vermesidir, onları hem dünyevî hem de uhrevî olarak gütmesidir, onlara çobanlık yapmasıdır.
NAKIS ŞEYHİN ZARARLARI
كلكم راع و كلكم مسؤل عن رعيته
"Hepiniz birer çobansınız ve maiyetinizden mesulsünüz, sorumlusunuz." Bugün bir mürşid, bir çoban mesabesindedir, sürüsünü her yönü ile en iyi şekilde gütmeğe mecburdur. Eğer buna kudreti yoksa ona şeyh veya mürşid değil de artık zavallı demek lâzım, başka bir şey diyemeyiz, çünkü büyük bir külfete girmiştir. O bu sorumluluğun altından kalkamaz bile. Çobanlık dediğimiz zaman bile aile reisi çobandır, bir vali ilin çobanıdır yani çobanlık esasen kendi maiyetindeki kimselerin noksanlıklarından ihtiyaçlarından sorumludur. Aynı şekilde bu Mübarek mürşidler de birer çobandırlar. Onun için biz bu misâli verdik. Eğer çoban güttüğü sürüyü nereden götürüp getireceğini, her türlü zarardan nasıl korunacağını bilmiyor ise bu çobana nasıl çoban denilebilir? Haram yerlere, gayri meşru yerlere girmelerine, başkasına ait tarla ve bahçelerine girmelerini nasıl fehmedebilir? Çoban kendisi yatacak, sürüyü başı boş bırakacak, nereye giderse gitsin, kuşa kurda yem olsun öyle mi? Böyle çobanlık olmaz.
İşinin ehli olmayan kişilere bir koyun bile teslim edilmezken insan dinini, diyanetini, dünyasını ve ahiretini kurtarmak, kazanmak için teslim olabileceği çobanını iyi seçmek zarureti vardır. Onun için İmamı Rabbani Hz. Mektubat 1. Cilt 23. Mektubunda bu duruma dikkat çekerek ısrarla noksan olan Şeyhe teslim olmamak için şiddetle uyarıyor. Nasıl ki, bir tabibe kendinizi teslim ederken, çok yararlı, faydalı, ihtisası yerindedir, kemal sahibi olmuştur diye hakiki bir kanaatle kendimizi teslim ediyorsak, yine ziraatçılıkta bile insan bir tarlayı kullanırken toprağı tahlil eder de burada hangi tohum daha elverişlidir, fesada mı uğrar, yoksa salaha mı elverişlidir, diye bunları dahi misâl vermiştir. Zira noksan olan bir şeyh bu yolların terakkiyât yönlerini bilmediği için faydadan çok zarar verir, çünkü kendisi için bu meçhuldür, bunu bilmez. Allah'a vuslat yolu hangisidir, hangi yöndendir, mürid üzerine feraseti olması lâzımdır ki onun istidadı hangi yöne uygundur, seyri sülük yolu ile midir, yoksa cezb yolu ile midir bunları bilmesi lâzımdır. Onun için istidadının dışında atâlete batâlete sürükler, hatta fesada sürükler. Çünkü kabiliyetinin istidadının o yöne imkânı yoktur. Onun için hem tarikatın yönlerini bilmesi, hem de gelen bir müridin istidadını keşfiyatıyla seçemedikçe müridi üzerinde tasarruf edemez, bunun sonucu da faydadan ziyâde felâkettir. Çünkü Şahı Nakşibend Hz. "bu gibi halleri bilmeyen kimsenin mürid üzerine tasarruf etme yetkisi yoktur" buyuruyor.
