ŞEYH ALAADDİN (K.S.) HAZRETLERİ
Kardeşlerimiz;
Şimdi de Şeyhimiz Hazretleri ile alâkalı olarak bildiğimizi anlatmak, onun halini biraz izah etmek istiyoruz. Zira mensub olduğumuz Şeyhimiz, her zaman Şeyhimiz diyoruz, Şeyhimizi öğrenmek, anlamak için biraz gayret edeceğiz. Şeyhimizin ismi Şeyh ALÂADDİN Hz.leridir. Şeyh ALAADDİN, Şeyhül HAZİN'in oğludur. Şeyhül Hazin hakkında az çok malûmat verildi, biliyorsunuz. Şeyhül Hazin, Hazreti Gavsul Âzamin oğlu Şeyh Abdurrezzak'ın torunlarındandır. Şeyh Abdurrezzak'ın ise üç evladı vardır. Bunlar Siirt'e gelmişlerdir. Bu üç evlâdından biri Şeyh Halef, biri Şeyh Ahmed, Birisi de Şeyh Şereftir. Şeyh Halef Hazretleri ki zaten, onun adına binaen yapılmış camisi var, çok meşhurdur. Hatta kendileri Siirt'e geldiklerinde, Şeyhul Hazin olsun, Şeyh Fahreddin olsun, Şeyh Salih olsun, hangisi gelirse gelsin, oradan geçinirler, orada o camide Hatmi Hâcegân, teveccüh, ilim, vâazu nasihat, hepsi de orada olurdu, ki bunların esasen nisbetleri Şeyh Şeref Hz.lerine dayanır ve Şeyh Abdurrazzak ve GAVSUL AZAMA dayanırlar. Hülâsa, Şeyhül Hazinin de on iki oğlu var. Hz. ĞAVSUL AZAM'ın da on iki oğlu vardı. ĞAVSUL AZAM'ın evlâtlarının isimleri şöyledir:
Şeyh Abdulvahhab, Şeyh Abdurrezzak, Şeyh Abdulcebbar, Şeyh Abdulaziz, Şeyh Abdulgafur, Şeyh Abdulgani.; Bu altısının ismi Abdul diye başlar. Diğer altı evlâdı da: Şeyh Muhammed, Şeyh Salih, Şeyh İbrahim, Şeyh Musa, Şeyh İsâ, Şeyh Yahya'dır. Yahya en küçükleridir. Bunlar da enbiyâ isimleridir.
ŞEYHÜL HAZİN (k.s.)
ŞEYHÜL HAZİN'e gelince: Onun evlâtlarından bir tanesi Şeyh Abdullah'tır. Diğerlerinin isimleri de “...din” ile bitmektedir. Onlar da Şeyh Muhyiddin, Şeyh Kutbeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Fahreddin, Şeyh Kemâleddin, Şeyh Sâdeddin, Şeyh Nureddin, Şeyh Vefâ-eddin, Şeyh Şerafeddin, ŞEYH ALAADDİN, Şeyh Ziyâuddin. Allahü Zülcelâl bu zâtların bahusus Şeyhimiz Hazretlerinin hayrat ve bereketlerini üzerimizde daim eylesin. Amin...
Kardeşlerim;
Şeyhimizi öteden beri anlatırken, tarif ederken oldukça kerametten uzak duran bir şahsiyet olduğunu söylemiştik. Bu yöne fazlaca hevesi yoktu, isteği de yoktu. Gizlilik taraftarı idi. Fakat biz bildiğimizi, duyduğumuzu söylemekle sorumluyuz; gerçek olan da budur. Onun için şöyle anlatayım. Altmış küsur sene evvel babamla birlikte bir yere gittik. Bulunduğumuz evde çok yaşlı bir şahsiyet vardı. İsmi de Sûfî Muhammed idi, böyle tabir ederlerdi. Bu kişiyi Şeyhül Hazin tarlasında çalıştırırdı. Salatalık ve benzeri şeyler eker, onlarla meşgul olurdu. Bulunduğu yerde de ufak bir havuz vardı. Ve bu hadiseyi de bizzat kendisi anlattı, ondan kendim duydum. Birgün Şeyhul Hazin gelmiş ve havuzun başında oturuyor. O anda turfanda olarak salatalık vardı. Bir tanesini aldım, yıkadım ve Şeyhül Hazin'e verdim. Mübarek, salatalık elinde havuz başında dururken, bir el göründü ve salatalığı onun elinden aldı. Ben hayret ettim ve kendi kendime, “ben böyle bir Şeyh tanıyorum ki, onun elindeki salatalığı öyle cebren alacak bir yiğit göremiyorum, öyle birinin varlığına inanamıyorum.”
