KİLİSEYE YARDIMI VE MOLLA SALİHİN İTİRAZI

 

İşte bu Mübarek zâtlar böylesine kabiliyet sahibidirler. Bilhassa, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Şeyh Abdullahdan kat be kat üstündür. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Bu meseleyi de şöyle izah edelim: Bir gün Halepçe'de bir kilise yapılıyordu. Yapılmakta olan bu kilisenin çatısı çok geniş olduğundan büyük ve uzun selvi ağacı lâzım olur. O civarda bulunamayınca bazıları der ki: “Olsa olsa böyle bir selvi ağacı Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) çiftliğinde olur. Ancak orada bulunabilir” derler ve gelip kendisinden isterler.

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bizzat kendisine başvurduklarında onlara bu selvi ağacını verir. Kilisenin yapımında kullanılması için bu selvi ağaçlarını verdiğinde o dönemdeki âlimlerin tamamı bu hadiseye karşı çıkarlar. Feveran ederler. Tabi kendisi çok değerli, muhterem bir şahsiyet olduğundan onun bu davranışını bir türlü kabul edemezler ve “Bu kadarı da olmaz, tasavvuf derken bu gibi şeriata muhalif işler yapması da hiç uygun değildir. Nasıl olur da kilisenin yapımına yardımcı olur” diyerek tepkilerini dile getirirler. Dolayısıyla bu hadise her tarafa yayılır. Bir taraftan da ulema haklıdır bu itirazlarında. Ve bu durumu su üstüne çıkarmak, aynı zamanda bu olayın mahiyetini öğrenmek isterler. Fakat, hiçbir âlim gelip bu hususta bir şey sormaya cesaret edemez. Karşısına çıkmaya cüret edemezler. Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerinde böyle bir celaliyeti vardı. Netice olarak Molla Salih isminde bir âlim Suriye ve Irak muhitinde ilmiyle şöhret bulmuş, o muhitteki ender âlimlerden birisidir. Kendisi Kamışlılıdır. Bu hadise Molla Salih'in kulağına kadar gelir, o da bunu duyar. “Böylesine Mübarek bir zât, böylesine muhterem bir Şeyh, kilisenin yapımına yardımcı olmuş” diye ona da söylerler.

Molla Salih böyle bir yardımın şeriata uygun olduğunu hiç bir kitabda bulamaz. Fıkıh kitablarında böyle bir fetva bulamayınca kitablarını bir çantaya koyarak Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yanına gelir. Kitabları ile geliyor ki, bu işin şeriata muhalif olduğunu isbat etsin, bu gaye ile geliyor. Molla Salih çok cesur, atılgan ve ilmine güvenen birisidir ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) huzuruna çıkar, bu hadiseyi açar. Kitablardan okur anlatır, kendince isbata çalışır. Şeriat ahkâmına göre bunun uygun olmadığını izah eder. Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin der ki:

“Bana başvurdular, istediler, biz de uygun gördük red etmedik ve verdik.” Molla Salih: “Ama efendim, istediler de uygun gördük ve verdik... Böyle şey olmaz ki. Şu fıkıh hükümlerinde bu gibi şeylerin olmayacağı hususunda birçok deliller vardır,” diye saymaya başlar... Ayettir, hadisdir anlatır... Hz. muhammed Ali Hüsameddin bakar ki Molla Salih işi büyütüp, genişletiyor, o zaman Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin şöyle buyuruyor:

“Salih, Salih (Mollayı söylemeyerek) senin kitabında verme diyorsa, benim kitabımda ver, ver diye buyruluyor” der. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin Mollayı bırakıp da Salih, Salih dediği zaman Molla Salihde Mollalıktan eser kalmaz. İlimden mücerred bir hale gelir. Âdeta cahil durumuna düşer. İlim namına hiç bir şey yok, ne ilim kalır, ne de kitabına baktığında okumaya gücü. Tamamen sıfır bir hale gelir.

Salih bu hal karşısında acaba aklıma enaniyet gibi bir şey mi geldi, bana ne oldu böyle diyerek, ilminden bir eser kalmadığını görüp böyle düşünürken, -tabi Salih cahil değil, âlim bir kişidir- perişan bir hale düştüğü bu durum karşısında elbette ki kendisinde arız olan bu hali, bu durumu inkâr etmesi mümkün değildir. Eğer o durumda kalırsa, eski şöhret şöyle dursun halk nazarında hiç bir değeri de kalmayacak bir hale gelir. Bu kendi halini göz önüne getirip, düşünürken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin karşısında ona karşı yaptığı hatayı anlar ve kendisine sahib olamıyarak Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanarak:

“Efendim, ben bilmeden bir hata ettim, böyle bir şeye cesaret ettim, cüretkârlıkta bulundum. Fakat siz yapmayın, beni affetmenizi istirham ediyorum” diye yalvarır. “Ve şu anda sizden beni affetmenizi istemekten öteye bir şey bilmiyorum” der. İşte o zaman Mübarek Hz. Şah bunun acziyeti karşısında böylesine bir teslimiyet de olunca “Molla Salih, Molla Salih! Lâzım oldu ve uygun görüldü de verdik..” diyor. Bunun üzerine Hz. Pir “Molla Salih” dediğinde Salih kendi üzerinde tekrar o eski varlığını hisseder ve kendisinden alınan o eski hali tekrar geri verilir. Ancak bu durumdan sonra gerçekten Molla Salihin teslimiyyeti, sadakati, aşkı ve muhabbeti artar ve Hz. Pir'e karşı çok sadık bir hale gelir. Tabi bu hale gelince Hz. Pir de onu başıboş bırakmaz. Onu daha fazla ikna etmek için, inancını sarsılmaz bir hale getirmek için merhamet eyleyerek daha müsbet bir hale getirmeye çalışır. Çünkü, Molla Salih ilim sahibi bir insandır. İlmine yazıktır. Hz. Pir şöyle buyurmuştur: “Molla Salih, Mevlâna Hâlid'in Abdullah Dehlevî'ye gidiş ve gelişini anlatan, o hususta yazılan kitabı okudun mu?” Molla Salih: “Evet, okudum efendim” der. Hz. Pir: “Mevlânâ Hâlid'in oradan dönüşünde Abdullahı Dehlevî'nin kendisine neler söylediğini, kendisinin de ne gibi haller cereyan ettiğini de okudun mu?” der ve Mübarek Hz. Pir kendisi anlatmaya başlar: Şeyh Abdullahi Dehlevi kendisine “Hâlid ben de sana emzirilecek bir şey kalmadı, sen bunu tamamen kuruttun. Ancak sende kabiliyet ve istidad var, daha fazlası için bundan sonra benden değil, şu mevkiye, falan yere varacaksın. Sana gerekli olan emir ve hükümleri oradan alacaksın, burdan öteye benim seninle olan işim bitti” der. İşte o zaman Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin emri üzerine nereye gitmesini emrettiyse, nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gider...