Hülasa kardeşlerim, İmamı Rabbani Hz. ne diyor; "Noksan bir şeyhin eline düşmektense hiç düşmemek daha iyidir." Çünkü işinin ehli olmayan bir doktora gitmektense hiç gitmemek daha iyidir. Çünkü tedavi yöntemleri ile vücudumuza daha fazla zarar verir. Eğer iyi bir doktora gidersek vücudumuz sıhhat ve afiyet bulacaktır. İyi doktoru bulmadan ehli olmayan birine tedavi için gitmiş ise bu vücudumuzu fesada uğratacaktır. Mesleğinde maharetli, ehli olan bir doktora geldiğimiz zaman onu yapacağı ile işi öncekinin fesada uğrattığı vücudu o ilâçlardan temizlemektir ye bundan sonra asıl tedaviye devam eder. Bir tarla sahibi bile tarlaya bir tohum ekeceği zaman önce o tarlayı fesada uğratan yanlış tohum ve bitkilerden arındırır ve ondan sonra bu ekme işine teşebbüs eder. Yoksa tarlayı hiç temizlemeden, tahlil etmeden bu ekim işini yaparsa, faydalı tohumları da zayi etmiş olacaktır. Tohumu zayi etmemek için tahlil zamanında yapılsın, zararlı şeylerden tarla tamamen temizlensin, ekilen tohum zayi olmadan bitsin ve yararlı olsun. Onun için böylesine nakıs ve ehil olmayan şeyhlere intisab edip de tarikata girmemeyi evlâ görüyor, İmamı Rabbani Hz. bu yönü tercih ediyor. Mutlaka kâmil, mükemmel olan bu seyrü sülûkû bilen, kulu Allahü Zülcelâl'e vasıl edecek olan yön ve yöntemleri bilen birisinin olması zaruridir diyor. Yoksa mahşer âleminde Allahü Zülcelâl bu gibi kimselere sorar: "Ne kulumu kendi haline bıraktın, kendisinin ehil olanı aramasını engelledin, kendini de bu yolun yolcusu gibi gösterdin, böyle göründün; ne de ona gereken ne ise onun hakkı olanı verebildin, ne de bir yarar sağlayabildin, bilakis onun hakkını gasbettin" diye.
Bir kimse Tıbbiyeyi kazansa, kaydını yaptırıp oraya girse, bu tıb fakültesine giren kimse kendi başına doktor olabilir mi? Onun doktor olabilmesi için işinin ehli hocalara ihtiyaç yok mudur? Elbette ki vardır. Bu tarikat da böyledir, mutlaka ehil ve kâmil mürşid olması lâzım. Ehil olmayanlar mutlaka zarar verir, müridini istenildiği şekilde yetiştiremez. Çünkü kendisinde bu istidad bu kabiliyet yoktur. İşte bu sebeple mürşidlerin hepsi irşada girmiyor, büyük bir sorumluluk altında olduklarını biliyorlar da, bundan çekiniyorlar. Allahü Zülcelâl'e yalvara yalvara kendilerini affetmesi için biz buna ehil değiliz diyorlar. Fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet edecek kabiliyetleri olduğu için bilerek bunları mecbur tutuyor, emrivaki ile gönderiyor, mecbur tutması hizmet edebilecek güce geldikleri içindir. İşte bu emrivaki ile gelenler sorumlu değildir, bir ahid ve vahidleri vardır.
HZ. ŞAZELİ'YE GÖRE MÜRŞİTLİK
Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bir kimsenin buna kabiliyeti yoksa, ancak el öpme ile postu da kalın bulmuş, halk da etrafında toplanmış, bununla şöhret bulmuş, o da bununla yetinerek yürüyecek olursa, bu gibi kimselerin zararı menfaatından fazladır, bu gibileri çok tehlikelidir, halka büyük bir zarar verir" diyor.
EBU ABBASİL MÜRSİ'NİN SÖZLERİ
Bir gün EBU ABBASİL MÜRSİ'ye soruyorlar; "Efendim Şam'da bir kimse var, çok büyük şöhrete sahib, her tarafta şöhreti vardır." diye. O da "Evet bu fakir o kimseyi görüyor, gerçekten dünya üzerinde çok şöhreti var, ama gök âleminde hiç bir esâmesi yoktur." diyor. Onun için bir şeyhin şöhreti kendi rütbesinden daha yaygın ve fazla ise o şöhret o kimse için helaktir, esasen şöhreti, rütbesini aşmaması lâzımdır. Ama diyeceksiniz ki, Gavsul Âzam ve o kadar şöhret almış zâtlar var ki, bunlar hakkında ne buyuruyorsunuz? Allahü Zülcelâl'in bu zâtlara vermiş olduğu meziyetler, yücelikler ve rütbeleri diyebilirim ki şöhretlerinden fazladır. Hülasa Rabbimiz bizlere iz'ân ve şûûr versin, mühim olan şuurdur.
