ŞEYH ALAADDİN (KS) HZ. PİRİ ANLATIYOR

 

Aziz Kardeşlerimiz,

Şeyhimiz Hz. lerinden, Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile alâkalı anlatmış olduğu bazı mevzuları ve harikalıkları anlatmaya çalışacağız. Bu anlattığımız hususlar olan vakıalar, ifrat ve tefrite düşmeden Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile müsbet ne ise onu anlatmaya gayret edeceğiz.

Daha önce anlattığımız gibi Hz. Pir bir toplantı halinde iken oradan geçmekte olan Hızır Aleyhissselâmı göstererek, “Bir muradı olan varsa Hızır'dan dileyebilir” demesine rağmen hiç bir tanesinin Hızır'a iltifat etmediğini söylemiştik. Dolayısıyla böylesine bir ciddiyet ve sadâkat, insanın şeyhine karşı olan hele bilhassa şeyhi de hakiki bir mürşidi kâmil olduğu takdirde bağlanışı ve sadâkati böyle olmalıdır. Hedefini saptırmadan, tek bir hedefe yönelmelidir. Emel ve gayesi bu olmalıdır.

Nitekim Hz. Gavsul Âzam devresinde mübarek, sadakatli bir müridi veya halifesi dergâhı temizliyor, süpürüyor ve bu şekilde meşgul olurken oraya gariban bir derviş gelir. Kendisi ile selâmlaştıktan sonra sohbet etmek ister, onunla konuşmaya çalışır. Fakat o mürid der ki: “Efendim beni temizliğimden alıkoyup meşgul etme, benim bu işi yapma sorumluluğum vardır. Beni oyalama.” diyerek münasib bir şekilde söyler. O derviş bakar ki mürid kendisine hiç iltifat etmiyor ve müride diyor ki: “Sen beni tanımadın mı? Ben Hızır'ım.” Mürid: “Biliyorum efendim. Allah razı olsun.” Hızır (as): “Benden talebin yok mu, benimle sohbet etmek istemiyor musun?” Mürid: “Efendim başım gözüm üstüne geldin, fakat mensub olduğumuz bu zât Elhamdülillah hiçbir ihtiyaç bırakmamıştır. Bizim Hızırımız da o, murad kapımız da o” diyerek Hızırla fazla meşgul olmamış. Hızır'dır diye kendisine gereken hürmeti gösterip böylece ayrılırlar.

Nitekim buna benzer bir olay da Hz. Şahı Nakşibend'in döneminde oluyor. Hz. Şahı Nakşıbendin bir müridi vardı. Bazen onu bir yerlere bazı işleri görmeye gönderirdi. O mürid de o işi görmeye gittiğinde karşısına birisi gelir, kim olduğunu bilmiyerek o işi ona havale eder, o kişide o işi hemen yapar, yerine getirirdi. Fakat o mürid çok çabuk gider, çok çabuk da geri gelirdi. Tabir yerinde ise gitmesi ile gelmesi bir olurdu. Bu hadise birkaç defa cereyan eder. Hz. Şahı Nakşibend bir defasında bu müridine: “Evlâdım ben seni bir yere gönderdiğim zaman biraz gayret göstermek sureti ile özenerek, üşenmeden, şeyhinin muradını yerine getirerek başkasına havale etmeyerek, başkasıyla irtibat kurmadan Şeyhinin emrini aynen harfiyyen yerine getirmeni istiyorum. Başkasına havale ederek o işi başkasına havale etmeni asla kabul etmem. Senin karşına çıkan ve o işi kestirmeden hemen götürüp getirenin kim olduğunu biliyor musun?”

- “Hayır efendim.”

- “O Hızır (a.s.) dır. Ona dahi ihtiyaç duyma, kimseye havale etmeden kendin gitmen lâzım. Sen ise her gittiğinde karşına çıkan ve çok çabuk giden ve gelen birine havale ediyor ve ona yaptırtıyorsun. Onun kim olduğunu biliyor musun?” der. O da: “Hayır efendim” der. Hazret: “İşte o Hızır Aleyhisselâm'dır” diyor. Sen kendi göreceğin işi ona havale ediyorsun ben ise bunu kabul etmem diyor.

İşte bu bir denetlemedir. İnsanın şeyhine karşı olan imtihanıdır. Şeyhine bağlılığı bu şekilde olacak. Demek ki bazı hadiseler ve işleri Hızır'a dahi havale etmemek lâzım. Velev ki Hızır dahi olsa ona bağlanmamak lâzım. Çünkü, Şeyhinin emrini harfiyyen ve büyük bir itina ile, başkasına havale etmeden, bizzat kendisinin yapması gerekir. Şeyhinin hedefini saptırmamak lazımdır. Nitekim, filhakika Hızır (as) yüce bir zâttır. Bazı rivayetlere göre nebi, bazı rivayetlere göre de velidir. Bu yönü ihtilaflı olsa da neticede büyük bir zâttır. Sahih olan kavilde Nebi olduğudur.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu gibi büyük zâtların himmetinden ayırmasın. Ancak Ümmeti Muhammedin mensublarının başka peygamberlere, Beni İsrail Peygamberlerine ihtiyaç duymaması lâzımdır. Neden? Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gücü yeterlidir. Müstağnidir, kimseye ihtiyaç duymaz. Velev ki evliyası olsa. Çünkü evliya, mensub oldukları nebinin gücüne bağlıdır.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) evliyası, başka nebilerin evliyasına benzemez. Nitekim diğer enbiyânın velilerinin tamamı bir araya gelse Hz. Sıddık'ın (ra) yerini tutamaz. Nasıl ki diğer nebilerin ümmetleri Ümmeti Muhammedin yerini tutamıyorsa, velileri de Ümmeti Muhammedin velilerinin yerini tutamaz. Zira bu velilerin böylesine yetişmesi tarzı vardır. Hülâsa: “Ümmetimin alimleri enbiya mirasçılarıdır” buyurması bu yöndendir.

 

HZ. İSA (AS)'NIN MÜCTEHİDLİK DURUMU

Nitekim Hz. İsa (Ale Nebiyyine Aleyhisselâtü vesselam) kıyametin kopması yaklaştığı devrede teşrif ettiğinde âdeta Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden bir ümmet durumundadır. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yasasını, tezini yürütecektir. Kur'an'ı azimüşşanı, şeriat ahkâmını, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sünneti seniyyesini işletecektir. Hz. İsa (as) kendisinden bir şey getirmeyecek, yani İncil ile veya başka bir şeyle, kendi varlığı ile değil de Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hükmü altında olacak. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) getirdiği yasa ne ise, Şeriat-ı Ğarrayı aynen ve harfiyyen tatbik edecek. Âdeta bir müctehid, hatta müctehidlerin müctehidi olacak. Çünkü Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alma kabiliyetleri vardır. Kendisinde de bir keşfiyat ve şühûd hali vardır. Bundan dolayı bir müctehidden çok daha isabetli hüküm verir. Müctehidlerin daha evvel verdikleri hükümler değişmeyecek. Ancak, aradaki fark, bu hükümlerde en sahih olanını, en müsbet olanını ve doğruluk yönü ağır basanını ve ahsenini işletecek. Buna kabiliyeti vardır. Hz. İsa'nın (as) durumu böyle olacak. Fakat ayrıca Hz. İsa (as) bir rasüldür. Rasüller arasında dördüncüdür. Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve dördüncüsü de Hz. İsa'dır (as). Bu rasüllük yönü ayrı bir mertebedir. Kendi istiklâl durumu böyledir. Fakat, bu şekilde gelip Şeriat-ı Ğarrayı işletirken olan mensubiyeti Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir ümmeti durumundadır. Hatta mahşerde dahi Hz. İsa'nın (as) iki yönü vardır.

1- Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte Ümmeti Muhammed ile yürümek,

2- Kendi ümmeti ile kendisine inanan ve intisab eden Havariyyun ve benzeri ile olan muamelâtıdır.

Bu hususu burada noktalayarak, Mübarek Şeyhimizin Hz. Şahla alâkalı anlattıklarına dönelim.

Hz. Şeyhimizin bir harikalığı daha var. Şöyle buyuruyor: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) dergâhının adı Hânikâh'dır. Bu Hânikâh çok geniş ve çok büyüktür. Bu dergâhta toplantılar olsun, Hatmi Hacegân olsun, Teveccüh olsun burada yapılırdı. Bu işler genellikle Seyyid Tâhâ tarafından yaptırılırdı. Fakat bazen Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bulunduğu devrelerde Hânikâh'da olan vakıayı anlatırken Şeyhimiz şöyle buyuruyor:

“Hânikâh pire Kubara ciye ruhe sed Hezara

- Yaredi Pek bare meni bi hilâfe me Kâbeye”

Yani Hânikâhı meth ederken Hânika'yı kasd ederek şöyle anlatıyor:

O öyle bir Hânikâh'dır ki, yüzbin Pirani azizanın büyük zatların ervahının cem olduğu bir yerdir. Yüz bin büyük pirlerin ervahının toplandığı yerdir. Orası öyle bir yerdir ki bizim için öyle anlar geliyor ki adeta kâbe gibidir diye tabir eder, pirânıazizânın toplandığı bir yerdir. Hepsi oraya hücum ederler. Çünkü, Rasulullah Aleyhisselâtü vesselamın Ruhaniyyetine hücumdur bu. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti Hz. Pir ile beraber olunca onun üzerine geliyorlar. Tabi zamanın da ğavsı. Hatta bazı gelip geçen yani vefat eden zâtlar kendi mensublarına bazı isteklerde bulunuyorlar. Tabiki bunlar tasarruf sahibi olan zâtlardır. İşte Hânikâh böylesine bir zâtın bulunduğu yerin adıdır. Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti de olunca Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) Kalbine karşı zamanın ğavsı ve lideri olarak hatta halifelik unvanını alan ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçısı olan zât ile karşı karşıya gelip kalbten kalbe muvacehe yapılırken burada o andaki füzüyâtı ilâhî ve envarı ilâhî ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyetinden, hayrat ve bereketinden hasıl olan faideler karşısında, Şeyhimizin bu hal çok hoşuna gittiğinden bir kelime ilâvesi yaparak diyor ki: “Bi hilâfe me Kâbeyi = Hilafsız olarak bizim için bir kâbedir,” diyor.

