SIDDIKİYYE MEŞREBİNDE USÛL
Aziz Kardeşlerimiz,
Şeyhimizle alâkalı bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz ifrat ve tefrite düşmeden, bu tarikatı âliyyenin şanına yakışmayan hiçbir kelimeyi kullanmamaya çalışıyoruz. Zira, emelimiz gayemiz halkı davet ve teşvik değil. Bizim tezimiz sâdâtlardan almış olduğumuzu uygulamaktır. Davet ve tezgâhtarlık gibi haller yoktur. Asla ve kat'a reklâmcılık yoktur. Ancak ve ancak taleb vaki olduğunda da mahrum etmemektir. Mesele buradadır zaten. Zira, içtenlikle, samimi bir şekilde kendi arzu ve isteğiyle olması lâzımdır. Eğer, Mübareklerin bir himmetleri varsa, zaten istese de, istemese de er veya geç kendisi muhakkak bir talebte bulunur. Fakat, emri vâkilerle bizim hiçbir işimiz ve işlemimiz yoktur. Emrivâkiyi hiç bir şekilde kendim dahi tasvib etmiyorum, emrivaki hoş bir şey değildir. İçtenlikle olacak ki yani sadakatla, ciddiyetle, aşkla ve şevkle, bu şekilde olursa, bu çok hoş ve güzel bir şey olur. Bir kimsenin bu şekilde yola girmesi, onun azmi karşısında Rabbimiz onu mükâfatlandırır. Hiç bir dünyalık ve dünya ile alâkalı enva-i türlü menfaat beklentisinden, bu yol tamamen münezzehtir. Ancak ve ancak halisane lillah teâlâ için olursa, bu şekilde bağlılık, bu şekilde muhabbet olursa, o zaman yararı olur. Bundan gayrisi er veya geç değişir. Onun için Şeyhimizle alâkalı anlattığımız hususlarda adeta bir tercüme hali vardır. Geçirdiği devreleri, Mübârek'in bazı faresetlerini, bazı kıymet ve değerlerini müsbet olarak anlatıyoruz. Bunu anlatmamızın sebebi, kendisine bağlı olan kardeşlerimizin mensub oldukları zatın ne derecede olduğunu anlamak ve herhangi bir istifham varsa aklında, bunu izale içindir. Zaten inanarak, kabullenerek bağlandılarsa, bu gibi şeyleri duysalar da, duymasalar da farketmez. Amma, bağlı olduğu zât hakkında, acaba bağlı olduğumuz şahsiyetler nasıldır diye bir düşünce varsa ve öğrenmek istiyorlarsa diye buna teşebbüs ettik. Bu gibi hususlarda da onları haklı görüyoruz. Mensub oldukları zâtın tercüme halini öğrenmek isterler, bilmek de haklarıdır. Allahü Zülcelâl, hayırlı olanı, Rabbimizin rızası ne ise söylemeyi nasib ve müyesser eylesin, Âmin...
Aziz Kardeşlerim,
Şeyhimizin öteden beri kendisini gizli tuttuğunu, herhangi bir şekilde meth ve sena olunacak hallerden çekindiğini, adının dilden dile dolaşmasından sakındığını anlatmıştık. Böyle olmasının sebebi, sırları tutmak ve sırları saklamak, esasen sırların devamına sebeb ve vesile olmasındandır. Tabi bu da istidad ve kabiliyete bağlıdır. Ebul Hasan Şazeli Hz.lerinin: “Sabır yönünden en şiddetlisi sırra tâhâmmül ve o sırrı saklayabilmektir.” buyurduğu budur. Bu gibi sırlar karşısında tâhâmmül gücü ne nisbette ise, o derecede sırlar verilir ve dereceleri artar ve böylece devam eder.
Hülâsa, şimdiye kadar anlattığımız, bazen kendisinin buyurduğu veya bizim gördüğümüz ve duyduğumuz hususlardı. Fakat, biraz da başka Şeyhlerin, Şeyhimiz üzerine gördükleri halleri, hâdiseleri ve müşahedeleri dile getireceğiz, inşeallah.
Kardeşlerimiz,
Şeyhimiz çok eskiden beri Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gider gelirdi. Tabi daha henüz bizim fark edemediğimiz devrelerde idi, bu gidip gelmesi. Çünkü, o zaman daha kendisinin nerede olduğu belli değildi. Ne zaman ki Siirt'e geldi, o zaman artık irtibat kurduk ve Pirimize gider, gelirdi. İki seferinde de beraber birer kişi götürdü. Biri Sûfî Ali, biri de Hacı Bilâl. Hacı Bilâl'i biliyorsunuz -ki daha önce- anlatmıştık, Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri dünya ve ahiret kardeşliğine kabul etti ve Şeyhimizin hoşnutluğu için bu şekilde taltifte bulundu. İşte, bu gidip geldiği devrelerde, yine yalnız olarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ziyaretine gitti. Fakat, gittiğinde kendisinden evvel Seyyid Kadri ve bağlıları hânikâh'da bulunuyorlar. Zira, Seyyid Kadri bizim Şeyhimiz ilk gittiği zamanlarda, Şeyh Said'i meczub vardı, o zaman o vardı. Sonradan Seyyid Kadri de iltihak etti. Ve o da gidip gelmeye başladı. Onun için bazen orada karşılaşır ve karşı karşıya gelirlerdi. Seyyid Kadri beraberindekiler hânikâh'da bulundukları bir devrede Şeyhimiz oraya varıyor. Ancak şu meseleyi iyi anlamamız gerekir ki, hânikâ'nın üstü toprak. Oranın nizâmnâmesi şudur: Oraya giden kimseye bazı işler verilip yapması istenilir. Hatta liste halinde isimler yazılır. Adaletli bir şekilde bu işlem yapılır. Ancak, oraya yeni giden bir kimse için kayıtsız şartsız vazife onundur. Esasen bu bir nefis denetlemesidir. Anlaşılan bu.