Kardeşlerim,
Sizlere çobanlık hususunda bir hadiseyi anlatmak istiyorum, bakınız çobanlık nasıl oluyor. O devirde Siirt'te bir hastane açılmış, o hastanede de göz hastalıkları bölümü hizmete girmişti. Trahom devresi idi. Hatta doktorların azlığı sebebi ile muayene için asken doktorlar da geliyorlardı. Hülâsa bir gün Şeyhimiz, bu hastaneye gitme ihtiyacı duymuş ve bir göz tedavisinden geçmişti. Fakat orada bir hemşire vardı, o hemşire Şeyhimize gereken hizmeti yapıyor, içinden gelerek ona karşı hizmet veriyor, Elhamdülüllah Mübarek Şeyhimiz, sıhhati ile oradan çıktığında bu hemşire, "Efendim bizi de duanızdan unutmayın" diye yalvarmış, Mübarek de inşAllah diyerek ayrılmış. Zamanla bu trahom hastanesine gerek kalmadı, tamamen kaldırıldı, lağvolundu. Seneler geçti, tabi ne kadar zaman geçti ise, tam olarak tarihini veremeyeceğim. İşte günün birinde İstanbul'da Hacı Hüsnü, ki ilk bölümlerde kendisinden behsedilmiştir, Şeyhimizin sesini kasete alan ve sohbet eden Hacı Hüsnü'nün komşuları vardır. Komşularından bir tanesi hastalanıyor, sekerat halinde durumu çok ağır, tabi bu komşunun başkaları ile fazla irtibatı yoktu. Emekli bir kimse, onlara fazla uyum sağlayamıyor. Bu durumda onunla fazla alış verişleri yok, yani fazla bir tanışmaları, gidip gelmeleri yok. Tabi hasta olunca sekerat haline düşünce Hacı hüsnü'nün hanımları gitmişler, komşu hukuku yönünden yardımcı olmak için. Bu sekaret halindeki hanımdan bir şeyhe bir tarikata yönelik halinin olduğunu da kesinlikle bilmiyorlar, hatta tahmin bile etmiyorlar. Yaşayışı hiç o yönde görünmüyor. Sekaretın son anında, "ya Şeyh Alaaddin" diye çok saygılı bir halde ismini anıyor. O anda her halele görüntü oldu ki Şeyh Alaaddin diyerek söyleyip hemen ardından çok güzel bir şekilde, Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim ediyor. Bunlar hayret etmişler, bu hanım "Şeyh Alaaddin" dedi ama dünyada nice Şeyh Alaaddinler vardır. Acaba bu hanım böyle söylemekle ne demek istedi? Bunun böyle bir Şeyhle irtibatlı hali ve görüntüsü yoktu, bu nasıl bir şey diye hayret etmiş ve bir karara varamamışlar. Ancak bekliyorlar ki, Şeyhimiz İstanbul'a geldiğinde hadiseyi anlatalım da, bakalım ne diyecek, bu hususta ne buyuracak? Bu hanımın sekerat halinde Şeyh Alaaddin'i anmaları içlerinde bir dert olmuş. Ne zaman ki Mübarek Şeyhimiz İstanbul'a geldiklerinde bu hadiseyi açmışlar, şöyle şöyle bir hadise cereyan etti diye. Böyle dediklerinde VAllahi Mübarek şöyle buyuruyor; "Makbule Hanım mı?" diyor... İnanın ki komşuları o hanımın ismini dahi bilmiyorlar, araştırıyorlar, soruyorlar ki evet, o vefat eden hanımın ismi Makbule imiş. Evet, dikkat edin çobanlık nasıl olurmuş. Bu hanım onun mensubu veya müridi değil, ama seneler önce Şeyhimizin ona vermiş olduğu bir sözü var.