Yani orada o kadar faide görüyor ki, bundan dolayı bizim için âdeta Kâbe mesabesinde hatta, Kabe'den daha elzem ve daha fâidelidir diyerek dile getiriyor. Zira bilindiği üzere Sahabeyi Kiram da aynı şekilde muvacehe ile Rasulullah'la (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) karşı karşıya geldiklerinde aldıkları hazzı, fâideleri Kabe'nin karşısında alamazlardı. Hâşâ, diyeceksiniz ki, O Rasulullah'tı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), O başkadır. Evet doğru, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka, fakat bu zâtlar da Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçılarıdır. Ve aynı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sistemini, tezini kullanıyorlar. Kabiliyet ve istidad olduktan sonra, muvacehe ile karşı karşıya gelince envâri ilâhiye kalbi öyle bir hale getiriyor ki:

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ

 (Enbiyâ/18)

Hak bâtıl ile karşı karşıya gelince, bâtılın eserini bile bırakmaz. Kalbi saf bir hale getirir. Hiçbir kir pas bırakmaz, bütün perdeleri kaldırır, yırtar, yok eder.

İşte Şahı Nakşıbend'in (ks): “Yolumuz Eshab yoludur” demesi bundan dolayıdır. Tabiki Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirdiği sahabedir. Şu bir gerçektir ki sahabenin derece bakımından en ednâ olanı, tabiin en hayırlısı olan Üveysül Karani'nin derecesinin üstündedir. Yani Üveysin mertebesinin zirvesi, mertebesi en düşük olan sahâbinin derecesinin bidayeti bile değildir. Daha aşağısıdır. Sahabe ile kıyası kabil değildir. Buna böylece inanıyor ve itiraf ediyoruz.

Ancak zamanın Kutbu ve Ferdi (bir tanesi) olan zâtın tezi aynı bu şekildedir. Bilhassa Nakşibendiyye tarikatının esas üslûbu ve tezi budur. Terbiye tezi Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tezinin metodunun aynısıdır. Kalb müvacehesidir. Onun için kalb kalbe karşı gelince yetiştirecek olan zât karşısındakini yetiştirir. Eğer, o kabiliyet var ise, hakiki bir mürşidi kâmil kabiliyetine sahibse, karşısındaki talib de aynı şekilde kabiliyetli ise, inanın ki Kâbede bulamadığı fevkâledeliği kat be kat burada bulur. İşte Mübarek Şeyhimiz buna dayanarak böyle söylüyor. İşte, Ebul Abbasil Mursi Hz. leh de bundan dolayı diyor ki: “Şeriata muhalif olmasaydı kutba karşı muvacehe kılmayı, Kâbeye muvacehe kılmaktan üstün olduğunu söylerdim.” Fayda ve yarar bakımından. Yine, “namaz kılarken Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü dediğinizde ne duyarsınız?” diye sorduğunda, “bir şey duymuyoruz efendim” dediklerinde: “Vallahi “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğim zaman selâmın karşısında cevabını alamaz isem, kendimi insan sınıfından saymam” diyor.

Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsameddin de (ks), Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti her an kendisi ile beraber olduğundan “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğinde hiç şüphesiz selâmın karşılığını Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alırdı. Ayrıca kalb muvacehesi esnasında, tabi Mübarek şühûd ehlidir. Şühûd ehli olan bir zâtın üzerinde olan tecelliyât, Tecelliyât-ı Zâtiyyedir.

Böylesine tecelliyâtı ilâhiyyeye mazhar olan, kalbinde envârı ilâhiyyeyi taşıyan bir zât ile karşı karşıya gelen bir kimse, o andaki feyzi, zevki Kabe'de bile alamaz, bulamaz. Çünkü Kabe'deki tecelliyât, tecelliyâtı sıfatiyyedir. Zâti tecelli yok orada. Kabe, zâti tecelliyeye kabil değildir. Kabe şöyle dursun, hatta arşu âlâ dahi tecelliyâtı sıfatiyyenin merkezidir. Onun için Allahü Zülcelâl'in insan oğluna vermiş olduğu cihazlar, hiç bir nesne de yoktur.

 

Kardeşlerim,

Şeyhimizin kullanmış olduğu bu tâbirin, bu cümlenin isbatına gerek duymuyoruz. Zira kendimiz ve mensubu olanlar, Şeyhimizin hiç bir şekilde ifrat ve tefritinin olmadığını yakından bilirler. Ve kendisinin daima gizli bir sır sahibi olup, böyle şeyleri anlatmayan bir şahsiyet olduğunu da bilirler. Fakat, Şeyhine karşı olan aşkı ve muhabbetinden dolayı böyle bir cümle kullanılmıştır. Şeyhimizin bu tabirini, onu tanımayanlar okur da bunu çok görür ve yerinde olmadığına kanaat getirir diye, bu ifadesinin üzerinde durmak ve izah getmek gereğini duyuyoruz.

 

Kardeşlerim, Kâbei Muazzama, Allahü Zülcelâl'in yaratmış olduğu kul vasfı ile mevsuf olan kimselerin tamamen kendisine bu nimeti azimler karşısında ilâhımızdır diye secdeye varmak için kulun ilâhi, Hâliki ve Rabbi karşısında secde etme ihtiyacından dolayı yaptırmış olduğu bir mahaldir. Tezellül bakımından bu gereklidir ve bir vazifedir.

Nitekim Melekler dahi aynı şekil üzeredirler. Tabi bu bir cephe tayinidir. Secde yapılabilmesi için bir cepheye ihtiyaç vardır. Hâşâ, Allahü Zülcelâl cepheden münezzehtir. Onun için beytim diyerek secde edebilmesi için bir cephe, yani Kâbeyi Muazzamayı tayin etmiştir. Beytullahtan kasıt budur. Şer'an hepimiz bunu kabul etmişiz ve farz olarak görmüşüzdür. Fakat, biz Kâbeye karşı döndüğümüzde sadece cephe tayin ediyoruz. Amma Kâbeyi müşahede edemiyoruz. Fakat, bazı daha üst kademede, derecede olan zevat yani kalb erbabı Kâbeyi müşahede eder, görür. Hatta daha ötesini de görür. Şeyhimizin âşıklarından meczûb Sûfî Numan Kâbeyi anlatırken her zaman Beytül Mamuru vasıflandırırdı.

Hülâsa; beşeriyetin kademe ve terakkiyâtına göre görüntü başkadır. Kimi önünde bir duvar görür, kimi daha ötesini ve öteleri görür. Çünkü, Kabe ile Arş arasında göklerde de Kâbeler vardır. Sefer tasları gibi.

 

BEYTUL İZZE VE BEYTUL MAMUR

Kabe ile Arş arasındaki Kâbeler, meselâ: Beytül İzze ve Beytül Ma'mur ve daha ötesi de Kurs ve Arşdır. Arşa kadar kalbimizle ve ruhumuzla alâkalı, bu minval üzere arşa kadar bu işlemler yapılır.

Herkes kendi istidad ve kabiliyetine göre görür ve bilir. Kimi doğrudan doğruya Kabe değil de Arşi Âlâyı müşahede ederek namazını kılar. Zira Arş, Tecelliyâtı Sıfatiyyenîn bir merkezidir. Esasen Kabe üst üste aynı merkezden alarak ve böylece envârı İlâhiye, Tecelliyâtı Sıfatiyye merkezinden Kâbeye, bu şekilde anında gelir. Bu hal her ferdin gücüne göre ve kabiliyetine göredir. Amma bu Tecelliyâtı Sıfatiyye ile daha ötesine geçmiş olan bir zât, tabi bu zâtların ruhun üzerine SIR-HAFİ-AHFA durumları vardır. Bunlar arşa falan razı olmazlar. Arşın arada bulunması dahi onlar için bir mâsivâdır, bir haildir. Mania ve engeldir. Bu sebeble bu zâtlar, Âlemül Emr yani arşın ötesindeki Âleme müteveccih olarak namaz kılarlar. Âlemül Emr; arşın daha üstünde ve ötesinde olan bir âlemdir. Bu âlem Âlemül Halktır. Bu âlemin ötesi Âlemül Emr'dir. Arşa kadar olan âlem, Âlemül Asğar'dır. Arştan ötesi Âlemül Ekber'dir.

Hülâsa:

Âlemül Ekber'i aşan zâtlar nereye bakıyor? Kıblesi kim ve neresidir? Nasıldır?.. Bunu anlamakta ve anlatmakta aciz kalıyoruz. Nasıl anlatalım ki?..