Zira, Şeyhül Hazin zamanında yine böyle bir âlim, bir molla gelmiş, seyrü sülük yapmaya. Bunun gayesi bir halifelik, bir ünvân almak. Eline süpürge tutuşturuluyor. Burayı süpür dendiği zamanda, süpürgeyi attığı gibi oradan gidiyor. Onun için bu hânikâhda bu prensip, Allahü Zülcelâl bilir, bu sebepledir. Yani, nefis denetlemesidir. Oraya giden bir kimse hoca olsun, âlim olsun, molla olsun, şeyh olsun, ne olursa olsun; kayıtsız şartsız vazife onundur. Bunu yapacak, hem sulayacak, hem taş yuvarlayacak. Mübarek Şeyhimiz tesadüfen onlardan sonra gitmiş, onlar vazifelerini yapmışlar, iş Şeyhimize kalmış. Çünkü, yalnız gittiğinden başkası yok, tek başına yapacak o işi. Oradakiler derler ki bir acayiblik duyarak. “Eh yumuşak Şeyh gelmiş, bakalım hele bu vazifeyi nasıl yapacak? Hem sulama işi var, hem de taş yuvarlayacak.” Şeyhimize yumuşak Şeyh diye tabir ederlerdi. Hakikaten tip olarak, konuşma olarak, yürüyüşü bakımından gayet mahfiyyet içindeydi. Çok yumuşak bir görüntüsü vardı, şefkat ve merhamet dolu idi. Rauf ve Şefuk, atuf bir hali vardı, nitekim, Meşrebi Sıddıkiye diye bazen söylediğimiz bu sebebledir. Cenabı Rasulullah'ın Hz. Sıddık hakkında buyurduğu gibi: “Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse, Ebu Bekiri Sıddık'a baksın.” Demek ki Ebu Bekiri Sıddık'ın da hali ve yürüyüşü bu şekilde idi. Aynı zamanda şefkat ve ra'fet dolu idi. İşte Şeyhimizin de bu hal ve görüntüsü olduğundan, onlar da diyorlar ki, bakalım hele ne yapacak, bir görelim seyredelim derler. Evet, Rabbimiz Celle Celâlühü her şeye kadirdir. Şeyhimizin bu mahfiyet ve teslimiyet yönü olunca Rabbimiz o gece yağmur yağdırır ve yağmur yağınca sulama işi biter. Onlar da kendi kendilerine diyorlar ki: “Mâşaallah yumuşak Şeyhin şansı işledi. Yağmur yağdığından sulama işinden kurtuldu. Şimdi de taş yuvarlama işi kaldı,” tabi bu daha mühim. Çünkü, kendisinde taşı alıp, koşup yuvarlayacak görüntü yok. Mübarek Şeyhimiz sabah kalktığında tabi ordaki işin ne olduğunu biliyor. Kalkmış ve hânikâhın damına çıkmış ve taşı yuvarlamaya başlamış, taşın yuvarlanışı ve gidişi bir acayibliktir. Fakat, altında bulunan kimseler, bu zâtın, taşı bu şekilde yuvarlayacağını hiç de tahmin etmiyorlar. Çünkü böylesine yuvarlayabileceğine imkân yok diyorlar. Bu nasıl şey diye hafsalalarına sığmadığını söylüyorlar ve herkes hayretler içerisinde kalıyor. O zaman dışarı çıkarlar ve içlerinden biri hânikâhın üstüne çıkar ve bakar, ama gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır. Nasıl şaşırmasın ki, Şeyhimiz damın bir köşesinde oturmuş, taş sanki bir komuta altında, bir emir altında bir baştan öbür başa gidiyor ve geliyor. O zaman Seyyid Kadri dama çıkar, bu durumu kendisi seyreder. Bu olay Seyyid Kadri'nin bizzat kendisinin gördüğü ve anlattığı bir olaydır. Ben buna şahidim, bu bir.
Bir de Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki: Hânikâh'da bir havuz vardı, sel o havuzu basmıştı. Bir gün Pirimiz ve müridanlarla beraber bu havuzu temizlemeye azmettik. Havuzun olduğu yere gidildi, temizlemeye başlandı. Pirimiz de öyle bir teşvik ediyor ki: “Bu havuzu bitirip suyu doldurduğumuzda kim bu havuzda yıkanırsa, onun cennetlik olacağını umarım.” Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bu kelimeyi kullandıktan sonra millet daha fazla şevke geliyor. Ve böylece havuzu temizlediler, amma havuzu temizlerken Mübarek Pirimiz de böyle konuşunca ben de coştum, ben de çalışmayı arzuladım ve onlarla beraber çalışmak için ellerimi sıvazladım. Çalışmaya giriş yapacağım an Mübarek Pirimiz: “Alaaddin sen yapma, sen burada, benim yanımda dur.” dedi. Alaaddin'e yaptırmadı ve çalışmaya bırakmadı, onu yanında tuttu. Ve temizlik bitince su doldurdular ve müridanlar havuza girip çıkmaya başladılar. Benim de o zaman fikrime şu geldi. Mübârek'in bundaki gayesi havuza girmek çıkmak değil, bundaki gaye Mübârek'in kendisinin görüntüsüdür. Çünkü bu vesileyle kalb kalbe karşı geliyor. Ve bu kalb kalbe karşı gelme muvacehe sebebiyle Allahü Zülcelâl mutlaka bu hayrat ve berekât sayesinde cennetlik olmalarını kabullenmiş. Çünkü, Mübarek sever ve kabullenirse olmayacak bir şey yoktur. Zira onun sevdiği ve kabullendiği kimse Allahü Zülcelâl'ın ve Rasulü'nün de kabulüdür. Zira dedesi Şeyh Osman da:
طوبى لمن رأى علياً
Yani “Ali'yi görenlere müjdeler olsun, ne mutlu Ali'yi görenlere” diye buyurmuş.
Mübarek Şeyhimiz bunun üzerine ben bunu bu şekilde te'vil ettim diyor ve ben sadece Mübârek'in cemalini seyrettim ve bu şekilde Mübârek'in yanında bulunuşum, bir muvacehe yönünden daha fazla haz duydum ve kendisine daha fazla yöneldim. O müridânlar ne zaman ki havuzdan çıktılarsa ben de o zaman bu Mübârek'in dediğine nail olayım diye havuza girdim, diyor. Hülâsa, dikkat edilecek olursa burada iki önemli husus var.
Birincisi: ne sulama veya taşı yuvarlamaya,
İkincisi: ne de havuz temizlemeye müsaade etmeyerek onu yanında tutması ve çalıştırmaması.
Daha önce anlattığımızdan da hatırlayacaksınız ki, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin Hz. lerini hiç çalıştırmamıştır. Şeyhül Hazin çalışmak istediğinde, Şeyh Muhammed, “sen bu dünyaya bu iş için gelmedin, sen bu gibi işlerde çalışmak için yaratılmadın” diyerek onu çalıştırmazdı. Mübarek Ali Hüsameddin, Şeyhul Hazinin oğlu Şeyhimiz için de aynı işlemi yapmıştır. Bu gibi işlerde hiç çalıştırmamıştır. Hânikâ'daki iş durumunda o harika hallerine Seyyid Kadri bizzat şahittir.
İkinci meseleye gelince: Yine hânikâ ile alâkalı, orada bir hatmi hâcegân yapılır, bir de teveccüh yapılırdı. Kimisi nazım halinde Sâdâtların isimlerini anar, kimisi başka türlü yapar bunu. Ve buna da hatmi hâcegân yaptık derler. Fakat, hatmi hâcegân yapacak şahsiyetler yani Evliyanın ruhaniyetleri ile irtibat kurup da bu irtibattan haz duymaları lâzım. Bu irtibatı kuracak şahsiyetler de, o ruhanilere yakın, ehil, pâk, lokması helâl, dünya mülevvesâtından âri, temiz olan kimseler olursa o ruhaniyyetlerde onları severler ve andıkları zaman o ruhaniyyetler de, teşrif ederler. Amma bu hatmi hâcegân'ı yapacak kimseler dünya mülevvesâtı ile kirlenmiş, yediği lokması da helâl mi haram mı olduğu şüpheli olan ve dünya işleri ile tamamen meşgul olan kimseler olursa, o ruhaniyyetten istimdad talep ettiklerinde gelmek şöyle dursun daha da uzaklaşır ve tiksinirler. Bir misâl vermek gerekirse, Hz. Musa (Ale Nebiyyine ve Aleyhissalatü vesselam) zamanında Cenabı Hak bir gün Musa Aleyhisselam'a: “Ya Musa, söyle o zalimlere ki, beni anmasınlar. Çünkü, onlar beni andıkları zaman ben de onları lanetle anarım” buyuruyor.