Başka bir mesele daha. Bir yörük vardı, sakattı, fazlaca memlekete gelemiyordu, imkân bulamıyordu gelmeye. Amma etrafındakiler, yakınında bulunanlar anlatıyor. Bu yörük defalarca, "ah, ah, Şeyh Alaaddin'i bir görseydim" diye ah çekerdi. Ona karşı sevgisi muhabbeti vardı, görmeyi heves ediyor ve arzuluyordu, mensubu falan değildi, ama samimi olarak içinden gelen bir haldi bu. Günün birinde yani sekerat halinde Şeyhimiz orada bulunmasın mı? Sekerat halinde Şeyhimiz başında bulunmuş ve o da orada vefat etmiş. Vefat edince esasen onu orada defnetmeyeceklerdi, onlar da madem ki Şeyh Efendi de buradadır, o zaman onu başka bir yere götürmeye gerek yok, burada gömelim diyorlar, bu Allah'ın bir lütfudur. Şeyhimiz de artık orada onun cenazesine iştirak etmiş ve defnedildikten sonra başında bulunmuştur. Mübarek telkinden sonra başında biraz durunca, onun başında bir miktar bekleyince babası Şeyhul Hazin'in de ruhaniyeti oraya geliyor, Şeyhul Hazin'in manevî bir kardeşi vardı, adı Şeyh Muhammed idi. Bunun soyu Seyit Ahmet Bedevinin kerdeşlerinden gelen bir sülâledir, beş altı yüz sene evvelden orada medfundu. Şeyhul Hazin oradan giderken gelirken selâm verirlerdi de onların birbirine selâmı duyulurdu. İşte böylesine bir zât. Ona da Şeyh Muhammed'i Tomî diye tabir ederlerdi. Mübarek Şeyh Muhammed-il Hazin'in manevî kardeşi olunca o da oraya gelmiş, onun da ruhaniyyeti orada hazır bulunmuş. Aynı zamanda bu yörük Şeyh Muhammed'i Tomî'nın bulunduğu sahada defnolunmuş. Bu minval üzere olup dururken Şeyh Alaaddin orada olur da, Mübarek hazreti Pir orada hazır olmaz mı, o Mübarek Şeyhimiz ile beraber üç tane zâtın ruhaniyeti orada hazır bulunmuştur. Adamdaki aşka şevke bakın ki, şu muhabbete bakın ki, onları nasıl getiriyor. Çünkü:
المرء مع من احبه
"Kişi sevdiği ile beraber olacak." Yani sevginin ciddiyeti, halisane hali nasıl celbediyor. O muhabbet Şeyhimizi celbetmiş, Şeyhimizin bulunuşu sebebi ile hem şeyhi, hem babası, hem de babasının manevî kardeşini celbediyor. Sonra da Seyyid Muhammed'i Tomi Hz. onlardan rica ediyor, bu benim sahamdadır, bunu bana bırakın diyerek. VAllahil azîm hal bu şekilde cereyan ediyor. Allahü Zülcelâl bu gibi zâtlardan faydalanmayı bizlere de nasib eylesin. Nitekim meşhur Yusufu Hemedanî Hz. yani Abdülhalıkı gücdüvani ve Ahmet Yesevi'yi yetiştiren bu Mübarek zât kendisi bizatihi diyor ki bu muhabbet yönünden, bir gün şöyle yatmak istedim ama bir türlü yatamadım, içime bir sıkıntı peydah oldu. Sanki davet varmış gibi üzerimde çekici bir hal vardı, dışarı çıkmak istiyordum. Dayanamayarak dışarı çıktım, bineğime binip kendi haline bıraktım ve bakalım nereye gidecek diye. Netice olarak bir yere gitti ve orada durdu. Hayırdır inşAllah dedim, o durduğu yerde indim bir de baktım ki orada birisi yatıyor. Beni görünce, "buyurun buyurun Şeyhim," diye davet etti. Muhabbet yönünden sorularım var diye suallar sormuş o da cevab vererek anlatmış. Yusufu Hemedanî ona diyor ki; "Evlâdım, bir daha böyle soruların olursa, beni bu halde yorma, artık ihtiyarım, kendin gel de o şekilde sor" der. O kimse de "efendim, ben muhabbetimi denetleme yaptım, bakalım Şeyhi celbeder mi etmez mi diye. Ben bunu yapmasam muhabbeti nasıl anlarım," diyor. Onun için adamın muhabbetinin ciddiyeti Şeyhi nasıl celbediyor. İşte, o yörüğün muhabbeti de Şeyhimizi bu şekilde celbetmiş.
Aziz Kardeşlerimiz;
Bunları anlatırken tabi hepimizin böylesine kâmil, mükemmel bir Şeyhi bulma imkânımız olmaz. Peki ne yapmak lâzım, piyasada çeşit çeşit fikirler veriliyor, zikirler yapılıyor, ve bir çok muamelât mevcuddur. Ama bunların hepsi anlattığımız gibi irşad için yani mürşid olarak daha doğrusu mürşit olabilmesi için bu anlattığımız vasıflara haiz olmaları şarttır. Çünkü halkı irşad edecek zât bunların istidad ve kabiliyetlerine göre bir muamele yapması gerekir. Buna mecburdur. Ama Mürşid değil ise, bu kabiliyette değil ise, ismini ister Şeyh koysun, ister başka bir şey koysun ama yol tarifi başka, kapı gösterme başkadır.