Mübarek biraz durduktan sonra, bakalım ne diyecek diye bekledim. Çünkü yemedi, elinden alındı. Bana dedi ki: “Sûfî Muhammed başka yok mu?” Ben de “evet, var ama, bu salatalığın senin elinden alındığını gördüm ve çok acayibime gitti. Onu senden almaya cür'et edebilen babayiğit kimdir?” dedim. O da, “oğlum Muhammed böyle şeylerle kendi zihninizi yormayınız, bu gibi şeylerle meşgul olmayınız, bunlar olan şeylerdir” dedi. Ve ben İsrar ettim. Bu ısrarım amma ümmî oluşumdan veya naz edişimden ileri geliyordu, her ne ise... “Efendim, ne olursunuz bu beni huzursuz edeceği gibi uykumu da kaçırır, onu da kaybederim. Çünkü, senin elinden onu o şekilde alacak gücü tanımak isterim, bilmek isterim. Eğer, benim burada huzur içinde olmamı istiyorsanız onu bana söyleyiniz ne olursunuz efendim” diye ısrarlı bir şekilde yalvardım. Mübarek o anda, “evlâdım Alaaddin idi” dedi, böyle buyurdu. O anda da evlâtları arasında Alaaddin diye birisi yoktu. “Efendim, Mübarekler arasında Alaaddin isminde hiçbir kimse yoktur” dedim. Buyurdu ki, “gelecek olan evlâdımdır. Validesi hâmiledir. O salatalık, bu sebeble alındı” diyor. Şeyhul Hazin'in acayibliğine bakın ki, dünyaya gelecek olan evlâdından söz ediyor ve isminin Alaaddin olduğunu söylüyor. Ve bu Alaaddin'in de henüz ruhaniyyet olarak çalışabildiği hassasiyetini gösterdiği apaçık. Neden; çünkü, ruhaniyeten, her zaman söylerim, ezelden beri ruhaniyetleri kendi âlemlerinde görevlerini icra etmektedirler. Ancak, bu icra etme kabadayılıklarına göredir. Hassasiyetlerine göredir. Meselâ, Sehli Tüsterî Hz. leri: “Ben mürîdanlarımın terbiyesinde ezelden beri başlamış bulunuyorum” diyor. Nitekim Gavsul Azamın da böyle bir hadisesi vardır. Ruhanî olarak yani, henüz dünyaya gelmezden evvel, çok zevatın böyle durumları vardır. Tabi bu durumları kendi güçleri nisbetindedir. Onun için, Şeyhül Hazin'in evlâdları arasında Şeyh Alaaddin'in de ruhanî olarak, henüz dünyaya teşrîf etmezden evvel bu gibi faaliyetleri olmuştur, hüneri vardır.
İkincisi; Mübarek Şeyhul Hazîn Hz.leri, Şeyh Alaaddini küçüklüğünden beri severdi. Onlar tanırlar birbirlerini. Çok severdi, bir yere gidecek olursa, omuzuna alır, onu da beraberinde götürürdü. Bir defasında büyük bir taş ayarlamışlar, o taşı dibek haline getirmişler de Fersaf a getirilecek. Birkaç kişi gitmişler, yalnız büyük ve ağır olduğu için kaldıramamışlar. Bir iskele yapalım, üzerine koyalım, öyle götürelim diye konuşulmuş. Mübarek Şeyhul Hazîn şöyle buyuruyor: “Alaaddin'i koyun bakalım o dibeğin içerisine, Alaaddin küçüktür, oturtun içerisine bakalım,” buyurur. Alaaddin'i oturttuklarında, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayetiyle o taş sanki kendiliğinden hafiflemiş ve gayet rahatlıkla ve kolaylıkla götürecekleri yere kadar götürmüşler. O zaman Şeyhül Hazîn, “işte bu benim Alaaddin, henüz bu yaşta hünerlerini göstermeye başlamıştır” diyor.
Nitekim, Şeyhul Hazîn Hazretleri, kendisini çok sever, kendisine çok büyük iltifatlar eder, çok hayır duada bulunurdu, küçük olduğu için. Şeyhül Hazîn'in vefatı Hicrî: 1308'dir. Fakat, şeyhimiz ise Hicrî 1300'de doğmuştur. Yani babasının vefatında kendisi yedi veya sekiz yaşlarında idi. Nasıl ki Muhammed Ali Hüsameddin dedesinin vefatında kaç yaşlarında ise, takriben, Şeyhimiz de babasının vefatında hemen hemen o yaşlarda idi. Bu sebeble Mübareğin çok istisnai bir hayır duaları vardı. Babasının vefatından sonra kendisi, bir çocuk halinde ağabeylerinin arasında, tabi ağabeyleri de yetişkindiler. Meselâ Şeyh Fahreddin Hazretleri baba yerine nasbedilmiş.Ama, Şeyh Fahreddin'in Şeyh Alaaddin'e karşı büyük bir saygısı vardı. Çünkü, geleceğini biliyor, görüyor. Nasıl ki Şeyhimiz daha talebelik devresinde, Şeyh Fahreddin vaaz ederken, “kardeşim Fahreddin'in kalbi Hak ile, kalıbı halk iledir” diye buyurarak -Şeyhimiz daha talebe iken- onun durumunu biliyor. Şeyh Fahreddin de Şeyhimizin geleceğini biliyor. Onun için Şeyh Fahreddin hayatta bulundukça Şeyh Alaaddin'e karşı koruma yönünden çok ihtimam gösterirdi. Şeyhimiz bir gün şöyle buyurdu: Şeyh Fahreddin başka bir köyde oturuyordu. Baba ziyaretine geleceği malûmatı verilmiş, dolayısıyla karşılamaya çıktılar. Tabi, ağabeylerinin hepsi de, kimi binekli olarak, kimi yaya olarak gittiler. Bize de böyle bir şeyi söyleyen olmadı. Ben de halk arasına karışıp gittim. Karşılanacağı yere vardık. Ben, orada bulunan bir çalının arkasına oturdum. Geldiğimden belki hoşlanmaz, niye geldin der diye, o çalının arkasına gizlenmiş gibi oturdum. Kardeşim Şeyh Fahreddin geldiğinde karşıladılar.