Onun için Tecelliyâtı Zâtiyye sahibi olan zevat meselâ Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ve benzerleri. Bunlar çok aciyib zâtlardır. Dereceleri çok yüksektir. Bu zevat Allahü Zülcelâl ile aralarında hiç bir perdeyi, masivâyı kabul etmezler. Buna mutmain olmazlar.

 

BEYTULLAH VE ABDULLAH

 

Kardeşlerimiz;

Bu tecelliyât merkezlerinden birisi Beytullah diğerisi de Abdullah'tır. Hangisinin daha üstün ve istidatlı olduğuna gelince: Abdullah İbni Ömer'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

المؤمن عند الله اعز من الكعبة

Mü'min Allah indinde (katında) Kâbe'den daha azizdir. Onun için biri Abdullah biri de beytullahdır. Aslında Beytullah Abdullah'a müştak ve âşıktır. Nitekim İmam-ı Rabbani'nin oğlu Muhammed Masum Hz. leri şöyle buyuruyor:

رأيت الكعبة المعظمة تعانقنى وتقبلنى بإشتياق تام

 “Kâbeyi Muazzamanın tam bir iştiyakla beni öptüğünü ve muanaka (birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma) yaptığını gördüm,” diyor. Gavsul Azam Hazetleri ise, “bazı kutubları görüyorum ki Kâbenin etrafında yedi dönerken, Kâbe benim hiyamımın (çadırlarımın) etrafında tavaf eder” buyuruyor. Bunun gibi bir çok zâtlar meselâ İbrahimi Metbuli, hatta İmam-ı Rabbani Hz. lerinin bu yönde öylesine harika sözleri vardır ki bu sözler karşısında insanın aklı durur. Amma bu gibi zâtlara bunu çok görmeyelim.

Binaenaleyh ABDULLAH, BEYTULLAHTAN üstündür. Çünkü, bilindiği üzere Allahü Zülcelâl'in kendisine hilâfetlik yapan (Yeryüzünün halifesi) ABDULLAH'tır. Allahü Zülcelâl'in elçisi olarak gönderdiği yine ABDULLAH'tır. Abdullah'ın gördüğü işleri ve vazifeleri hiçbir nesne göremez ve yapamaz. Onun için Allahü Zülcelâl insan oğluna öylesine harika kalb cihazları vermiştir ki, bunun karşısında idrakten akıl aciz kalır.

Nitekim İmam-ı Ali'nin (ra) buyurduğu gibi:

اى انسان جرمك جرم صغير وفيك انطول عالم الاكبر

 “Ey insan, senin cürmün ufak bir cürümdür. Ama o ufak cirminde Âlemi Ekber mündemiçtir, mündericdir, (bir şeyin içinde bulunan, içine konulmuş, sıkıştırılmış)” buyuruyor.

 

ALEMİ EKBER VE ALEMİ ASĞAR

Âlemi Asğar ve Âlemi Ekber'den kasdedilen: Bu dünya ve ahiret âlemi ittifaken ÂLEMİ ASGAR'dır. Yani Arşu Âlâya kadar olan âleme, Âlemi Asğar denir. Bu âleme aynı zamanda ÂLEMÜN NÂSUT (insanlık âlemi) ve ÂLEMÜL MELEKÜT (Melekler Âlemi) diye de tabir edilir. Bunun her ikisine ÂLEMÜL HALK tabiri ile küçük âlem yani Âlemi Asğar denilir. Şu yaşadığımız âlem âlem-ün-nasut gökte de âlem-ül-meleküt. Bu her ikisi birleşerek âlem-ül halk. Bu âlem-ül halka Arş ve Kursî de dahildir. Alemi asgâr budur. Âlem-i ekbere göre küçük bir âlemdir. Hz. Ali (kv)'nin buyurduğu; Gözümüzün basarıyla nereye kadar görebiliyoruz. Ancak kalb basireti ile gökleri bile rahatlıkla seyredebiliyoruz. Bunun da ötesinde Ruh basireti vardır ki bununla kursîyi de, Arşı da görebiliyor, istiab edebiliyoruz. İşte Arşdan ötesi alem-i emr veya âlem-i ekber başlamıştır. Alem-i Halk bitmiştir. İşte, kalbin terakkiyatı buraya kadardır. Bundan sonra ruh kısmına, SIR-HAFİ-AHFA kısmına geçerse, bunların hepsinin terakkiyatı ÂLEMİ EKBER'dedir. Âlemül Ekber denilen âlemin yanında Âlemi Asğar bir damla mesabesindedir. Arşu Âla'dan ötesi Âlemi Ekber'dir. Dikkat edilecek olursa Âlemi Ekbere bakın ki Allahü Zülcelâlin insan oğluna vermiş olduğu bu harika cihazlarla ve terakkiyât yoluyla o âlemi dahi kat ediyor. Böyle olunca kâmil bir Abdullahın kabiliyet ve istidadına, bir de Kâbenin kabiliyetini düşünün. Kâbeyi muazzama esasen arşdan feyz alır. Ve tecelliyât Tecelliyâtı Sıfâtiyyedir, tecelliyatı zat'a kabil değildir. Hatta arş bileTecelliyâtı Zâtiyyeye kabil değildir. Onun için insan oğlunun yaradılış bakımından bir harikaiığı vardır. Hiçbir nesneye benzemez ve kıyas da kabil değildir. Allahü Teâlânın insan oğluna vermiş olduğu bu cihazların yaptığı görevi idrakten akıl aciz kalır. Alemül Ekber dürülüp bükülüp insanoğlunun içine dere edilmiştir. Hülasa bunu ehillerine bırakmak lazım. Fehmedemediğimiz şeyler karşısında muteriz olmayalım. Çünkü muteriz olmamız zarardan gayri bir şey getirmez. Muteriz olmamız durumunda bu Mübareklerin hayrat ve bereketlerinden faydalanamayız. Peki, Kâbede bu meziyetler ne arasın? Bu mümkün müdür? Muhammed Masum Hz. lerine Kabe muanaka etti demek taş kalkıp gitmiş sarılmış demek değildir. Bunlar mâniyat halleridir. Kabenin maneviyatı Muhammed Masunun maneviyatının hayranıdır. Zira Kabe tecelliyatı sıfatiyedir. Arşdan bu yana bu işlem vardır. Fakat Arşdan ötesi Alemül Ekber olup orada tecelliyat-ı zâtiyyedir. Bakınız insanoğlunun kalbinde neler vardır. Onun için kâbe bu misilli Abdullaha böylesi zâtlara aşıktır ve müştaktır. Ayeti celilesinde Allahü Zülcelâl buyuruyor ki; Âdemoğlunu mükerrem kıldık. Bu sebeble onu karada ve denizde taşıyacak birçok şeyler halkettik. Erzak yönünden de sayılmayacak nice nice ni'metler vermişizdir. Ni'metleri saymaya kalksanız sayamazsınız. Ve oldukça da insanoğlu içindir. Melekler yiyip içmezler. On sekiz bin âlemdeki mahlukat arasında efdal kılınmıştır insanoğlu...

 

Kardeşlerimiz;

Bilindiği gibi Kâbe-i Muazzama'nın üzerine günde yüzyirmi rahmet iner. Bu rahmetin: Altmışı Tavaf edenlere, Kırkı Kâbede namaz kılanlara, Yirmisi de Kâbenin karşısında oturup Kâbeyi seyredenlere'dir.

 

GÜNLÜK ABDULLAH ÜZERİNE İNEN RAHMETİN TAKSİMİ

Peki, Abdullah Beytullah gibi midir?[1]

Şahı Nakşibend Hz. leri mensub ve mahsublarını uyararak buyuruyor ki: Kalbinizi temizleyin, dürüst olun, kalbinizi Tarikatı Aliyyeye uygun hale getirin ve kendinizi de bu âli tarikata yakışır bir hale getirin. (Eğer bu hale gelirseniz) vallahi sabah akşam ve her zaman keremi ilâhiyyeden gelen feyizlerden sizin de nasibiniz olacaktır. Hatta bir arif şarkta veya garpta bulunursa, kendisine Allahü Zülcelâlin kerem ve ihsanından vermiş olduğu füyüzâtı ilâhiyyeden vallahi nasibini hemen alır.

Bu Mübarek sadece Kabe ve Kâbenin etrafından faydalanıyor değil bu ve bunun gibi muhterem zevat dünyânın tamamına (kendilerine mensub ve tabi olanlar ayrı) kendilerine mensub olmayan fakat böylesine zâtlara saygıları ve sevgileri olan, sade bir Müslüman olanlar da nasiblerini alırlar. Yeter ki inkarcı olmasınlar. Bunların da bu feyizinden olan payları ayrı ayrı verilir.

Kâbede nasıl ki böyle bir taksimat varsa Beytullahta olan bu taksimat Abdullahda da aynen vardır.

Zira hakiki Abdullah yeryüzünde FÜYÜZATI İLAHİ'nin dağıtım merkezidir. Dağıtılacak olan kendisidir. İşte ABDULLAH ile BEYTULLAH arasındaki farkı böylece anlatmış oluyoruz.