 

SIRRI AZİZİN MEVLANA HALİD LERİNE İNTİKALİ

Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin dediği yere yaklaşır. O yere tam varmasına biraz mesafe kaldığında, üzerine çok büyük bir ağırlık basmış ve o yere yaklaşması da güçleşmiş. Bir türlü yaklaşamıyor. O anda Şeyhine istimdad etmiş ve bu istimdadtan güç alarak o yere biraz daha yaklaşır. Bu sefer daha fazla sıkıntı ve ağırlık basar. Böyle olunca tekrar istimdad ederek biraz daha güç alır. Fakat bu hal daha da fazlalaşır. Bu sefer Hz. Şahı Nakşibend'ten (ks) istimdad eder ve bu sayede o yere biraz daha yaklaşabilmiştir. Netice olarak bu hali, bu durumu yakacak hale gelince Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istimdat eder. Rasulullah�a istimdad edince karşı karşıya getirmiş ve o gücü vermiş. Tam oraya gelir gelmez; “Geldin mi Hâlid?” buyurur. Mübarek zâtın bulunduğu yer, bir çimenliktir. Ama bu Mübarek zâtın bulunduğu yer yanık durumundadır.

Mevlânâ Hâlid bu Mübarek zâtın kim olduğunu, ne olduğunu bilemez, ancak “Hâlid geldin mi?” diye sorar. O da, “geldim efendim” der. Kendisine verilmesi gereken emir ve hükmü orada verir.

İşte Hz. Pir bunu Molla Salih'e soruyor: “Mevlâna Hâlid ile o yerde karşı karşıya gelen kişi kimdir? Ve ona verdiği şey nedir?..” Burası meçhul. Hiç kimse bunu bilmiyor. İşte o zaman Muhammed Ali Hüsameddin (ks) şöyle buyuruyor:

“İşte o Mevlânâ Hâlid ile karşı karşıya gelen şahsiyyet bu fakirin ruhanniyeti idi. O sır emâneti, bu fakirde mahfuz idi. Ancak Mevlânâ Hâlid bu emanete lâyık olunca, ona istihkak kesb edince bu sır emâneti bir emir ile kendisine aktarıldı. Bu emanetullah yerine verilmek üzere bu şekilde kendisine verildi” der. Bu durum karşısında Molla Salih teslimiyeti kül ile teslim olur. Böyle bir zât ile karşılaştıran Allahü Zülcelâl'e şükreder. Ve bunun kendisine Allahü Zülcelâl'in bir nimeti azimesi olduğunu kabul eder ve bu durumdan sonra Molla Salih oradan ayrılmaz. Ve Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Seyri sülûkundan sonra kendisine hilafet icazeti verir.

Ağabeyim (Hacı Alaaddin Efendi), Şeyhimiz ve yanlarında iki-üç kişi olduğu halde Hz. Muhammed Hüsameddin'in vefatından sonra ziyeretinden gelirken bu Şeyh Salih'e misafir oldular. Ağabeyim bu hadiseyi bizzat kendisi Şeyh Salih'in ağzından duymuş, biz de ondan naklediyoruz. Bu, tarih olmuş bir olay değil. Bizzat duyanların, harfiyyen ve noksansız olarak bize naklettiği bir hadisedir. Şeyh salih'e gelinceye kadar vaktiyle bunu okumuştuk, fakat bu şekilde malûmat veren hiç olmamıştı. Bu sır emâneti, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in ruhaniyyetinde mahfuz idi. Dolayısıyla, bu husus hakkında ileride malûmat vereceğimiz dediğimiz, bu yönden idi. Bu sır, Muhammed Ali Hüsameddin (ks)'den Mevlânâ Hâlid'e ruhaniyyet yoluyla, ondan Şeyh Osman'a aktarılmış, o da Şeyhül Hazin'e tekrar Muhammed Ali Hüsameddin Hz.'lerine yani asıl sahibine gelmiştir. Bu emânet sırrı aziz olan Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan intikalen Hz. Sıddık (ra) ve ondan sonra da böylece peyder pey gelmektedir. Bazı devrelerde ehli olmayınca bu sır emânette idi. Tabi bu sırra sahib olacak şahsiyyetin şühûd halinin çok acayiblerden olması lâzım ki buna sahib olabilsin. Tecelliyâtı zâtın, tabiki celalli ve cemâlli durumu vardır. Bu her fertte aynı seviyede olmaz, yani şühûd dahi aynı seviyede olmaz. Bunu her zaman söylüyoruz. Onun için bu Sırrı Aziz bazı zâtlara gelir, bazı zâtlara gelmez. Nitekim Caferi Sadık ile Eba Yezid ve Ebul Hasenil Harkani birbirlerini görmemişlerdir. Aralarında uzun seneler vardır. Şahı Nakşibend Hz.lerine gelince; aralarında beş kişi olmasına rağmen bu Sırrı Aziz'i Hz. Abdulhalık Gücdüvanî'den almaktadır. Böylece devam edegelmiş, İmamı Rabbani ve benzerleri Şeyh Abdullahi Dehlevî'ye dahi gelişinde bu sır kendisinde olmayıp, emânette olduğu, burada biraz olsun açıklığa kavuşturulmuştur. İşte, daha önce bu mevzuu ile alâkalı izahatı ileride beyan edeceğiz demiştik. Umarız ki İnşeallahüteâlâ bu sözümüzü yerine getirmiş olduk.

 

SEYYİD TAHA

 

Kardeşlerimiz;

Mübarek Seyyid Tâhâ'ya gelince: Seyyid Tâhâ Hz.lerinin bir kadılık görevi rütbesi vardı, çok âlim, Irak muhitinin en büyük zâtlarından ve âlimlerinden bir şahsiyet idi. İlmî yönden ender şahsiyetlerden biri idi. Ayrıca çok mal mülk sahibi, aynı zamanda da çok cömert ve cesaretli. Hem bedenen, hem ilmen güçlü bir şahsiyet. Emrinde çalışanları, hizmet edenleri çok idi. Bahusus amcası kâhyaları üzerinde kontrolcu idi. İşinin kontrolü amcasına ait idi. Bununla uğraşır, çalışırdı. Ancak amcası arasıra kaybolur ortalıkta görünmez, birkaç gün sonra çıkar gelirdi. Bu sebeple Seyyid Tâhâ bir gün amcasına:

“Amca işleri olduğu gibi bırakıp gidiyorsun, nereye gittiğini bilemiyoruz. Yoksa bir Şeyhe falan mı gidiyorsun?” diye amcasına takıldı. Ve bu şekilde takıldığı olurdu zaman zaman... Amcası da bir defasında, “Evet yeğenim, benim de bir Şeyhim var. Şeyhime gidiyorum” der. Seyyid Tâhâ da:

“Amca ben bu Şeyhlerin birçoklarıyla karşı karşıya geldim. Bunların birçokları arkalarına düşülecek, peşlerinden gidilecek şahsiyetler değiller. Bu şeklide işinden kaydından kalıp da böylelerinin arkasına düşme. Kendi işine bak” der. Fakat amcası dayanamayarak:

“Yeğenim benim gittiğim şeyh senin anlattığın bu şeyhlerin hiç birisine benzemiyor. Benim gittiğim Şeyh harikulade bir şahsiyettir.”

