HAZİN LAKABI'NIN VERİLMESİ

 

Kendisine Hazin lakabının verilmesine gelince, hac devresinde Cenab-ı Rasullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaretine giderken, Cenab-ı Rasullullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzuruna varmazdan evvel, o gece orada (Ravza-i Mutahhara'da) delil olan zâtın kendisine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Şu şu misilli, evsaflı bir zât gelirse, merğublardandır. İçeri alınız.” Bu hadise Hicrî 1300 yıllarında vuku buluyor.

Şeyh Muhammed, Medine'yi Münevvereye teşrif edip de Rasulullah'ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmek azminde olunca, zâten içeri alınması hususunda tenbihde olunca içeri alınır. Fakat, o zaman bile Osmanlı Devletinin başındaki Padişah, bir zâta intisab edeceğinde oradaki delil olan zât tenbihlidir. Herhangi bir zâta Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından içeri girmeye izin veriliyorsa, o delil olan zât padişaha bunu bildiriyor ve padişah da bu zâta intisab ediyordu.

Çünkü bu misilli zâtlar merğubtur (istenilen, sevilen, beğenilen) ve geçerlidir. İşte bu sebebledir ki Sultan Abdülhamid dahi kendilerinin mensubları idi.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) Ravza-i Mutahhara'da Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanına girince, bu delil olan zât da kulak verir dinler, bakar ki Salavât-ı Şerife okunuyor. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda on iki beyt olan Salavat-ı Şerifeyi okuyor.

Diyebilirim ki bu salavatın tanzimi ve kullanış tarzı, elfaz (sözler) ve adedi bakımından bu Salavata benzer hiçbir Salavat yoktur. Hatta yetmiş Salavat muadili olduğu da söylenmiştir.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bu Salavatı okuyunca Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Hulefa-Raşidîn Hazeratının çok hoşuna gider ve kendisinden çok memnun olurlar. Bundan dolayı bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından kendilerine bir mükâfaat olarak HAZİN lâkabı verilir. Cenab-ı Rasulullah bizatihi mükafaat olarak vermiştir. Bu bir taltiftir. Hazin Lâkabı başkaları tarafından uydurulan, kendisine lâyık görülen bir lâkab değildir. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizzat vermiş olduğu bir künyedir.

Şeyhül Hazin (ks) oradan geldikten sonra bir gün oğlu Şeyh Abdullah sorar ve der ki:

- Baba beraberinde olan kimseler bu hâdiseyi anlattılar ve zaman zaman anlatıyorlar. Fakat, ben bizzat senden duymak ve öğrenmek istiyorum. (Bu Şeyh Abdullah'ın çok güzel sesi olduğundan babasına müezzinlik yapardı. Çok temiz bir şahsiyet idi. Onunla konuşma yönleri var idi.) Bundan dolayı diyor ki:

- Rasulullah'ın yanında Rasulullah ile şereflendiğinde acaba görüş tarzın ve duyman baş duyularınla mı oldu, yoksa kalbî duyularınla mı gördün ve duydun?

- Evlâdım, her ikisi ilede müşerref olduk. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun.

- Peki ikram ve ihsanda bulundular mı?

- Elhamdülillah. Rabbimizin fazlu kereminden buna da müyesser ve muvaffak olduk, nail olduk. Şeref bulduk.

- Peki daha başka ne gibi haller geçti? deyince,

- Evladım

من لم يذق لم يعلم

“tatmayan bilmez,” diyerek fazla inceliklerden, sırlardan bahsetmeyerek konuyu böylece kapatıyor.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) hakkında bu künye ile şöyle buyrulur:

 

ذالنور الصافى والعهد الوافى و الارشاد الكافى :

المداورامراضى قلوب المريدين باالدواءالشافى سيدناو مولانا محمد فرصافى الشهير باالحزين

Yani Şeyhül Hazin (ks) 13. asrın başında o asrın reisi ve bülbülü idi, Mübarek. O devrede onun seviyesinde, kesinlikle ona eşit olabilecek hiç bir zât yoktur. Çünkü kasemle ifâde ediyor.

Akranları arasında onun üstünde hiçbir fert yoktur. Çünkü her ğavs kendi zamanının kaptanı veya zamanının en üst rütbeli kumandanıdır. Dönemin serdar-ı velisidir.

Zira aynı devirde iki ğavs bulunmaz, ğavs tekdir ve evliyanın en yücesidir. Çünkü ki baş bir takkeye girmez. İki baştan ihtilaf doğar.

Onun için ğavsiyyet makamında olan bir zât kesinlikle tek başınadır. Ferdî bir makam sahibidir. Onun için Şeyhül Hazin (ks) onüçüncü asrın müceddididir.

 

ŞEYHÜL HAZİN'İN KASİDESİ

Mübarek Şeyhül Hazin (ks) ile ilgili buyurmuş olduğu şu sözleri de söylemeden geçemiyoruz. Rabbimiz bizleri affetsin. Umarız ki bunu da elbette fehmedecek şahsiyetler de vardır. Şöyle buyuruyor:

والقصيدة المباركةهىهذه

قبةجسمى بنيان                    تجلى فيهاالرحمن

مدكوكا صارصعقان                  كموسىابن عمران

فقت جميع الاقران                    بحق سرالقرأن

جنب يمينى عينان                     باالوصف نضاختان

جنب يسارى بحران                   بينهمابرخ لايبغيان

ميدان صدرى بستان                  اعلامن جنت عدنان

طيورى لهم جناحان                   من نور سر القرأن

سراً لهم طيران                         الى لقاء الديان

تنفذ من قطرالامكان                  تجول فى لا مكان

بحجة و سلطان                       بمن فضل المنان

لاعاشق لاسكران                       من الا نسى من الجان

يوازينى فى العرفان                          بنبىاخر الزمان

عليه صلاة الحنان                    والخلق حتى الغلمان

عد ذرات الامكان                    مدى الدهور و الازمان

يازا ـرين الاخوان                    طوبى لكم باالريحان

يامنكرين الزمان                    حسرة لكم باالخسرا

İşte Mübarek; Şeyhül Hazin (ks) bu sözleri bitirdikten sonra son mısralarında (gayet açık olarak) diyor ki: İster inkâr edin, ister kabul. Kabul edenlere (Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun) Rahatı Rahmandan temenni etmiştir.