Şeyh Fahreddin oraya gelir gelmez onlara şöyle bir baktı, aralarında beni göremeyince “Alaaddin nerede” diye sordu. Onlar da ihtimamlı bir şekilde beni sorduğu için biraz mahcub oldular. Ben, o zaman çalının arkasından kalktım ve kendisine doğru yürüdüm. Mübarek hemen bineğinden indiği gibi bana doğru gelerek beni kucakladı ve beraberinde beni de bindirerek Fersaf'a geldik. Dikkat edelim ki, Şeyh Fahreddin Hz.leri de Şeyhimizin geleceğini ne nazarla bakıp görüyorsa, o nisbette de hürmet ve kıymeti vardı. Şeyhimiz böyle devam etmekte olsun. Şeyhimizin daima inceden inceye rabıta, inceden inceye tefekkür ve böyle istiğrak hali vardı. Talebeler arasında bu hali mevcuddu, diğer talebelere benzemezdi. Zamanla tahsilini tamamladı. Mübarek Şeyh Fahreddin de vefat edince yerine Şeyh Saadettin geçti. Tabi Mübarek Şeyhimizin yalnızlık bir durumu vardı. Biraz geliştikten sonra memleket hududları dışında bazı yerlere barınmak ve geçimini temin etmek için ve halk arasına kaybolmak, kendisini tanıyan olmasın diye, çıkar giderdi. Zira, Mübarek garibanlık yönünü tercih ederdi. Baba gölgesinde değil de kendisi bir arayış içinde daha istidadlı ve kabiliyetli bir zât aramaktadır. Bundan dolayı Siirt'in dışında, Mardin hududlarına yakın Şems isimli bir köye gidiyor. Bu köyde imametlik vazifesinde bulunur. Bu imametlik karşısında herhangi bir ücret pazarlığı yapmıyor. Verip vermemeleri halka bağlı. Mübarek bu hususta hiç bir şey taleb etmiyor. Ektikleri ekinlerden ne gelirse, ne verirlerse onu alıyor. Onu da getirdiklerinde, oralarda bir yere koyun, diyor. O gelenlere ne baktığı var, ne de ihtimam ediyor. Ancak, günün birinde birisi gelip kendisinden bir fetva istemiş, fetvasını vermiş. Meğer, o muhitin en âlim kişisi o adama bir fetva' vermemiş.Bu adam da gider, o âlime der ki, “ah hocam hiç umulmadık Şems köyünün hocası bize fetva verdi, sen ise veremedin.” O âlim de; “O imam kim oluyor da sana fetva veriyor.” diye çok ağır sözler söylemiş. Onu hor görerek, küçümseyerek, “Şems köyünün hocası ne bilir ki fetva versin” der. Bu molla, bunu söyledikten sonra fazla sürmedi, ağzı yüzü değişti. Yani, çarpılmış vaziyette, ağzı yüzü eğri bir hal aldı. Böyle olunca hayret içinde kaldılar çok feci duruma düştü. Netice olarak her nasılsa akıllarına geldi. Acaba, bu kendisine ihtimam etmediğimiz, kendisine saygı duymayıp, rast gele hakkında konuşup küçümsediğimiz kimse, yoksa saygıya, hürmete lâyık bir şahsiyet midir? diyerek araştırmaya başlamışlar. Bu araştırma sırasında anlamışlar ki, bu hakkında ileri geri konuştukları, hafife aldıkları bu zât Şeyhül Hazîn'in oğludur. Bunu anladıklarında o Hoca kalkıp gelir, elini öper, özür diler, saygı ve hürmetlerini belirtip durumunu arzeder. Zaten halinden de bellidir. Mübarek o zaman ayakkabısını çıkarıp, ağzına bir iki defa ayakkabısıyla çarpar ve o hocanın ağzı yüzü eski haline döner. Fakat, bu hal oldu diye, Şeyhimiz mevcud olan, stok olan ne varsa yiyecek, içecek hiçbirini ellemeden ve yanına almadan oradan ayrılır ve izini kaybettirir.
Nitekim, Hz. Musa Zevri Hz.leri Mardin muhitinde Sultan Musa namı ile meşhurdur. Bu zâtın oğlu, (buna da aynen bunun gibi Mübarek Şeyh... diye tabir ederler.) Siirt hududlarında bir yere gelmiş, orada da bir ağanın himayesinde çobanlık yapıyordu. Çok kere vahşi hayvanlar kurtlar, ayılar, koyunlara koruyucu durumunda idiler. Ondan sonra araştırmışlar, anlamışlar ki Şeyh Musa'nın oğludur. Aynen bu halin benzeri Şeyhimizde de mevcud idi. Bu hal gizlilik yönündendir. Yoksa, babasının gölgesinde değildir. Kendisinde istiklâl arayan bir zâttır, böyle bir şahsiyettir.
Hülâsa, bu şekilde işler devam ederken askerlik çağı geldi ve Kuvayi Milliye devresi başladı. Ermeniler, bilhassa Ruslar Siirt'e çok yaklaştılar. Geceleri silâh sesleri bile duyuluyordu, o kadar yaklaşmışlardı. O zaman Şeyh Saadeddin Hz.leri Şeyhül Hazîn'in baba kılıcını kuşandı, Şeyh Osman'ın vermiş olduğu tacını da başına koydu ve cihadı ilân etti. Böyle olunca ne kadar eşkiya, yol kesici varsa onlar da bütün halkla beraber onun emri altında toplandılar. Tabi bu meyanda kardeşleri Şeyh Şerafeddin, Şeyh Alaaddin ve benzeri, bilhassa Şeyh Şerafeddin'e bir binbaşı rütbesi verildi. Çok kabadayi çok silahşordu. Tabiki Şeyhimiz de mülazimler arasında olunca ona da yüzbaşılık rütbesi verilmiştir. Böylece harekete geçtiler. Tâ Bitlis'e kadar, oradan düşmanı çıkarıncaya kadar. O dağlar arasında aşırı derecede cesaret ve güçle hücum ederek, Bitlis'ten çıkarıncaya kadar düşmanı takib etmişler.