Seyyid Tâhâ da:

“Amca, bu harikulade Şeyhe bir gün bende gideyim de bakalım bu kadar methettiğin Şeyhin durumu nedir, nasıldır, ben de bir göreyim...”

Amcasının devamlı gidip geldiği şeyhi görmek için günün birinde ona gitmeye karar verir. Seyyid Tâhâ'nın gayesi, amcasının tamamen oradan alâkasını ve ilgisini kesmek ve kendi işine candan yönelmesini sağlamak. Bu meyanda da bu şeyhini çok meth ediyor, bu kadar da meth ettiği bu kişiyi de görmek istiyor. Gitmek için harekete geçer. Gittiği yolda Hz. Pir'imizin amcası Şeyh Ömer ile karşılaşırlar. Şeyh Ömer, Seyyid Tâhâ'yı kendisine maletmeye çalışır. Tabi bu bir avlama meselesidir, bunu arzuluyor. Şeyh Ömer ile karşı karşıya otururlarken Seyyid Tâhâ tesadüfen bir kayanın üzerinde oturuyor. Mübarek Şeyh Ömer kayaya bir nazar eder, kaya peynir gibi bölüm bölüm haline gelerek, parça parça olur. Buna rağmen Seyyid Tâhâ cesaretli ve selabetli bir şahsiyettir. “Ben bunları yeterli görmüyorum. Bu gibi şeyler bana tesir etmez.” der. Netice olarak Şeyh Ömer'e bağlanmayarak yoluna devam eder. Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in yanına gelir. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin, Seyyid Tâhâ'yı karşısına alır. Birinci gün sohbet şu yönde olur. Sadece Emevi ve Abbasîler ile alâkalı câri hadiseleri, tarihî yönleriyle bir şeyler anlatıyor. Sohbet bu yönden geçer. Ayrıldıktan sonra Seyyid Tâhâ hayretler içerisinde: “Fesübhanallah ben ne için geldim? Neler duymak istiyorum? Fakat bu, tarihten yani Emevi ve Abbasi'den bahsetmeye ne gerek var? neden bundan bahsediliyor acaba?” diyor. Ertesi gün tekrar karşı karşıya geldiklerinde bu defa Selçuklu ve Osmanlı tarihini anlatır. Çünkü Seyyid Tâhâ Osmanlı devresinde gelmiştir. Bu devreye gelinceye kadar yine tarihten konuşur. Yine ayrılırlar. Seyyid Tâhâ yine hayretler içinde, kendisini bir türlü bir kefeye, bir teraziye koyamıyor. “Nedir bir türlü anlaşılmayan dava? Biz Şeyh denince başka şeyler umuyoruz. Bu ise tarihten bahsediyor. Neden acaba” der. Üçüncü gün karşı karşıya geldiklerinde öylesine bir nazar eder ki o nazarı azizi, nasıl nazar ediyorsa, insanı ne hale getiriyorsa, artık bunu Allahü Zülcelâl bilir. Bu nazar karşısında Seyyid Tâhâ halden hale geçiyor. Onu, hârika bir halden öte, keşif ehli haline getiriyor. Gök âlemlerini âdeti seyran eder, gözünün önüne getirir. Yani, öyle bir hale getiriyor ki: Seyyid Tâhâ'nın kendisinde hiçbir güç kalmıyor. Kendine medarı yok. Kâh ulvilere gidiyor, kendisi sanki düşecek hale geliyor. Ellerini yerlere yapıştırıyor, halsiz istikrarsız bir halde. Kâh Süflilere gidiyor. Ulviden Süfli, Süfliden ulviye. Seyyid Tâhâ'yı öyle bir hale getiriyor ki, artık maliyetini kendisi dahi seçemiyor. Amma öyle harikalar göz önüne getiriyor ki Cennet ile değişilecek şeyler değil. Bu durum karşısında Seyyid Tâhâ tabi bu halinden korkunca ağlamaya başlar. Çünkü maliyeti ne olacak bilemiyor. Kendinde hiçbir medar kalmıyor. Güçsüz bir halde ve tamamen sıfır bir hale getirmiş ve halden hale dönüştürüyor. Acaba aklımda bir zayiat mı olur diyerek ağlamaya başlar. Öylesine candan ağlıyor ki Mübarek Muhammed Ali hüsameddin (ks) Onun bu haline dayanamıyor ve diyor ki: “Seyyid Tâhâ korkma. Seyyid Tâhâ korkma” dediği zaman Seyyid Tâhâ o anda artık o eski hallerine değil de yeni ve öyle bir hal üzerine geliyor ki sanki “Mikatı Yolu”yla Keennehü (sanki, güya) Emevî-Abbasî, Selçuklu- Osmanlı gelip, geçiyor... O günden bu güne geldiler de ne oldu acaba? Ne oldu ki... Bu dünyanın hali bu değil midir? Âkibet, esasen halinin en güzeli bu yöndendir. Yani, Dünyaya geldiğindeki en güzel hal Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı... gibi saltanat sürme hali değilde o anda içinde bulunduğu haldir. Çünkü, içinde bulunduğu hal Cennetle bile değişilecek hal değildir. Öylesine harikulade hallere getirmiş ki, kendisini mestü hayran etmiş. Ve Seyyid Tâhâ ağlayarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanmış:

“Efendim, efendim! Her yönüyle teslim ve her yönüyle sadakat ve halisane bir hal ile kabul edeceksen, ben bu işlerden tamamen feragat ettim ve bu yolun yolcusu olarak teslim oldum” diyerek kayıtsız şartsız teslim olur.

O andan itibaren o varlıkları, gözünde zerre hükmüne iner. Artık o malı mülkü, onun yanında bir hiçtir. Amcası gider, oraları, o malı mülkü neye satabilirse, dergâha ait olmak üzere satar. Çoluk çocuğu celbeder, bir daha geri dönmez. Artık geliş o geliştir.