Fakat inkâr edenlerin de maalesef hasret ve hüsran içerisinde olacaklarını belirtmiştir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi (münkirlerden olmaktan) korusun. Yani, Mübarek hem söylemiş, hem de sonunda karara bağlamış.

İşte Şeyhül Hazin (ks) böylesine bir zâttır.

 

HZ. PİR MUHAMMED ALİ HÜSAMEDDİN (KSA)

Aziz Kardeşlerimiz; Şimdi ise, Azizimiz olan Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin’in babası Muhammed Bahaeddin, Ceddi de Şeyh Osman Hz. leridir. Bu minval üzere Ceddi Hicrî 380 küsur senesinde vefat etmiştir. Hz. Pir Ceddinin vefatında altı yaşında idi. Babası Muhammed Bahaeddin ise Hicrî 390 küsur senesinde vefat etmiştir. Aralarında on senelik bir zaman vardır. O zaman kendisi de bulûğ çağına yaklaşmış, yani o yaşlarda idi.

Şeyhül Hazin (ks) 1308 senesinde vefat edinceye kadar olan devre böylece geçmiştir. Amcası Şeyh Ömer ile Hz. Pir arasında biraz ihtilâflar vardı. Şeyh Ömer bir ağabey yerinde, aynı zamanda bir amca olarak sıranın kendisinde olduğunu ve vazifenin kendi hakkı olduğunu söylerdi.

Böyle demesi bir taraftan haklı görülebilir. Ancak; Muhammed Ali Hüsameddin (ks) herhangi bir kimsenin kabzası, terbiyesi ve hükmü altına girmeyecek bir şahsiyettir. Çünkü, dedesi öyle buyurmuştur...

Ali Hüsameddin'in hiçbir şeyhe minneti yoktur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi terbiyesi altında yetişecek bir şahsiyettir.

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin (ks) feraseti açık ve çok geniş olan bir zâttır. Rabbimizin verdiğine az veya çok demez.

Üzerinde harika haller mevcuddur. O devrede bile çok etrafı olmuştur. Bu etrafındakiler babadan intikalen de olduğu gibi kendisini de seven sayan çok idi ki o dönemdeki halk iki kısım haline gelmişlerdi.

1- Şeyh Ömer taraftarları,

2- Muhammed Ali Hüsameddin taraftarları.

Şeyh Ömer taraftarları az veya çok bazen zarara uğruyorlar, ama, Hz. Ali Hüsameddin taraftarları daima revaçta idi. İşte, bu hal böylece devam ederken 1308 senesinde Şeyhül Hazin'den emanet-i sırrı aziz kendisine intikal ettikten sonra Şeyh Ömer kendi müşahedesi ile görüyor ki Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali Hüsameddin'i karşısına alıp emir ve kumandayı kendisine veriyor.

Bu müşahedesinden sonra Ali Hüsameddin'e teslim olmuyorsa da ona karşı gelmemesi için vaktin geldiğini gösteren bir hal olduğunu anlıyor. Dolayısıyla Şeyh Ömer bu hali görünce hiçbir zaman Ali Hüsameddin'e karşı olmamıştır.

Tabi bunlar tarik ehlidir, edep sahibidirler ki bu şekilde Şeyh Ömer'in kendisinde de bir istiklâliyet hali vardı. Ve halifeleri de mevcuddu. Bu hali babadan gelmedir. Fakat, kendisinde de bir varlık olup, Mübarek bir zâttır.

Hz. Pir ile tezleri ayrıdır. Şeyh Ömer kendi tezi üzerine yürüyor. Fakat, Pirimize de karşı değil, yalnız himayesine girmemiş. Nitekim Şeyh Ömer'in oğlu Şeyh Alaaddin, Pirimizin amcasının oğlu, o da aynı şekilde kendi tezi üzere yürümekte ve aynı halde Pirimize karşı da değil, himayesine de girmiyor. Şeyh Alaaddin'in oğlu Şeyh Osman da aynı tez üzere gitmektedir.

Hülasa, her ikisinin yolu, tezi ayrı ayrıdır. Ama hepsi de dededen gelmedir. Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bir istiklâliyet sahibidir. Bu çok mühim bir meseledir.

Hz. Pir istiklâl sahibi, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alma bir izin sahibidir. Zahirde Muhammed Ali Hüsameddin'in hükmüne girmemişler. Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin Hz. Hicrî 1308 senesinden itibaren vefat edinceye (Alman harbinden evvel) kadar hiçbir fert onun hükmü dışında değildir. Zira, ğavsiyet makamında olan bir zâtın hükmü dışında yaşayan hiçbir veli yoktur.

Ancak, illâ ve illâ hepsi bunu bulacaklar ve buna iltica edecekler diye bir kayıt da yoktur. Bu hususta böyle bir şart da yoktur.

Herkes kendi varlığı ile var oluyor; o ondan almış, öbürü ötekinden almış vs...

Fakat, manevî olarak ğavsiyet hükmü altında hiçbir ferdin müstakiliyeti yoktur. Mutlaka bâb-ul Hak olan ğavsdır. Hakka varan bir dua dahi onun kapısından geçmedikçe hakka ulaşamaz.

Bu ğavsiyet makamı böyledir.