İşte, Mübarek Şeyhimiz bir gün bu hadiseyi anlatırken buyurdu ki: “Bazen gelip sorarlardı, karavanayı verelim mi?” diye. Ben de “acıktılarsa verin” derdim.Sonra, bir gün, bir mülâzim bir kelime kullandı, ben de bir tokat attım, o tokattan sonra o mülâzımı hiç durdurmadılar, oradan uzaklaştırdılar. Devlet onu oradan hemen aldı. Bunun üzerine orada oturan cemaatın içerisinde bulunan Hacı Sıtkı (Allah Rahmet eylesin.): “Kurban olduğum, hangi elle tokat attın, sende öyle tokat atacak bir el görünmüyor ki.” dediği zaman: Aynen Şeyhimizle beraber koşan ve arkasında asker olan kimseler dediler ki: “Sen onu o gün bir görecektin, biz Mübareğin arkasından koşarken yetişemezdik. Kendisini korumak için hiç bir siperin arkasına oturmazdı. Devamlı ayakta ve hücum halinde idi. Ara sıra durup elbisesini silkerdi, elbisesinden tıpır tıpır mermiler düşerdi. Bizim katiyetle gördüğümüz bu idi. Vallahi biz arkasından yetişemezdik.”
Hülâsa: O dağlardan o derelerden geçerek Bitlis'e varmışlar ve düşmanı çıkarmışlar. Çıkardıktan sonra dinlenmeyi hak etmişler. Şeyh Saadeddin ile beraber sabah namazını kıldılar. Güneş doğuncaya kadar ezkâr yapılmış. Güneş doğunca da harekete geçmişler. Bu meseleyi Şeyhimiz bizzat anlatıyor. Hareket haline gelince, bineğe bindi ve heybeyi altına koydular. Tabi Bitlis iki tepe arasındadır. Oradan bir çay geçer, bir taraftan öbür tarafa bir köprüden geçilir. Arap Köprüsü derler, köprüden, Şeyh Saadeddin atına binmiş olduğu halde geçerken, bir yaylım ateşine maruz kaldı. Tabi Bitlis iki tepe arasında olduğundan, evler kayalık üzerinde ve üst üstedir, yani pek düzgün yeri yok. O gece biz orada durduğumuzdan onlar, Ermeni fedaileri geri gelmişler ve saklanmışlar. Saklandıkları yerden yaylım ateşi esnasında kardeşim bineğinden düştü, diyor Mübarek. Tabi bu durum karşısında biz de dağıldık, kendimizi koruyabileceğimiz yerlere, sipere yattık. Millet darmadağın bir hale geldi. Ancak, kardeşim Şeyh Saadeddin milleti bozguna uğratmamak için toplayıp morallerini düzeltmek inandırmak için çareler arıyor. Ve o zaman cübbesini çıkardı, oradaki bazı kimselere verdi. Kuvayı Milliyeye bağlı kuvvetleri, kumandanlarını, kardeşlerini veya kimi bulabilirseniz bu cübbeyi kendilerine gösterin, diyor. Cübbeyi gezdirirken ben de baktım ki, kumaşın üzerinde çok mermi izleri var. Fakat astarın içine bir tane bile girmemiş. O zaman anladık ki Şeyh Saadettin hayattadır. Çünkü, mermiler cübbesinin astarını delip içeri geçememiş.
Onun için Mübarek Şeyh Saadeddin de bu hal sahibi idi. Böylece Kuvayı Milliye ile beraber tâ Van'a kadar düşmanı kovmuşlar. Hatta, kardeşleri Şeyh Necmeddin evde, ailenin yanında kalırdı. Evde olduğu halde seyisler atma baktıkları zaman, akşamleyin evde durmadığı ve cihada katıldığı, cihattan mahrum kalmadığı ve geceleri cihada katıldığı, atının üzerindeki izlerden anlaşılıyordu, diyorlar.
Kardeşlerimiz,
Şeyhimiz bazen oturur, mübarek geçmiş hadiseleri anlatırdı. Babaları vefat etmiş, kardeşleri de kendi kendilerine bakıyor. Geçimlerini sağlıyor. Mübarek herhangi bir mirasa sahib olmamış, böyle bir şeye ihtimam etmemiş. Eli boş gelmiş ve geçmiş. Netice olarak bu seferberlik bitdikten sonra, Şeyhimize artık hayran olan Erzurum'lu yüksek rütbeli bir subay kendisine damat olunmak üzere ağabeyi Şeyh Şerafeddin'e başvurmuş: “Benim bir kızım var, ben bu kızımı Alaaddin'e vermeyi vadettim, böyle bir kimseyi damat edinmek istiyorum.” Artık onda ne gördüyse görmüş.Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin Erzurum'a gitti ve böylece o subay, çok güzel Acem halıları, sedirlere konan çok değerli yastıklar, halılar, vs. çeyiz olarak yapmış. O zamanda geçerli olan şeyleri kendisine hiçbir külfet vermeden vermiştir. Ve böylece bir miktar gittikten sonra, o ailesi olan validemiz vefat etmiş. Mübarek zaten dünya telâşı ve çilesi içerisinde gelmiş. Validemiz, vefat edince, Mübarek yine tek başına kalınca da evinde olan dünyalık varlığı, evvelden de zaten bir şeye sahib olmadığı gibi, kalan varlığı da kardeşleri arasında taksim etmiş. Kendisi, o mal varlığını olduğu gibi bırakıp kayıplara karışmış, kaybolmuş. Hatta küçük kardeşi için çok ağlardı diye söylüyor. Çok gariban durumda kaldık. İkimiz de ailenin en küçükleri idik. Bu duruma küçük kardeşim çok üzülür ve ağlardı. Ben kendisine destek olurdum: “Kardeşim neden ağlıyorsun? Hiçbir oğlak kelepirin altında kalmış mıdır? Elbet birgün gelir, üzerimizdeki bu haller geçer, durumumuz iyi olur,” derdim. Kardeşim çok ağlardı, ama, ben ağlamasını bilmezdim, diye anlatırdı. Onun için ilk devrede elleri boş, son devrede bile anlattığına göre bırakmış olduğu kendi varlıkları, çeyizler, ev mefruşatı vesaire ben gelinceye kadar hiç bir şey bırakmamışlar. Ortalıktan bir müddet kayboluyor, döndüğünde baksa ki hiç bir şey kalmamış. Önceleri devamlı ağlayan küçük kardeşim bile birşey bırakmamış. Zaten biz de bu gibi şeylere ihtimam etmiyoruz. Netice olarak Mübarek köye gitti, babasının bir köyü vardı. Cemkürek isimli köydü. Mübarek Şeyhül Hazîn çok acayib, hatta bazı nimetlerden tâhâddüs babından orada konuşmuştur. Bu köydeki halihazır mirası bölüşme durumu vardı. Herkes kendisine düşeni almış. Şeyhimiz de kendisine düşen bir yerde kerpiçten mamul bir ev yapmış. Burada barınıyordu.Sonra tekrar yine teavün (birbirine yardım etme, yardımlaşma) etmiş. Ve hayatı böyle geçmiş. Bir oğlu oldu da oğlundan sonra hanımı vefat etti. O vefat eden ailenin kız kardeşini almak istedi ki, bırakmış olduğu evladın başına teyze olarak daha şefûk olur diye. Fakat, bu teyze geldiğinde ben böyle bir maişetle burada dayanamam ve yapamam diyerek vaz geçti. Sonra tekrar bir hanım validemizi daha aldı. Bu en son almış olduğu seyyid idi. İşte Mübarek iki tane evlâdı ve kızı olarak da bu validemizden var olmuş. Meselâ Şeyh Esireddin ve Şeyh Bedreddin, bunlar ana tarafından da Seyyid idi.