Mübarek HÂNIKA'nın sahibi olan Pirimiz, HÂNIKA’nın idareciliğini sadece Seyyid Tâhâ'ya vermişti. Seyyid Tâhâ bir acayiblerdendi, çok acayib bir zâttı. Şeyhimizin de en çok benimsediği ve kardeşim dediği Seyyid Tâhâ idi. HÂNIKA'nın idare yöntemleri yani hatmi hacegân ve teveccüh yönleri tamamen Seyyid Tâhâ yaptırırdı. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin teveccüh ve hatme gibi şeylere girmezdi.

 

Aziz Kardeşlerim,

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu devrede seferberlikte İngilizler Irak'ı istilâ ettiler. Bilindiği gibi İngilizler çok haşindirler. Önce Irak halkının iyiliği için Irak'ı aldıklarını ve Irak halkına hiçbir kötülükte bulunmayacakları intibaı vermek isteseler de sonradan vergiler, tarhlar alıyorlar. Çok ğılzatlı bir hükümleri var. fakat hayat müddetince Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu o muhitte ne bir kimseden bir kuruş alabilmişler, ne de herhangi bir emir ve hükümleri yürütebilmişler. Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu bir acâyiblik ve heybet vardır onda. Zaten Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ında bir hadisi vardır.

من خاف الله خافه كل شيئ و من خاف غير الله خوفه بكل شيئ

Yani; “Kim ki sadece Allahü Zülcelâl'dan korkarsa her nesne kendisinden korkar, korkusu Allahü Zülcelâl'dan başkasına olursa her nesneden korkar.”

İşte, Havfı İlâhi üzerinde olan bir Muhammed Ali Hüsameddin Hz. leri, o tecelliyat, o celâli, o cemâli olunca İngilizler değil Allahü Zülcelâl'tan gayrı hiçbir kimse bunun üzerinde tahakküm edememiştir.

Dolayısıyla Bağdad valisine bildiriliyor:

“Bizim bu bölgede hiçbir istikrarımız yok. Hiç kimse bize boyun eğmiyor. Hükümlerimizi yürütmedikleri gibi kabul de etmiyorlar. Bu şahsiyyet burada bulundukça biz huzur içinde olamayız. Çünkü, arzuladığımız şeyi yapamıyoruz, alacağımızı alamıyoruz. Halkın üzerinde hiçbir etkimiz yok. Temerküz edemiyoruz. Hiçbir şekilde menfaatlanamıyoruz,” diyerek üst makamlara bildirirler. Buna karşılık üst makamlardan gelen emir: “Evet, halkın bir kısmı telef olur, ama korkutmak ve boyun eğdirmek için bir te'dib harekâtına karar verilir. Ancak, o zaman Irak kendi hükümleri altına girebilir.” Tabi onlar gayri müslimdir. Vicdanı yok, merhameti yok, insafı yok. Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünürler. Her zulmü yapar, başka bir şey düşünmezler. Olacağı budur... Bunun üzerine o zamanki uçaklarla Bağdad'dan harekete geçerler ve orayı bombalamak için emir alırlar. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ertesi günü sabahı hiç kimsenin evinden çıkmaması için emir verir. Bu emrin mahiyetini kimse bilmiyor. Sabah erkenden başlayan bombardıman her tarafı tozu dumana boğar. Bombaladıktan sonra bu iş tamam diyerek geri dönerler. Uçaklar bombaları bırakır ve bombalamaya son vererek döner giderler.

Ertesi sabah, halka evlerinden çıkmaları için emir verir. Çıktıklarında atılan bombaların patlamadığını görürler. Bombaları atanlar, her taraf tarumar olmuştur düşüncesi ile dönmüşlerdir. Ancak, Allahü Zülcelâl'in inayeti ile hiçbir bombanın patlamadığını ve hiç bir zarar vermediğini görürler.

Halk, bu atılıp da patlamayan bombaların hepsini bir araya toplayıp develere yükleyerek Bağdad'a gönderir ve Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Bağdad valisine şöyle buyurur:

“Bu bombalar bize tesir etmez. Eğer bir daha böyle bir şey olursa gözlerinizi oyar, size haddinizi bildiririz” der.

Bu durum karşısında Bağdad Valisi bir şey diyemez. İşte bu olaydan sonra İngilizler için Bağdad'da ve Irak'ta bir istikrar olmaz. İstikrar bulamayınca da istilâya son verir ve Irak'tan çıkarlar. Irak'tan çıkışları bu sebepledir. Başkaları belki bunu bilemeyebilirler. Ama gerçek budur.

İngilizler Irak'tan çıktıktan sonra işte esasen kerametin harikalığı burada anlatılacak:

Halepçe'de yapılmış olan kilise ve o kiliseye verilmiş olan selvi ağaçlan hadisesine gelince; bu Halepçe'de yapılmış olan kilise, bir tek gün dahi kiliselik görevini yapmamıştır, kilise olarak kullanılamamıştır. Onlar çekildikten sonra bu yapılan kiliseye vermiş olduğu selvi ağaçlarının hayrı ve bereketi ile camiye dönüştürülmüş ve cami olarak kullanılmıştır.

İşte Hz. Pir selvi ağaçlarını oranın yapımı için verdiğinde Mübareğe yapılan itirazlar nasıl? Ve neticesinde “uygun gördük ve verdik” denmesindeki sırrı nasıl? “Senin kitabın öyle eliyor ama benim kitabım ver diyor” denmesindeki hikmet ve Sır nasıl ortaya çıkıyor. Bakınız, istikbalin nasıl olacağını, akabinde kiliseye değil camiye hizmet edileceğini daha önceden nasıl biliyor. Hâşâ bu Mübarek tasavvuf ehli, keşif ve şühûd ehli kalkıp da böyle yanlış şeye mi girerler. Asla ve kat'a! Bu gibi haller mutlaka bir hikmete mebnidir. İşte böylesi haller, bu gibi zevata mahsustur. Bunlara itiraz mümkün olamaz.

Nitekim bu gibi vakıalar karşısında Pirimiz hakkında, manzumede şöyle söylüyorlar:

هوالذى سلم من يعبد الوثن { على يديه الهود والنصارى قداسلم

Yani, “Putperestler, Yahudi ve Nasara çok defa Mübareğin hayrat ve bereketiyle İslâm dini ile şeref buldular.”

Bu Mübarek şeyhimizin kendi şeyhine olan sevgi saygı ve muhabbetindendir.

Keşfen onun halini, durumunu da şöyle anlatırdı:

Mübarek öyle bir kalb sahibi idi ki Üveys ile eşit, aynı kalb sahibi idi. Üveys Hz.leri ile muhammed Ali Hüsameddin'in kalbi, şehadet parmaklarını yan yana getirerek parmakları ile göstererek, eşit idi derdi. Diyeceksiz ki acaba bunun ispatı var mı?