Hattaki; bir gün şöyle sormuşlar:

- Efendim sizde bir ğavsiyyet var mıdır, biz mutlaka böyle inanıyoruz. Cevaben buyurmuş ki:

- “Magribde böyle bir ğavsiyyet makamı görüntüsünde (iddiasında) olan bir kimse vardır. Ancak eğer bu fakir nazarını onun üzerinden kaldırsa olduğu yerde söner,” buyuruyor mübarek Pirimiz.

 

ĞAVSİYETİN ÇEŞİTLİLİĞİ VE HİLAFET MAKAMI

Denilebilir ki ğavsiyet makamının çeşitliliği mi var? Evet ğavsiyet makamı çeşitlidir.

Çünkü, Ehl-i istifa' kutbiyyet makâmındadırlar. Fakat, Ale kademi Musa AS. mı, Ale kadem İsa AS.mı, Ale kademi İbrahim AS.mı, ya da Nuh AS.mı, veyahut herhangi birisinin kademi üzerine midir? Evet bunlar Ğavs olabilir.

Muhammedül Velâye olan ve Cenabı Rasulullah'ın kademi üzerine yürüyen bir ğavsiyet makamı, bu ğavsiyet makamı üzerinde bir de hilâfet makamı vardır. Bu hilâfet makamı acayib bir haldir. Yani, geçmiş enbiyânın ne kadar mucizeleri varsa ve onların bu mucizeleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da belirdiği gibi, geçmiş bütün evliyanın kerametleri de Muhammedül Velâye olan bir ğavs da belirir. Böylesine bir ğavs bu kerametlerin tamamına haiz ve faiktir. Bu kerametleri göstermesi mümkündür.

Allah'ın izni ve inayeti ile böyle bir zâta halifelik unvanı verilir. Bu makama da hilâfet makamı denir.

Nitekim Hz. Muhammed Ali Hüsameddini (ks) hatmi hâcegân yapılırken şöyle vasıflandırırlardı.

المتخلق با خلاق المصطفوية لابسى الخلعة الولاية الدنية سلطان الأولياء برهان الاصفياء  خليفة رسول سيد الا نبياء امام الواصلين محى السنة والشريعة والحقيقة والدين سيدنا و مولانا الشاه محمد على الملقب بحصام الدين

İşte Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in künyesi, meziyeti ve rütbesi bununla bağlantılıdır. Bunu inceden inceye düşündüğümüz zaman kıymet ve değerinin ne derecede olduğunu fehmetmiş oluruz.

 

 

KUTBİYYET (KUTUP)

Nitekim, Gavsul Azam Hz.lerine birgün sormuşlar. “Efendim, sizin kutbiyyet makamında olduğunuza inanıyoruz, buna ne buyuruyorsunuz?” Mübarek şöyle buyuruyor:

“Kutub, benim muavinim ve hâdimimdir.” bu şekilde beyân eder.

Kutbiyyet makamının evsâfı iki türlüdür:

1- Kutbu İrşad

2- Kutbu Medar

Şeyh Muhiddini Arabi'ye göre: Kutbu Medar esasen ğavsiyet makamında olan şahsiyettir.

İmamı Rabbaniye göre:

Kutbul irşad ve kutbul medar, bunlar ğavsın himayesinde olan iki zâttır. Bilhassa Kutbul Medar ğavsın muavinidir. Yani ğavsın muavini durumundadır.

Kutbul Medar ve Kutbul İrşat makamında olan zâtlar ğavsın yardımcıları mesabesindedir. Dolayısıyla Gavsul Âzam'ın “kutub benim muâvinimdir” sözü karşısında kutbiyyetin üzerindeki ğavsiyyet makamında mıdır, ğavsiyyeti bu minval üzere midir, yoksa ğavsiyyetin üzerinde olan bir hilafet makamı vardır, hilafet ğavsiyyetinde üzerindedir, üstündedir. Hilafette bir başkalık var. Ğavsiyyeti bu minval üzere midir, onu bilemiyorum.

 

GAVSİYYETİN DERECELERİ

Bu ğavsiyet makamında olan zâtların bulunmuş oldukları kademde de derece olarak bir farklılık vardır. Zira hilâfet makamının, ğavsiyetin üstünde bir makam olduğunu söylemiştik. Onun için umumiyetle Hz. Musa kademi üzere olan bir veli, herhangi bir kadem attı ise de, bu makamda olan zâtların hepsi eşit değildir. Çünkü, bu makamların da bidayeti var, nihayeti var.

Hz. İsa kademi üzere olan zâtlar da böyledir.

Umumiyetle bidayet ve nihayet olarak Hz. İbrahim kademi üzere olan zât da aynıdır.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfeti makamında da Alâ kademi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan bir veli, bu makamların hepsini aşacak da ondan sonra Rasulullah'ın kademi üzerine varacak. Bu makam bu minval üzeredir.

Bundan dolayı bu hilâfet makamı, makamların en üstünüdür.

Bu makamın da yine aynı şekilde bidayeti var, nihayeti var. Yani, velayette tahammül edebileceği yere kadar gider, yükselir.

 

VELAYETİN SINIRI VE VELİNİN TAHAMMÜL GÜCÜ

Hz. Sıddıkda (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği bir velidir. Nebi değildir. Aradaki fark budur. Bundan dolayı bu makam yani hilâfet makamı gerçekten ğavsiyetin üstünde bir makamdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vekilliğini ve mirascılığını yapan Ale kademi Rasul olan bir velinin üstünde (Velayet bakımından) başka bir kimse yoktur. Ancak asırda bir kişi bulunsa dahi o da hâtemül evliyadır. Böylesine zâtlar çok nâdirattandır. Ancak bunlar dahi aynı seviyede, aynı mertebede, aynı noktada değildirler.

Bidâye ile nihâye arasında farklı durumları vardır.

