HZ. BİLALİ HABEŞİNİN MEDİNE'DEKİ EZANI
Hülâsa, oraya vardıkları zaman Mübarek Hz. Muhammed Bahaddin de vardı. Bu meyanda Şeyh Alaaddin gelmiş diye Seyyid Muhammed Halil ve benzerleri Hz. Şah devresini değerlendirme yönünden biraz daha heyecanlı halleri vardı. Hatta Seyyid Muhammed Halil, Mübarek Şeyhimizi görür görmez bir tek lâfız dahi konuşmadı. Mübarek orada bir baştan öbür başa gidip geliyor, bir müddet böyle gidip geldikten sonra, ortadan kayboldu. Artık ne haldedir kimbilir. Hz. Ali Hüsameddin'in devresini mi hatırladı, ne oldu ise, ne ise çok tesirat verdi. Teşbihte hata olmasın Mübarek Hz. Bilal (ra) Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın irtihalinden sonra dayanamadı Şam'a gitti. Bir gün "Ya Bilal hiç özlemiyor musun?" dediler. Mübarek tekrar Medine'yi Münevvere'ye ziyarete geldi. Medine'de ezani Muhammedi okuması için çok ısrar ettiler, ama o okumadı. Fakat, Hz. Hasan ve Hüseyin (ra) illâ bir ezan okuyacaksın diye rica edince de isteklerini kıramadı. Mübarek öyle bir ezan okudu ki Medine'yi Münevvere halkı âdeta Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın son günkü durumunda nasıl idi ise aynen o günkü gibi bir heyecana gark oldu ve Hz. Bilal de "eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" dediği gibi kendinden tamamen geçti ve dayanamadı.
İşte bu minval üzere Hz. Ali Hüsameddin'in ve Şeyhimizin de orada oluşu, o eski ahengi, huzuru, eski hali hatırlamalarının milletin üstünde büyük etkileri oldu. Hz. Muhammed Bahaddin bile Şeyhimize karşı diz çöküp oturdu. Mübarek Şeyhimiz de Şeyhimin oğludur diyerek saygısından O da aynen diz çöküp oturdu. Her ikisi birbirine; "efendim rahat edin, rahat oturun" dedikleri halde her ikisi de rahat oturmadılar, diz çöküp oturdular ve birbirlerine karşı olan saygı o şekilde devam etti. Mübarek Şeyhimizin daima söylediği şu idi: "Mübareğin bizden razı olduğunu bir bilsem bundan başka bir emelim yoktur." Yani gayesi, Şeyhimiz Ali Hüsameddin Hz. lerinin kendisinden razı olup olmadığını bilmektir. Muhammed Bahaddin kendisini teselli ediyor ve diyor ki: "Şeyh Alaaddin, VAllahi babamın size gösterdiği yakınlığı, sizlere karşı olan sevgiyi ve razı olma yönünden sizden başkasını VAllahi görmedim. En çok sevdiği, razı olduğu sizsiniz, bundan müsterih olunuz. Size yapılan hizmet bize yapılmıştır, hiç ayrım yoktur." Yani Muhammed Bahaddin, Şeyhimize babamın sizden daha fazla razı olduğu hiç bir fert görmedim diye Şeyhimiz bu şekilde teselli eder. Sohbet bu şekilde cereyan etti.
İşte bu şekilde ziyaret bittikten sonra Şam yolu ile geri geldiler. Şam'a geldiklerinde ağabeyimin anlattıklarına göre Mübarek hiç bir kabre yaklaşıp da o kabri veya kabre ait herhangi bir şeyi öptüğünü görmedim diyor. Ancak Yahya (as) kabrine vardığında üzerindeki örtülük olan bezi eteğine aldı ve öptü, bunu gördüm diyor. Bir de Bilali Habeşinin (ra) kabrine geldiğimizde Mübareğe çok acayib bir hal oldu, halden hale geçti. Ordan çıktığımızda Şam'da hiç değilse yirmiye yakın dükkâna girdi çıktı. Bir şeyler alacakmış gibi konuşuyor, bir şeyler almaya çalışıyor. Sonradan anladım ki gayesi herhangi bir şey almak değil, âdeta üzerindeki o hali geçiştirmek, o halden kurtulmak için bunu yapıyor. Çünkü diğer bölümlerde Bilal-i Habeşi ile ilgili hususu anlatmıştık. Pirimizin o anını hatırladığında acayib bir hale girmişti Mübarek...
Hz. MEVLÂNA HÂLİD'İN KABRİNİ ZİYARET
Kardeşlerim;
Bu dönüşte bir gün de Hz. Mevlâna Hâlid'e (ks) tahsis olundu. Mevlâna Hâlid'i Bağdadi'nin kabri Salihliye denilen yüksek bir tepededir. Şam'a hakim bir vaziyettedir. Yolun bir kısmı araba ile gidilir, ondan sonra merdiven basamakları ile çıkılır.
Hülâsa, merdiven başına vardığımızda arabadan indik, merdivenleri çıkmaya başladık. Baktım ki Mübarek Şeyhimiz merdivenin bir tanesinde dikeldi durdu, ve hemen oturdu. Orada Şeyh Salih isminde bir zât var, takriben elli yıldır Mevlâna Hâlid'in türbedarlığını yapıyor. Aynı zamanda oradaki Camiinin hem imamı, hem de tedrisatla meşgul çok âlim, mübarek zât, bu mübarek zât'ı ilk görüşümüzdür. Mübarek Şeyhimizin durduğu yerde biz de durduk, bekliyoruz. Mübarek Şeyh Salih bizi oradan çağırdı, "siz gelin gelin, orada durmayın" diye bize emir buyurdu, biz de o çağırınca gittik. Yanına vardığımızda bize sormaya başladı, "bu zât sizin neyiniz oluyor" dedi, biz de "Şeyhimiz olur" dedik. Artık inceden inceye sormaya başladı, sonunda biz de ona "bu kadar inceden inceye niçin soruyorsunuz, bunun üzerine niye bu kadar duruyorsunuz?" dedik. O da: "VAllahi elli yıla yakındır ben buradayım, şarktan garba varıncaya kadar çok zâtlar geldi ve gittiler, fakat, Mübarek Mevlâna Hâlid'in bu zâta gösterdiği al'aka ve iltifatı bir başkasına gösterdiğini bu güne kadar görmedim." dedi. "Çünkü, bu zât o merdivenin başına dikeldiğinde Mübarek onu kendisi karşıladı, orada muanaka (birbirinin boynuna satılma, kucaklaşma) yaptılar ve orada oturdular. Ben onun için sizleri çağırdım, sizin beklemenize gerek yoktu." İşte oradaki karşılama bu şekilde cereyan etmiştir. Mübarek Şeyhimiz sonra kendisi de teşrif edip geldi. Şeyh Salih de kendisine büyük saygı gösterdi. Velhasıl ikindiden sonra akşama doğru şehre ineceğiz, Şeyh Salih o zaman: Efendim, nereye gidiyorsunuz, burası sizin evinizdir. Buranın sahibinin en çok sevdiği ve hoşgördüğü şahsiyetsiniz. Burada kalmanız gideceğiniz yerden daha üstün ve rahattır." der. Şeyhimiz hiç bir zaman külfet taraftarı olmazdı, size külfet olmayalım diye gitmek istiyoruz, dedi. Şeyh Salih de: "Efendim, sizler için külfet olmadığını ilân ediyorum ki bu Mübarek zâtı memnun etmek istiyorsanız, burada kalın, şehre gidip otel ve benzeri yerlere niye gidiyorsunuz ki? Allahü Zülcelâl'ın oteli hak oteli, Mevlâna Hâlid'in oteli olduktan sonra başka yere niye gideceksiniz?" dedi. Bu ısrar karşısında külfet olmayacağı kanaati ile orada kaldık. Akşam olunca akşam ezanını Şeyh Salih kendisi okudu, Şeyh Salih imametliği ise Şeyhimize teklif etti ve ısrarla imam olmasını rica etti. Şeyhimiz bu gibi şeylere pek taraftar değildi, kim olursa olsun arkasında namaz kılardı. Şeyh Salih de ısrar etti, siz buranın imamısınız, imamlık sizin hakkınızdır diye. Şeyh Salih sonunda şu kelimeyi kullandı. Efendim:
اذاحضر الماء بطل التيمم
"Su bulunduğunda teyemmüm iptal olur, öyle değil mi efendim?" "Evet öyle" dedi. "Şu halde imametlik sizindir efendim" diye buyurdu. Şeyhimiz imam olup akşam namazı kılındı ve o gece harika sohbetler oldu ki ancak o kadar olur. Şeyh Salih de bir tarih gibi orada bulunduğu zaman içinde gördüğü harikalıkları anlattı. Fakat Şeyhimize karşı büyük bir iltifatı vardı, o gece orada kaldık, sabahleyin yine sohbete devam ediyorlar, Şeyh Salih Mübarek Şeyhimize şöyle dedi:
“Efendim, bu fakir hem kalb gözü ile hem de baş gözü ile şahittir ki, bu Mübarek zât bilhassa Cuma gecesi âdeta bir hatmi hâcegâh yapar. Mübarek şöyle oturur, etrafında halka halka, her halka diğer halkadan yüksektir, bu yerden semaya kadardır. Evliya olsun, başkaları olsun bunların hepsi Mübarek "hu" diye buyurduğunda onların hepsi bir ağızdan "hu" diye buyururlar. Bu gibi zikirleri ve halleri vardır." Mübarek Şeyhimiz de şöyle buyurur: "Mübarek Mevlâna Hâlid dünyanın neresinde hatme yapılırsa yapılsın, geçerli olduktan sonra Mevlâna Hâlid'in haberi olur. Ondan haz duyar, sever de. Mübareğin onda payı vardır." diye buyurdu. Şeyh Salih sorar: "Efendim, ben takriben elli senedir buradayım. Bu zâtın size gösterdiği iltifat ve yakınlığı başkasına gösterdiğini görmedim. Bu yakınlık nereden geliyor acaba?" Şeyhimiz Mübarek: "Biz fakir kimseleriz, bu Mübareğin iltifatlarına lâyık değiliz, misafire ikram yönünden Mübarek çok âlicenâbtır. Onun âlicenâblığındandır. Yoksa biz âciz kimseleriz" diye anlatır.
Şeyh Salih der ki: "Ben senelerdir buradayım, size gösterdiği yakınlığı başka birisine gösterdiğini görmedim. Muhakkak ki bir sebebi vardır efendim." Mübarek şöyle buyuruyor: "Bu bir nimeti azimedir, bu inkâr edilemez. Mübarek Mevlâna Hâlid ile benim aramda iki zât vardır." Şeyhimiz iki kişi var deyince Şeyh Salih: “Allah Allah, MaşAllah efendim nasıl olur da, bunca zaman geçmişken aramızda iki kişi var dersiniz?" Birincisi Şeyh Osman Hz.leri ki Mevlâna'nın ayan ve akdem halifesidir, ikincisi de babam Muhammedül Hazin (ks)dir. Şeyh Salih Mübarek, "Allahü Ekber" diyerek demek ki sebebi hikmeti budur. Mübarek Şeyhimiz "bu durum dünyada hemen hemen nadirattandır" diye buyurmuştur. Şeyh Salih de durumu görünce tasdik etmiş, aralarında iltifatlaşmışlar, bu harikalıklar cereyan etmiş ve bu ziyaret de bu şekilde nihayet bulmuştur.
MUCİZE VE KERAMET
Aziz Kardeşlerim,
Evliyanın kerametleri ve Enbiyanın mucizeleri her ikisi de haktır. Mucize, karşısındaki inkarcıyı âciz bırakmak için gösterilir. Çünkü, bir Nebinin davetine icabet etmek mecburidir. Onun için Nebi'de hem masumiyet var. Çünkü Nebinin davetinde tereddüd yoktur, doğru mu değil mi diye. Tamamen masumdurlar. Mucize göstermekle de sorumludur. Madem ki Nebinin davetine icabet zaruridir, o zaman karşısındakini, ama bilgisizliğinden, ama inadından veya başka sebeplerden dolayı inandırması ve aciz duruma getirmesi için mucize göstermesi zaruridir. Bunu yapmasından da sorumlu değildir. Keramet ise, mensub olduğu Nebinin mucizeleri ne ise aynısını keramet olarak bir velinin göstermesi mümkün ve haktır. Cenabı Rasulullah, diğer Nebi ve Rasullerin mucizelerinin aynısını, hatta daha fazlasını, daha büyüklerini nasıl göstermiş ise; ümmeti'nin de diğer ümmetlerden kerameti çoktur. Çünkü bu kuvvet Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın kuvvetidir. Veli, mucizelerin taklitçiliğini yapar, bilhassa ale kademi Nebi olan, yani Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Seliem)'ın kademi üzere olan bir şahsiyetin, tüm mucizeler karşısında keramet göstermesi mümkündür. Onun için bu velinin kuvvetidir, daha doğrusu velinin mensub olduğu nebinin kuvvetidir. Bu onu ortaya koyar, dolayısıyla keramet göstermek şartlıdır, kerameti kendi nefsi için göstermesi zarar'dır, Veli'nin kendisine zarar verir, hatta velayetten çıkabilir, fakat keramet göstermesini gerektiren bazı haller vardır. Bunun da maddî ve manevî yönü vardır. Maneviyatına yani tarik ehline karşı bir zarar gelecekse ve keramet göstermediğinde maneviyatına bir zarar verecek ise, iftiraya uğrayacak ise veya maddiyatına zarar verecek ise o zaman keramet göstermesi caizdir ve göstermesinde de sorumludur. Çünkü bu bir emrivaki durumdadır.
Misal olarak iki hususu anlatayım. Birincisi Muhammed Farise Hz. devresinde Şemseddini Cezeri, Timur ile beraber Bursa'ya o muhitlere gitti. Şeyh Muhammed Şemseddini Cezeri Hz.leri oraya varınca bazı âlimler Muhammed Farise'yi çekemiyorlardı, çünkü bazı tarik ehli ile fukaha arasında bazen nahoş haller doğabiliyor, anlayamadıkları bir şeyi inkâra kalkarlar, veyahut da karşı çıkarlardı. Dolayısıyla Muhammed Farise Hz. leh hakkında bazı âlimler Muhammed Şemseddin'e diyorlar ki: "Efendim çok güzel hadisler söylüyor, ama hadislerin bazılarının mesnedlerini bulamıyoruz. Senedsiz ve mesnedsiz olarak gösteriyor, tabi biz de kendisine bir şey söyleyemiyoruz. Sizin hayrat ve bereketinizle bu hadis konusunda şöhretiniz var. İhtisas sahibisiniz, size karşı saygısı olduğundan belki sizi dinler, tavsiyenizi kabul eder" derler. O Zamandaki Emir (Sultan) şöhret sahibi âlimleri çağırır hatta Muhammed Farise'yi de davet eder. Tabi bu mecliste şöyle bir hadise cereyan eder. Muhammed Farise bazı hadisler okur. Muhammed Cezeri çok basitten alarak, senedi sahih değil zayıftır veya buna benzer sözlerle karşılık verir, olayı çok basitten gördüklerinden dolayı Muhammed Farise durumu ve niyetlerini anlar. Durumları ve niyetleri böyle olunca Mübarek artık başka yol yok, zira şöyle bir haber vardır:
اذاجالستم اهل الصدق فجالسوهم باالصدق
فانهم جواسيسىالقلوب يدخلونها ويفتشون هممكم
Yani: "Ehli sıdk ile oturduğunuzda sadâkat ile oturun, zira bunlar kalblerinizin casuslarıdır. Kalblerinize girer ve gayelerinizi teftiş ederler ve bilirler."