 

MEŞREBİ ÜVEYSİ

Kardeşlerim, Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhanî yoluyla terbiye ettiği gözle görülen Üveys Hz.leridir. Hayatta olmasına rağmen karşı karşıya gelmemiş, ruhanî yoldan terbiye edilmiştir. Aynı şekilde Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri de ruhanî yoluyla terbiye olunmuştur, terbiyesi bu yöndendir.

Ayrıca diyeceksiniz ki, Hz. Üveys Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında olmasına rağmen gelemedi. Gelemeyişinin sebebi ilk başlangıçta annesi az çok engelliyordu. Annesini bırakıp, gidip gelemiyordu. Ama öyle bir hale geldi ki Üveys Hz.leri annesinin vefatından sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelecek güç kalmamış, gelse dayanamayacak, belki de can verecekti. Aslında cana bedeldi. Evet ilk devrelerinde Rasulullah Sahabe ile beraber yaşadılar ve onları öyle bir hale getirdiki, ama onları o hale getirişi alıştıra alıştıradır. Bu bir ilâhi takdirdir. Çünkü kaderde henüz eceli gelmemiş. Zira her fert bir ecele bağlıdır. Bu konuda İmamı Rabbani Hz.lerinin bir sözü var. Şöyle buyuruyor: “Mübarek Üveys Hazretleri Sahâbelik vasfını ve meziyetini biraz düşünseydi, cana bedel olsa dahi gelirdi.” Tabi Sahâbelik seviyesinin müstesna bir özelliği vardır. Zaten Şeyhimiz de böyle buyuruyor. Üveys ile Şah aynı kalb sahibidir. Ancak Üveysin şu meziyeti var ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde ve zamanında yakınlığından dolayı bir değişiklik, farklılık vardır. Yoksa kalb aynı kalbdir. İşte Mübarek İmamı Rabbani Hz. leri de Üveysin o devrede gelmeyişi, kaderin bu şekilde cereyanıdır. Yoksa sahâbelik meziyetini göz önüne alsa cana bedel olsa dahi gelirdi, gelmekten imtina etmezdi. Vahşi sahabenin, mertebe bakımından en edna mertebelisi olmasına rağmen Üveys, Ehli Sünnet vel Cemaata göre tabiînin en hayırlısıdır. Buna rağmen Vahşi'nin (ra) ayağı Üveysin başının üzerindedir. Çünkü sahabe seviyesine hiçbir kimse ulaşmaz. Sahabe Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşılaşma şerefine nail olan ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yetiştirdiği kimselerdir. Envârı nübüvvet üzerlerine tecelli etmiştir. Tabi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın, kalb muvacehesi yaparken artık nasıl bir muvacehedir? Nasıl bir envar (nurlar) ile müvecehe kılıyor ki, başka bir şeyh onun zerresi bile olamıyor. Onun için sahabenin yetişme tarzı böyledir.

Nitekim biliyorsunuz ki Hz. Sıddık'ın (ra) Hicretin 7. Senesinden sonra 3 sene asla bir artış ve terâkkiyatı olmadı. Neden? Çünkü, velayetin son demine gelmiş. Artık ondan sonrası Nübüvvet makamı. O makama geçmesi lâzım. Ama tahammülü yok. Ona Allahü Zülcelâl bu kadar tahammül vermiş. Velayetin son mertebesi ne ise oraya kadar getirmiş. Hatta Mübarek, seher devresinde haps-i nefes yapardı. Sonunda soluk alıp vermeye başlarken nefesi, ciğerlerinden gelen kebab kokusu gibi kokardı. Nasıl yanıyor, nasıl oluyorsa? Tabi daha ötesi cana bedeldir. Yani yok olur. Dolayısıyla Rasulullah Aleyhisselâm irtihaline üç sene kala hiç artış yapmadı. Son hale getirmiş, yaşayabilecek hal, tahammül ne ise o hale getirmiştir. Bunun içindir ki Üveys hazretleri de aynı bu meselede olduğu gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelebilecek güçte olmadığı için gelemedi. Çünkü kader böyleydi. Üveys Hz. leh Sıffin harbine kadar vardı, o harbde şehit olduğu sahih bir kavildir. Zira, Ebu Naim-el- Esfehâni “Hayatül Evliya” da beyan etmiştir.

Gelelim Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e... Evet, kalb aynı kalb. Üveys Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asrında yaşamış. Bu asır “hayrul kuruni karni” yani, asırların en hayırlısı benim yaşadığım asırdır, buyurmuş Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayat devresidir. Hz. Üveys Sahabeler ile şereflenmiş bir asırdır. Hz. Ömer, İmamı Ali ve benzerleri gibi... Üveys Hz.leri ile Pirimiz arasındaki bundan dolayı değişiklik yalnız bundandır. Mübarek Hz. Pirimiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile mest-ü-hayran bir halde. Gerçekten Ravzai Mutahhara ile karşı karşıya gelecek güce erişememiş, bu güçte olmamıştır. Nitekim bir çok kimseler, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan aşkı şevki sebebi ile “Kubbetülhadra (Yeşil Kubbe) göründü” dediklerinde bir bakışta can vermişlerdir. Bazıları da Ravzai Mutahhare'nin önünde söylene söylene can vermişlerdir. Bu gibi hadiseler çoktur. Bu sebeble Hz. Ali Hüsameddin evlâdını validesi ile beraber Hacca göndermiştir. Evlâdı Şeyh Osman'dır. Babasından evvel vefat etmiştir. Onun için Hacca kendisi gidemedi. İşte hikmeti sebebi. Mübarek Şeyhimizin buyurduğu aynı kalb aynı yöntem. İşte bunun isbatı budur. Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın terbiyesi altında, daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşu, hiçbir zaman ayran ve arpa ekmeğinden çıkmayışı da bunun yakınen isbatıdır.