Hülâsa, Kardeşlerimiz,
Bu hatmi hâcegân böyledir. Bugün bunun ehli olsa da olmasa da yapılıyor. Amma tevüccüh kısmı ise bu kalb müvacehesidir. Mutlaka kalbinde bir güç, bir nur olmalı ki, karşısındakinin kalb durumunu keşfedebilsin, müşahede edebilsin ve onun perdelerini, hicablarını giderecek güçte olabilsin. Hânıkâda bu görevler Pirimiz tarafından Seyyid Tâhâ'ya verilmiştir. Tabi Mübarek Pirimiz Seyyid Tâhâ'yı da bu duruma getirmiş, irşad yani mürşidlik durumuna getirmişti. Bu vazifeyi kendisine vermiş. Zira, bir kimsenin mürşid durumuna gelebilmesi için, Şeyhimiz Mübarek şöyle buyururdu: “Kardeşim Seyyid Tâhâ öyle bir duruma geldi ki kendisi teslimiyet ehlidir. Tefvizi umur durumu var, tevekkülü çok kıymetli ve değerliydi, bunu çok muazzam işletirdi. Hatta ki irşad makamına geldiği bir devrede tabi Rabbimiz kendilerine bir ikram ve ihsanda bulunur, kendilerine bir taltifde bulunur. Zaten kendiliklerinden gelmezler, tamamen bir emrivaki ile gelirler. O zaman bir talebleri vardır. Madem ki gönderiyorsun, amma yardımcı, amma şefaatçi, amma kendilerine bağlanacak olan kimselere (hangi yönden) ve nasıl bir yetki verilecekse tabi bu gibi talebleri olacaktır. Seyyid Tâhâ kardeşimizin bu yönde dahi hiçbir talebi ve muradı olmamıştır.”
Bunu Şeyhimiz bu şekilde söylerdi, bunu keşfiyet ile mi söylemiş, bilemiyorum. Nitekim, Seyyid Ahmed er-Rufa-i Hz.leri aynı hale gelmiş. Rabbimiz Celle Celelühü: “Kulum artık bundan sonra gidip kullarımı irşad edebilirsin. Senin de talebin, muradın ne ise söyle.” der. Seyyid Ahmed er-Rafu-i de Mübarek: “Rabbim kulunun muradı mı olur, murad muradullahtır.” diyor. Ve hiç bir talebte bulunmuyor. Buna rağmen Cenabı Hak, her gün yüz dilek dilese vereceğini vadediyor. Amma hiçbir tanesini dilemiyor, istemiyor.
Neden? Çünkü, istediği şey belki Allahü Zülcelâl'in muradına muhalif olur diye korkuyordu. Taleb etmiyor. Tamamen bir teslim hali:
علمه بحالى يغنى عن شرح مقال ابراهم خليل
“Mevlâm beni halimi bilir, şerhetmeme ihtiyacı yok.” buyurur.
Gavsul Azama gelince, Mübarek mürşidlik devresine gelince tabi kendisi irşad makamına gelecek, tabi kendisi Allahü Zülcelâl'in bülbülü. Allahü Zülcelâl'den mekir haline iletmeyeceğine dair talebde bulunuyor. Ve kendisine bazen soruyorlar, “sen bu kadar çok konuşuyor ve söylüyorsun, Allahü Zülcelâl'in mekrine uğramaktan korkmuyor musun?” diyenlere, Mübarek diyor ki: “Ben bu makama gelipde bunları söyleyebilmem için Rabbimle aramızda yetmiş ahdi misâk vardır. Bana böyle bir mekir işlemi yapmayacağına dair.” buyuruyor. Kimi zâtlar böyledir.
Nitekim Seyyid Ahmedi İdrisi Hz.lerine de, irşad makamına gelen bir zât hakkında soruyorlar. “Bir zâtın mürşid olabilmesi için ne halde olması lâzım, arşı görse, levhi görse, şunu görse, bunu görse” diye sayıyorlar. Mübarek hayır, hayır, yeterli değil, diyor ve sonunda kendisi şunu anlatıyor. Ve şu ayeti kerimeyi okuyor:
لَّا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَٰنِ عَهْدًا ﴿٨٧﴾
(Meryem / 87)
Yani şefaate malik olamazlar. Ancak, Allahü Zülcelâl nezdinde bu hususta ahitleri olursa şefaate malik olurlar, ancak ahidleri olması şartıyla malik olurlar. Demek ki, bu dünyada bunlar ahidli olarak irşâd makamına gelirler. Evet, emrivaki ile geliyorlar ama şartları vardır. Şefaat yetkileri hakkında Allahü Zülcelâl ile bir ahdü misâkları vardır. Gelecekte kendilerine bağlanacak kimselere sahib çıkacaklarına dair, ve bir şefaat yetkilerinin olacaklarına dair, bu âyeti emmâre olarak gösteriyor. Bunu havi, buna sahib olmayan kimse irşad için yetkisizdir, yetersizdir diyor.
Nitekim, Hazreti Şahı Nakşibend bile bir türlü irşad makamına girmedi ısrarlara ve emirlere rağmen, acziyetini ve mahviyatını ortaya koydu. Fakat, Allahü Zülcelâl sonunda: “Eğer girersen girersin, şayet girmezsen üzerindeki nimetlerimi tamamen alırım.” diyor. Böylesine bir tehditle irşâd makamına geliyor. Bu gibi misâller verilecek olursa çoktur, ancak daha fazla zihninizi karıştırmayalım.
SEYYİD TÂHÂ VE TEVECCÜH
Kardeşlerim;
Seyyid Tâhâ Hz.lerinin teveccüh meselesine gelince: Seyyid Tâhâ'nın teveccühü yapış şekli, müridanlar halka halinde olup, kendisi ortada bir nokta gibi oturur ve kalb muvacehesini yapar. Tabi Mübarek böyle bir güce sahib ki kalb âdeta bir ayna gibi karşı karşıya gelince, yansıtma bakımından onun nurunun yakıcılığı, karşısındaki kalbte olan nahoş ve batıl olan hicabları tamamen giderir. Bu da Âyet-i Celile ile sabittir.
بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ
(Enbiya /18)
yani, hakkı batıla vurdu mu, hak batılı tamamen yok eder. Amma mahveder, amma eritir, amma yakar ne yaparsa yapar onu yok eder.