İşte Muhammed Farise bu şekilde bunların gayelerini anlayınca bu yola başvurmuş. Bir hadis okuyarak İmamı Cezeriye sormuş, "Bu hadis'e ne dersin efendim?" Yine aynı şekilde bir itiraz, "senedi pek sıhhatli değil" diye karşılık verir. Bu sefer Muhammed Farise durumu anlayınca hadis kitabının ismini vererek der ki, "şu kitaba ne dersiniz?" Aldığı cevab "çok sağlıklı ve sıhhatlidir." Farise Hz. "peki içindeki hadislerin sağlık durumu nasıl?" Cezeri "çok güzeldir, onların hepsi sahih hadislerdir." Mübarek Muhammed Farise zamanın Şeyhül İslâmı olan Hüsameddin Ennahvi'ye yönelerek der ki: "Ya kadı! sizin kütüphanenizde şu sırada, şu rafta, şu renkte, şöyle ciltli, bir kitab var. o kitabın şu sahifesinde, şu nolu hadis'e bak bakalım, bu hadis orada var mı yok mu?" O ana kadar, Şeyhülislâm Hüsameddin bu kitabın kendi kütüphanesinde olup olmadığını bilmiyor. Muhammed Farise ise Şeyhülislâm evine ne gitmiş, ne de kütüphanesini görmüştür. Hüsameddin kütüphanesine gider, Farise'nin tarifinin üzerine hareket ederek o kitabı bulup alır, söylediği sahifeyi açarak o hadisin aynen o sahifede mevcud olduğunu görür. Hadis sağlıklı, sıhhatli bir senede sahihtir. O kitabı alarak Muhammed Cezeriye getirip, ortaya koyar, oradakilerin hepsi mahcub olurlar, Muhammed Farise'den özür dileyerek kendilerini affetmelerini isterler. Hatta zamanın emiri, onları davet eden kimseye de sert bir şekilde davranır ve Muhammed Farise'den özür diler. O mecliste bulunan âlimlerin tamamı kendisine saygı duyarak tekrar özür dilerler ve Farise'nin hadis üzerine malûmat sahibi olduğuna karar verirler.
İşte bu şekilde gerektiği yerde keramet göstermemek ise bu onun maneviyatına bir iftiradır. Bilhassa bir mümin dahi yalancı olamayacağına yalan söylemeyeceğine göre böylesine bir zât nasıl yalan söyleyebilir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a nasıl iftira atabilir. Hâşâ işte bu gibi yerlerde keramet göstermek zaruridir. Maddiyatına zarar vereceğinde keramet göstermenin zaruriyetine misal ise Hz. Şahi Nakşibend (ks) devresinde bir gün kalabalık bir meclis, içlerinde bir de âlim var. Muhabbetini çok daha fazla izhar ediyor, saygı ve sevgisini belirtiyor. Şahı Nakşibend Hz. o anda bu âlime diyor ki, "sizlere bir emir versem şöyle bir şey yap desem yapar mısınız?" O âlim de "hay hay hemen efendim" der, "ne emir buyurursan hemen yaparım, size sevgim çoktur," der. Mübarek kendisinden bir istekte bulunur, bulundukları yere yakın birinin ismini vererek "falan falan yere gider, yatsı namazından sonra fırsat bulduğun bir devrede gittiğin yerin şu tarafında şöyle şöyle bir ev vardır. O evin falan tarafındaki duvarını del, içeri gir, orada şu renkte bir çuval var, onu al da gel" der. O âlim o zaman der ki, "a efendim her ne emrederseniz yaparım, ama bu emriniz şeriata muhaliftir, bunu yapamam. Yapılması şer'an uygun olmadığı için sizden özür dilerim" der. Mübarek "demek ki yapamıyorsun öyle mi?" "Efendim şeriata muhalif ne diyebilirim ki" diye söyler.
O anda oradaki meclisde bulunan iki kalender kişiye aynı âlime söylediğini söyler. Onlar da hemen "hay hay efendim" der ve giderler. Yatsıdan sonra evin duvarını delip içeriye girerek, o çuvalı aldıkları gibi Şahı Nakşibend Hz.lerine getirirler. Ertesi gün sabah olduğunda çuval gelmiştir. Burada ince bir sır vardır, şöyle ki, çuval alındıktan sonra o gece haramiler o eve girme azminde ve kararında idiler. Nihayet o eve girmişler ortalığı darmadağın ederek bulabildikleri basit şeyleri alarak gitmişler. Ama asıl aradıkları şey çuvaldan başka bir şey değildir, esas onu arıyorlardı. Bulamayınca boş dönmüşler.
Kardeşlerim, bu ev sahibi Mübarek Şahı Nakşibend Hz.lerinin çok sağlam bir mensubu idi. Ona karşı sevgi ve saygısı, ciddî bir bağlılığı vardı. Getirilen bu çuvalda ise bu kişinin bütün serveti onun içindeydi. Bu servet de çalınmış olsa, bu adamcağız çoluk çocuğu ile perişan bir hale düşecekti. İşte bu da maddiyata zarar geleceğinden gösterilen bir keramettir. Buna şeriata muhaliftir diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz, şeriat söz konusu olursa ona ruhumuz feda olsun, ama bu şeriatın başka bir yönü daha var, işte Hızır As. ve Musa As. ın hadisesi. Şeriatın bir zahir yönü olduğu gibi bir de batini bir yönü vardır.
Kardeşlerim,
Kerametin görüntüsü zahirinde şeriata uymuyor gibi görünse de fakat bâtınî yönü tamamen şeriata uygundur. Dolayısıyla göz basireti ile kalb basireti ayrıdır. Aslında bu da aynı şeriatın hakikati durumundadır. Zira gözle görülemeyen, kalb gözüyle keşfiyat yönünden görülebilir. Başa gelebilecek bazı mukadderat bu yolla görünebilir, tabi gözler vakıadan sonra görür, fakat kalb basireti vukuundan evvel keşfiyat yolu ile görebilir. Dolayısıyla bu gibi basireti açık olan zâtların karşısında itirazı bundan dolayı hoş görmemişlerdir. Misâl olarak da Hz. Musa ve Hızır (as) hadisesinde olduğu gibi, görünüşte Musa (as) ın itirazı haklı, bu şeriatın zahirine göredir. Fakat manevî yönünden ise Hızır (as) haklı. Ne zaman ki gerçek yüzü izhar olundu, o zaman da Musa (as) aceleci davrandığından pişmanlık duydu. Nitekim, Rasulullah (as) bu şekilde hadisleri vardır: "Kardeşim Musa biraz daha sabreteydi, çok daha gizli hadiseler meydana gelir ve çözülürdü, çok şiddetli sırlara vakıf olurdu." İşte tarikat erbabı hakikî mürşidler her iki yöne de havidir. Zahirini gördüğü, bildiği gibi batını da bilir, çünkü ümmi kimse hâşâ Allahü Zülcelâl'in velisi olduğu halde bilmemesi asla olamaz, görünüşte belki okumamış olabilir, fakat ümmiliğin cahillik olmadığının isbatıdır. Zira Eba Yezidi Bestami'ye soruyorlar, bu ilmi nereden öğrendiniz, nereden tahsil ettiniz, o da:
واتقواالله ويعلمكم الله
"Allahü Zülcelâl'tan korkunuz, Allahü Zülcelâl korkusu ile âmil olunuz ki Allahü Zülcelâl size nice bilmediğiniz ilimler öğretir." Hadisi Şerifte de şöyle buyurulur:
من عمل بما علم ورثه الله علما مالم يعلم به
"Yani kim ki öğrendiği ilimle âmil olursa Allahü Zülcelâl onu öyle bir ilime mirasçı kılar ki hiç duymadığı, bilmediği, tahsil etmediği ilimlere sahib kılar." Çünkü artık kalbinden diline nüfuz eder, hikmetler doğar.