Hz. Sıddık (ra) dan daha geriye doğru tahammül nisbetine göre yükselebilecek şahsiyetler vardır. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bu yönden hilâfet makamında olduğu kesindir. Bunda hiç şüphe yoktur. Ğavsiyetin üstünde hilâfet makamında olduğunun isbat ve delili:

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni ve hükmü olmadan yerden bir çöp dahi kaldırmaz oluşunu beyan etmeleri ve her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşudur.

Yani “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Seilem)'ın hükmü olmadan yerdeki bir çöpün dahi yerini değiştirmem” ifadeleri bunun en güzel isbatıdır.

Hiçbir zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmünün dışına çıkmamıştır. Her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında yürümekte iken böylesine bir zât acaba Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfet makamında olmayıp hangi makamda olacak?

Bir diğer isbatı da:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ahlâkı ile muhallak (ahlâklanmış), Sünneti Seniyyelerine riayet, şeriatın, tarikatın ve hakikatin hakikatına hayat veren bir şahsiyet olmasına rağmen ve böylece bir padişahlık seviyesinde güçlü, etrafı ve her şeyi mevcud iken arpa ekmeği ve ayrandan çıkmamıştır. Bu bile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yakınlığının en bariz delilidir. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayatı bu şekilde geçtiğinden onun yanında istediği yemeği dahi yiyemiyor. Arif olanlara bu isbat ve delil yeterlidir.

Daha önceki bölümlerde Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in namazla alâkalı vasıflarını anlatmıştık. Şimdi bu vasıflarını bir nebzecik olsun açmak istiyoruz.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mir'aca teşrif ederken ki mi'raç halinin vasfı (hakkıyla izaha) kabil değildir, kimse ne görmüş, ne tadmış, ne de müşahede etmiştir. Onun için bunu hakkıyla anlatmaya kimsenin gücü yetmez.

Ancak, Rasulullahın Aleyhisselatü vesselam üzerindeki câri' halleri, Rabbimizin ikram ve ihsanı, Rabbimizin Cemâli ile müşerref oluş tarzı, artık nasıl olduysa (Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın) geriye dönmeye arzusu olmuyordu. O halden ayrılıp tekrar yeryüzüne dönmek istemiyordu. Fakat Allahü Zülcelâl haliyle habibini orası için yaratmamıştır. Tabiki yine kullarına gelecek ve hizmet edecek, bu risalet işini yürütecek. Takdiri İlâhi bu. Ancak hoşnut olması için habibine müjdeler vermiştir. Bu dünya halinde, namaz devrelerinde bu zevklerden bir nebzecik bir şeyler tadarsın diye vaad etmiştir. Onun için Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Namaz, Mü'minin miracı ve münâcâtıdır.” Namaz halinde iken uruç yani (yükselmek) böyle terakkiyât olur ve münâcâta kadar yükselebilir. Yani Rabbisiyle münâcât edecek dereceye gelir. Rasulullahın hali böyle idi. Ve bundan dolayı namazdan çok haz duyardı. Hatta Hz. Bilâl'e: “Ezanla bizi rahatlat ya Bilâl.” derdi. Zira ezan demek, namaza davet demektir. Namaz hali de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın en çok zevk aldığı hal idi. En zevkli safha, namaz safhası idi. Fakat, öyle bir hale gelirdi ki, Hz. Aişe'ye namazdan çıkar çıkmaz kendisini meşgul etmesini söylerdi.

Yani, namazdaki teceiliyâttan öylesine haz alırdı ki âdeta kendinden geçerdi. O halden çıkmak için Hz. Aişe'ye: “Beni dünya ile ve başka şeylerle meşgul et.” ikazında bulunurdu.

İşte, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri değil mi ki bu hilâfet makamında bulunuyor, bir nebzecik dahi olsa bundan bir hazzı olacaktır. Ve böylece aynen kendisi namaz kılarken yine tahammül edemeyecek bir hale gelince, namaz biter bitmez üzerindeki bu halden çıkmak için çareler arardı. Bir şeyle meşgul olmaya gayret ederdi.

Zira bu halden çıkmak kendisi için büyük bir lütuftur. Başkaları için gaflet sayarlar da fakat, bu hâle düşen bir zâtın bu halden çıkması lâzım. Çıkmaz ise kendileri için tehlike arz eder, icabında ruhunu da teslim eder. Bu gibi halleri ancak bu hal sahihleri anlayabilirler. Ancak biz aciz olarak anlatmış oluyoruz.

 

ARİFLERİN NAMAZI

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Namaz bahsi, çok geniş bir bahistir. Zira Salât aslında Silâ demektir. Yani vuslat aleti demektir. Allahü Zülcelâl ile kul arasında vuslatı bulduran bir âlettir. Rabbimiz kerem ve ihsanı ile kullarına namazın kılınmasını emretmiştir. Ancak, namaz dediğimiz zaman bilindiği üzere Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu namazı kılmıştır. Saniyen Sıddıkı Ekber ve ondan bu yana Sahabeyi Kiram, Tabiin, tebei tabiin, arifler, alimler ve bütün müslümanlar, günümüze gelinceye kadar bunların tamamı bu namazı kılmışlardır. Çok çeşitli vasıf, derece ve mertebelerde olan zevat, keşif erbabı, şühûd erbabı bu namazı kıldığı gibi bizim gibi avam sınıfı da bu namazı kılmıştır. Daha ötesi efdal-ül-halk olan kainatın seyyidi ve ekmeli ve efhâri olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da kılmıştır.

Tabi, bu zevatın hepsi aynı namazı kılıyor ve hepimiz aynı namazı kılıyoruz. “Allahüekber” diyerek aynı tekbiri alıyoruz. Aynı Fatiha'yı okuyor ve her Fatiha okurken de Rabbimize karşı;

الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Âlemin Rabbı olan Allahü Zülcelâl'e hamd ediyoruz.

الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ

diye sena ediyoruz.

مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ

diyerek de temcid (ta'zim, ululamak) ediyoruz ve böylece

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

diyerek yaptığımız ibadetin, kulluğun kendisine has olduğunu ilân ediyoruz. Hem de نعبد diyerek نعبد deyince اعبد değil, yani نعبد biz ibadet ederiz diyerek (bizden kasıt) bütün cevahirimizle, kalbimizle ve her yanımızla.

Kimi, bedeni ile başbaşa kalıyor heykel gibidir, kimi kalbi ile, kimi de ruhu ile birleşerek, kimisi de sırrı ile birleşerek, kimi de Hafi ve Ahfa durumunda kılabiliyor.

Dolayısiyle bu şekilde

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

yani ariflerin, kendi enaniyetimizle yaparız değilde, Allah'dan inayet isteyerek, O'nun inaniyetine dayanarak, O'ndan güç isteyerek, kolaylaştırmasını isteyerek, fazlu ihsanından esirgememesini isteyerek ve gücü ondan alarak yani

إِيَّاكَ نَعْبُدُ

biz ancak ve ancak hassaten sana ibadet ederiz, başkasına değil. İbadete lâyık olan sensin ve

وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

yalnız senden inayet diliyoruz. İnayetine dayanarak söylüyoruz. Çünkü, Rabbimizin inayeti ve tevfikatı behemahal şarttır.

Rabbimize ibadet yaptığımız zaman, biz yaptık değil; Allahü Zülcelâlin tevfikatı, inayeti bize bunu kılmaya muvaffak kılan ve inayeti yetişip de bize kılmak için güç verip kılma imkanı veren Allah'ımıza karşı minnettarız ve teşekkür ederiz demektir. Bunu da yaptıktan sonra hemen arkasından:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ

Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tutun da bizlere varıncaya kadar hepimiz aynı istekte bulunuyor, aynı duayı okuyor, doğru yola bizi hidayet eyle, diyoruz. Acaba Rabbimizden dilediğimiz bu doğru yol nasıl bir yoldur? Bildiğimiz cadde yolu mu?

Tabi bu yol herkesin kendi derecesi, mertebesine ve çapına göredir. Yani kendi keşfiyat ve şühûduna göredir. Bu yol, öyle bir yoldur ki:

صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ

Yani, o nimetlerinle müşerref olan kimselerin yolu olsun, böyle bir yol olsun. Peki Rabbimizin nimetleri nedir ve eşit midir? Aslında kimin nimeti yemek, içmek, giyinmek ve yaşamak sanıyor. Keşif ve şühûd halinde olanlar ise; daha ötesini ve daha fevkalâde olanını arıyor.

Keşif ehli görebildiği nisbetine göre nimetini arıyor. Daha ötesi de şühûduna göre nimet istiyor ve arıyor. Tabi şühûd ehli, hali ile Allahü Zülcelâl'in cemâlinin dışında herhangi bir şeye talib değillerdir. Yani, muhakkak nimetleri ile müşerref kıldığı kimselerin davası ve talebi onların arasında şüphesiz böyledir. Tabi şühûd ehli de eşit değildir. Şühûd hicablıdır. Sonradan hicablar kalkar ve neticede herkesin mertebesine, rütbesine göredir şühûd hali. Ondan sonra:

غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

Yani, gadabına uğrayan, dalâlete girmiş, düşmüş olan kimselerden olunmamasını Allah'tan taleb eder. Nitekim Hadisi Kudside bu husus çok açık olarak belirtilmiştir. Şöyle buyuruyor Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قال الله عز و جل قسمت الصلاة بيني و بين عبدى نصفين و لعبد ى ما سئل

فاذاقال العبد الحمدلله رب العالمين قال الله حمدنى عبدى.

فاذا قال الرحمن الرحيم قال الله عز وجل اثنى على عبدى.

فاذا قال مالك يوم الدين قال الله مجدنى عبدى. فاذا قال

اياك نعبد و اياك نستعين قال هذا بينى و بين عبدى ولعبدى ماسـل

فاذا قال اهدناالصراط المستقيم صراط الذين انعمت عليهم

غير المغضوب عليهم  ولاالضالين قال هذا لعبدى و لعبدى ماسئـل

Dikkat edilecek olursa, kulun namazını Rabbimiz kendisi ile kulu arasında iki bölüme ayırmıştır. Bir bölümü benim için, bir bölümü kulum içindir. Ve kulumun dilediğini veririm. Yani, bir kulum kalkar, tekbir alırken ellerini kaldırır ve elleri ile dünyayı ve dünyalığı arkasına atar ve böylece niyet eder de namaza durursa... Bu hal öyle bir huzur halidir ki, Ebayezidi Bestami; bu tahrim tekbiri, iftitah tekbiri ile yalnız dünyayı değil, masivayı (Allah'tan başka her şeyi) dahi haram kılar buyuruyor.

Ariflerin namaz kılışlarına göre: Allahü Zülcelâl ile aralarında hicab haline getirebilecek nesne her ne olursa olsun, değil Kabe, cennet dahi olsa bu zâtlar bunu hicab olarak görürler. Bundan dolayı sehiv secdesi yaparlar. Onun için bunlar esasen iftitah tekbiri alırken, “Allahüekber” derken mâsivâ Allanın Ekberiyyeti karşısında yok olur.

Eba Yezid “Allahüekber” dediği zaman mafsalları birbirinden ayrılacak derecede titrerdi.

Hz. Şahı Nakşibend buyuruyor ki: “Salât, Salâtı Ekberiyyedir.” Yani bu namaza Ekberiyye diye tabir ederler. Şahı Nakşibend (ks) buyurduğuna göre: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) namaz halinde iken Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) EZÎZ sesi gelirdi. Eziz demek bir kazan kaynamazdan evvel bir sesler çıkarır. İşte bu sese EZİZ denir. Allahü Zülcelâl'in huzuruna kalktığında kimbilir nasıl bir halden bir hale geçiyor ki kaynar bir hali, bir dereceye geliyor. Hülâsa bu gibi incelikleri anlatarak zihninizi yormak istemiyoruz.