İşte, teveccüh budur, bu şekilde olur. Şeyhin çok kabiliyet sahibi olması lâzımdır ki teveccüh yapılabilsin. Seyyid Tâhâ Hz. leh bir gün halkanın ortasına girerken bir bölümünü sırasıyla teveccüh ederek yürütmektedir. Seyyid Kadri dediğimiz zât da çok atılgan ve kendisinde varlık hisseden biridir. (Allah Rahmet eylesin) Kabiliyetli bir zât'tır. O da Seyyid Tâhâ'nın yardımcısı veya kendisi gibi o da teveccüh için bir bölüme giriyor. Teveccühü, Seyyid Tâhâ bir yönden yürütüyor, Seyyid Kadri de bir yönden yürütüyor. Sonunda Seyyid Kadri'nin anlattığı, “meğer Şeyh Alaaddin de bizim halkada imiş. Muvacehe yaptığımız halkada bana iki kişi kala Şeyh Alaaddin geliyor. Bu hale geldim diyor. O anda daha kendisine gelmeye iki kişi olmasına rağmen, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in makamında, Şeyh Alaaddine öyle bir muvacehe yaptı ki bizi olduğumuz yerde sarstı diyor. “Bizde muvacehe yapacak bir hal bırakmadı, o kadar tesirli idi ki bizi sarstı.” Artık bilmiyoruz, Seyyid Kadri bundan sonra teveccühe devam etti mi, yoksa olduğu yerde durdu mu? Orasını bilemiyoruz. Ancak, Seyyid Kadri diyor ki, bu hadiseden sonra Şeyh Alaaddin'in muvacehesini Seyyid Tâhâ'ya ve bana bırakmadı. Pirimizin kendi şahsına has bir işlemle yapılırdı. Bu hususu Seyyid Kadri böyle anlattı.
Tabi burada bir sır vardır. Dikkat edeceğimiz önemli bir nokta vardır. Seyyid Kadri buna şahittir. Acaba Seyid Kadri olmasaydı, Seyyid Tâhâ yoluyla olsaydı, Hz. Pir, bu muvaceheyi yine kendisi mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ'ya mı bırakırdı, bu bilinmiyor. Filhakika Seyyid Kadri Hz. leri, Mübarek Şeyh Alaaddin'i muvacehe ederek kapasitede değildi, bu kesindir. Zira, Şeyhimiz benim meşrebim başka, onların meşrebi başka, her zaman söylerdi, defalarce kendisinden duydum. Mübarek Seyyid Tâhâ ile alâkalı anlatırken: “Kardeşim Seyyid Tâhâ sır karşısında ne kadar tâhâmmüllü, ne kadar güçlü olduğunu ve sırrını saklayabilen bir derya idi” diye buyurur. Fakat ötekilerini anlatırken “bir havuz gibiydiler” derdi. Havuz, kapasitesinden fazlayı taşırdığından üzerine fazla birşey ilâve edilmez. Çünkü taşırıyor, onun için, bilemiyoruz. Acaba Seyyid Tâhâ'nın muvacehesinde olsaydı yine bu muvaceheyi Hz. Pir mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ mı yapardı, burasını bilemiyoruz. Amma Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı çok meth ederdi. Ama Şeyhimizin seviyesinde midir, üstünde midir, altında mıdır bu meçhul, bunu bilemem. Fakat, Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun benim fehmime ve inancıma göre, Şeyhimizden duyduğumuz durumlara göre, Şeyhimizle Hz. Muhammed Ali Hüsameddin arasında câri hadiselere göre, VAllahil-azim, bu iki zât hemen hemen imâmeyn durumundadır. Yani kutbu medar, kutbu irşad durumundadır. Ama, hangisi hangi makamdadır, orasını bilemem. Ancak, Hz. Pir'in vefatından sonra Seyyid Tâhâ vardı. İki buçuk sene sonra kendisi de vefat etmiştir. Acaba Seyyid Tâhâ bu ğavsiyet makamına, riyaset makamına geçmiş de ondan sonra mı Şeyhimize geçmiştir, burasını bilemem, yoksa doğrudan doğruya Şeyhimize mi geçti bilemiyorum. İlmî yönden, mütalâa yönünden ölçü budur. Evet, işte bu Seyyid Kadri Hz. lerinin şahitliği ile bu hal bu şekilde cereyan etmiştir. Demek ki, Pirimizin, Şeyhimiz ile olan irtibatının daima Pirimizin tasarrufu altında olduğu ve devam ettirdiği kesindir.
İkinci meseleye gelince: Bu Seyyid Kadri ile alâkalı bir hadisedir. Hânikâdan ziyaret tamamlayıp ayrıldıktan sonra, Seyyid Kadri kendi maiyeti, heyeti ile, Şeyhimizse yalnız olarak dönüyorlar. Döndüklerinde birinci konakladıkları yer Hurma isimli bir yerdir. Orada kalmışlar, yatmaları için yataklar yapılmış âdetlerine göre, bir tane de ranza varmış yatmak için, Mübarek Seyyid Kadri ranzayı Şeyhimize teklif etmiş, Şeyhimiz de bu teklifi kabul etmemiş ve siz buyurun demiş ve kendisi o yerde serilen yataklardan bir tanesine girmiş. Tabi onlar yorgun olduklarından uyumuşlar. Fakat Seyyid Kadri bizzat kendisi söylüyor, uykum gelmedi uyuyamadım, bunda da bir hikmet vardır diye uyumadan uzandığım yerde dinleniyordum. O zaman içimin cızladığı bir hal peydah oldu, hayırdır İnşaAllah diye hayır yönünü taleb ettik. “Bunda da bilemediğim bir hikmet vardır” dedim. Bir an gözlerimi kapıya doğru çevirdim ve baktım ki iki kişi kolkola girmiş oldukları halde içeri girdiler. Baktığımda o içeriye girenlerden biri Mevlâna Hâlid diğeri ise Şeyh Osman Hz.leri, o halde odaya girdiler. Onlara içeri girdiklerinde benim içime doğan hal, bunların gelişleri, biz oradan dönüyoruz ya Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in icazet verdiği veya münâsib gördüğü şahsiyetleri kontrol etmek için gelmişler, bana öyle geldi. Mübarekler içeri girer girmez hemen Şeyh Alaaddin'in başına gittiler. Onun başında bulundukları süre içerisinde çok şeyler konuştular, çok şeyler söylediler. Tabi bu şekilde anlatıyor amma ne konuştuklarını bilemedi mi, yoksa bildi de gizli mi tuttu bilemiyorum. Orada bir miktar durduktan sonra diğer yatan kimselere de nazar ettiler, kontrolden geçirdiler. İçlerinde bir tanesi vardı ki Diyarbakırlı idi. Benimle beraber gelmişti. Tarikatı azizeyi yürütmeye gelmişti, tabi Diyarbakır'da biraz sözü geçen birisi idi. Tarikatı azizeyi yürütmeye biraz elverişlidir. Buna icazet verilmesini ısrarla ben istedim. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den ısrarla istedik ve aldık, dolayısıyla Mübarekler ona bakıp ondan sonra da benim yüzüme öyle bir baktılar ki gerçekten titredim diyor. O kadar da haşmetle baktılar ki ben titrediğim gibi aynı zamanda korktum. Bereket versin ceddimin yüzü suyu hürmetine bir zarara uğramadan işi geçiştirdik. Tekrar Şeyh Alaaddin'in başında bazı karar ve hükümler aldılar. Mübarek Seyyid Kadri o andaki hadiseleri aldıkları verdikleri hüküm ve kararları acaba biliyordu da gizli mi tuttu, yoksa mana yönünden oldu da farkına mı varamadı, onu açıklamıyor. Ancak, kendisi her zaman her üçünde de anlattı. Ben buna şahidim, Allahü Zülcelâl'ın huzurunda ve ceddimin huzurunda şahidlik yaparım.” dedi.