Hülâsa, Mübarek Şeyhimizin başından böyle çeşit çeşit haller geçti, dünya zindan mı zindan, büyük ekseriyetle böyle geçmiş. Köy devresindeki hayatı, halk arasında ve diğer kardeşleri arasında hiçbir görüntüsü yok, bilinmiyor. Şeyh Şerafeddin artık köyden memlekete Siirt'e geldi, yerler yapıldı, gayet revaçtadır, sayılan sevilen bir şahsiyettir. Çünkü, babası Şeyh Saadeddin'in vefatından sonra, yerine Şeyh Şerafeddin geçti. Şeyh Şerafeddin'in çok âlim, çok atılgan, çok cesur bir kişiliği vardı. Yani, memlekette herhangi bir hadise olsa, mahkemeye hiç mahal koymadan kendisi mutlaka hallederdi. Huzurunda her hangi bir kimse karşı gelecek gücü kendisinde bulamazdı. Hocalar ve âlimler de yanlış bir fetva vermekten kendisinden çok çekinirlerdi, korkarlardı. Bu durum Cumhuriyetten sonra idi.
Mübarek Şeyhimiz artık Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile ne devirler geldi geçti ise, netice olarak Siirt'e gelmeye karar verdi. Siirt'e gelişinde, Sûfî Süleyman isminde birisinden bir arsa satın alıp, barınacağı bir ev yapmak istedi. Geldiği mahalle de Siirt'in mahalleleri arasında ümmilerin çok olduğu bir mahalledir. Yani Siirt'in en ümmi mahallesidir. İşleri genellikle taş ocaklarında çalışmak, taş taşımak, taş kesmek ve getirmekti. Eker, diker, yani çiftçilik, kervancılık, katırcılık ve benzeri işlerle uğraşır, geçimlerini bu yollardan sağlarlardı. Çok cefakâr durumları vardı, çünkü, ilmî yönleri fazla olmadığı için, ticari sahalara fazlaca girmedikleri için böyle meşakkatli işlerde çalışırlardı. İşte böyle bir mahalle idi. Mübarek işte böyle bir mahalleye geldi ve oturdu. Barınması güç olan bir yerde, bu gibi şeylerden fehmetmediklerini bildiği halde, arsa kendisine verildikten sonra Mübarek onlarla beraber taş ocaklarına taşa gittiler. Onlar da baktılar ki, o kendileriyle beraber olunca işleri daha kolaylaşıyor, teshilatçıdır, beraber gidip geldiklerinden Mübârek'in kendisine de bulabildikleri, getirebildikleri kadar taş getirdiler. Böylece bu evi de bu minval üzere yaptı.
İnanın ki bir hücresi vardı. Oturmak için yapılmıştı, hücre diye tabir ediliyordu. O hücre de alelade yapılmış, içerden dışarısı görülüyordu. Amma itiraf edelim ki Mübarek her hangi bir dergâh açtı ise, mutlaka Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ziyareti olmuştur ve tasvib etmiştir, hayrat ve bereketiyle nurlandırmıştır. Tabi Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerini de bulunca artık geldiği memleket çapında bir şeyler söylemesi gerekiyor, bundan sorumlu. Halbuki Şeyhül Hazin'in adı ve ünü çok yaygın. Bahusus, Şeyh Şerafeddin çok cesur, çok atılgan, kardeşleri dahi karşısında bir söz söyleyemiyorlar. Böylesine sert yapılı bir zât. Buna rağmen şimdi bunun karşısında babasının tarikat tezini bırakıp da Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tarikat ve tezini yayması çok çetin bir mesele idi. Bu hususu Mübarek kendisi anlattı. Muhammed Ali Hüsameddin tarafından kendisine bu düstur verildikten sonra, tabi aklıma geldi ki acaba bu nasıl olacak, ağabeyimin karşısında bunu nasıl sağlayabilirim diye. Mübarek bunu da şöyle anlattı: “Keennehü elinden her şey alınsa, elindeki her şey gitse dahi, bu sahada bir taş üzerinde otursan kalsan dahi, bu işi yürüteceksin” diye, bize bu minval üzere bir görüntü göründü. O zaman artık, cesaret aldık ve Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye başladık.” buyurdular.