Namaz kılan kişi ve

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

bölümünde: Namaz kılan kişi iftitah tekbirini alıp mâsivâyı yok eder ve sübhanekeyi bazıları da inni veccehtü'yü okuyarak Allahü Zülcelâl'e sena eder. Bu namaz kılan kişi, o anda öyle bir hale geliyor ki şühûd erbabı Elhamdülillehi Rabbilalemin dediği zaman Allahü Zülcelâl'i sena, hamd ve temcid eder.

Şu üç ayet:

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ۞ الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ ۞ مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ

yani, “Elhamdülillahi Rabbilalemin ۞ Errahmanirrahim ۞ Maliki yevmiddin.” Bu üç ayet Allahü Zülcelâl'in kendisine aittir. Bu üç ayeti kendisine has kılmıştır. Namazdaki bölümün bir tanesi budur.

Bundan sonraki bölümü

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

kendisi ile kulu arasında olan bölümüdür. Bu bölüm kul ile Allah (Celle Celaluhu) arasındadır. Yani kul “iyyakena'budu - iyyakenestain” gerçeği nedir? Kalıbı ile midir? Kalbi ile midir? Ruhu ile midir? Sırrı ile midir? Hafisi mi? Ahfası mıdır? Kulun halini Allahü Zülcelâl bilir. Takdiri de O yapar. Bu zâtların ve ümmeti Muhammedin bunda müşterek halleri vardır. “İyye kenabüdü ve iyyeke'nestein” dediğinde bu anda Allahu Teâlanın “Hazâ beyni ve beyne abdi” dediğinde yani bu benimle kulum arasındadır, buyurduğunda o kulun halini Allah bilir. O anda kulun hali ne derecede ise onu Allah (Celle Celaluhu) kendisi takdir edecek. Peki o anda bir taraftan “iyyake na bu ve iyyake nestein” deyip diğer taraftan da dünya meseleleri ile meşgul iseler, o zaman Allahü Zülcelâl كذبت عبدى “Kezebte abdi = Ey kulum yalan söyledin.” buyurur. Allahü Zülcelâl böyle buyurunca bütün melekler de كذبت “Kezzebte” derler. Peki ne olacak böyle namaz? Böyle kılınan namazı, aslında yüce Rabbimizin kalben değil de kalıptan mütevellid olan böyle bir ameli hoş görmez. Çünkü, Allahü Zülcelâl'den dilerken, kalbten dilememiz lâzımdır. Zira Allahü Zülcelâl, amelleri yaparken bizim kalıbımıza değil, kalbimize nazar eder. Bir kimse kalb meselesini ortaya koyarsa, kalbi ile birlikte derse ve yaparsa o kimseye de Allahü Zülcelâl صدقت عبدى “Sadakte abdi = Doğru söyledin kulum” der ve bütün melekler de صدقت “Sadakte” derler.

Ancak bu şekilde hitabı, o hal sahibi olan kimse Allahü Zülcelâl'den değil de meleklerden duyabilir.

Ne zaman ki ruhu ile birlikte söylerse, meleklerden yine aynı şekilde duyabilir. Ancak Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için behemehal SIR kısmına atlaması lâzımdır. Çünkü sır ilâhîdir. Sır yolu ile müşahede olabilir. Allahü Zülcelâl'den duyabilir. Yoksa kalb ve ruh, Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için yetersizdir. Bu haller keşif ehlinin işidir.

 

Hülâsa;

Sır-Hafi-Ahfa derecesine göre, bunlarla beraber ise, Rabbinin Cemalini (Celle Celaluhu) âdeta müşahede edercesine gerçekten yapılan ibadetin kendisine has kılarak, inaniyetine sığınarak yapmıştır. Tevfikâtına dayanarak söylemiş ve yapmış ise hep beraber o zaman cevab Allahü Zülcelâl'den gelir ve “Sadakte ya abdi” der. Melekler de hep beraber “Sadakte” derler. İşte insan ne olacaksa o anda oluyor. Çok acayib bir şekilde etkileniyor. Çünkü Rabbülizze'den duyma meselesi vardır. Şühûd ehlinin hali böyledir. O zaman Allahü Zülcelâl:

هذا بينى و بين عبدى ولعبدى ماسئل

“İşte bu benimle kulum arasındadır. Eğer kılınan namaz bu minval üzere olursa, kulumun dilediğini veririm” buyuruyor. “Ne isterse, ne taleb ederse vermeye hazırım” buyuruyor. Çünkü liyâkat görmüştür. Yerine getirmiştir.

Artık ikram ve ihsan devresine müstehak olmuştur ki, arkasından o zaman taleb ediyor ve diyor ki:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيم ۞ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ

işte, bu daha evvel anlattığımız “Doğru yol ve nimetleri ile mükafatlandırdığın, kerem ve ihsanına muvaffak kıldığın kimselerin nimetlerinden, yani, o yöndeki nimetlerden bizi nimetlendir.” derler. Tabi bunu kendileri bilirler, kendilerinin taleb durumları vardır. O anda madem ki إِيَّاكَ نَعْبُدُ 'daki imtihan güzel geçti ise, o zaman öteki istek ve taleblerini vereceğine dair Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. Ve ondan sonrası kula aittir. Allahü Zülcelâl kulun talebini karşılayacaktır.

Hülâsa, işte namazda okuduğumuz Fatiha böyle bir Fatihadır, namaz da böyle bir namazdır.