Aziz Kardeşlerim,
Seyyid Tâhâ ile Şeyhimizin tezleri aynı tezdir. Meşreb aynı meşrebtir. Kesinlikle aynı, hakkan söylüyorum. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in halifeleri arasında bu iki zâtın üstünde kesinlikle bir zât yoktur. Ama Seyyid Tâhâ kimdir? Seyyid Tâhâ hakkında bu bilgileri veren Şeyhimizdir. Biz kendisini görmedik. Mübarek Şeyhimizin buyurduğuna göre daima Seyyid Tâhâ'yı bir çok önemli meselelerde ön plânda olduğunu gördüğüne göre, her zaman ön plânda anlattığına göre ve câri hadiseler üzerine sır sahibi ve son makama çıkmış, irşâd durumuna gelmiş, teslim ehli olduğu doğrultusundadır. Bunlar en yüksek rütbeli ve kaliteli olan zâtın aynı zamanda idarecilik yönünden Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in idaresi altında o dereceye çıkmış ve o hali ile vaktini geçirmiştir. Dolayısıyla Seyyid Tâhâ'nın üstünde bir ferd göremiyoruz. Şeyhimize gelince anlattığımız gibi onu hiçbir işte çalıştırmamış ve her zaman hükmü altında icraat yaptırmıştır. Acaba Şeyhimizi Seyyid Tâhâ'ya da mı havale etmemiş. Onu da bilmiyoruz. Zira, Seyyid Tâhâ'yı bu şekilde ancak o anlatabilirdi. Çünkü, bu gibi manevî vazifelerde alt kademedeki zât üst kademedeki zâtı keşfedemez. Üst kademedeki alt kademedekini keşfedebilir, onun için Seyyid Tâhâ'nın derecesinin ölçümünü ancak Şeyhimiz yapmıştır.
Şeyhimizi de ancak Seyyid Tâhâ tarif eder anlatırdı. Ama kendisini görmedik, ancak bizim fehmedebildiğimiz yönü Mübarek Hz. Ali Hüsameddin ile olan muameleleridir. Bunları göz önüne alarak, hem teveccüh babından, hem de gelen Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman'ın başında ve üzerinde duruşları ve çalıştırılmaması ve taşın kendi haline yuvarlanışı gibi haller Muhammed Ali Hüsameddin'in eli altında yetiştiği apaçıktır. Onun için şu anda ve tamamen inanacak bir duruma gelmeden hangisinin üstün olduğuna karar veremem. Onun için bu iki zâtın mutlak iki imam durumları vardır. Ancak Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den sonra hangisi onun yerine geçmiştir, onu bilemiyorum. Şu anda buna karar veremiyorum.
Hatta Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı ziyarete gittiklerinde Seyyid Tâhâ vefat etmişti. Oraya vardıklarında Şeyhimiz Ağabeyime şöyle diyor: “Mübarek Seyyid Tâhâ öyle bir zât idi ki, eğer müstakil bir yerde olsaydı bir hayli şöhreti olurdu. Ama muhammed Ali Hüsameddin'in gölgesi altında olunca gâib durumdadır.” Mübarek Şeyhimiz gibi evliya üzerinde hüküm ve karar veren hiçbir Şeyh görmedim ve duymadım. Mübarek sanki ölçücü gibi, umumiyetle onların durumları gayet ayar durumunda, Şeyh Musa Zevri hakkında karar verecek durumda ve derecede idi. Tabi muhakkak ki bir üstünlüğü var da bunları keşfedebiliyor ve söyleyebiliyor.
Buradan itibaren Şeyhimiz ile Seyyid Tâhâ Hz. lerinin durumlarını anlatmayı bırakıyoruz. Onları kendi haşalarına bırakırken, Allahü Zülcelâl'in bu Mübarek iki zâtın feyz ve bereketlerinden mahrum etmesin, feyz ve bereketlerine bizleri gark etsin. Dünya ve ahirette bizleri bunlardan ayırmasın. Sevgi, bağlılık ve beraberliğimizi dâim kılsın. Bu hadiseler üç devrede de Seyyid Kadri'nin şahitliği altındadır. Bu hususu burada noktalıyoruz.
Kardeşlerim,
Çok enteresan bir hikmet vardır. Bunu da anlatmadan geçemiyoruz. Biliyorsunuz ki Seyyid Kadri'nin ısrarı ile Diyarbakırlı birine halifelik icâzesi verilmiştir. Bunu hatırlayacaksınız ve Mübarek iki zâtın da Bu durumdan hoşnut olmadığını (Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman) çok haşmetli bir şekilde baktıklarını anlattık. Bu bir vakıadır. Seyyid Kadri'nin kendi deyişidir bu. Buradaki hikmet şu: Şeyhimizin Diyarbakır'da çok mahsubları vardı, bunlar gelir giderlerdi. Saygı revaç durumda idi. Fakat bu halife geldikten sonra kendi tezini yürütmeye ve bahusus Seyyid Kadri'ye meyletmeleri yönünde halka davet etmeye başlamıştır. Şeyhimizin Diyarbakır'a geliş gidişini çekememezlik gibi bazı halleri oldu. Ve Şeyhimizin taraftarlarını da kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu, çünkü kendisi zaten Diyarbakırlı. Hatta ki bir hayli zengin bir yağ tüccarı vardı, şeyhimize karşı sevgisi saygısı olmasına rağmen halinde bir değişiklik olmuş. Şeyhimizin Diyarbakır'a gidiş gelişinde bakmaz olmuş, iltifat etmez olmuş ve onun evinde toplanmaya başlamışlar. Hülâsa, Seyyid Kadri Diyarbakır'a fazla gelip gitmeye başlamıştır. Bir tanesi de Kelekvan Mehmet Ağa, iri yan bir yapıya sahib çok kabadayı birisi onun gibi ihyan birisini daha görmedim. 1936-37'lerde bu da selvi yani kereste satardı. Hatta kendisi selvilerden bir sal yapar da, bu sala Dicle'de biner Cizre'ye giderdi. Esasen Şeyh Sâidi Meczubun mensubu idi. Hatta Hz. Ali Hüsameddin hayatta iken oraya dâhi gitmiştir. Hz. Pir dahi buna pehlivan diye lâkab vermişti. Çünkü çok ihyan çok güçlü bir durumu vardı. Allah rahmet eylesin. Bu kimse de eskiden Şeyhimize çok rağbet gösterir, saygı duyardı. Fakat bu da o tarafa meyletmiş, alâkayı kesmiş. Aslında Şeyhimiz bu gibi şeylere hevesli de değildi, ama bu tarikatın gayretliğidir. Mübarek Ali Hüsameddin Hz. lerinin Şeyhimize olan gayretkeşliğidir. Bir kere bu yağ tüccarı dediğimiz kimse, Allahü Zülcelâl şahittir, fazla sürmeden giydiği pantolonun dizleri üzeri fitil fitil haline gelmiş, kirli paslı bir durumda. Yani batmış ve bu hale düşmüş.