Beytullah'ta Mescid-i Haramın dahilindedir. Bu rahmetlerin hududu bu kadardır. Ancak Abdullah öyle değildir. Allahü Zülcelâl'in diğer kullarına tamamen bir imdâd merkezidir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nasıl ki âleme rahmet ise, bu dahi bir nebzecik umumadır. Dünyaya tamamen şâmildir. Bundan dolayı Şah-ı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: “El arifü fi hazihid dünya ma huve linefsihi bel hüvelli gayrihi = Arif, bu dünyada kendi nefsine hizmet etmiyor, diğerlerine hizmet ediyor, tüm ümmeti Muhammed'e.”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in gayretkeşliği devam etmektedir. O'nun füyüzatının bu dünyada merkezi kendisidir. Allahü Zülcelâl'in zat ve sıfat tecelliyatına bir merkez durumundadır. Ondan ötesine artık yaygın hale gelir. Nasıl ki kâbeyi “beytimdir” diye merkez ittihaz ettiyse, “Abdimdir, Abdullahdır” diye Onu da merkez ittihaz etmiştir. İşte Abdullah ile kabe arasındaki farkı böylece anlamış oluyoruz. Beytullah Halil yapısı Abdullah Celil (Celle Celaluhu) yapısıdır.

 

*********

Gavsül Azama gelince şöyle bir sözü vardır. Rahmetullahi aleyhi ve radyallahu anh.

كل قطب يطو ف با البيت سبعة وا نا البيت طا ئف بخيامى

Her kutup kâbenin etrafında yedi şavt tavaf ederken, kâbe benim hiyamım (yani çadırım) etrafında tavaf eder. Kâbenin tavaf etmesi kişiye yâni sadece Gavsul Azam has değil. Muhammed Ma'sum İmam-ı Rabbani'nin oğluna ve Seyyid Aliyyil Havvas'ın şeyhi, İbrahim-i Metbuli içinde vâki olmuştur aynı hal. Velhasılı bu birçok zâtlar içinde vâki olmuştur. Çünkü Kâbenin üzerindeki tecelliyat, tecelliyatı sıfatîyedir. Zâtiye değildir. Yâni kabe mü'min gibi zati tecelliye kabil ve imkân sahibi değildir. Kâmil bir mü'minin üzerine olan tecelliyatı, tecelliyatı zâtiyedir. İnanın ki arş dahi tecelliyatı sıfatiyenin merkezidir. Yani arş dahi buna kabil değildir. Onun için Cenab-ı Rasulullah'ın bulunduğu yer kendisi değil, kendisine temas eden toprak dahi arşdan efdaldir Allah nezdinde.

Netekim Ebu’l Abbasi’l Mursî Hazretleri şöyle buyuruyor: Namaz kılarken “Essalamü aleyke eyyühennebiyyü” dediğinizde ne duyarsınız? Bir şey duymuyoruz efendim dediklerinde, Vallahi bu fakir eğer selamın karşılığını alamazsa kendini insan diye addetmez. Onun için Rasulullah'ın selama karşılık verdiği apaçıktır. Zira o kadar yakin ki; Pirimizin de Rasulullahın ruhaniyeti daima beraber olunca, “esselamü aleyke eyyühennebüyyû” dediği zamanda mutlaka karşılığını cevabını Rasulullah'dan alırdı. Bu inancımız kesindir. Bu haa... İşte hem tecelliyat yönünden hem salavat yönünden yani Rasulullah'a bir yakınlığı ve tecelliyatı zâtiye şuhud ehlinin oluşu mutlaka tabi haliyle hakikaten karşı karşıya gelmek Kâbeden üstün fezâil bakımından feraid bakımından yâni faydalanma bakımından, çünkü Kâbede evet Kâbe Rabbımızın umuma şâmil olan bir evi artık koymuş oraya yönelir, ordan yapın, velâkin tabi bu gibi zevatlar müstesnadır. Gene ayni şeriata dayanarak Kâbeyi de hoşgörürler güzel görürler. O yönlerden onların alışları başka çeşit alma bizimki hiç olmazsa Beytullah'a gidiyoruz. Beytine kast edince Rabbımızın mükafatını ihsanını emel ediyoruz. Bu kesindir. Bu hepimizin bize düşen vazife budur. Allahu Zülcelâl mahrum etmesin.

 

Kardeşlerim;

Biliyorsunuz ki hepimizce ma'lum melaike dahi ademoğluna secde etmiştir ve ademoğlu Allahu Zülcelâl'in bir hâlifesidir. Halife olması mümkündür. Halife olması mümkün olan bir şahsiyet, bir beşer, insan-ı kâmildir.Kâmil bir insan yeryüzünün hâlifesidir. Peki Kâbenin böyle bir vasfı var mı? Nasıl hilafet yapıyor acaba? Kabe'nin hilâfetliği var mıdır? Ademoğlunun ıslahını bu ana kadar irşadını, tevhidini bildiren anlatan insanoğlu değil midir? İnsanın vasıtalığıyla değil midir?

Kardaşlarım; insanoğlu kıymetlidir. Çok kıymetlidir. Allahü Zülcelâl'in verdiğinde inanın ki insanın kıymeti üstünde bir kıymet yoktur. Şöyle anlatayım: İmam-ı Ali (ra) bir gün şöyle bir coşkunluğu devresinde Abdullah İbn-i Abbas'a diyor ki: Amucaoğlu sana öyle ilimler söyleye bilirim ki, Cebrail ve Mikail'in dahi bu ilimlerden haberi yok. Aman, amucaoğlu sen ne diyorsun? Cebrail'in, Mikail'in bilemediği ilimden nasıl söylersin? Cebrail (as) Rasulullah'la Mirac'a giderken bir makama geldide: “kıf ya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)” demedi mi? Dur burda ya Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ben burdan ötesine bir adım dahi atamam, yanarım diyor. Bu hal mevcud değil midir? Evet sonra Rasulullah uruc etmedi mi? Evet. Allahü Zülcelâl'le arasında cari hadiseler ve vakıa'lardan Cebrail ve Mikail'in haberi var mı? Bunları biliyor mu? Malumatı var mıdır? Ben bu gibi ilimden bahsedeceğim diyor. Eğer erbabı ve ehli ise fehmedebilecekse anlatılır, zira ilimlerin haddi hududu yoktur. İmam-ı Ali (k.s.) hazretleri daha Cibril ve Mikail'in bilemediği ilimleri anlatacağım diyor. Bu ilimler acaba Kabe de var mı kardeşlerim? Onun için insanın meziyeti çok yücedir, çok yüksektir. Allahu Zülcelâl müstesna bir kabiliyet ve istidad vermiştir. Öyle kalb vermiş ki yeryüzünde Allah'ın kabları mesabesindedir. Kalb pâk olduğu takdirde Allahü Zülcelâl'in envâr-ı ilahisi o kablara girer. Ama diyeceksiniz ki Muhammed Ma'sum ile Kabe hadisesi belki fikrinize gelirse yahu Kabe yerinden nasıl kalktıda müanaka etti bunu böyle sanmayın. Bu bir mâneviyet yönüdür bir meziyet yönüdür. Birbirinin meziyetleri maneviyatları nurları tecelliyatları birbirine müanaka eder. Çünkü Muhammed Mas'sum şûhûd ehlidir. Kabe ise bu seviyeye yetişmediği için buna aşıktır. Doğru. Bu şekilde kabul edelim, öyle taşlar güya yıkılacak kalkacak değil.

Bu hal maneviyat ve keşfiyat yoluyla cereyan eder. Bunu bu şekilde anlayacağız, bu şekilde kabul edeceğiz, inancımız bu.

Şeyhimiz asla boşa bir kelime söylemez, hatta ki daimi sırrı gizleyen kerametini hiç ifşa etmeyen bu yönde hiç öyle görüntüsü yoktur. Buna rağmen şeyhine karşı olan bu vasfı belirtmiştir, ilan etmiştir. Canla başla kabul etmiştir. Bizde aynen kabullendik. Ayeti celile de teberrüken:

ولقد كرمنا بنى أدم و حملناه فى البر والبحر ورزقناهم من الطيبات وفضلنا هم على كثير ممن خلقنا تفضيلاً

Rabbımızın ademoğluna ikramını, karada ve denizde musahhar kıldığı, nice nimetlere sahib olduğunu, yaratmış olduğu bir çok mahlukatından üstün olduğunu ilan eder. Bu Allahu Zülcelâl'in lütfü ve keremidir. Netekim biraz evvel anlattığımız gibi Rasulullah İmam-ı Ali'ye anlatmış olduğu ilmi Cebrail ve Mikail'in dahi bunlardan malûmatı yoktur. Onun için bu sır var ya sır Hazreti Sıddık yoluyla olsun Hazreti İmam-ı Ali yoluyla gelen olsun bu ilmi ledünnü olan Rasulullah'ın nezdinde olan ilmi, gizli tutmaya sorumlu olan ancak ehli bulduğunda verecek olduğu ilim işte bu nevi ilimlerdir. Bunlar umuma şamil değil yayılmaya da mümkün değildir. Çünkü hafsalaya sığmaz.