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ
(Bakara Suresi/ 269)
"Allahü Zülcelâl hikmeti dilediğine verir."
ومن يؤتى الحكمة فقد اوتى خيراً كثيراً
"Hikmet Allahü Zülcelâl tarafından verildiyse o kimse büyük hayra sahib olur." Hülâsa işte bu yönden her ilmin arkasında illâ UIül Elbâb, hikmetin arkasında da UIül Elbâb, tefekkürün arkasından da UIül elbâb, haşyetullahta UIül elbâb, zikir ehli de UIül Elbâb yani mutlaka lüb ehli yani kalb ehlidir. Hatta birçok vaizler kürsüye çıktıklarında âlim olanlarla âlim olmayanlar arasındaki farkı anlatırken biraz böbürlenerek:
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ قُلْ
(Zümer Suresi / 9)
"Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç." dedikleri zamanda fakat ayetin devamını okumuyorlar. Allahü Zülcelâl ayetin devamında âlim olanlarla olmayanların arasındaki farkı açıklar ve buyurur ki:
وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
(Bakara Suresi/ 269)
Yani Âlim olanlarla olmayanlar müsavi olur mu hiç buyuruyor fakat biliyorsunuz ki ilmi ile amil olmayan bir kimse Kıyamet günü en şiddetli azaba duçar olacaktır.
العالم الذى لا يعمل بعلمه
(Bakara Suresi)
"İlmi ile âmil olmayan bir kimsenin akibeti budur." Peki bunun neresini methedeceksiniz. Aslında bu böyle değil, devamındaki bu ilmin gerçek manasını ve bu ilmin özünü, ilmî kıymet ve değerini ilmî ile âmil oluşu ancak lüb ehline masustur. Ancak onlar bilirler, onlar fehmederler, bunu ancak onlar işletirler, bu durum da aleyhlerine hüccet değil lehlerinedir. Bu şekilde bunlar UIül Elbâb yani öz ehli esasen kalb ehlidirler.
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
(Bakara / 269)
bakın hikmetin arkasında da yine aynı Ulül Elbâb var.
Umumiyetle her nerede okursanız okuyun arkasında mutlaka methedilen, sena edilen, lüb ehli kalb ehlidir, yani her okuyan her alimim diyen değil.
Kardeşlerimiz,
İşte şeriatın manevî yönüne itiraz edilemeyeceğine dair bir misâli de daha önce anlatmıştık. Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kiliseye verdiği selvi ağaçları hadisesi gibi. Tabi bu kilise sonradan cami oldu, bunu hatırlayacaksınız. Onun için itiraz edilmemesi gereken şahsiyetler, bu misilli kimseler olması hasebiyledir. Yoksa rast gele daha zahiri ilim bile kendisinde yok iken kendisini mürşid ilan etmiş ve kendisine itiraz edilmeyecek demek değildir. Bu gibilerine de kanmayınız.
Kardeşlerim, keramet meselesini öteden beri anlatıyoruz. Mübarek Şeyhimiz buna fazla ihtimam göstermezdi. Zira Ubeydullahil Ahrar ve Şahi Nakşibend Hz.lerinin hep buyurdukları şu idi:
استقامة واحدة خير من مأة كرامة اوبعض الف كرامة
Yani "bir istikamet yüz kerametten bazen de bin kerametten hayırlıdır." İstikâmet her şeyin üstündedir. Neden? Çünkü, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا
(Fussilet/ 30)
"Ol kimseler ki (mefh ederken) Allah dediler sonra istikamet üzere oldular."
Hatta habibine de:
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
(Hud Suresi/112)
"Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol." İşte Peygamberimizin (SallAllahu Aleyhi ve Sellem): "Beni ihtiyarlatan ve saçlarımı ağartan Hud süresidir." buyurması bu gibi uyarılardandır. Onun için istikamet her şeyin üstündedir.
Bir gün birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a gelerek: "Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ben ihtiyarladım, bana şöyle az ve öz bir şeyler öğret de onu yapayım." Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da ona şöyle buyurur:
قل الله ثم استقم
"Allah de sonra istikamet üzere ol." İşte istikamet böylesine önemli ve gereklidir. Herşeyin üstünde tutulmuştur. Mübarek Şeyhimiz de istikamet yönlerini üstün tutar, fakat keramete pek ihtimam etmezdi. Eğer görmüş olduğumuz, duyduğumuz ve rüya yolu ile gördüğümüz kerametlerini anlatacak olsak inanın ki bir cilt kitab olur. Fakat biz bunlara fazlaca ihtimam etmiyoruz, size yeri gelmişken, mürşidlerin muamelât yönlerini, muaşeret durumlarını anlatalım da mürşidler nasıl olur, nasıl şeyhlerdir? Acaba idare yöntemleri nelerdir ve nasıldır, size biraz da bu yönlerini anlatalım.
MÜRŞİTLERİN İDARECİLİK YÖNLERİ
Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyurur ki:
امرنا بمدارات الناسى
"Biz insanları idare etmekle emrolunduk." diyor. İdarecilik Rasullerin tezidir. Mürşid öyle cebabire (zor kullananlar, zora başvuranlar, haksızlık yapanlar, zorbalar.) gibi olmaz, oturuşunda, kalkışında sert mizaçlı değil, gayet şefuk, atuf, raufdur. Sadece hayat arayan, rahat arayan kimse değildir. Bilhassa bu tarikatı âliye Hz. Sıddık'ın meşrebidir, mürşid bu hal üzere olan kimsedir.
Kardeşlerim,
Bizim muhitimizde bazı yörükler vardı, yaylalara giderlerdi. Bu yörüklerin sık sık katırları çalınırdı. Tabi Irak'a, Suriye'ye yakın olduğu için hududu aşarlar ve katırları satarlardı. Bu katır sahihleri gelip Mübarek Şeyhimizden istimdat eder, bize bir çare derlerdi. VAllahi Şeyhimiz hiç esirgemez, icabında tek başına, icâb ederse yanında bir tanesini de götürürdü ki, katırların eşkallerini bilsin diye. Hiç kimseye havale etmeden kendisi kalkar gider ama Suriye hududu, ama Irak hududu. Her iki tarafa da başvurur, oralarda öncülük yapan kimseler ister ağa, ister Şeyh olsun, bunlara başvururdu. VAllahi kesinlikle her vardığı yerlerde bu işleri hallederdi. Onların katırlarını, davarlarını, çalınan mallarını alır gelirdi. Dikkatinizi çekerim. Bu Mübarek bir Şeyh midir, yoksa hizmetçi midir? Avukat mıdır? Nedir? Bu gibi hadiselerin haddi hesabı yok. Envai çeşidi cereyan ederdi. Bir gün Mübareğin evindeyiz, hatta ağabeyim de vardı. Akşam namazından sonra karanlık çökmüştü. Misafir olarak biri geldi. Mübarek ona: "Biz seni evimize alamayız, hayır, hayır sen başka yere git, bizde barınamazsın." dedi. Hepimiz hayret ettik. Çünkü Mübarek o kadar şefuk, merhametli olmasına rağmen niçin misafire bu şekilde söyledi diye çok acayibimize gitti. Ertesi günü gördük ki, Mübareğin kabul etmediği o kişi meğer bir katır hırsızı imiş. Handa yatarken kendisini yakalayıp, götürdüler. Şu Mübareğin idare tarzına bakın. Bir çok kimseler için mahkemelere başvurur, Ankara'lara gider, esirgemeden harcar, velhasıl vardığı her yerde işleri hallederdi. Mübareğin tipine baktığın zaman öylesine saf, temiz bir hali vardı ki hayret edersin, yoksa bu Hızır mı, melek mi diye...