Kelekvan Mehmet ağanın hadisesine gelince, vAllahi Diyarbakır'da sevilen sayılan bir şahsiyetti, ama ondan sonra bu rağbetten düşmüştür ve sevilmez bir hale gelmiştir. Bir çoklarında bu durumu gördük. Sonradan sebeblerini düşünürken öğreniyoruz ki Mübarek nazarlarını üzerlerinden çekmiş, kaldırmıştır. Hatta kendi ağabeyinin oğlu olsa dahi durum aynı idi. Nazarını kaldırdığı an rağbetten düşmüşlerdir. İşte bu Kelekvan Mehmet Ağa son devrelerinde hasta düşünce Mübarek Şeyhimiz Diyarbakır'a gittiğinde Mübarek çok rauf, şefuk atuftur. Hastayı ziyarete gitmek bize düştü diye onu görmeye gitmiş. Hatta oğlu, “bunlar bize karşı böyle durup dururken niye gidiyorsun?” diye itiraz ettiği halde, oğluyla beraber onu görmeye gitti. O da Şeyhimizin geldiğini görünce şaşkın bir halde, “Kendisine karşı olduğum halde hasta halimde ziyaretime geldi.” diye şaşırmış, her ne ise uzatmayalım. Daha Şeyhimiz orada iken (yani Diyarbakır'dan ayrılmadan) Mehmet Ağa vefat etmiş, Allahü Zülcelâl Rahmet eylesin. Mübarek Şeyhimiz cenazeye iştirak etmiş. Şeyhimizin buyurduğunu aynen söylüyorum. Millet dağıldıktan sonra, Hafız Abdurrahman isminde birisini (kendisi Siirt'li) mezarın başında Tebâreke okutmak için oturtmuşlar. Millet gittikten sonra Şeyhimizde başında dikeliyor. O anda şimşek gibi bir nur peydah olmuş, hatta o Kur'an okuyan Hafızı sarsacak kadar şiddetli ve aleni geliyor.
O hafız okumayı bitirdikten sonra Şeyhimize diyor ki: Şeyh Efendi, bu zât ne büyük zâttır şöyle bir nur geldi, şöyle oldu, böyle oldu diye Şeyhimize anlatmaya başlıyor. Şeyhimiz de, öyle mi, MaşaAllah siz Hafızıl Kur'an'sınız size bu gibi şeyler görünmüş olabilir, diyor, hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi duruyor.
Ama Şeyhimizin bize anlattığı şu şekildedir: Mübarek dedi ki, “hiç kimse ne Şeyh Said, ne de Seyyid Kadri kesinlikle başına gelmedi, bomboş durumda idi, hiç kimse sahib çıkmadı.” Fakat, Mübarek Şeyhimiz öyle mi ya, Hazreti Sıddık'ın meşrebinde yaşıyan bir kimse, Hz. Sıddık hakkında Rasulullah “Ümmetimin içinde en rauf, en şefuk olan Rauf sıfatı ile mevsuf olan kimse Hz. Sıddık'tır.” İşte, bu sıfatla mevsuf olan Şeyhimiz, Hz. Sıddık'ın bir zerresi üzerinde olunca, buna dayanamamıştır. (Elhamdülillah) Çünkü, Mübareğin esasen kendisine karşı böyle soğuk davranışları sebebiyle onlar dahi Seyyid Kadri ve diğerleri gelmeye yüz bulamıyor ve gelemiyorlar da, sanılıyor ki (bu halleri daha muteber olduklarındandır), hayır aslında öyle değil, ama Şeyhimiz buna razı olmadı. Onların gelmediği gibi Hz. Ali Hüsameddin de gelmiyordu, ne zaman ki Şeyhimizin üzerindeki nahoşluk halleri kendi üzerine atfedilişi ve hukuku sebebiyle, kendisine karşı her hangi nahoşluk hallerinin olmadığını Allahü Zülcelâl'e karşı affedince şimşek gibi geldiği görülen o nur Hz. Şah idi. (Kuddise sırrıhul aziz) Onun gelişi ise, Şeyhimizin hayrat ve bereketiyledir. Bu hal bu şekilde cereyan eder, sonra Seyyid Tâhâ gelmiştir. İşte enterasan dediğimiz budur. Oradaki Mübarek zevatın bunu tasvib etmeyişleri ve Seyyid Kadri'ye haşinli bir şekilde bakmalarının sebebi de budur. Çünkü, Şeyh Alaaddin'e karşı oluşuna asla rıza göstermemişlerdir.
HZ. EBUL VEFA (K.S.)
Kardeşlerim;
Şeyhimiz Mübarek, hayatta imandan sonra, en büyük nimeti yani Nimet-i Azime olarak gördüğü şey, Hz. Pir ile karşılaşması olduğunu anlatmıştık. İşte bu nimeti azimedendir.
Fakat, vefat eden yani geçmiş zevâtdan da rast geleni ile değil, en büyük zevatla irtibatı olurdu. Bunları ziyaret eder veya onlar hakkında konuşurdu. Bu zâtlardan bir tanesi, Tâc ül Arifin Ebul Vefâ Hz. leridir. Memleketimizde bulunan değerli bir şahsiyettir. Tâc ül Arifin lâkabı ilk defa Arifler tarafından kendisine lâyık görülmüştür. Aynı zamanda Şeyhi de Muhammed Şenbekî Hz.leridir. Kendisine intisab ettiği gün Ebul Vefâ hakkında şöyle buyurmuştur: “VAllahi şu ana kadar benim oltama düşen av, kimsenin oltasına düşmemiştir.” Ebul Vefâ acayib zâtlardandır ki Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyaya göstererek: “Bunun bir benzeri ümmetlerinizde var mıdır?” dediği bir şahsiyettir. Ariflerin buyurduklarına göre, eğer Ebul Vefâ denildiği zaman, saygı, sevgi ve hürmet gösterilmezse o kişilerin yüzlerinin etlerinin dökülmediğine hayret ederiz. Böylesine mübarek ve celalli bir zât, çok acâyib halleri vardır. Onun akvâli fehmedilemez derecededir. Tabakatta olsun, başka yerlerde olsun, hatta bir gün uyuduğu halde gelmişler de, hem Ebul Vefâ'yı ziyaret edecek hem de bazı sorular soracaklar, uyandıktan sonra anlatıyorlar: “Efendim, şöyle şöyle şunun için geldik” diyorlar. Mübârek: “Fesübhânellah, eğer böyle bir Şeyh ise, mürşid ise ve ona soru sorulacaksa ille de uyanık olması şart değildir. VAllahi tenimin her zerresi sizin sorularınıza cevab verir.” diyor.