Şahı Nakşibend Hz. leride şöyle buyuruyor:

على المرشد ان يعلم احوال المريد فى الاز منة الثلثة الماض والمستقبل والحال حتى يمكنه ان يربيه

Diyor ki Mürşidin sorumluluğunu gerektiren hal şudur. Müridle karşı karşıya geldiklerinde bu müridin halini üç yönünden bilmesi, vukufu olması lazım. Geçmişi geleceği ve o andaki hali bilmesi, bunu keşten bilmesi lazım. Eğer bilmiyorsa o zaman nasıl terbiye edecek. Bunları bilecek ki hattaki terbiyesine geçebilsin. Çünkü yöntem, kullanma tarzını bilmesine bağlıdır. Bir hastanın mahiyetini öğrenmeden anlamadan eğer teşhis edemezsen, hangi tedaviyi kullanacaksın. Onun için diyeceksiniz ki ezeli nasıl bilsin? Evet ezelden biliyor. Esas ervah âleminde kendisine amma ümmet seçimi, amma böyle mürşidin hükmü altına girecek olan muridan seçimi, ezelde yapmıştır. Çünkü orada ayni ruhaniyetler fedakârlık yapmıştır. Sehli't Tusteri Hz.leri şöyle buyuruyor: Vallahi ezelden beri bana bağlanacak olan kimseleri müridanlarımı seçmiş bulunuyorum. Bunların terbiyesine o andan beri devam etmekteyim. İster baba sulbünde ister ana rahminde olsun. Çünkü terbiye ruh yönündendir. Ruh üzerinde yürümektedir terbiye. Mürşidin terbiyesi ruh üzerindedir. Onun için ruh terbiyesi ezelden başlıyor ve her zaman hayattır. Onun için ruh üzerine böyle olmazsa, bir çocuk daha henüz bir işlem yapmadan nasıl oruç tutabiliyor, nasıl çok harikalıklar görebiliyor, nasıl erkenden Kur'an-ı hatmede biliyor? Bunlar esasan ruhun gördüğü terbiyeye bağlıdır. Bu şekilde bunu yapabiliyor. Tamam bulûğ çağına gelmemiş ki hatta fehm de etmiyor icabında. Ama ruh temiz hale gelmiştir. Bazen mürşidi çok kuvvetlidir o gün ruhen terbiye etmiştir, bazı da mürşid yeterli değilse o anda Rasulullah'ın (sallalahü aleyhi ve sellem) ruhaniyeti ile terbiye görmüştür. Hele böyle mürşid onlar fevkalâdeliktir.

Hülasa bu minval üzerinedir. Zira Şah-ı Nakşıbende diyorlar ki: Efendim nasıl görebilsin, neyle görebilecek acaba bu hali? Şöyle buyuruyor. İsbatu bu hadis iledir:

اتقو افر اسةالمؤمن فانه ينظربنورالله تعالى عزوجل

Kâmil bir mü'minin ferasetinden hazer ediniz. Zira Allahü Zülcelâl'in nuruyla nazar eder. Allahü Zülcelâl'in nuru ile nazar eden kimse görmez mi? Tabi bu keşif bu yöndendir. Kalb yönüyle kalb nazarıyladır. Kalb nazarı öyle kapalı değil ki kapalı olsa zaten mürşidliğe elverişli değildir. Netekim yine Şah-ı Nakşibend Hazretleri: “Bir mürşidin gelen bir müridin hallerine vukufu yoksa tasarruf yetkisi yoktur” diyor.

Düşünün kardaşlarım bir mürşid eğer gelen bir müridin istidad durumunu bilmiyorsa, geçmişini geleceğini ne mal olacağını bilmiyorsa, rastgele bir tedavi yöntemi kullansa bir doktorun yaptığı gibi inanın ki zararı menfaatinden fazla olabilir. Onun için mevcud olan müridin istidad durumunu bilmesi lazım. Seyr-i sülük yoluyla mı? Cezbe yoluyla... Nasıl bir yöntem kullanacaksa ona göre bilecek ki terbiyesine girebilsin. Zira İmam-ı Rabbani şöybe buyuruyor:

اذاوقع طالب فىيد نا قص فما ذنب الطريق و ما تقصيرالطالب فان المو صل على الحقيقة هوالمرشد

Yani bir talebe, bir mürid, noksan bir şeyhin eline düşüp tam olarak yetişmediğinde bunda tarikatın hatası nedir, bu müridin hatası ve günahı nedir? Zira müridi yetiştiren mürşiddir. Mürşit esasen noksan olursa, zavallı bu müridin hatası nedir?

***

Mübarek Şeyh Alaaddin kendi şeyhi ile alâkalı bir harikalığı daha vardır. Kendim dinledim. Şöyle buyurdu:

Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) küçüklüğü devresinde emeli, HASANÜL ATTAR'ın tezinin aynısı idi. Bunun tezini arzuluyordu. Hz. Hasanül Attar, Alaaddini Attarın (ks) oğludur. Ve Şahı Nakşibend'in de torunudur.

Hasanül Attar hârika bir hal sahibidir. Bir müride nazar ettiği zaman, re'sen bir nazar ile FENA FİL EF'AL durumuna getirirdi. Halbuki bir müridin Fenafil Efal durumuna gelebilmesi, başka tarikatlarda ne kadar zaman süreceğini Allahü Zülcelâl bilir. Müridin tamamen kabiliyet ve istidadına göredir.

Fena üçtür:

1- Fena fil efal

2- Fena fissıfat

3- Fena fizzât

Mübarek Hasanül Attar Hz. leri bu birinci kademeyi bir nazarda hallederdi. Hz. Şahı Nakşibend, torunu olan Hasanül Attar hakkında: “Melikler dahi torunum Hasan'ın atının özengisini tutar ve izinde yürür,” buyurmuşlar. Zamanla bu hal cereyan etmiştir. Emir Mirza, Mübarek atına binerken atı yürüyor, Emir Mirza'da üzengisini tutarak onunla beraber yürür. Bu halden sonra Hz. Hasanül Attar bineğinden inerek Buhara'ya müvaceheten dedesi Şahı Nakşıbend'e saygı olarak dedesinin bu kerametini Emir Mirza'ye belirtmiştir. İşte Hasanül Attar (ks) böylesine bir zâttır.

Babasına gelince: Şeyh Alaaddini Attar Hz. leri ki, irşad babından çok cazib bir zâttır. Hz. Şahı Nakşibend'in vefatından sonra bütün hulefa ve müridan kendisine kayıtsız şartsız teslim oldular ve bu irşad makamında da kendisinde bir İMÂMİYET MAKAMI durumu vardır. Hz. İmam-ı Rabbani (ks) Alâiyye tarikatından yani bu kola mensubtur. Şeyh Alaaddinil Attar Hz. lerinin Alâiyye Tarikatının (kolunun) imamı olduğunu söylemiştik. Bunu kendi oğlu da beyan ediyor. Aynı zamanda Imam-ı Rabbani de “Kutbul İrşad yollarının baş tutarı olan Muhammed Alaaddinil Attar Hz. lerinin bir imamiyet vasfı vardır,” diyor. Ve bu Alâiyye tarikatının da irşad yönünden, cezb yönünden acayib bir hali vardır.İmamı Rabbani Hz. leh dahi bunu çok meth eder.

 

Hülasa, Ubeydullah Ahrar Hz. leri şöyle buyurur:

Hz. Şahı Nakşibend ahirete intikal ettikten sonra halifelerinin tamamı Alaaddin'e teslim oldular. Çünkü ondaki kabiliyet ve istidadın acayibliğini görüyorlardı.

Nitekim MUHAMMED FÂRİSE Hz. leri rabıta ve murakabe devresinde daima ğaybe düşerdi. Kendisini bilemez bir hali olurdu. Ama Alaaddinil Attar Hz. leri hiç bir zaman ğaybe düşmez, çok istikrarlı ve daima Sahv (ayıklık, aklı başında uyanık olma) hali vardı. İşte böylesine istiklâl ve irşada elverişli ve kabiliyet sahibi idi.

Ubeydullahil Ahrar (ks) tarafından söylenip Hz. Muhammed Fârise'nin kendi hattı, kendi el yazısı ile yazdığı ve anlattığı Alaaddinil Attar'ın şu cümlesi, onun nasıl yüce ve mübarek bir şahsiyet olduğunun ispatıdır. Vefat edeceği devresinde sekerat halinde şöyle söylediğini duydum:

فى مرضى موته : ان لى بعون الله تعالى و ببركة سيدنا شاه نقشبند قوة لوتوجهت الى جميع الخلاءق لجعلتهم من الواصلين

 “Allahü Zülcelâl'in inayeti ile Şahı Nakşibend Hz.lerinin bereketi ile eğer tüm mahlûkata karşı muvacehe kılsak, tamamen vâsılîn (hakka erenler) durumuna getiririz.”

Öteden beri anlattığımız bu mevzuyu burada noktalıyoruz. Ve bunun ispatı için de bunun yeterli olduğuna inanıyoruz.

İşte, bu şekilde Allahü Zülcelâl'in lütfü ve inayeti ile ve Sâdat-ı Kiramın bereketi ile Muhammed Alaaddini Attar (ks) Hz.lerinin vermiş olduğu bu kararı, muvacehe yönünden ne kadar güçlü ve ne kadar tesirli olduğunu, Kâbeye karşı muvacehe ile böyle bir zâta karşı muvacehe arasındaki farkı daha güzel anlamış oluyoruz. Mübarek Şeyhimiz de keşfiyâtı ve müşahedesi ile bu meyanda bu gerçeği söylemiştir. Zira Kâbeye de gitti, -Elhamdülillah yedi-sekiz seferi vardır- ama, denilebilir ki bu hal Alaaddini Attara mahsustur. Hz. Ali Hüsameddin (ks) bu hal sahibi değildir. Cevaben deriz ki: Hayır, kesinlikle. Nasıl ki güneşin varlığından ve ziyasından zerre kadar şüphe etmediğimiz gibi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) gücü ve kuvveti aynı zamanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat durumu ve şühûd ehli oluşu, şühûd hali ile Alaaddini Attar'dan (ks) fazlalığı, üstünlüğü var, noksanlığı yoktur. Allah şahittir. Hz. Alaaddini Attarı çok severim. Hassaten kullandığı bu cümlenin etkisinden senelerdir kurtulamıyorum. Aslında bu mevzuu' Mübarek Şeyhimizle alâkalıdır. İnşeallah ilerde Şeyhimizin hal tercümesini anlatırken, bu senelerce etkisinden kurtulamıyorum dememin sebeb ve gayesini tafsilâtlı olarak anlatırız.