 

Aziz Kardeşlerim;

Şeyhimizden defalarca duyduğumuz harfiyyen, noksansız ve ziyadesiz şöyle buyurmuşlardır: Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in hulefasının adedi 124 bin küsurdur. Ve hiçbirine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadan hilâfet verilmemiştir. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a böylesine yakın olunca onun izni ve emri olmadan hiçbir şey yapmıyordu. Bu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile ve Ale Kademi Rasul olduğunun isbatıdır. Ayrıca sadece müridan hakkında da Mübareğin on binlerce müridi vardı ki onun etkisinden bir an bile çıkmıyorlardı. Meczub durumları vardı. Fena fiş-şeyh durumları vardı, işte Mübarek böyle bir hal sahibi idi. (Fena fiş-şeyh: Tasavvuf talebesinin veli olan hocasının arzu ve isteklerine tâbi olması, istekleri onun eline bırakması.) Öylesine ciddi bir çalışma vardı ki Tahhan isminde biri senelerce el değirmenini ile çalıştırmış, durmadan sabah-akşam çalışır, dergâha un yetiştirirdi. Oradaki hizmeti bu idi. Günün birinde kendisinde herhangi bir varlık görmüyor, oraya gelenlerde bir değişikliğin olduğunu görüyordu. Fakat kendisinde hiçbir şey hissetmiyor. Bu haline üzülüyor. “Benim burada bu dergâha yük olmaktan başka bir yararım olmuyor, en iyisi ben buradan gideyim. Bunca verdiğim külfet yeter. Senelerdir buradayım, adam olamadıktan sonra neye yarar. Demek ki bizde kabiliyet ve istidat yoktur” diyerek oradan bezgince ayrılmaya karar verir.

Kendisini oraya lâyık görmüyor, oradan uzaklaşıyor, kayboluyor. Böyle olunca değirmen de çalışmaz olur. Oradan uzaklaşınca tabi Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in kontrolünden çıkmaz ki. Yolda giderken haliyle akşam olur. Karşısına iki kişi peydah olur. Selâm kelâmdan sonra “yiyecek birşey yok mu?” diye birbirlerine sorarlar. Hiçbirisinde yiyecek birşey yoktur. Bunun üzerine “hiç olmazsa dua edelim de Allahü Zülcelâl bir kapı açar,” derler. Değirmenci “ben dua filan bilmem, duadan da hiçbir umudum yok. Çünkü benim kendime bile hayrım yok ki duam kabul olsun. Eğer sizin kendinize böyle bir güveniniz varsa siz dua edin” der. Onlardan biri dua eder. Allahü Zülcelâl rızıklarını verir, yer içerler. Ertesi gün yine böylece devam ederler, yine birbirlerine “hadi Rabbimize dua edelim de Rabbimiz rızkımızı versin,” derler. Değirmenci kendisinde yine hiç bir varlık görmez, ummaz, “bende bir şey yok” der. Bu sefer diğeri dua eder. Allah Cellecelelühü rızıklarını verir. Üçüncü gün gelir, arkadaşları der ki:

“Evet kardeşim hadi bakalım, sıra sendedir. Eğer senin duandan birşey gelirse yeriz. Yoksa aç kalacağız,” derler. O da “kardeşlerim Vallahi benden umudu kesin, benim kendimden umudum yok. Ancak madem ki İsrar ediyorsunuz, bana söyleyin de sizin dua ettiğiniz gibi dua edeyim de Rabbimiz belki bu sayede verir,” der. Onlar da Vallahi kardeşim bizim ettiğimiz dua şudur:

“Allahım Hz. Pir'in Tahhanı (Değirmencisi) yüzü suyu hürmetine rızkımızı ver” dedik,” derler. Kendisi de aynı kelimeyi kullanır. Bu sefer onlara gelen rızkın miktarının iki üç katı geliyor. Bunu bu şekilde görünce hemen onlar uyur uyumaz, o değirmenin başına başkası benim yerime geçmesin diye gece gündüz demeden koşarak geri gelir, samimi bir şekilde değirmeninin başına oturur. Kulpuna yapışır.

İşte Mübarek Pirimiz benimsedi mi kendi keyfine de bırakmıyor. Bakınız nasıl bir fen kullanıyor, orasını siz düşünün. Pirimizin velayet fenni çok acayibtir. Hülâsa böyle ciddiyet ve sadâkat olduğunda bu hal olur. Ancak öteden beri söylüyoruz, Mübarek, müridin üzerinde hiçbir şey bırakmıyor, Zimam-ı umur ve bütün tasarruflar kendindedir. ldukça coşmak, azdırmak gibi haller olmaz. Sükûnet ve istikran oldukça tercih eder.

 

HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN'İN HULEFA VE MÜRİDLERİNİN DURUMLARI

 

Aziz Kardeşlerim,

Pirimizin yetiştirdiği hulefanın hârikalıklarının başkalarına benzemediklerini, bir fevkalâde hal sahibi olduklarını Seyyid Tâhâ Hz.lerinden aktaralım ve anlamaya çalışalım. Seyyid Tâhâ Hz.leri bir gün mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin durumunu seyrederken kendinden geçer ve der ki, “Ey Azizim, Allahü Zülcelâl'e karşı gerçeği söylüyorum. Geçmiş zevatın içerisinde belki senin benzerin nadirattandır. Hepsinden üstünlüğünüz vardır, noksanlığınız yoktur. Fakat etrafınızdaki kimseler, bizim gibi zavallı, senin hal ve durumunu bilmeyen kimseler, yani bizler, sizin etrafınızdakiler size lâyık olamıyoruz” der. Mübarek cevaben şöyle buyuruyor: “Evlâdım Seyyid Tâhâ kendini bu şekilde görme. Vallahi geçmiş zevatın ne halifeleri, ne de müridleri ile hulefa ve müridlerimi değişmem. Onların zamanı başka, benim zamanım başka.

Ben başkaları gibi coşturup da geçmiş zamanlarda olduğu gibi öyle başıboş bırakmıyorum. Yani çobanlığı, idareyi elimden bırakmıyorum. Çilbir ve zimam-ı umur elimdedir.” Mensublarının hali böyle olduğundan Mübarek Seyyid Tâhâ kendinde bir varlık hissedemiyor. Onun için diyor ki “Vallahi Seyyid Tâhâ benim sicilim Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzuruna arz edilir de kaydı kuyudu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisi münasib gördüğü tarzda yazar, ben kendim bunda dahi tasarruf etmiyorum.”