Biz de ilk devrelerde bu şekilde karşı karşıya geldiğimiz, karşılaştığımız zaman ilk defa Hz. Muhammed Ali hüsameddin'i ondan duyduk. Tabi, mübareğin büyük tesiratı vardı, çünkü, anlatışı insanı hallediyor. Böylelikle öyle hale geldi ki, pazardan pazara etraflardan millet gelmeye başladı. Mübareğin ufak bir demliği vardı. Üst katta ufak bir demlik çay yapar ve bardakları da gömleğinin eteğine toplardı. Tabi o zaman tabak, sini gibi bir şeyi yoktu. Öylece getirir, bırakırdı. Kendisi de geyik derisinden bir postu vardı, onun üzerine otururdu. Diğerlerinin altında da hasır olurdu. Bazen de hasırsız da otururduk. Mübarek böylece gelir, oturur, başlardı çay vermeye. Tabi biri yardımcı, bazen ağabeyim, bazen de başkaları yardımcı olurdu. O ufak demlikten çayı hepimiz doyasıya içerdik. Ama nasıl çay, Vallahi inanın ki öyle bir çayı hiçbir yerde ne içebildik, ne de bulabildik. Bu çayı dünyada bulamıyoruz. Artık öbür âlemde Allahü Zülcelâl nâsib etsin.
Kardeşlerim,
Öylesine bir acayiblik vardı ki, öyle debdebe ve tantanalı değildi. Mübareğin üzerinde bir don, uzun bir gömlek, bir de hırkası vardı; o hırkasının da dışından pamukları görünürdü. Başına sardığı şey de eski ve yırtık idi. Buna rağmen onu başına sarardı. İşte bu minval üzere idi. Orada bir Şeyh Davud Camii vardı, evden çıkıp oraya giderken bile bu haliyle giderdi. Halbuki o zaman bir arapça kelime konuşmanın cezası beş lira idi. Kur'an, kitab gibi şeylere ve böyle kıyafete asla izin verilmezdi. Bu şekilde giyinip geçmek çok zor idi. Her babayiğidin kârı değildi. Bugün meydanlarda yiğitlik taslayanlar, o zaman gizlenecek ve barınacak delik ararlardı. Fakat, Mübarek yiğitliği hiç bir zaman elden bırakmadı. Bu minval üzere çıkar camiye giderdi. Gittiği zaman da imametliğe geçerdi. Tabi sonra bazı caddeler açıldı ve o yeni caddeler çok işlekti. Caddelerden hâkimler ve yüksek rütbeli subaylar geçerlerdi. Bazılarının gözünden kaçmazdı. Onu o kıyafetle gördüklerinde tepki göstererek: “Bu ne? Bu ne biçim bir kıyafet?” dediklerinde, karşılarına mutlaka biri çıkar, “sakın bu zâta lâf atmayın, bu zât çok çarpıcıdır” derlerdi. Ne hikmettir ki bir heybeti vardı, kendisi ne kadar yokluk ve zillet içerisinde olsa da halk üzerinde çok muazzam bir azizlik durumu var idi. Hiç kimse asla onun üzerine bir şey söylemezdi.
Kardeşlerim,
İşte Şeyhimizin başlangıcı bu minval üzeredir. Hatta kardeşiyle ve ağabeyiyle arasında bir acayiblikler geçti, birbirleriyle konuşmaz oldular. “Bu da ne oluyor, bu da necidir ki” diye, bir şeyler getirmiş, birşeyler yürütüyor diye karşısında oldular. Fakat, onları hiç mühimsemedi. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i herkesin üstünde tuttu. Hatta bir gün huzurunda idik. Birisi dedi ki: “Kurban, (Muhammed Ali hüsameddin'e nazaran) Şeyh Şerafeddin nasıldır?” dedi. O kimse Şeyh Şerafeddin dediği zaman Mübarek:
“Sus be ahmak, ne Şeyh Şerafeddin'i, Şeyh Şerafedin'in babasından da üstündür,” dedi. Halbuki kendi babası, buna rağmen böyle bir ciddiyet, böyle bir kabadayılık hali vardı, bu şekilde o devrelerde gittik, geldik. Şeyh Davud Camisinin bir imamı vardı. Bu imam biraz mutaassıb idi. Tasavvufa, Şeyhliğe karşı pek ilgisi yoktu. Mübarek Şerhimiz, o camiye vannca halk Şeyhimize yöneliyordu. Böyle olunca o, imametliği bıraktı. Artık Şeyhimiz imametliğe devam etti. Yani, imametlik derken karşılığında bir maaş alıyor değil. Hülâsa, biz Şeyh Davud Camisinin damına çıkardık, geceleri yatsı namazını damda kılardık. Yol kenarı olduğundan halk, polis, subay, herkes oradan gelir, geçer, damın etrafında hail yok, tamamen açık. Yani, herkesin gözü önünde, orada yatsı namazını kılardık. Namazdan sonra Tebareke okuruz. Salavatı Şeyhül Hazin'i okuruz. Arkasından da bazılarına “gitmek mi istiyorsunuz?” derdi.
Tabi bazıları gitmek isterlerdi, esnaf olan ve benzerleri giderlerdi. Orada kalanları halka haline getirir ve bize Hatmi Hâcegân yapardı. Bütün milletin gözü önünde, o zaman ezan bile Türkçe okunuyordu. Buna rağmen inanın ki, kasideler dahi söylerdik. Hatta, çift kişi olarak söylerdik, benimle beraber bir kişi daha söylerdi ve daha hoş ve güzel olurdu. Sesimizin çıktığınca, pervasızca sesli söylerdik bunları. Cesaret, cüret dedikleri budur işte. Bu zamanlarda Siirt'e bir vali geldi, bir çoklarının sakallarını kestirdi. Türbelerin üzerindeki kubbe şeklindeki kısımları yıktırdı. Şeyhül Hazin'in türbesi hariç Tillo Şeyhlerinin türbelerinin bir çoğunu yıktırdı. Hz. Üveys'in türbesini dahi yıkmak istediler de bu yönde bir yüzbaşıya emretmişler; gitti geldi ve en sonunda üniformasını çıkardı: “Ben bunları burada bırakırım, ama, ben bu işe girişemem.” dedi. Çünkü, ne gördü ise görmüş, ondan sonra da vazgeçtiler. Ebul Vafâ Hz.lerinin kabrini ve etrafındaki kabirleri tamamen yok ettiler. Tac ül Arifin Ebul Vefanın...