Bir zamanlar Siirt'te bir Ağır Ceza Reisi vardı, bu Reis yanındaki mübaşire bazen lâtife ederek, "bu memlekette çok şeyhler vardır, çok seyyidler ve hacılar vardır. Hiç boş kimse yoktur. Yoksa senin de mi bir Şeyhin var?" diye şaka yapardı. Günlerden bir gün yine böyle deyince, mübaşir "evet, benim de bir şeyhim var" der. Reis: "Yahu sen de mi bu gibi kimselerin arkasına Şeyh diye düşüp gidiyorsun? Sen de o kadar da hımbıl mısın?" der. Mübaşir: "Efendim, benim şeyhim bambaşka bir şeyh, sandığınız gibi piyasadakiler gibi değildir." Reis der ki: "Böyle meth ediyorsun, o zaman ben senin şeyhini evime davet ediyorum, evime buyursun." Mübaşir durumu arz eder. Mübarek "gidemeyiz" diye buyurur. Ertesi gün Şeyhimizin gelemeyeceğini Reis'e söyler. Reis "peki o zaman müsaade etsin, biz ziyaretine gidelim," demiş. Mübaşir bu isteği Şeyhimize anlatır. Mübarek "hayır, hayır lâzım değil, ziyaretimize de ihtiyacı yoktur" dedi.
Mübarek ne davet etti, ne de ziyaretine izin verdi. İkisini de kabul etmedi. Tabi aradan hayli zaman geçti. Bu hâkimin başka bir yere tayini çıktı. Memleket ile alâkası tamamen kesildi, ertesi gün hareket edecek, o zaman Şeyhimiz Hacı Sıdkı'ya diyor ki: "Artık bu Ceza Reisini bir ziyarete gidelim. Çünkü davet etti gitmedik, ziyarete gelecek oldu, kabul etmedik. Şimdi artık bu üzerimizde bir hak oldu, şimdi ziyaret edelim." Reis beye haber verilir. O da "buyursun canla başla" der. Bu ziyaretten sonra Ceza Reisi Sıdkı'ya: "Oğlum Sıdkı, bu Mübarek beşer değil, bu bir melektir," der. Reis gittiği yerden ara sıra ziyaretine gelirdi, hatta sonradan Mübareğin mahsubu oldu.
Kendisine dedim, "efendim önce niye gitmedin, ziyaretini kabul etmedin. Sonra ise kendimiz gittik," diye sorduğumda dedi ki, "önce gitmeyişimiz bu hâkimdir, Ceza Reisidir. Bunlarla fazla muaşeret insanı fitneye uğratır. Biz bu gibi şeylerden hazer ederiz. onunda gidişimiz ise onun burada bir esamesi kalmadı, yetki ve selâhiyeti gidince bir hak ödeme olarak Allahü Zülcelâl için gittik, işte bu sebeptendir" diye buyurdu. Muamelenin nasıl bir muamele olduğuna dikkat edin.
Kardeşlerim,
Mübarek inşaat yapardı, bu inşaatın yapımında kendisi çalışırdı. Şimdi piyasadaki gibi haydi şeyh efendinin evini yapın, para verin, para toplayın gibi halkı haraca bağlamak halleri hiç mi hiç yoktu. İnşaatı yaparken mimarlığını kendisi yapardı. İş bulamayan ustaları çağırır, kalender ve becerikli olmayan kimseleri toplardı. Onların başlarında durur; şöyle yapın, böyle yapın diye tarif ederdi. Gelen yemeklerini yedirirdi. Sonunda en iyi usta yevmiyesi ne ise o nisbette her akşam haklarını verirdi. Hatta son intikal ettiği yerde yani şimdiki mevcud olduğu yerde Mübarek orada bina yaparken Mübareğin yaptığı duvarı Hacı Sıdkı öyle tutup salladı, "bu mu yapılan bina? Bina böyle mi olur? Böyle mi yapılır" diye. O zaman Mübarek şöyle buyurdu: "On senelik yetmez mi?" Yine günün birinde "madem ki bu kadar harcama yapıyorsun, şöyle düzgünce bir şey yapılsa olmaz mı? böyle bina yıkılmaya mahkûmdur," dediklerinde; -o zaman Siirt'te çok büyük, muhkem bir cezaevi yapılıyordu- Mübarek şöyle buyurdu: "Sanıyorum ki yapılan cezaevinden daha sağlamdır." Hakikaten üç gün sonra mahkûmlar yapılan cezaevinin duvarını delip kaçtılar, bu hadiseden sonra üç gün sürmedi.
Kardeşlerim;
Tam on sene Mübarek o binada, hicret tarzında orada kalır ve oraya defnolur. O bina da göçecek dereceye gelir. Binayı yıkmak için açtıklarında görüldü ki, Mübareğin attığı hatıllar ve kirişler bir baştan bir başa inanın ki hatılların uçları yenmiş de bir yere dokunmadan muallâkta duruyor. Yani taşın üzerinde dahi hatıl kalmamış, tamamen çürümüş, hatıllıkta hiç bir ilgisi kalmamış. İşte Mübarek Şeyhimiz bu minval üzere bir Şeyh'tir. Meliklik bir hali yoktur. Cenab-ı Rasulullah'ın (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: "Rabbim bana teklif etti; Nebilik ile Meliklik mi istersin, yoksa Nebilik ile Abd'lik mi istersin, buyurdu. Ben de Nebilik ile Abd'lik istedim, Meliklik istemedim." buyuruyor. Hatta şöyle buyuruyor, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem): "Rabbim bana teklif etti, eğer arzu edersen dağları altın haline getiririm." diye buyurdu. Ben ise:
انى اخترت جوع الدنيا على شباعها وان رعاها على كساها
bu dünyada açlığı tokluk üzerine tercih ettim. Az bir giyimi, debdebeli bir giyime tercih ettim miskinler zümresinde olmayı, onların hal ve yaşayışları gibi yaşamayı be tercih ettim diyor.
اللهم احينى مسكيناً وامتنى مسكيناً واحشرنى فى زمرة المساكين
"Allahım hayatımı da, mematımı da miskinlerle beraber haşru neşreyle" diyor.