Nitekim Muhammed Halil kendisi dahi Seyyid olduğunu dahi bilmiyor. Bu Muhammed Halil kendisi otuz küsur sene dergâhta çalışmıştır. Sonunda kendisinde öyle bir hal görüyor ki âdeta sıfır. Tamamen müflis bir hal, “buraya gelen herkes adam oldu, bense otuz senedir buradayım hiçbir şey olamadım. Ben niye fuzuli olarak buradakilere külfet olayım. Hemen buradan kalkıp gideyim ve yok olayım diyor. İnsan olmadıktan sonra burada kalamam neye yarar” diye bu şekilde düşünürken biranda karşısına Muhammed Ali Hüsameddin çıkar ve “nasılsın Seyyid Muhammed Halil” diyerek hal hatırını sorar. Bu, Muhammed Halil'in çok acayibine gider. Ben Seyyid olmadığım halde Mübarek bana Seyyid diye sesleniyor. Kendisi tereddüd içindedir. Çünkü kendisi Seyyid olduğunu bilmiyor. O anda Mübarek şöyle buyuruyor: “Evlâdım senin ceddin buyuruyor.” Böylece onun Seyyid'liğini ilân eder. Kendisinin bu boşluğu geçiş tarzı hakkında şöyle buyuruyor:

“Benim zamanım geçmiş zamanlar gibi değil, ben herkesi kendi başına bırakıp da başkaları gibi çırpınıp coşturmam. Zimam-ül umur benim tasarrufumdadır. Böyle coşkulu bir hal olamaz. İstikâmet ve sükûnet içinde gelip geçmektedir. Vallahi Mahşer âleminde benim mensub ve Mahsublarım damgalıdır,” diyor. Bunu kendisi söylüyor. Damgalıdırlar, bu dünyada pek fazla görünmeseler de, fakat uhrevî âlemde benim mensublarım damgalıdır. Herkes tarafından bilinen şahsiyetlerdir. Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayeti ile.

Bir gün Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) “Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde büyük bir iltifata hâs bir iltifata mazhar olacaktır.” buyurunca, sordular: “Efendim bu hâs iltifat nasıl olacak?” Buyurdu ki: “Mahşer günü sâdâtlar oldukça livail hamd sancağı altında, Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın etrafında olurlar. Herkesin bu dünyadaki ferasetine, hizmetine, Ümmetine karşı yapılan cehdü cühûduna karşılık Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nazarını ve hoşnutluğunu celbederler.” Onun için o Mahşer gününde Hz. Şah Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde çoklarından çok muazzam kıymet ve değere sahihtir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hâs bir iltifatına mazhar olacaktır. Çünkü onun hizmeti diğerlerine benzemiyor. Zaman, onun zamanı idi. Diğer zamanlar, onun zamanına benzemiyor. Bu Ahiruzzaman. Nitekim Hadiste de: “Öyle bir gün gelecek ki o zaman işlenen bir sevab Sahabenin işlediği sevabın yetmiş muadilidir.” Sahabe sorar: “Ya Rasulullah bizim sevabımız mı, yoksa onların sevabı mı çok olacak?”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “onların sevabı sizin sevabınızın yetmiş katı olacak” buyuruyor. Zira zaman Ahiruzzamandır. Bu zamanda ümmete yapılan hizmet başka zamanlarda yapılan hizmete benzemiyor. Ve coşkulu hallere pek ihtimam etmiyor. Mensublarım kendi başlarına bırakmıyor. Onun için tasarrufu daima elinde. Esasen kendisi idare etmektedir. Zimam-ül umur elindedir. Her hangi birisine başvursa, kendisini müflis kabul eder. Çünkü fazla bir şey bırakmıyor ellerinde. Bu esasen Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tezidir. İşte aynı zamanda Seyyid Tâhâ da bunun gibi coşkunluğu tasvib etmezdi. Hatta bir gün Cizreli Şeyh Said vardı, meczub Şeyh Said değil de bu, onun yakınlarında olan bir Şeyh Said. Bir gün böyle coşkulu bir anında tokat dahi atmıştır. Ama Şeyhimiz, Seyyid Tâhâ, Muhammed Halil'in yöntemleri ise kendilerini aciz, müflis, daima hiç yok hükmünde görürlerdi.

 

Hülâsa: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i bütün yönleriyle anlatmak kabil değildir. Kısadan gitme, anlatma sorumluluğumuz vardır. Zaten en acayib olan yanı, yani insana ibret verecek, en büyük mahiyeti yüzlerce defa dahi duymuşumdur ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ve izni olmadıkça yerden bir çöp dahi kaldırmazdı. Daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti beraberinde idi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadıkça ne bir halifeye icazet vermiş, ne de herhangi bir emri yürütmüştür. Tamamen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti altında yürümekte idi. Tabi bu herkese nasib olmaz.

 

ŞEYH ABDÜLAZİZ'İ DEBBAĞ (K.S.)'A GÖRE ĞAVSIN GÜCÜ

İşte, Şeyh Abdülaziz Seyyid'i Şerif ğavsiyet ile alakalı makamı, ğavsiyetlik meziyetini anlatırken, öyle bir hale gelir ki, mükevvenatı tamamen nazarı altına alır. Öyle bir güç sahibidir ki Vallahi ğavsın haberi olmadan bir kedi bir fareye tasallut edemez. Bir yaprağın düşmesi dahi bilgisi dahilindedir. Ondan bile haberdardır. Bu hale gelince de kendinden her hangi hal değişikliği olmaması için Allahü Zülcelâl perdesini kaldırınca bakar ki her şey Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altındadır. Tasarruf Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir. Emir ve kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır. Kendisi de onun hükmü altında âdeta bir maşadan ibarettir. Alet edavattan ibarettir. O zaman kendisini öylesine küçültüyor ki, bir hiç hükmüne giriyor. Fakat Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de Allahü Zülcelâl'in azameti ve celâleti karşısında o da aynı hükme girer. Çünkü tüm hakimiyet Allahü Zülcelâl'indir. Allahü Zülcelâl'in karşısında olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Rasulullah'ın karşısında da ğavsiyet makamında olan şahsiyettir o makam ona veriliyor. O da sadece emir ve kumandaya bağlıdır ki nasıl bir icraat yaparsa yapsın kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır. Onun için böyle bir ğavsiyet makamında olan bir zât, o anda gördüğü harikalar vesaire karşısında kendisini o kadar basit bir halde görüyor ki, bu kurbağa kadar kendisini güçlü hissetmiyor. Kendisinde hiç bir varlık görmüyor. Sebebi ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hakimiyyeti altındadır. Bunda kendisinin hiç bir esamesi yoktur.

 

Şeyhimizde şöyle buyururdu:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Allahü Zülcelâl'in azameti karşısında, kainat onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen, Rabbimiz de ona o kadar değer vermesine rağmen, O'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında âdeta titrer bir haldedir. Nasıl ki bir sigara kâğıdı en ufak bir esinti karşısında titrerse, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında böyledir.”