Hülâsa, işte o devrede, böyle bir zamanda Mübarek Şeyhimiz Hatmi Hâcegân yapardı. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye çalışıyordu. Öyle harika sohbetler olurdu ki, Vallahi bunun zevkini, hazzını anlatmak, tarif etmek kabil değildir. Rabbimiz (Celle Celaluhu)'ye şükürler olsun. Bir gün böyle hatmi hâcegân yapılırken tabi bize müezzinlik emrederdi. Hafız oluşumuz sebebiyle, tabi arkasında bulunurduk. Müezzinlik bitip de halka haline gelince yüzümüz kıbleye ve kendisine karşı olurdu. Bu minval üzere hatmi hâcegân yapıldığı zaman İmam-ı Rabbani buyurduğunda; İmam-ı Rabbaninin ruhaniyetinin kıble cephesinden öyle bir gelişi vardı ki, âdeta sabah yıldızı gibi, parlak ve alaim-üs semâ gibi rengârenk, hatta daha da üstün bir şekilde geldi ve Şeyhimizin üstünde durdu.
Kardeşlerim,
İşte hatmi hâcegân bu minval üzere yapılır. Eğer kabiliyet ve istidadın varsa, bu ruhaniyetleri celbedecek gücün varsa hatmi hâcegân yaparsın. İşte, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin devresinde, Mübarek şeyhimiz bu şekilde devam ederdi. Ne Ağabeyini ve ne de kardeşini, hiç kimseyi tanımıyordu ve Muhammed Ali Hüsameddin'in üstünde bir güç görmüyordu. Mübarek, Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini o muhitte bu şekilde yaydı. Hepimiz de mestü hayran olduk. Görüntüsünde ne kadar mahfiyyet varsa, o nisbette de kabadayılık vardı, çok acayibti, halk bundan çok hazer ederlerdi. Hakkında kötü söz söylemekten çekinirlerdi. Zira bu sûfî Süleyman, Şeyhimize arsayı satan kimse. Orada bir yol açılınca yol değişti ve caddeye çıkmak çok kolaylaştı. Ama, cadde ile kendi arsası arasında kardeşinin bir arsası var, oradan geçirmiyor. Ve Şeyhimize “sen hem Şeyhlik yapıyorsun, hem de başkasının hakkına tecavüz ediyorsun, senin burada yol hakkın yoktur” diye itiraz ediyordu. Şeyhimiz Mübarek, ne kadar para teklif etti ise de, onun hakkını vermek istediyse de, imkânı olmadı, inadına devam ederdi. Bu da katırcılık yapıyordu. Tuz taşıyordu. Günün birinde Beytüşşebab'a gidiyordu. Beytüşşebab'a giderken, bir dere içerisinde, yük biraz meylettiğinden, düzeltmek için yükün altına giriyor. O esnada o yük üzerine düşüp yükle beraber dereye yuvarlandı ve feci bir şekilde can verdi. İnanın ki hiç kimse cenazesini yıkamaya yanaşmadı. Çok kerih kokularla, bu hale düştü. Allahü Zülcelâl hepimizi bu gibi durumlardan korusun.
Şeyh Davud Camisinin imamının da bir çardağı vardı, orada acur ve benzeri şeyler ekerdi. Biz de Caminin damında hatmi hâcegân yapar, kaside söyler, Şeyhul Hazin'in salâvâtını okur ve yatsı namazını kılardık. O imam da bize hiç iştirak etmezdi. O da günün birinde tuvalette iken bir kuyruklu (akrep) soktu, o da öyle öldü. Çünkü, o da bazen çok ağır sözler konuşurdu, Şeyhimizin aleyhinde idi.
Aynı mahallenin biraz azgın olanları da vardı, bunlar bir gün bir cip içerisinde giderken, ciple beraber yuvarlandı ve öldüler. Onun için halk bunu pek âlâ biliyordu ki, Mübarek âdeta Şâhı Nakşibend'in buyurduğu gibi: “Bizim kılıncımız, çekiktir, ama, kimseye vurmuyoruz, kendileri yok ederler. Kendileri gelir çarparlarsa, işte o zaman keskindir, parçalar, yoksa biz kimseye bir şey söylemiyoruz.”
Kardeşlerim,
Şahı nakşibend Hz. lerinin tezi budur. İşte, bu Mübarek zâta da kim ki nahoş bir harekette bulundu ise, çarpıcılık hali bu minval üzere geldi, geçtiler. Bir gün köyden gelirken, köye hudud bir köy daha var, bu köyün sahibi de merkezde gedikli çavuş olarak bilinen bir kimsedir. Tabi o devirler Cumhuriyet'in en çileli yıllarıdır. Bu kimse Şeyhimizi görünce dil uzatıyor. Ve diyor ki: “Siz hem Şeyhlik taslıyorsunuz ve hem de hudud tanımıyorsunuz.” şeklinde birşeyler söylemiş. Mübarek Şeyhimizde ona, “Şükrü Çavuş biz hududa tecavüz etmeyiz, haddimizi biliriz” derse de Şükrü Çavuş: “Yok, yok siz haddinizi bilin” diye karşılık verir. Bu çavuş köye vardığında arkadaşlarıyla beraber köy ziyafeti, keyfi yapacaklar. Ve o ziyafette içmişler, o anda tabancasıyla oynarken kendi kendini vurmuş, artık isteyerek veya istemeyerek. Velhasıl can verdi, o da öyle öyle gitti.