Kardeşlerim,
Millet şeyhlikten bahsederken, hep kerametlerinden, bahseder. Başka hal ve durumlarından bahsetmezler. Mübarek Şeyhimizin kesinlikle külfeti yoktu. Külfetten muazzam bir şekilde çekinirdi. Emrivâkileri kesinlikle yoktu. O kendisi ne koşar, koşturursa koştursun, efendim zahmet oldu, dediğimiz zaman: "lâ hayır, lâ hayır, zahmet olmazsa, rahmet olmaz." derdi. Kendisine göre böyleydi. Kesinlikle kendisinin başkası üzerinde hakkı olduğunu düşünmezdi. Keennehü Şeyhin üzerimizde hakkı vardır. Her türlü ihtiyacını temin edelim. Onu sırtımızda taşıyalım gibi kesinlikle müridanlar üzerinde kendisine bir hak tanımazdı. Bilakis onların hukuklarına candan riâyet ederdi. Bir dara düştüklerinde âdeta onlarla beraber o hali yaşardı. İmkânlar dahilinde dertlerine medar olurdu. Kendisini sorumlu kabul ederdi. Nitekim Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın tezi böyle idi. Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) birisi vefat etse sorardı, "borcu var mıdır?" diye. “Vardır Ya Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)” dediklerinde "onun borcu bana aittir, onun borcuna ben kefilim" derdi ve şu ayeti celileyi okurdu:
النبى اولى باالمؤمنين من انفسهم
"Nebi müminlere karşı kendi nefislerinden daha sorumlu kabul ederdi." Evet, şeyhlik tezi, mürşidlik tezi budur kardeşlerim. Bu tez bazılarına çok garib gelebilir. Biz böylesine bir zâta rast geldiğimiz için Rabbimize binlerce defa şükrediyoruz. Bizler kesinlikle keramet heveslisi değiliz. Keramet teklif ile olsa VAllahil Azim ne kerameti, ne velayeti, ne dereceyi, hatta ahiret ile alâkalı bile hiçbir şeyi taleb etmiyoruz. Taleb ettiğimiz bir şey sadece ve sadece Allah (Celle Celaluhu) ve Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğu mensub olduğumuz zâtın hoşnutluğu ve bizlerden razı olmalarıdır. Allahü Zülcelâl'in rızasından başka bir talebimiz yoktur. Umumiyetle tezimiz budur, hatta ders yönünden de çok teshilâtçı, kolay, hafif olanı seçerdi. Her zaman şu ayeti celileyi okurdu:
يُرِيدُ اللَّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الْإِنسَانُ ضَعِيفًا
(Nisa Suresi / 28)
Yani, "Allahü Zülcelâl tahfifat (hafiflik) taraftarıdır" der ve zorluk tarafını hiç tercih etmezdi. Yani vird verirken çok hafif, kolay ve az olanı verirdi. Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. nin de tezi böyleydi. Mübarek Şazeliye gelip "Efendim, size gelen bazılarına az-çok bir ağırlık veriyorsunuz. Biz de bu ağırlığın talebindeyiz, bize birşeyler verin" dediklerinde Mübarek şöyle buyurur: "Evlâdım bizim gelişimiz halka bir ağırlık vermek değil, halkın yükünü hafifletmek için gelmişizdir. Allahü Zülcelâl bizi bu yönde göndermiştir." Evet, İşte Mübareklerin tezi böyle. Böyle Mübareklere ruhumuz fedâ olsun. Nitekim Hikemil Ata sahibi Mübarek Ebu Abbasil Mursi ve Ebul Haseni Şazeli olsun şöyle buyururlar:
شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب
بل هوشيخك الذى يرفع بينك وبين الله الحجاب
Yani, "sana kapı şudur diyen şeyh, senin şeyhin değildir. Şeyh odur ki, Allah ile arandaki engelleri yok edendir, perdeleri kaldırandır." Allah ile arasındaki perdeleri yok edendir. Allah'a kavuşman için aradaki bütün engelleri kaldıran kişidir Şeyh. Hatta bu hususda bazı zâtlar şöyle buyuruyor:
شيخك ما هوشيخك الذى يدلك على الدواء
Senin şeyhin o şeyh değil ki, sana ilâcı gösteren, anlatan değil. Senin şeyhin o şeyh ki seni tedavi edip emrazını (Hastalıklar) gideren ve sapasağlam hale getirendir.
Kardeşlerim;
Mübarek Şeyhimiz çok kolaylaştırıcı ve çok da hoşgörülü idi. Bir defasında İstanbul'dan Siirt'e giderken bazı kimseler: "Efendim size birinci sınıf ve yataklı trenden bir yer ayıralım da rahat gidiniz." diye teklifte bulunurlardı. Şeyhimiz de "hayır, hayır gerekmez, üçüncü sınıftan bilet kesin" diye buyururdu. Çünkü bunun hikmeti vardı. Şöyle ki üçüncü sınıf trende bir odada muhakkak sekiz kişi kendilerinden olsa beş altı kişi halktan olurdu. Ama yataklı olsa idi, orada yalnız olacaktı. Mübareği görenler zaten ona hayran olurlardı. Vallahi birçok kimseler böyle trende seyrü sefer halinde iken kendisine intisab etmişlerdir. Hatta hanımlara da şöyle derdi: "Namazına dikkat ediniz, tesettüre de riâyet ediniz." Dersleri bu idi, başka birşer değildi. “Vallahi şu tarikata karşı muhabbet, yönelme, saygı ve sevgi duyan, candan ve halisane bir şekilde girmek isteyen olsa, günlük olarak on defa "Lâilehe illAllah" desin, kabul ederim” diye buyururdu. Mübarek "Vallahi İstanbul'dan bir kişi halisane bir şekilde talebte bulunsa Siirt'ten kalkar da ta oralara giderim, kendisini bu nimeti azimeden mahrum etmem." diyordu. İstanbul'da dahi demesi o kadar uzaklık olarak en çok uzak olan yer orası olduğundandır. Mübareğin halka hizmeti bir acayibti. Vallahi çok kimseleri ameliyat için Diyarbakır'a, Ankara'ya götürürdü ve hatta Türkçe konuşması dahi zayıftı. Buna rağmen çok defa hastanelerde ve Temyiz Mahkemelerine giderdi. Bir gün kardeşlerimizden biri Askerî Mahkemeye verilmişti. Mübarek gitti de orada derbeder bir kimseyi bulmuş, az çok tercümanlık yaptırmak için, o zaman Şeyhimize demişler ki "aman efendim bu askerî mahkemedir, siz bu sefer de hiç olmazsa hiç olmazsa milletvekillerine deseniz, hatta bakanlar dahi sizin hizmetinize koşarlar" dediklerinde Mübarek "Lâ hayır, lâ hayır, gerekmez, sen sadece benim söyleyeceklerime tercüman ol, başka bir şey lâzım değildir." derdi. Mübarek Askerî Mahkeme heyetinin bulunduğu odaya girdiği zaman hepsi şaşkınlıkla bir harikalık görmüş gibi hayretle seyirederler, bu Hızır mıdır, nedir? Buraya nasıl gelmiş, diye ve Mübareğe "buyurun efendim bir emriniz mi vardı, emrinize amadeyiz" diye söylerlerdi. Hatta bir defasında iki ayrı topluluk arasında kavga olmuş, birisini de öldürmüşlerdir. Suçu da çok kalender birisinin sırtına yüklemişler, bu garip idam istemi ile yargılanmış ve idam kararı verilmiştir. Halbuki gerçekten adamcağızın olayla bir ilgisi yok. Aynı zamanda haberi de yok. Adam garip olduğu için sahibi yoktur. Bunun üzerine Mübarek Şeyhimiz, inanın ki Temyiz Mahkemesine varıncaya kadar, Ağır Ceza Mahkemesine varıncaya kadar, ta Midyat'a kadar gitti, aracı olarak da, Hacı Sıdkı'yı gönderdi, ve Elhamdülillah bunu da hallederek beraatını çıkarttı. Kardeşimin de askerden izinli gelmiş ve izin süresini aşınca askerî mahkemeye vermişlerdi. Onun Asken Mahkemesi de beraatla sonuçlandı Elhamdülillah. Mübarek Şeyhimiz ne kadar kendisi mahviyat zillet ve acziyet içerisinde yaşıyor idiysede o nisbette de bir azizliği vardı. Zira Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
من تواضع لله رفعه الله و من تكبر و ضعه الله
"Allah için tevazu göstereni Allah mutlaka yüceltir. Kibir sahibi olanı da, Allah mutlaka alçaltır." Bunda şüphe yok, bu muhakkak. İşte, bu tevazu karşısında muazzam bir azizliği vardı. Allahü Zülcelâl'a şükürler olsun kendisi bunu taleb etmezdi, taleb etmediği için Allahü Zülcelâl aziz ederdi.