Hülasa, böylesine bir acayib zâttır. Irak muhitinde onun benzeri nâdirattandır. Nitekim Gavsul Âzam da yeminle söylüyor ve diyor ki:
لايوجد على باب الحق كردى مثل ابى الوفاء
“Bu muhitlerde Hak kapısı üzerinde Ebul Vefâ'nın benzeri yoktur” diyor. Hülâsa çok celalli çok dirayetlidir. Hicri 502 senesinde vefat etmiştir. Ğavsûl Âzam ise 561 senesinde vefat etmiştir. Aynı asırda yani Gavsul Âzam'ın devresi henüz başlamadan evvel görüşmüş konuşmuşlardır.
İşte Şeyhimiz de bu gibi zâtlara iltifat eder, rağbet gösterirdi. Dolayısıyla bu Mübarek zât memleketimizde bulunuyor. Ve zamanla bir vali geldi de kabirlerin üzerindeki işaret ve benzeri şeyleri yok etti. Çünkü, mezarlığın karşısında ev yaptırdı. Evinin karşısında bu gibi şeylerin görünmesini istemedi. Arada bir cadde var, alt tarafta Ebul Vefâ'nın kabri ve diğerleri, yolun üst kısmında tepede de o valinin evi var, bu şekilde yapıldı. Tabi bayramın yaklaşması sebebiyle o zaman elektrik olmadığından evi için aydınlatmak gayesi ile bir jeneratör hazırlıyorlar. Bu valinin evliyaya karşı biraz zıddiyeti vardı, vaktiyle Tillo şeyhlerinin sandukalarının üzerindeki örtüleri kaldırmış, hayatta olan bazılarının sakallarını kazıtmış, bu gibi bir çok nahoş icrââtları vardı. Günün birinde Ebul Vefâ'nın kabrine de aynı şeyi yaptığında Şeyhimizin yanında oturuyorduk, bayramda yaklaşıyordu. O anda Tâhâ isimli birisi geldi, çok üzüntülü bir hâli vardı, söylenerek geliyordu. “Efendim, Ebul Vefâ'nın kabrini bu hale getirdi, çok zalim bir kimsedir, bu nasıl olacak, nereye kadar böyle gidecek” diyerek Şeyhimize istimdâd ediyordu. Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu: “Tâhâ, ne diyelim, Ebul Vefâ ki, kendisi değil, vAllahi kemikleri dâhi Allahü Zülcelâl yanında Arşından daha kıymetlidir.” Böyle olunca da artık Rabbimiz bilir dediği zamanda, inanın ki bayramı dâhi yapamadan devlet emrine alındı ve gidiş o gidişti, akıbeti ne oldu orasını bilmiyoruz.
Aziz Kardeşlerim,
Ebul Vefâ ile Şeyhimizin bulunduğu yer arasında bir tayyare meydanı vardır, askeriyenin hükmü altındadır, eğitim alanları ve otlak yerler vardır. Askeriyenin dışında oraya kimse girmiyor. Karşısında da askerî kışla var. Fakat, caddeler yapılınca, yeni yollar açılınca Şeyhimiz Ebul Vefâ'yı ziyarete gideceğinde ya o dolambaçlı yoldan dolanarak gidecek, ya da kestirmeden gidecek ki o da tayyare meydanına bir baştan girip öbür başkan çıkacak.
Ramazan münasebetiyle, esasen Ramazan'da Mübarek Şeyhimizin evinde kız kardeşimiz var, Elhamdülillahi Tealâ yakınımız, yani akrabamızdır. Babamla dünür olurdu. Dolayısıyla bu iç âlemi de bu halden, bu seviyeden biliyoruz. Mübarek Ramazan'da sahuru yediğinde kalkıp gidiyor. Her gün böyle kalkıp gidince bir bakıyorlar ki, görüntüsü caddeye çıkıyor. Bir de bakıyorlar ki tayyare meydanına giriyor, halbuki oraya girmek yasaktır.
Buna rağmen tayyare meydanına gider, bir kısmına varınca Ebul Vefâ ile buluşur. Tabi onlar Ebul Vefâ'yı görmezler, fakat, askerî nöbetçileri Şeyhimizi görüyor, amma bir şey söylemiyorlar. Karşısındaki Valinin evinde, kulübesinde nöbet tutan bekçi de aynı hadiseyi görüyor. Böyle birisi geliyor, geliyor ama Ebul Vefâ'nın yanına kadar gelince hemen kayboluyor. Bazı mezbahacılar vardı. Her gün sabahları çok erkenden gidiyorlardı. Onlarda bu hale şahit oluyorlar. Orada bir kimse dikeliyor, bir de bakıyorlar ki kaybolmuş, diyorlar. Ramazan boyunca her gün sahurdan sonra Mübarek oraya gider kaybolur, sonra da orada peydah olur gelir. Bu hale de ne asker ne de gayrisi hiç kimse bir şey diyemez, diyemiyordu da. Hülasa, böyle acayib haller olunca Mübarek Ebul Vefâ hakkında şöyle buyuruyordu: “Ebul Vefâ öyle bir celâliyet sahibidir ki insan onun nurundan boğulacak dereceye geliyor.” Şeyhimizin böyle buyurduğuna ben şahidim. Bu hadiseden sonra bir gün Şeyhimizin arkasında bulunuyordum. Bir kabrin başında idi. Arkasından bakıyordum. VAllahi Mübareğin sakalı diken diken olmuş gibi dikiliyordu. Bir acayib hale geldi. Onun için Mübarek bu gibi kimselerden haz duyardı, bu gibi kimselerle irtibat kurardı. Yoksa öyle rast geleni pek mühimsemezdi. Ne başka diyarlarda gezerken, ne de memlekette, hep bu halde idi. Üveys Hazretleri gibi...
HZ. ŞEYH MUSA ZEVRİ (K.S.)