 

Hülâsa: İşte bu gibi hakimiyetler karşısında, hangi güçle acaba kendine “ben şuyum buyum” diyebilir. Hele bilhassa şühûd hali varsa, ancak bu anlatılan meseleler, eğer bir kimse coşkunluğu varsa, sekir halinde ise bazı şeyleri konuşuyorsa, o terakkiyat halindedir. İstikrarlı bir duruma gelmiş değildir. Sekir halinde ise sorumlu değildir. Sahv (Ayıklık. Aklı başında olmak) halinde ise sorumludur. Yalnız Allahü Zülcelâl tarafından emrivaki ile olursa, “bu nimetlerden söyleyebilirsiniz” diye bir emir ile olursa caizdir. Yoksa bu gibi şeylerden hazer ederler. Zira sırrı ifşa etmek evliya için tehlikelidir. Aslında sırrı ifşa ettikten sonra ona ilâve yoktur. Sır verilmez. Nitekim devlet sırrını bile ifşa eden kimseye bir daha sır verilir mi? Asla. Mübarek Şeyhimizin buyurduğu gibi bizim tezimiz, bizim meşrebimiz başka, onların tezi ve meşrebi başkadır. Mübareğin kasd ettiği tez ve meşreb, meşreb-i Sıdıkıyyedir. Sırrı ketmedebilmektir. Sükûnet ve istikrar içinde olabilmektir.

Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse Ebubekir Sıddıka baksın.” Zira Hz. Sıddık (ra) var-yok içinde, mahfiyyet içinde oluyordu. Sırrı daima muhafaza etmekte idi. Öylesine muhafaza etti ki, hatta dayanamayacak hale geldi ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) artık üzerinden artışı kesti, gücü nisbetine göre verdi. Nefes alıp verirken ciğerlerinden yanık kokusu duyulabilecek duruma geldi. İşte Şeyhimizin dediği hakikî meşreb budur. Bunun üstünde hiçbir meşreb yok. Hatta Gavsul Âzam hemen hemen her şeyi konuştuğu, Allahü Zülcelâl'ın bülbülü diye buyrulduğu halde, Mübarek vefat edeceği zaman o lâtif yanaklarını toprağa koyarak diyor ki: “İşte kemâliyet bundadır.” Evet kemâliyet gerçekten budur.

İmamı Rabbani'nin buyurduğu gibi:

اين التراب اين رب الارباب

 “Eynet tûrab ve eynerabbül erbab.” Rabbül Erbab karşısında topraktan mâ'mül olan bir nesne kendisinde bir varlık mı hisseder acaba? Bir kıymet ve değer mi biçer kendisine? Asla, gerçek bu. Onun için her hangi bir evliya fazlaca yaygın keramet gösterdi ise, sırları ifşa etti ise, mutlaka vefat edeceğinde, sekarat halinde pişmanlık duyar. En huzurlu halde giden kimse Sır sahibi olan, sabır ve tahammülü olan kimsedir.

Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz.leri, “Sabır üç nevidir. Dördüncü ve en şiddetli olan Evliya sırrına sabırdır.” buyuruyor. Neye sabredecek? Elbetteki Sır karşısında sabır ve tahammül edecek, sırrı ifşa etmeyecektir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Muhammed Ali hüsameddin ile alâkalı ne söylesek, ne kadar anlatsak yine de azdır. Zira, kerametlerinin sayı ve adede sığmıyacağını ve aklın dahi idrakten aciz kaldığını beyan etmişlerdir. Çünkü, ciltlerle te'lif edilmiş kerametleri vardır. Mecmua halindedir. Çok muazzam, çeşitli harikalar vardır. Tabi inanan, saygısı ve sevgisi olan bir kimse, böylesine zâtları kerametleri sebebiyle sevmez, ama, kerametler de insana biraz haz verir, biraz güç takviye eder, durgunluğu giderir, aşk ve hevesini arttırır. Bu sebeble bazen de keramet zaruri görülmüştür.

Böylece, bundan sonra, Allahü Zülcelâl nâsib ederse, İnşallahü Teâlâ Rabbimizden inayet dileyerek, inayetine sığınarak, tevfikatına dayanarak, bizi Mübarek zâtların tasvib ettikleri ne ise, bu gibi yöntemlerini kullanmaya nasib ve müyesser eylesin. Zira, Allahü Zülcelâl Celle ve sübhânehü doğruyu sever, yalandan da hoşlanmaz. Çünkü cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

خصلتان لا تجتمعان فى مؤمن

Yâni, “iki haslet bir mü'minde cem olmaz.” Birisi yalancılıkla hiyanet, birisi de yalancılıkla hasislik, yani bahillik. Bundan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tasvib etmediği bir şeyin, bu Mübarek zâtlardan sâdır olmasını hiçbir şekilde düşünemediğimiz gibi, onlara böyle bir isnad etmeye de her halde bize müsaade etmezler, söyletmezler, engel olurlar. Bunu da umut ederiz. Onun için, bu zâtların çok hassas olduklarına inanıyoruz. İnşallah sağlıklı, sıhhatli ve doğru olan ne ise, onu söylemeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle. Zira kardeşlerim, Mübarek Hz. Şâhı Nakşibend şöyle buyurur: “Herhangi bir kimse, herhangi bir veli, kendisinde olmayan bir rütbe, bir derece, bir makamın varlığı iddiasında bulunursa, varlığını dava ederse, bu derece ve rütbeye de sahib değilse, bu davası kuru bir dava ise, Allahü Zülcelâl ona o rütbeyi hayatı boyunca kendisine haram kılar.” Mübareklerin verdikleri başka bir karar ise; “bir kimse, veli olmadığı halde, keramet sahibi olmadığı halde, kerameti var, veliliği varmış gibi tavırlarla, böyle bir görüntüde bulunuyorsa, onun bu hali en şiddetli su-i hatimesine sebeb ve mucib olacağını kesinlikle bilsin.” Neden?

Çünkü âyet-i Celile'de buyruluyor ki:

فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

(Kehf/15)

Yani; velayet, keramet Allahü Zülcelâl tarafından verilen, Allahü Zülcelâlin bir ihsanı ve keremidir. Kendisine verilmediği halde verilmiş ve kendisinde varmış görüntüsü, Allahü Zülcelâl'a iftiradır. Dolayısıyla, “Allahü Zülcelâl'a iftira edenden daha zâlim kim olabilir.” var mıdır? diyerek, bu şekilde âyeti Celilede ondan daha yalancı ve daha zâlim bir kimsenin olamıyacağı beyân buyuruluyor.

Onun için bu anlatacağımız hususları, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle kesin olarak bilelim ki, ifrat ve tefrite zerre düşmeden, esasen Şeyhimizi methetmek de değil, bu Mübarek zâtları da hakkıyla methedemiyoruz. Mensub olduğumuz zevat hakkında bunları söylerken bunu medh bile saymıyoruz. Aslında bunlar, bu övgülerin çok daha üzerinde olan, çok daha fazlasını hak eden şahsiyetlerdir, inancımız budur. Bu anda Allahü Zülcelâl'e karşı inancımız budur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhâniyyetine karşı da bu şekilde inanıyoruz. Mahşer âleminde de bu yöndeki sorumluluğumuza razıyız.