Ariflerin namazı, şühûd hali ne halde cereyan ediyorsa, Allah kelâmını huzurunda müşahede ederek okuyorlarsa, karşılığını da Rabbül İzzeden cevaben alabiliyorlarsa, bu gibi zâtların vücûdu buna nasıl tahammül edebilir? Bu kimse nasıl kendisinden geçip, düşmesin? Nasıl namazdan ayrıldığında bu halden çıkmak için birşeyler aramasın?

Hz. Caferi Sadık; Namaz halinde iken, yığılır kalırdı. Uzun müddet kendini derleyip toparlayamazdı. Buna benzer halleri olan zevat çoktur. Hatta bazıları da o halden çıkamadıkları için can vermişlerdir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi namazı, bizim gibi avam ile Cenab-ı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varıncaya kadar bütün zevat aynı namaz kılmaktadır.

Bundan dolayı herkesin haline, gücüne, keşfiyat ve şühûduna göre (bu namaz bahsi) çok geniş bir bahistir. Anlatmakla bitmez. Binaenaleyh bunları anlatmamızın tek sebebi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) namaz kılışı ile alâkalı bir söz söyledik. Bunun isbatına gayret ettik. İnşeallah Rabbimiz fehmimize göre anlamamızı nasib eder.

 

HZ. PİR M. ALİ HÜSAMEDDİN'İN BAZI KERAMETLERİ

Buradan sonra ise asıl mevzuumuza geçebiliriz.

Gayemiz Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bazı kerametlerini bir nebzecik de olsa anlatmaya gayret etmektir. Velinimetimiz olan Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) devresine denk getiren Rabbimize, tevfikâtıyla ilâhiyeye muvaffak kılıp da aynı an ve aynı zamanda gelişimizden dolayı binlerce şükürler olsun.

Bilhassa bu ahiruzzamanda, her tarafın fitne ile büründüğü bir devrede ve kendisinin bulunduğu ve yaşadığı bir zamanda bulunduk, Elhamdülillah. O devrede bu yola girdik. Ve ondan sonra da Allah'a şükürler olsun, en âyân halifesinin (Şeyh Alaaddin (ks) himayesine girdik. Ve bu ana kadar geldik.

Aslında Muhammed Ali Hüsameddin (ks) gibi zâtları bilhassa Ale kademi Rasül ve aynı zamanda hilâfet makamında olan bir zâtı hakkıyla anlatmaktan bizler gerçekten aciziz.

Çünkü bu hilâfet makamının üstünde başka bir makam yoktur. Ancak bizler bunları anlamakla şereflenmek istiyoruz ve bu bizim için de bir şereftir. Okuyanlarda faydalanmış olurlar. Zira:

عند ذكر الصالحين تنذل الرحمن

Yani, “sülehanın anıldığı yere rahmet, yağmur gibi yağar.”

Hatta İmam-ı Şafiî Rahmetullahi Aleyh şöyle buyuruyor:

و الله لولا صحبة الأخيار و منا جاة الحق باالا صحارما طلبنا البقاء فى هذاالدار

 “Vallahi Allah'ın salih kullarının sohbeti olmasa ve seher vaktinde Hakka münacaatı olmasa -her ikisinden de zevk duyuyor demek ki, bu şekilde söylüyor- vallahi bu dünyada bekâ (kalmayı) asla taleb etmezdik.”

Rabbimiz cümlemize bu gibi zâtları sevmeyi nâsib ve müyesser eylesin.

Zira Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdukları gibi:

المرؤ مع من احبه

Yani, “kişi sevdiği ile beraber olacaktır.”

Bu maiyete girmek için sevgi lâzım. Bu beraberliği sevgi sayesinde bulabiliriz. Zira tarikatımızın ana temeli budur. Yani sevgidir, muhabbettir. Bizler için bu Hadis-i Şeriften daha üstün bir müjde yoktur. Ve bu Hadis-i Şerifte tevâtüren sabittir. Abdullah ibni Mes'ud, Enes Bin Malik, Muaz Bin Cebel'in en çok sevindikleri an, bu hadisi duydukları an olmuştur.

Çünkü herkesin rütbesi, makamı, mevkii ve derecesi aynı değil, değişiktir. Bundan dolayı ahirette birbirlerini bulmalarına imkân yoktur. Ama, “Kişi sevdiği ile beraber olacaktır.” denildiği zaman bu beraberliği, bu maiyette girebilmenin muhabbete bağlı olduğunu duydukları an, rahatlamış ve sevinmişlerdir. Bu beraberlik tamamen muhabbete bağlıdır. Rabbımız (Celle Celaluhu) bu sevgiyi verdiği zamanda Allahü Zülcelâlin inayeti ile onları bulma, onlarla beraber olma imkânı olacaktır.

Zira Hadis-i Kudside de bu husus anlatılırken hem (hakkat), hem (vecebet) kelimeleri vardır. Yani her iki şekilde de geçmektedir Hadiste. Şöyle ki:

حقت محبتى على المتحا بين فى حقت محبتى على المتزاورين فى حقت محبتى على المتجالسين فى حقت محبتى على المتبازرين ف

Hadis-i Kudsi'nin metninde hakkat kelimesi yerine vecebet diye de geçer.

Yani “Benim rızam için, hoşnutluğum için, nurum ve cemâlim için, cemâlime mazhar olmak için, bu gaye ile muhabbet, başka şey için ve değişik isteklerin husuli için olan muhabbet değil.” Sadece ve sadece safiyane Allah (Celle Celaluhu) için muhabbet. Böyle bir muhabbet olunca Rabbimiz hiç bir şeyi esirgemez. Cemâline varıncaya kadar ikram ve ihsanından hiç esirgemez ve bezi eder. Zira, Allahü Zülcelâl'in buğz ettiği bir nesne ile muhabbeti nasıl celbedilir? Tasavvur etmek bile abestir. İki zıttırlar bunlar.

Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

حب الدنيا رأسى كل خطيـة

 “Hataların başı dünya muhabbetidir.” buyuruyor.