 

KEŞİF VE MÜŞAHEDE EHLİ ZATLARIN

HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

 

Kardeşlerimiz;

Yeri gelmişken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) etrafında olan zevat, bilhassa Hânikah ehlinin çoğunun, keşif ehli olduğunu beyan etmiştik. Şeyhimizin buyurduğuna göre, bu keşif ehli olan zevatın Hz. Şah ile ilgili -amma keşfen, amma müşahedeten veya ayanen- görmüş oldukları bazı harikaları bir kaç kelime ile nazım halinde cümlelemişler. Şöyle buyuruyor ve tanzim etmişler.

يا من يريد طريق الواحد الصمد            كن آخر بطريق شاهنا الامجد

هو العلى الذى عظمه السرمد             هوالحساب الذى ذل له الاسد

هوالذى ذل له الحى والغول من الجبل            ظله الله  على الناسى من الازل

هوالذى ابتلئ من كان ينكره               هوالامين الذى اختاره الاحد

رجال غيب اتواحبا لصحبته                   صارواوليا كذا قطبا بهمته

احى بهمته ميت المكفنة                 صحة برحمته ضال ا لكد المظمنة

هوالذى سخر الجن له علناً                   هوالذى سلم من يعبد الوثن

هوالذى سلب العلم من العلماء       على يديه الهود والنصارى قداسلم

Hülâsa: Beyit halinde Hz. Şahı tavsif etmeleri uzun uzadıya gidiyor. Biz bir bölümünü buraya aldık. Kısaca sonunda şöyle söylerler:

فلا يعد ولايحصى كرامته { فكيف يدرك باالعقل مقامته

İşte bu Mübarek zevat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kerametlerini ve bazı vakıalarını bu şekilde dile getirmişlerdir. Ve Muhammed Ali Hüsameddin (ks) hakkında şöyle buyururlar:

Tarikata intisab etmek isteyenlere tergıben ve teşviken davet ederler. Zira kendisinde aranan tarikatla alâkalı bütün vasıfları haiz olduğunu buyururlar. Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bir nimeti azimeden olduğunu söylerler. Sebebine gelince, zira, Allahü Zülcelâl kendisini aziz kılmıştır. Allahü Zülcelâl aziz kılınca bütün nesneler, bahusus dağlardaki en vahşi hayvanat dahi aslan gibi ejderha gibi hayvanat kendisine karşı tamamen zilletli bir halde, tevazu göstererek kendisini ziyarete gelmişlerdir. Hatta kendisini ziyarete gelen bir ejderhanın başının üstüne ayağını koyduğunu resimlemişler. Bunu dahi gördük. Hz. Pirin diğer meziyetleri ve sahib olduğu o hali ki kim ziyaretine geldi ise, hayrat ve bereketinden faydalanarak ve nimetlerinden -amma Veli, amma Evtad, Ebdal ne olacaksa meziyetlerine göre, istidad ve kabiliyetlerine göre- boş dönmezdi. Bu şekilde Allahü Zülcelâl, Ezel Âleminden kendisine halk üzerinde bir gölge mesabesindedir, diye tabir etmişlerdir. Yani, bu dünyaya gelişinde insan yakıcı bir güneş altında olunca bir gölge insana nasıl ki rahat ve huzur veriyorsa ve bu gölgenin nasıl bir nimet olma özelliği varsa, Hz. Pir için de aynı misali vermişlerdir. Çünkü, ezelden beri Allahü Zülcelâl kendisini bu meziyete sahib kılmıştır. Bu dünyaya gelişinde halk üzerinde âdeta bir gölge mesabesinde olduğunu belirtmişlerdir.

Velhasıl O'nun hakkında şöyle buyururlar:

Kim ki (O'nu) inkâra kalktı ise kesinlikle ziyan etmiştir. Münkirleri tamamen ziyandadır. Neden? Zira (Mübareğin gelişi) Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı iledir. Dededen, babadan miras olarak gelmemiştir. Kendiliğinden de olmamıştır. Zira Allahü Zülcelâl kendisine bu liyakati vermiş, tazim etmiştir. Aziz kılmıştır. Dolayısıyla ziyaretine gelen kimseler karşı çıkınca hayır görmüyorlar, ama irtibat kuranlar da büyük nimetlere nail oluyorlar. Tabi Rabbimizin ihtiyarı da olunca Allahü Zülcelâl'in izni ve keremiyle elde etmek istediklerine kavuşuyorlar. Çünkü bir emanet, bir vazife mutlaka ehline verilir.Ehli olmayan birine bu emanet verilez. Zira Cenabı Hak (Celle Celaluhu) buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا

(Nisa / 58)

Allahü Zülcelâl emaneti ehline vermeyi emreder. Dolayısiyle emanet ehli olmayanın elinde olunca bundan nasıl faydalanılabilir?

Çünkü, Allahü Zülcelâlin emri yok, tasvibi yok, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve diğer muhterem zevatın tasvibi yok. Böyle olunca ondan kimseye bir hayır gelmez ve ona yardımcı da olmazlar. Çünkü bu artık saf dışı olmuş durumundadır. Kendi zincirlerinin dahilinde değil, binaenaleyh buna karşı herhangi bir sorumluluk duymazlar. Bu tipte olanlar tamamen kendi başlarınadır. Yani babasını belirtmeyen, babası belli olmayan evlât gibidir. Bu gibilerine sahib çıkan olmaz. Onun için Hânikah'daki bu Mübarek zevat bu sebepten dolayı Onun hakkında böyle söylüyorlar. Yani ihtiyarı Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı ile gelince bu gelen bir azizdir. Aziz de olunca Rabbimiz esirgemiyor. Kim iltica ederse, muhakkak istidadına göre faydalanır ve arzusuna kavuşur. Zira Muhammed Ali Hüsameddin (ks) öyle bir şahsiyettir ki; Rabbimiz cinleri kendisine musahhar kılmıştır. Ve onu gören nice putperestler putperestliği bırakmış, müslüman olmuşlar. İlmiyle gururlanan nice âlimler, bu gururlarıyla karşısına dikildiklerinde ilimleri tamamen yok olmuş, cahil ve perişan bir hale düşmüşlerdir. Nice Yahudi ve Nasara onun karşısında dayanamaz, hemen hal olur ve İslâm dinine mensub olurlardı. Nitekim Onun hakkında şöyle buyururlar:

O öyle bir zâttır ki Allahü Zülcelâl onu hayrat ve bereketiyle, himmetiyle vefat eden, kefen içerisinde olan bir ölüyü Allanın izni ve inayeti ile hayat haline dahi getirmiştir.

Şöyle buyururlar:

احى بهمته ميت المكفنة : صحة برحمته ضال الكد المضمنة

Kefenlenmiş bir ölüye hayat vermiştir. Allahü Zülcelâl'in inayeti ile ve bu mübarek zâtın hayrat ve himmeti ile. Ayrıca ne kadar müzmin inkarcı varsa karşısında mutlaka hal olurdu. Karşısında hiç kimse duramazdı. Galib duruma gelemezdi. Çok acayib bir etki sahibi idi. Mutlaka karşısındaki kişiyi etkilerdi. Nazarı çok etkili olduğundan tamamen karşısındakini hallederdi.

 

Hülâsa: Onun kerametlerinden bahsedilirken derler ki: Mübareğin kerametleri ne sayıya, ne de adede girer. Saymakla bitmek tükenmek bilmezdi. İnsanoğlunun aklı onun hal ve durumunu idrakten âcizdi. Onun için kerametleri sayı ve adede vurulamazdı. Şimdi bu anlatmış olduğumuz cinlere teshir babından Şeyhimizden duyduğumuz: Ğavsul Azam Hz.leri şu kadar hasta cinleri faideli olmuştur. Hz. Ali Hüsameddin (ks) ise daha fazlasıyla ilişki halinde olup ve daha fazla cinlere faideli olmuştur. Bunu Şeyhimizden duydum. Hâşâ böyle bir zât yalan söylemez. Çünkü bu halin içinde yaşamışlardır. Dolayısiyle ölü, yani kefenlenmiş birini ihya etmesi hadisesinde artık tafsilatlı bir şekilde izah etme sorumluluğumuz vardır. Bu hususu biraz açmak ve anlatmak gereğini duyuyoruz. Mübarek Şahı Nakşibend'in tarikatı üzerine kendisine taltif edilmiş ve ikramda bulunulmuş. Allahü Zülcelâl'in emri ile Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Saadatın tasvibi ile gelmiş, bu sâdâtı Nakşibendiyenin himmetleriyle büyük bir rağbet görmüş, Irak muhitini tamamen etkisi altına almıştır. Kendi zamanında Nakşibendiye tarikatı çok revaçtadır. Diğer tarikatlar o denemde biraz zafiyete düşmüş. Bahusus Tarikatı Kadiriyye orada çok meşhur olmasına rağmen o da zafiyete düşmüştür. O zaman Ğavsul Azam Hz. leh kendisi, Cenabı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iltica eder ve istirham ederek der ki; “Ya Rasulullah Muhammed Ali Hüsameddin'e emir buyur da benim tarikatı da ele alsın” der ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ile Kadiri tarikatını da yürütmeye karar verilir. Ve bu emirle Kadiri tarikatını da yürütmeye devam eder.