Bir tane de bekçi başı vardı, çok ziyankâr bir şahsiyetti. Bu gibi şeyler karşısında çok inatçı bir kimsedir. Şeyh Davud Camisinin avlusunda bulunurken, tabi mahsublar vardır. Aralarında bir alavere şeyler vardır. Bunu biraz sıkıştırmışlar. Kendisini kurtarmak için bunları korkutmak istemiş, sizin yaptığınızı biliyorum, görüyorum, sizi şikayet edeceğim dediği zamanda, hatta onların içinden bir tanesi bekçi başını oradaki bir kuyuya dahi atmaya teşebbüs eder. Böyle söylemesi karşısında dayanamıyor, her ne ise bu baş belâsını bırakıyor. Gidişi güya onları şikayet etmek kastıyladır. Gidinceye kadar bir bakıyor ki, oğlu kuyuya düşmüş. Fikrindeki şeyi tamamen unutuyor. Kuyudan çıkarırlar ve biraz oyalanırlar. Tekrar bu unuttuğu şeyi hatırlıyor. Çünkü, orada Hatmi Hâcegân yapıldığını biliyor. Tekrar şikayet azminde bulununca, karısı öyle bir belâya uğradı ki, Muhammed Ali Hüsameddin hakkında dediğimiz gibi:
هو الذى سخر الجن له علناً
“Sahharal cinnü lehü alenen.” Allahü Zülcelâl, alenen cinleri muassar kılmıştı. Her ne oldu ise, o bekçi başının karısı öyle bir hale düştü ki, ağzından çuvaldızlar çıkarılıyordu. Nasıl olmuş, nasıl girmişse, hayatta böyle bir bağırışı, böyle bir çağırışı hiç kimseden duymadım.
Yazları Siirt'te damlarda yatardık, onun sesine tahammül edilecek gibi değildi, hatta kulaklarımızı tıkardık. İşte öylesine bağırırdı. Ve hiç bir çare de bulamadılar. Ne zaman ki bu yönden olduğunu fehmettiler, geldiler, yalvardılar, özür dilediler. Şeyhimizden kendimiz bu hali duyduk. Mübarek de, “Muhammed Ali Hüsameddin'e havale ettim” dedi. Vallahi ondan sonra hiç bir şekilde bir ses duymadık, tamamen kesildi. O da haddini bildi, bu şekilde geçti.
HATMİ HACEGÂN
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken, Şeyhimiz, hatmi hâcegân yapardı. Fakat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin bu dünyayı terk ettikten sonra, Şeyhimiz bir daha hatmi hâcegân yapmadı. Bunun sebebi şu, çok yalvardılarsa da yapmadı. Neden? Çünkü, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken onun emri ile yapıyordu. Ve yaptığı zaman, hatmi hâcegân esnasında evliyanın ruhaniyyetlerinden istimdad durumundadır. Ruhlarından istimdad edilen evliya da eğer, kabadayı durumunda iseler, gayretkeşlik yaparlar ve gelirler. Hatmi hâcegânda isimleri anıldığı zaman hemen onların ruhaniyetleri oraya hücum eder. Öyle bir hayrat ve bereket olurdu ki, bu ancak o kadar olur. Amma Mübarek Pirimiz dünyadan göç ettikten sonra, inancımız şu ki, bir istiklâllik durumu olunca artık hatmi hâcegân yapmaz oldu. Çünkü, evliya ile irtibat kurmak gerekmedi. Kendisi daha ileri kademede olunca ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat kurunca, artık bu gibi hallerden haz duymaz oldu. Sonra emir de kalmadı, sâdâtların ruhaniyyetlerinden istimdadı artık yeterli görmüyor. Zaten haliyle her an onlarla beraberdir. Ondan sonra hatmi hâcegân aracılığı ile istimdâtı lüzumlu görmedi. Hem de filhakika o günden günümüze kadar ki zamanda en güzel ve geçerli olan tezdir. Hatta, ağabeyim bir gün bana dedi ki, “hiç hatmi hâcegân yapmıyormusun. Mübarek, emir vermedi mi?” “Hayır,” dedim. “O zaman ben söyleyeyim de emir versin. Çünkü hayrat ve bereketi boldur. Sâdâtları anmak iyidir,” diye söyledi. Ben de “kardeşim,” dedim, “Mübarek senin söyleyişin ile mi olur. Eğer, gerektirmiş olsaydı, yapın diye emrederdi. Bu iş böyle söylemekle olur mu?” dedim. Netice olarak bir gün aynı gece oradayız. Mübarek Şeyhimizin yeğeni Şeyh Celaleddin, yani Şeyhül Hazin'in torunları arasında en yaşlıları idi. Şeyhimizin de mensubu idi. Sohbet esnasında dedi ki, “amca, etrafımızdaki cemaatler hatmi hâcegân yapıyorlar, halk da bunu biraz arzuluyor, yapmak istiyorlar. Fakat, bize bir emir vermediğiniz için yapmıyoruz. Eğer, emir buyurursanız Elhamdülillah onlardan çok daha iyi yaparız” dedi. Mübarek şöyle buyurdu:
“- Celaleddin, halk yapıyor diye, bu kasd ile yaparız şeklindeki fikrinizi bertaraf ediniz. İnsan bir şey yaparsa, Allahü Zülcelâl için yapmalı. Dolayısıyla böyle bir şeye teşebbüs gerekmiyor, lâzım değil,” diye söyledi. Onun için işte o zaman ağabeyime, çıktığımızda dedim ki, “nasıl gördün mü? Eğer gerektirseydi emretmez miydi?”
Demek ki gerektirmediği apaçık belli oldu. Nasıl söyleyecektin o zaman. Rabbımız bu Mübarek zâtların hayrat ve berekâtından bizleri mahrum etmesin. Âmin ya Muin.