Aziz Kardeşlerim,
Şeyhimizin tezi bir antikadır, başka bir şeyhde bulunmayan bir harikalıktır. Hele bilhassa halk nazarına göre bugünkü durum, bugünkü gibi müşahede Şeyhlerle alâkalı olan durum ve hali çok enteresandır. Zira bu gibi meşihata (şeyhlik) kimse katlanamaz, buna da giremez, onun için bu bir Kibrit-i Ahmer'dir. İbret verici bir haldir. Onun için bir iki vakıayı sizlere anlatayım. Dikkat ederseniz mürşid ne hale iniyor, mürşidin müridanlarına, mahsuplarına nasıl bir hizmeti oluyor. İşte, bundan ibret alınacak ve böyle bir mürşid aranacak. Bakalım herkes bunu yapabilecek mi acaba?
*Bir gün Şeyhimiz beraberinde oğlu ve Hacı Sıdkı olduğu halde Diyarbakır'a giderler. Diyarbakır'a vardıklarında müridanlarından biri orada battaniye satan şahıslardan biridir. Kendisinin de hali, durumu pek müsaid değil, zorla geçinen bir kimsedir. Battaniye alım satımının az olduğu bir devredir. Şeyhimiz ona yardımcı olmak için bu battaniyelerin tamamını parasını vererek alır. Esasen irşada çıkıyorlar, fakat bu meyanda da oğlu ve Hacı Sıdkı da ticaret yapmayı arzuluyorlar. Bunlar da battaniyeleri alıp satmaya gidecekler. Onların arzuları ise battaniyeleri satmak için yalnız başlarına gitmek. Tabi Şeyhin oğludur, gittiği her yerde arzu ettiğini verirler. Şeyhin oğludur, teberrüken yardımcı olalım diye pazarlık etmeyerek fazlasını verirler diye. Fakat Şeyhimiz bunları yalnız başlarına bırakmadan devamlı bunlarla beraber gidiyor. Onlar ısrar ederler, "Efendim siz yoruluyorsunuz bizim arkamıza niye düşüyorsunuz" diyorlar. Mübarek "Siz biraz insafsızsınız vardığınız yerde pahalıya satarsınız, ben buna asla razı olamam" der. Her yere beraberlerinde gider, çok az bir kâr ile kendisinin münâsib gördüğü bir fiatla alım satım yaparlar. Netice olarak Urfa'ya varırlar. Garajda inerler, çok şiddetli bir yağmur yağmaktadır. Bu anda onlar diyor ki "hem çok yorulduk, hem de ıslandık. Şöyle iyi bir otel odasında rahat edelim" diye beklerken Mübarek onların önüne düşerek onları bir hana götürür. Tabi beraberinde önce oğlunu götürüyor. Beraberlerindeki yükü oraya koyuyorlar. Gittikleri yerde cereyan dahi yoktur. Bir lâmba yakılıyor, hava soğuk, yağmurdan iyice ıslanmışlar, handa keçeleri sermişler. Mübarek üzerindeki elbiseyi çıkarmış, bir yorganın altına girmiş. Hacı Sıdkı ile oğlu, Şeyhimizin nereye gittiğini öğrenmek isterler, hana gittiğini söylerler. Gelip bakarlar ki geldiği yer bir han, şu bildiğimiz han. Bunlar ikisi Hacı Sıdkı ile Şeyhimizin oğlu kendi aralarında anlaşırlar. Mübarek ile konuşmamak için söz birliği yaparlar. Hiç bir şey konuşmayacaklar, her şeye karşı da sükût yani, bir nevi protesto, güya bu ne hal, böyle hanlarda ne işimiz var, gidecek başka bir yer yok mu diye konuşmama kararı alırlar. Onlar da hana gelip denklerini bırakırlar. Şeyhimiz onlara: "Gelin gelin maşAllah burası çok güzel bir yerdir." der. Onlarsa hiç seslenmiyorlar. Mübarek onları hoşnut etmek için çok şeyler anlatır, bakar ki hiç konuşmuyorlar, Mübarek Şeyh Ahmedi Cezeri'nin divanından bir şeyler söyler, onlarsa hiç oralı değiller, ne konuşuyor ne de bir şey söylüyorlar. Mübarek sonunda şöyle bir şey buyurur: "Gelin gelin, inanın ki bu gece benim için bir bayram gecesidir." Bu kelimeyi kullanınca Mübarek Hacı Sıdkı dayanamaz, "Evet gurban bu bayram Ramazan Bayramı değil, olsa olsa Kurban Bayramı olur, bu hanın içinde, bu ne hal Allah aşkına yağmurda ıslandık, o kadar yorulduk, iyi bir yerde dinlenelim derken sen bizi bir hanın içine getirdin. Burada nasıl rahat edeceğiz, nasıl dinleneceğiz? Bu nasıl bir bayram böyle?" Mübarek gülümseyerek "bayramdır, bayramdır" der. Sonradan Hacı Sıdkı dayanamayarak diyor ki, "kurban olduğum bari bayram deme bu bütün çileler bizi mi buluyor, bu çileleri hep biz mi çekeceğiz. Falan Şeyh, falan Şeyh... -birkaçının ismini sayarak- onlar şimdi sıcacık sobanın başında semaverleri demlemişler, döşeklerde oturuyorlar, rahatça çaylarını içiyorlar, keyifleri de yerinde, sohbetleri güzel. Bir de bu bizim çektiğimize bakın" diyor. Mübarek inceden inceye dinledikten sonra biraz duraklıyor ve diyor ki:
"Ah evlâdım eğer şeyhlik bu senin anlattığın gibiyse inanın ki böyle Şeyhliği benim nenem de yapar..."