 

TARİKATLARIN MENŞEİ

 

Aziz Kardeşlerim;

Tarikatı Kadiriyye, İmamı Ali (ra)'den gelmektedir. Nakşi Tarikatı da Hz. Sıddık (ra)'dan gelmektedir. Birçok zevatın bu tarikatlara intisabları vardır. Aynı zamanda her iki tarikattan da icazetlidirler. Meselâ: CAFERİ SADIK HZ. lerinin ZÜLCENAHAYN durumu vardır. İmamlar yolu ile İmamı Aliye hem de Hz. Kasımdan itibaren Nakşibendiyyeye intisabları vardır. Birçok zevatın, her iki tarikata intisabları olduğu gibi Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çeştî, Kübrevî gibi üç beş tarikata intisabları vardır. Ve bu tarikatlardan icazelidirler. Teberrüken bir çok tarikatların mensubudurlar. Ancak Nakşî tarikatının sâdâtları illâ ve illâ Nakşî tarikatının hem kestirme yönünden, hem harikalığı ve hem de üstünlük yönünden, sadelik bakımından, taklitçiliğe imkânı olmamasından, yani Rabbısı ile kendisi arasında oluşundan, hepsi bundan ve böyle olmasından çok haz duyup buna devam ettirmişlerdir. Zira Nakşîlikte Zikri Hafi esastır. Rabbi ile kendi arasında olduğundan riya ve taklitçiliğe fırsat vermez. Ve bu yolda istikamet aranır. Dışa vurmadan tamamen iç âleme yöneliktir. Allahü Zülcelâl ile başbaşa olduğundan taklitçiliğe mahal yoktur. Bundan dolayı sâdâtların çoğu ekseriyetle tarikatı yürütme yönünden Nakşî tarikatı üzerinde dururlar.

Meselâ: İmam-ı Rabbani'nin iki oğlundan biri olan Muhammed Masum Hazretleri Nakşî Tarikatını yürütmekle, diğer oğlu Muhammed Said de Kadri tarikatını yürütmekle me'murdurlar. Bu şekilde silsile olarak Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.lerine gelinceye kadar. Daha evvel anlatmış olduğumuz Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) itibaren Sıddıkı Ekber vasıtası ile intikal eden o sırrı aziz, intikal ederken onu üstlenebilecek derecede yetişmiş bir zât olmadığı için bu sırrı azizi emânette kalmıştır. Nitekim Eba Yezid ile Caferi Sadık birbirlerini görmemişlerdir. Eba Yezid ile Ebul Hasan Elharkani de birbirlerini görmemişlerdir. Aralarında bir hayli zaman farkı vardır. Abdul Haliki Gücdüvani ile Şahı Nakşibend de birbirlerini görmedikleri gibi aralarında beş zât vardır. Bunlarda bu sır ruhani yönüyle intikal etmiştir. Ne zaman ki o sırrı aziz'i üstlenebilecek zât meydana geldi ise o emanet kendisine verilmiştir. Hatta Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.leri Kadirî ve diğer tarikatları babasından ve diğer zâtlardan almış ise de Nakşî Tarikatını Habibullah Canı Cânânı Mazhar'dan alınca bundan çok büyük haz almıştır. Ve bu nakşi Tarikatına fazlaca devam etmiş ve bununla daha fazla meşgul olmuştur.

Şeyh Abdullah Dehlevi (ks) şöyle buyuruyor: “Bir gece rüyamda Hz. Gavsul Azam ile Şahı Nakşibend Hz. leri, bu Mübarek zâtların her ikisi de, karşımda bulunuyorlardı. Ben Şahı Nakşibendin yanına gitmek arzuluyordum. İçimdeki istek bu idi. Fakat Ğavsul Azam Hz.lerine karşı da çok derin saygım ve sevgim vardı. Ona karşı hürmetim sonsuzdu. Ben bunu düşünürken Gavsul Azam Hz.leri bana bakarak şöyle dedi:

"- Evladım القصد هو الله Tarikattan kasıt Allahü Zülcelâldir. Bizimkisi sen-ben, o-bu davası değil, gaye Allaha varacak yol ve gaye Allanın Rızasını celb etmektir."

O böyle deyince, ben rahatladım ve serbest bir halde Şahı Nakşibend'in yanına gittim,” diyor. Velhasıl Nakşibendi tarikatı her zaman ve her devirde diğer tarikatlardan daha üstün olmuş ve revaçta olma durumunu korumuştur. Diğer tarikatlar pek o kadar yürütülmemiş, çoğu kere emirle yürütülmüştür. Nitekim Mevlâna Hâlid, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin ve Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'e gelinceye kadar en üst kademede Nakşî tarikatını yürütmüşlerdir. İcazetli oldukları halde diğer tarikatları yürütmemişlerdir. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince; o dönemde Nakşî tarikatının tam revaç durumu vardı. Irak muhitinde tamamen Nakşilik yaygın hale gelir ve Kadiri tarikatı biraz zafiyet durumuna düşer. Böyle olunca Hz. Geylani Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başvurur ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kendi tarikatını da yürütmesini söyler. Ve Rasulullah'da (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir emir ile Muhammed Ali Hüsameddinin Kadirî Tarikatına da el atmasını emir buyurur. Ve bu emir ile Kadirî Tarikatını da yürütmekle emrolunur. Böylelikle Tarikatı Kadirîyyeyi yürütürken (Tabi Kadiri Tarikatında bir coşkunluk hali vardır. Zikirler cehridir ve toplu haldedir) bir gün Kadirî zikri yapılırken, bir damda halka durumunda bu zikri yapmaktadırlar. Zikir esnasında coşkulu bir halleri vardır. O esnada cezbe durumunda iken halkadakilerden birisi damdan aşağı düşer. Ve boynu kırılarak vefat eder. Vefatından sonra yıkanır, kefenlenir ve başında da Pirimizin oğlu Muhammed Bahaeddin bulunur. Son anında defin edileceği zaman Hz. Şaha bildirirler, bir emrinin olup olmadığını sorarlar. Mübarek Şah cenazenin başına gelir, cenazeye bir nazar edip, cenazeyi baştan başa sıvazlar. Ve “biiznillahi Teâlâ” deyince, o anda kefenlenmiş olan kişi kefeninde kıpırdamaya başlar ve kalkar. Hz. Şah o zaman şöyle buyurur: “Bunun kalbi durmuştu, yoksa tamamen ölmüş değildi. Onun kalbi durunca siz öldü sandınız” der. O zaman oğlu Muhammed Bahaeddin der ki: “Baba, vallahi ben bu kişinin başında idim. Canlı olduğuna dair en ufak bir alâmet yoktu. Ayrıca senden duyduğum şu cümleyi anlayamadım. Siz: "Ben bu şekilde kabul etmem." dediniz. Sizin "Ben bu şekilde kabul etmem" dediğiniz ne idi? Neyi kabul etmiyorsunuz acaba?” diyerek bunu bizzat kendisine sorar ve ısrar eder. Hz. Şah şöyle buyurur:

“Evlâdım, ben bu Tarikatı Kadiriyyeyi Aliyyeyi kendiliğimden almadım. Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emri ile aldım. Fakat bu coşkulu zikir esnasında meydana gelen vakıa ve onun bu şekilde vefat edişi karşısında halk iftiraya kalkar ve yanlış tevil eder. "Bu Ğavsul Azamın bir darbesidir. Çünkü kendisi Kadirî Tarikatını izinsiz ve emirsiz aldığından bu ona Ğavsul Azamın bir darbesi idi" derler diye (bu şekilde ölmesini kabul etmedim)” diyor. “Onun için ben bu Tarikatı kendiliğimden değil, emir ile aldım. Bundan dolayı ben bu kişinin bu şekilde, bu minval üzere gitmesini ve halkın bu şekilde yanlış tevil etmelerini (ve bundan dolayı bu Tarikata zarar gelmesini) kabul edemem ve buna razı olmam,” diyor. “Dolayısiyie Allahü Zülcelâl'in izni ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayrat ve bereketiyle hayata geldi. Ben bu işi kendiliğimden yapmadım. Mesele bu idi” der.

Hz. Şah bir gün hastalığı sebebiyle bir Yahudi doktorunun çağrılmasını emreder.
Yahudi olduğunu bildiği halde, etrafındakiler bunda bir hikmet ve bir sebeb vardır diyerek o Yahudi doktoru çağırırlar. Yahudi doktor gelip Hz. Piri kontrolden geçirirken o Mübarek ve etkili, âdeta Kibrit-i Ahmer olan nazarı doktor üzerinde vâki' olur. Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu hidayet vakti de gelmiş olduğundan bu Yahudi doktor hemen Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'nin ayaklarına kapanır ve öper. Ve der ki:

- “Efendim, sizde bedenî bir hastalık yok. Sizdeki hastalık başka bir hastalıktır. Sizin mesti hayran bir durumunuz vardır. Sizi bu hale getiren bedenî hastalık değil, maneviyattır” der. Sonradan Müslüman olur ve şöyle der:

“Hastaya doktor davet edilir, meğer doktor kendisi hasta, hasta olan esasen doktordur. Hekimimsin efendim.” diyerek hemen iltica ederek müslüman olur. Rabbül İzze (Celle Celaluhu) her şeye kadirdir. Bu doktor Hz. Pir'in himayesi altında bir müddet durduktan sonra onun nazarları ile öyle bir hale gelir ki halifelik icâzesi verilir. Hem doktorluk yapar, hem de irşad ile vazifelendirilir. Her ikisini de yürütür.