Birinde de ağabeyimle beraber Mardin'den Diyarbakır'a geliyorlar. Orada Şeyh Musa Zevri Hz.leri yani Musa ibni Hâni isimli bir zât vardır. Çok meşhurdur. Sultan Musa da derler. Hatta çokları Şeyhmus diye de lâkab vermişlerdir. Şeyhmus çok muazzam bir zâttır. Çünkü, Gavsul Âzam Hz. leri Şeyhmus doğduğu zamanda Bağdad ahâlisine ilân ediyor ve diyor ki:
يااهل بغداد اليوم طلعت شمسى ماطلعت الى الآن قط
Yani, “Ey Bağdad ehli, bu gün öyle bir güneş doğuyor ki bu güne kadar böyle güneş daha doğmamıştır.” Soruyorlar kimdir bu güneş diye. O da “Musa ibni Hâni” diye söylüyor. Hatta Şeyhmus zamanla yetişip hacca gittiğinde Bağdadlılar görüşmüşler karşılamışlar ve kendisine karşı çok saygı ve sevgi göstermişler. Bu sevgi gidişinde de, gelişinde de olmuş. Şeyhmus'un işleri çok acayibtir. Bu Şeyhmus öyle bir Şeyhmus ki, bir gün Mardin'de bir yangın oluyor. Yangını söndüremiyorlar. Şeyhmus elindeki bastonu veriyor yanındakilere, bunu alın gidin, ateşin olduğu yerlere vurun. Ateşin olduğu yerlere giremezseniz, bu bastonu o ateşli yerlere atın diye tembih ediyor. Bastonu alıp gidiyorlar ve bastonu vurdukları yerdeki ateş sönüyor, giremedikleri yerlere de atıyorlar ve ateş sönüyor. Neticede yangını söndürüp tamamen hallettikten sonra bastonu alıp geliyorlar. Amma bastonun üstünde hiç bir pürüz yok, aynen verdiği gibi getiriyorlar. Çok acayiblerine gider ve derler ki: “Efendim, bu kadar ateşi söndürdük, o kadar da ateşin içine attık, amma hiç yanık falan yok, bunun hikmeti nedir” diye ısrar ederler. Ve Mübarek der ki: “VAllahi bu fakire halkı irşad ile emrivaki olduğunda Rabbimden istediğim şey, eli elime değen bir kimseye ne dünyada, ne de ahirette yakmamaklığa ahdim vardır. Allahü Zülcelâl ile aramızda ahid böyledir, bu bastonu da elimde tuttuğum için bu da onun eseridir” diyor. Hatta, beşikteki bir çocuğa “ey oğlum falan şeyi oku” dediğinde hemen okurdu. Büyüdüğünde de aynı elfazla okurdu.
İşte böyle bir Şeyhmus, bu Mübârek'in ezanı Muhammediye'ye karşı büyük bir aşkı vardı, vefat edip kabre konurken, defnedileceği zaman kabre yatırmışlar, kabri tefsiye etmeye çalışıyorlar. Tam o anda müezzin Allahü Ekber der demez, Şeyhmus hemen ayaklanıyor. Şeyhmus'un ayaklandığını gören halk darmadağın oluyor ve Şeyhmus'un kabri tekrar kendiliğinden kapanıyor. Ve Şeyhmus'a ne oldu, ne haldedir. Bunu kimse bilmiyor. Mübareğin tabakatta da ve diğer kitablarda da kerametlerinden bahsediliyor, bu Şeyhmus işte böyle Mübarek bir zât.
İşte, Şeyhimizle Ağabeyim bir gün Mardin'den Diyarbakır'a gelirken, Şeyhimiz Şeyhmus'u ziyaret etmeyi arzuluyor. Ağabeyimin anlattığına göre, ziyaretine geliyorlar. Şeyhimiz biraz ayakta durduktan sonra oturdu ve bağdaş kurdu. Biraz durduktan sonra benim aklıma gelen yolumuza devam etmekdir. Çünkü yoldayız, niyetimiz bu idi, bize bu hal geldiği zaman Mübarek Şeyhimiz bize şöyle emir buyurdu, “bu gece buradayız” dedi. Artık olup bitenin mahiyetini anlamadım. Çünkü, biz gelip geçici olduğumuz halde burdayız diyor. Demek ki Mübarek davet etmiş ve davetini kabul etmiş. Mübareği göndermiyor. Hülasa, o akşam orda kaldık. İnanın o akşam orda o kadar büyük bir kalabalık oldu ki, etraftaki köyler ve o civardaki herkes Mübareğin ziyaretine geldiler. Öyle kalabalık ki sanki davet edilmişler gibi ve öyle bir gece geçirdik. Ve dedi ki: “Siz bu Mübarek zâtın komşusu olmanız hasebiyle, bir de hizmetiniz yönünden, saygı ve O'na karşı olan muhabbetiniz sizleri cennete iletmeye sebeb ve vesile olacağını umarım.” dedi.
O gece orada kaldık, çok hoş bir gece geçirdik. Ertesi günü harekete geçerken yolda kendisine sordum, efendim nasıl bir zâttır bu dedim. Şeyhimiz “Mübarek Hazreti Ali Hüsameddin'in tezine benzer bir tezi vardır. Gerçekten velayet fenninde bir fen bırakmamıştır.” dedi.
Marufu Kerhiye gelince: onun hakkında da Mübarek şöyle buyururdu: “Marufu Kerhi kabirde olduğu halde öldüğünü bilmez. Mahşer gününde dahi meleklerin koltuğunda gelir geçer. Ve neticede cennete girip de cemali bâ kemaline mazhar olunca o zaman kendine gelebilir. O ana kadar kendinde hiç bir hissiyat yok” diye bunu da bu şekilde anlatırdı. Onun için Mübareğin bu gibi zâtlarla irtibatı olur, ziyareti olurdu. Öyle rast geleye koşmazdı.
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Ks. Aziz bu dünyadan göçtükten sonra Şeyhimizin Irak'a bir kaç seferi vardır. Ziyaretine gidip gelirdi. Fakat bir seferlerinde gidişlerinde beraberinde 3-4 kişi vardı, bunlardan birisinde ağabeyim Hacı Alaaddin de vardı. Evlâdları ve başkaları da vardı. Hülâsa bir sefer ki gidişlerinde yolda giderken yoğurdun dışında bir yiyeceği, kendi yemediği gibi yanındakilere de yedirmedi. Tabi içlerinde birisi biraz yemek heveslisi idi: “Efendim, benim gözlerim görmez oldu bize hiç et, kebab gibi şeyler yedirmiyorsun. Eve dönünce sizi anneme söyleyeceğim.” diye Şeyhimize latifede bulundu. Tabi Mübarek Şeyhimizin yanındakilere karşı, dedesinin torununa karşı olan sevgi ve hoşgörüsü gibi hoşgörülü bir hali vardı. O da onlara o şekildeki sözlerini hoş görür ve biraz da böylece idare edelim diye karşılık verirdi. Netice olarak ziyaret yerine yakalaştıkları zaman bu kişi fazlaca ısrar etti: “Efendim, bunda muhakkak bir hikmet vardır. Hiç sebepsiz bunu yapamazsınız, Elhamdülillah cömertsiniz. Ve bu gibi şeyleri de hiç esirgemezsiniz. Neden bize hep yoğurt yediriyor, başka bir şey yedirmiyorsunuz.” Mübarek Şeyhimiz şöyle cevab veriyor:
“- Ziyaretine gideceğimiz şahsiyet biliyorsunuz ki hayatı boyunca ayrandan ve arpa ekmeğinden başka bir şey yemedi. Biz de hiç olmazsa bari saygımız olsun, bir nebzecik olsun ona uymaya gayret edelim, bu sebeble böyle yaptım” diyor. Mübareğin Şeyhine karşı olan saygı ve itibarına dikkat edin.