Mübarek Ebu Hasenel Şazeli Hz. lerinin buyurduğu gibi "Tedavi etmek, ilaç göstermek, ilaç tarif etmek değil, tedavi yöntemini kullanabilmektir. Sağlık ve sıhhate kavuşturabilmektir. Kapı göstermek değil de Rabbisi ile arasındaki hicabları yok etmektir. Vuslat buldurmaktır." diyor.
İşte mürşid budur, bu yetkisi vardır. Diğerleri de yol göstermektir. Bunlar artık mürşid değildir. Şeyh de değildir. Esasen bir aracıdır. Bir delildir. Halka doğru yolu göstermektir. Doğru yolu göstermek olursa, bu da güzeldir. Fena değildir. Allah rızası için halisane lillâhi olduktan sonra bir zerresi zayi olmaz. Rabbimiz mükâfatlandırır. Eğer gaye, halka yarar ve sapıklıktan doğruya yöneltmek kastıyla olduktan sonra, hiç bir davaya da bağlı olmamak şartıyla sadece ve sadece halisane lillâhi teâlâ, herhangi bir dünya menfaati değil, sadece Allah için olursa bu da faidelidir. Yani iyi bir mürşidi kâmil bulamadım diye tamamen dünyadan öyle attal battal olmak manasında değil. Esasen ihtiyacımız olan bir şeyleri sormak öğrenmek. Nasıl ki bir ilim için vaaz, nasihat gerekiyorsa, zikir yönünden de böyle şeyler güzeldir. Ancak anlattığımız gibi bu bir delildir, yol göstericidir. Şeyh değil, mürşid de değildir. Bu delilin niyyet ve azmine göre Rabbimiz verir. Çünkü Rabbimiz hâşâ hiç kimseye zulmetmez. Niyyeti ve azmi ne ise o nisbete göre muamele görür, Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile. Zira cenabı Rasulullah şöyle buyuruyor:
خير الناسى من ينفع الناسى وشر الناسى من يضرالناسى
"Nâsın en hayırlısı nâsa menfaat verendir. En şerlisi de nâsa zarar verendir."
Maddî ve manevî zararı ve menfaatinin nisbetinde karşılığını alır. Zira Allahü Zülcelâl: Ben kullarıma asla zulmetmem... hâşâ... velâkin kerem ve ihsanını da asla esirgemez...
Kardeşlerimiz,
Rabbimizden dilediğimiz şudur ki, Tevfikatıyla Refik eylesin, Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, batılı batıl bilip batıldan sakınan kullarından eylesin. Rabbimizin meded ve inayetine sığınırız, bize hayırlısı ne ise ona muvaffak kılsın. Şeyhimiz ile alâkalı hali anlattıkça uzar gider, biz gayet kısa bir şekilde anlatıp bir sonuca varmak ihtiyacı duyulduğundan kısa geçeceğiz. Zira dinleyen için bir kelime dahi yeterlidir, dinlemeyen için ise ne kadar anlatır isek anlatalım faydasızdır. Hani bazen derler ki anlayan için bir ayet bir hadis yeterlidir, bu inanan için böyledir. Fakat inanmayan anlamayan için yüz ayet yüz hadiste olsa inanmaz, ama inadından, ama ifratından dolayı veyahut hasedinden dolayı, herhangi bir sebebten dolayı kabullenmez, anlamak istemez, saplandığı bir fikri vardır. Aslında hak hikmet kimden olursa olsun alınması caizdir.
Zira şöyle buyurulur:
الحمكمة ضالة المؤمن
Yani, "hikmet müminin yitiğidir, kimde bulursa bulsun alması caizdir." Bu kimse ister gayri müslim olsun, bir hikmet durumu varsa ondan dahi alabilir, önemli olan alınan şeyin hak olup olmadığıdır. Hak haktır, bâtıl bâtıldır. Ne sevdiğimizden dolayı hakkı bâtıl ederiz, ne de sevmediğimizden dolayı batılı Hak ederiz. Böyle şey olamaz, insan daima mutedil alelhak doğru ne ise doğrudan yana olmalıdır. Doğru olmayana sahib çıkmamakta herkesin hakkıdır.