 

***

İşte Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile karşılaşan ve yanında bulunanlarda öylesine vasıflar hasıl olurdu ve böylesi hallerde cereyan ederdi. Bir gün Hz. Pir ve etrafındakiler otururlarken o güne kadar pek görülmemiş bir çekirge gelir ve Mübareğin dizine konar. Orada oturanların hepsi bu çekirgenin gelişini ve dizine konduğunu görürler. Biraz durduktan sonra tekrar o çekirge uçar gider. Oturanlar sorarlar:

- “Efendim bu çekirge ne idi? Biz bu güne kadar böyle bir çekirge görmedik, bunun hikmeti nedir? Hz. Şah bu çekirge bir çekirge sürüsünün başı, reisi ve elçisi olarak gelmişti. Bir çekirge sürüsü buralarda konaklayacak ve nasiblenecekler. Dolasıyla “nerede konaklayalım, barınalım?” diye bizden izin istediler. Ben de bunları misafir olarak kabul ettim. Ve benim kendi arazilerimde yayılmalarını emrettim” der. Hakikaten çekirgeler her tarafı kapladılar, hiç kimsenin tarlasına zarar vermeden Mübareğin kendi tarlalarından rızklarını aldılar ve gittiler. Yani hayvanlar dahi ondan izinsiz ve emirsiz bir yere girmezlerdi.

 

***

Bir gün o beldede katırı ile odun çeken biri vardı. Devamlı katırı ile odun çekerdi. Onun işi bu idi. Zamanla katır ihtiyarlıyor. Böyle olmasına rağmen sahibi onun yükünde hafifletme yapmayarak yükün ağırlığını aynen devam ettiriyor. Bir gün o katır Hz. Şah'ın kapısına varır, kafası ile kendi hal lisanı ile işaret verir, gerekeni söyler ve Hz. Şah'a şikayette bulunur.

“Efendim, bu kapıda hizmet etmek çok hoştur ve bir şereftir. Amma ben evvelki güçte değilim, benim takatimden fazla yüklüyor” diyerek sahibini şikayet ediyor. Hz. Pir, katırın şikayetini dinler ve sahibini çağırarak uyarır, “bundan böyle bu hayvana yükü az yükle, bu hayvancağızın yükünü hafiflet” diyerek ikaz eder.

 

***

 

Mübarek Azizan devamlı nikablı (yüz örtüsü, peçe, yamak) olarak gezerdi. Yüzüne cemaline nurdan bakılamazdı. Böylesine cazib durumu vardı. Nitekim Seyyit Ahmet Bedevi Hz.leri de devamlı nikablı gezerdi. Abdülmecid isimli bir halifesi; “efendim artık dayanamıyorum, cemalinizi bir defa olsun görmek istiyorum” der. O da “evlâdım cemali görmek cana bedeldir” diyor. Halifesi de efendim bir değil bin can feda olsun, der. Ve Seyyid Ahmet Bedevi Hz.leri nikabını açınca halifesi gerçekten can verir, ruhunu teslim eder. Onun için Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yüzünü bütün açıklığı ile göremezlerdi. Örtüsünü daima biraz fazlaca aşağı indirirdi. Çünkü, karşı karşıya gelindiğinde karşısındakiler her hangi bir hale düşmesinler diye bu halde olurdu. Tabi bu durum bizim fehmedemediğimiz bir tarzda cereyan ederdi.

Zira:

المؤمن مرآت المؤمن

“Mü'min mü'minin aynasıdır.” Karşı karşıya gelen kimsenin kendi kabiliyet nisbetine göre bir görünüşü vardır. O sebele nikab az da olsa hicabtır. Hz. Pir'in yüzünü tam açıklığı ile göremezlerdi. Daima örtülü ve örtüsünü de daima aşağı doğru indirirdi ki her rast gelen karşı karşıya gelipte herhangi bir hale düşmesin. Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerindeki hal durumu nasıldır? Celalli midir, Cemâlli midir bilinemediğinden bakanlara zarar gelebiliyordu..

 

EVLİYADA BULUNAN İKİ NUR

Filhakika Evliyanın iki nuru vardır. Bu nurlardan birisi hoş olmayan şeyleri uzaklaştırıcıdır. İkinci nur ise cezbedicidir. Onun için seven ve saygı duyan, aşkı ve muhabbeti olan kimseler, bunlar celb yönüne mütealliktir. Tabi tahammül edemeyecekleri bir yönde karşılaşılarsa telef olurlar. Başkalarına bir zarar dokunmasın diye bu nikab bir hicap durumundadır. Aynı zamanda bir rahmettir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu zâtların hayrat ve bereketinden faydalandırsın. Âmin...

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı mevzuları ve kerametleri anlatmaya devam ediyoruz. Bu kerametleri anlatmamızın sebebi aslında onu medih etmek değil, esasen bunlar vuku bulan hadiselerdir. Allahü Zülcelâl şahittir ki, bunda zerre kadar ifrat ve tefrit yoktur. İfrat ve tefridi de sevmiyoruz. Dolayısıyla duyduğumuz ve kendisini gören zâtlardan duyduklarımızı müşahadeten veya keşfen nasıl oldu ise naklen anlatıyoruz. Çünkü biz, Hz. Pir hayatta iken bu yolun yolcusu idik. Aynı devrede yaşadık. Allaha şükürler olsun. Onun için Hz. Pir'den sadır olan birçok keramet ve meydana gelen hadiseler bize nakleden, ulaştıran ve anlatan bizzat Şeyhimiz Şeyh Alaaddin (ks) Hz.leridir. Biz Mübarek Şeyhimizden duyduğumuz şeyleri anlatıyoruz. Şeyhimiz de zaten bu gibi şeylerden çok uzak idi. Bir şeyi abartmayı alevlendirmeyi sevmez, ifrat ve tefritten de çok uzak dururdu. Kendisini daima gizlerdi. Ancak bu gibi hususları anlatması sadece ve sadece Şeyhine karşı olan saygısı ve sevgisi, aşk ve muhabbetinden dolayı idi. Evet, muhabbetten... Biliyorsunuz ki hepimiz beşeriz. Biraz gaflet, biraz da ihmalkârlığımız vardır. Olabilir, ancak bu gibi zâtları andıkça bu gaflet ve ihmalkârlık kalkar ve muhabbetimiz artar. Onlara karşı aşkımız ve şevkimiz fazlalaşır. Zaten tarikatımızın ana temeli de muhabbettir. Daha önce de söylediğimiz gibi, muhabbet çok ama çok önemlidir.

Zira muhabbet sayesinde birbirimizi bulacağız.

المرء مع من احبه

Hadis-i Şerifine teberrüken “Kişi sevdikleri ile beraber olacaktır” diye buyurulunca en büyük avantajımız budur, yani muhabbettir.

Hülâsa; işte bu saydığımız mübarek zâtların, nazım haline getirip Hz. Pir hakkında söylediklerinden bir tanesi de şudur:

هوالذى سلب العلم من العلماء { على يديه الهود و النصارى قداسلم

Yani, Âlimlerin ilminin selbine kadirdirler. (İlmine güvenip gururlanan alimleri) sıfır haline getirirler. Nitekim Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (ks)'de Şeyh Abdullahi Dehlevî Hz.lerinin dergâhına gittiğinde sokakları temizler, tuvaletleri temizler, kendisini hiç belli etmez, âdeta bir ümmî gibi bir hali var idi. Hiçbir şey bilmez gibi görünürdü. Bir gün bir ilim meclisinde bir mesele ortaya konmuş, oradaki âlimler bir türlü çözemiyorlar. O esnada Mevlânâ Hâlid de kapının arkasında oturuyor. Onlar o meseleyi çözemeyince Mübarek, o meseleyi çözmeye mecbur kalıyor. Ve meselenin nasıl olduğunu, çözümü için fikrini belirtir. Mevlâna Hâlid (ks) meselenin hal şeklini belirtince oradaki âlimlerin çok acayibine gider. Hiç ummadıkları bu kişinin böylesine bir ilme sahib olması ve bu meseleyi çözmesi için çok derin bir ilme sahib olması lâzımdır, diye hayretlerini ifade ederler.

Velhasıl Şeyh Abdullahil Dehlevîye bu durumu iletirler ve “Efendim hiç ummadığımız, buralarda çalışan, temizlik yapan bu gariban kişinin böylesine bir ilme sahib olduğunu bilmiyorduk. Çok âlim birisi imiş” derler.

Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri de bu hal karşısında, “Öyle mi, peki tamam” der. Mevlâna Hâlid Hz.lerine bu ilminden dolayı çevresindekilerden saygı duyulup kıymet verilince bir gün Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri akşam namazında, “Hâlid imamete geç, namazı kıldır” der. Ve Hâlid imamlığa geçer, “Allahü Ekber” diye tekbir alır, fakat arkasını getiremez. Yani Elhamdülillah'ı bile söyleyemez. Fatiha'yı dahi okuyamaz. O anda sıfır durumuna düşer. Tamamen âcziyet içerisinde, âdeta eriyecek bir hale gelir. Mübarek Şeyh Abdullah arkasından “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” diyerek uyarır. Ve Mevlâna Hâlid ondan sonra avdet eder ve Fatiha'yı okumaya başlar.

 


 

[1] Burası ilk 3. kasetten yazılmıştır.