İkinci bir enterasan olay daha: Vaktiyle Hacı Sıdkı ile beraber Adana'ya gitmişler. Şeyhimizin Adana'da çok mahsubları vardır. Adana'da bulundukları evde iken çok zengin, varlıklı kimseler, Şeyhimizi davet etmişler. Mübarek de gidecek yerimiz vardır diyerek cevab vermiştir. Beraberinde olan kişi de, "Mübarek gidecek yerimiz vardır dediğine göre, elbette bunlardan daha üstün kimseler galiba diye davetlerine icabet etmiyor" diyor. "Hülâsa günler de çok uzun idi, bir hayli acıktım. Bize bir bisküvi getirdiler, önümüze koydular. Mübarek bir kaç tane alıp elime tutuşturdu, diğerlerini de kaldırdı. Ben de eh davet ağır bir davettir, gideceğimiz yerde iyi yemekler vardır diye bunun ile geçiştirdik. Akşam olunca davet yerine gideceğiz diye o evden ayrıldık. Yolda giderken, bir caddenin kenarında kaldırımda oturdu ve dedi ki": “Hacı Sıdkı bak bakalım şuralarda bir fırın var mı?” Hacı Sıdkı da “efendim davete gidiyoruz ekmeği ne yapacağız? Davete ekmek ile mi gideceğiz” der. Mübarek “hele bir bak bakalım,” der. Gider bakar, “fırın kapalıdır efendim,” der. “Peki şu karşıda kebab gibi bir şey satan bir yer var, oraya git de bize bir ekmek al” der. Hacı Sıdkı diyor ki, "doğrusu ben şaşırdım kaldım, biz ne bekliyoruz, Şeyhimiz ne diyor. Neye uğradığımı bilmiyorum, kebabçıya gidip ekmek istediğimde o da bana, "Amma açıkgöz adammışsın, ben ekmeği kebab ile beraber satıyorum." dedi. Geldim Şeyhimize ekmek vermediğini söyledim. Mübarek "tekrar git, benim için aldığını söyle, parası da ne ise fazlası ile ver" dedi. Kebapçı beni tekrar gördüğünde "gene mi geldin" dedi. Ben de ona kardeşim bizim Elhamdülillah paramız da var gücümüzde var, kebab da yiyebiliriz, fakat şu karşıda oturan zât sadece bir ekmek istedi, vereceksen ver, parası ne ise fazlası ile veririm dedim. Kebabçı karşıdaki duran Mübarek Şeyhimize şöyle bir baktı, "O dedeye mi? O'na mı?" diye sordu. "Evet" dedim. Kebabçı "canım feda olsun, istersen ekmeğin içine kebab da doldurayım" dedi. Ben de "hayır hayır kebab istemiyor, sadece bir ekmek istiyor" dedim. Para almamakta ne kadar ısrar ettiyse de, yine de teberrüken verdim. Senin için bereket olur diye ikna ettim. Ekmeği alıp geldim. Mübarek ile kalktık beraberce yürüyoruz. Yürürken önümüze bir seyyar satıcı geldi, arabasında domates, biber satıyor. Biraz domates, biraz da biber aldı. Poşeti alarak beraberce bir camiye vardık. Akşam namazı kılınmış, cemaat çıkıyor, camiye varınca şadırvana doğru gitti. Domates ve biberleri bir güzel yıkadı. Caminin önüne geldik, orada yere serili hasırın üzerine oturduk. Ekmeği, biberi, domatesi üzerine koyacağımız bir bezi yere serdi ve onun üzerine koydu. Sonra dedi ki, “önce namazımızı kılalım” , kıldık. Sonra gelip oturduk. Ekmeği eline aldı, bir parçasını kendisine aldı, diğerlerini de bana verdi. Mübarek domateslerden bir iki tane ufaklarını kendine aldı, diğerlerini de bana verdi. "Haydi buyurun yemeğimizi yiyelim, gaye karnımızı doyurmak değil mi" diye beni teselli ediyor, ben de "VAllahi ben buna karın doyurmak diyemiyorum, benim bu işe hiç aklım ermedi. Koskoca Adana'da herkes yemeğe davet ederken bizim böyle ekmek ile domates yiyeceğimiz hiç aklıma gelmiyordu." Gerçekten Hacı Sıdkı da yemeği seven birisi idi. Mübarek onun gönlünü hoş etmek için diyor ki, "evlâdım, çok davet ettiler, herhangi bir yere gitmiş olsak beraberimizde birkaç kişiyi de davet etmek gerekir. Çünkü usûl böyledir. Hepsi mahsuplarımız. Davet eden hepsini davet edemez ki. Birkaç kişiyi davet eder, birkaç kişi kalır. Kalanlar da onları davet etti, bizi davet etmedi diye hatırlarından geçer, aralarında bir nahoşluk hali doğar. Halbuki orada yiyeceğimiz bir iki kaşık çorba veya herhangi bir şey, niye aralarındaki ahengin bozulmasına sebeb olalım ki. Biz milletin arasını hoşnut etmek için varız, yoksa milletin arasında nahoş hallerin veya onları birbirlerinden soğutmak için gelmiş değiliz ki. Onun için bu Adana'da bir çok kimseler var birbirlerini tanıyor, davet etse hepsini davet etmeye imkân yok, bir kaçını davet eder, bir kaçı kalır. Bu meyanda bir nahoşluk doğar. Sanki ben onu sevmiyorum onun için davet edilmemiş gibi bir hal olurdu. İşte bundan dolayı buna teşebbüs ettik, bunu hoş gör. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun, yediklerimizin hepsi nimettir. Gaye karın doyurmak değil midir?" diyerek bizi teselli etti, diyor. Bizim de gayet içimiz açıldı, yemeğimizi yedik" diyor. Sonra bana dedi ki: "Artık sana şöyle güzel güzel bir çay içireyim" dedi, Mübarek. Ben de, "aman efendim, çay da davet gibi olmasın" dedim. Buna da güldü Mübarek. "Hayır hayır güzel bir çay içireyim sana" dedi, kalktık. Mübareğin peşine düşüp gide gide bir gecekondu semtine vardık. Orada bir yere gittik ve bize "şu kapıyı bir çal bakalım" dedi, çaldık. Aman Allahım sanki davet edilmiş gibi. Şeyhimiz gelmiş diye öyle bir kalabalık oldu ki, öylesine çok hoş, güzel bir sohbet duymadım ve dinlemedim. O kadar muhabbet, aşk ve şevk vardı ki, ancak o kadar olur diyor. Mübarek aralarına oturdu, bize öyle bir çay yaptılar ki gerçekten tarif ettiğinden de güzel, böylesine lezzetli bir çayı hiç bir yerde görmedim, böyle bir sohbeti de başka hiç bir yerde dinlemedim. Mübarek ile o avam sınıfının içinde gecemizi öylece geçirdik, diyor.
Bir üçüncü enterasan olay daha, Ağabeyim Hacı Alaaddin anlatıyor: Muş ovasında iki kabile arasında bir kan davası hadisesi vardı. Aralarında çok muazzam telefiyat olacak, ne vali, ne de başka bir güç bunların arasını düzeltememiş. Mübarek beni yanma aldı, beraber gittik. Şeyhimiz Mübarek o iki kabile arasını öyle bir hale getirdi ki, tamamen kardeşvari bir hal, birbirlerine sarılıp sevindiler. Bu hale o kadar sevindiler ki ancak o kadar olur. Mübarek iş bittikten sonra hemen gidelim diye buyurdu. Onların da fikirleri Mübarek gelmişken hiç olmazsa bir hediyemiz olsun diye bize biraz koyun ve buna benzer birşeyler yapacak ve vereceklerdi. Niyetlerinde böyle bir şey vardı, fakat Mübarek işi aceleye getirdi, hemen gidelim diye. Onlar da bana Mübarek Şeyhimizi biraz daha oyalamamı söylüyorlar. Bu arada biz de hediyelerimizi ayarlarız diye. Ben ne dedim ise nafile. Mübarek sabah oldu, "eğer bunlardan izin istersek bunların bize izin vermeye pek niyetleri yok, bizi oyalayacaklar. En iyisi biz hemen harekete geçelim" dedi. Hemen hareket edip yola çıktık, yürümeye başladık, arkasına düştüler. Yalvardılar ne olur, bir iki gün bizimle kal diye. Mübarek "Elhamdülillah emelimizi, gayemizi Rabbim rast getirdi, zaten gayemiz de bu idi, biz gayemizin dışında, bir şey isteyip yapmayız. Bizim başka işlerimiz var. Buradaki işimiz bittiğine göre gitmemiz gerek, haydi Allahısmarladık" diyerek vedalaştık. Ben bu işe çok hayret ettim, niye böyle yaptı diye, o anda Mübarek şöyle buyurdu:
"- Evlâdım bunların niyetleri, bizlere bir şeyleri hediye kabilinden vermektir. Bu gibi devrelerde kimisi candan verir, kimisi de falanca verdi de ben vermesem olmaz diye cebri durumla karşı karşıya kalıyor. Bu emrivaki gibi, ben ise bu gibi şeylere asla sebebiyet vermeyi arzulamıyorum, ben onun için gelmedim. Gayemiz sadece Allahü Zülcelâl rızası için onların arasını bulmaktır. Allahü Zülcelâl'e şükür ona da nail olduk, yoksa biz mal toplamak için gelmedik ki evlâdım" diye buyurdu.