Hataların başı bu olduğuna göre nasıl olur da dünya muhabbeti sebebi ile Allahü Zülcelâl'in muhabbeti celbedilebilir? Bu mümkün müdür? Esasen bu mantıksızlıktır. Hâşâ Rabbimizin muhabbeti sevmediği bir şey ile birleşemez. Bu iki zıt, hiçbir zaman hiçbir şekilde cem olmaz. Zira birinin olduğu yerde diğeri yoktur ve olamaz da. Sâdâtı Kiram hazeratı Allah yolunu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolunun sadatlarının yolunun nasıl bir yol olduğunu ve Allahü Zülcelâlin muhabbetinin nasıl celbedebileceğini bu hadis ile tayin etmiş, teşvik ve terğib etmişlerdir. Zira bu yola, muhabbetullahın dışında bir muhabbetin karıştırılmasına rıza gösterilmez. Çünkü, Cenabı Hak kendisi bunu Hadis-i Kudsi ile ilân ediyor ve buyuruyor ki:

قال الله تعالى المتحابون لجلالى لهم منابر من نوريخبتهم النبيون و الشهداء

(Ravahuttirmizi an Muaz ibni Cebel Seneduhu ceyyidun ve hasenun ve ravahu ettabarani)

Bu Hadisi Kutside Rabbimiz muhabbetin hangi yönünü taleb ediyor, nasıl olacağını bize bildiriyor. Ve diyor ki: “Celâlim için taleb eden, birbirlerini severken Celâlim için sevenler. Allanın Cemali için sevenler, rızası için sevenler.” diyerek bunu ilân ediyor.

Rabbimiz (Celle Celaluhu) Gayyürdür. Onun için çeşitli fırıldaklarla kendi muhabbetinin başka muhabbetlerle karıştırılmasını asla sevmez, karıştırılması aynı zamanda çarpıcı olur, Allah korusun. Onun için bu nezih ve pâk olan yolu mülevves etmeyelim, kirletmeyelim. Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin. Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan içtinap eden kullarından eylesin. Âmin...

Şimdi bu Hadisi Kudsisinde ne buyurmuş:

المتحابون لجلالى

Celâlim için birbirlerini sevenlere ve bu sevgilerine karşılık

لهم منا بر من نور

Mahşer âleminde onlar için nurdan minberler vardır.

يغبتهم النبيون و الشهداء

Enbiya ve şüheda dahi onlara gıbta ederler.

Zira Kadı Beydâvi ve diğer zevat diyorlar ki: Ümmeti Muhammedin çok değişik ibadetleri vardır. Her ferdin ibadetinde bir artış, bir fazlalık olabilir. Bu Muhabbetullah için olunca Allahü Zelcelâl ikram ve ihsanı esirgemez. Bu ikram ve ihsanı da fazla olur. Hatta ki Nebiler ve şehidler dahi bu ikram ve ihsan karşısında gıbta edip Meleklere sorarlar:

- Bunlar Nebiler midir?

- Hayır, bunlar Ümmeti Muhammeddir derler.

Allahü Zülcelâl cümlemizi halisane ve sadıkane bir muhabbet sahibi kılıp, bu Hadis-i Kudside zikredilen minber sahihlerinden olmaktan bizleri mahrum etmesin. Böylesine bir muhabbete muvaffak kılıp fadlen ve keremen bize de müyesser eylesin.

ربنا اتنامن لدنك رحمة وهيئى لنا من امر نا رشدا واجعل معونتك العظمى لنا مدداً ولا تكلناالى تد بير انفسنا  فان عبادك الفقراء عا جز ين عن اصلاح ما فسد اللهم وفقنا لما فيه الخير والر ضا ا مين يا معين

 

Aziz Kardeşlerim;

Buradan itibaren Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı Şeyhimizden duyduğumuz bazı yönlerini nakletmeyi uygun görüyoruz. Çünkü bundan daha üstün nakil olmaz.

Mübarek Şeyh Alaaddin'in (ks) kendi şeyhine olan bağlılığını, saygısını, muhabbetini Necib Şeyhimiz diye ifade ederdi. Gerçekten de necib idi. O kadar minnettar idi ki evvelâ şöyle buyururdu:

“Allahü Zülcelâl bizi ümmeti Muhammedin mensubu ve iman ehli kılmış, bu nimeti azimeden sonra ikinci nimeti azime olarak şu Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine denk getiren ve karşılaştıran Allahü Zülcelâle şükürler olsun,” derdi. Ve imandan sonra en büyük nimet olarak kabul ederdi. Şeyhimizin tezi böyle idi. Şeyhine karşı muazzam bir sevgisi ve saygısı vardı. Onu anarken halden hale girerdi. Aynı zamanda bulunduğu muhit içinde şöyle buyuyurdu. Oranın ismi BAĞAKÖK'dür. Tâvila ve Halepçe değil, müstakil, kendisine ait bir yerdir. Geniş bir çiftliktir. Orada bulunan ağaçların çoğunu kendi eliyle dikmiştir. Şu kadar mesafelidir, diye buyururdu. Oranın yollarını yapmak, sulamak ve diğer işlerinin görülmesinde müridân ile birlikte uğraşır ve çalışırdı. Müridleri mâlâyani ile meşgul olmasınlar diye, onlarla beraber olurdu. Mübareğin tezi böyle idi, derdi.

Hz. Pirin nazarı Kibrit-i Ahmer idi. Oldukça tesirli idi. Sanki kimya gibi çok tesirli idi. Âdeta Şahı Nakşıbend'in buyurduğu gibi:

طريقنا طريق الاصحاب

 “Bizim yolumuz sahabe yoludur.” Tabi Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terbiye metodu seyri sülük hususunda öyle uzun uzadıya değildi. İşte Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın kademi üzere olup ve onun halifesi olunca da bu tezi kullanırdı.

Dolayısıyla Şeyhimiz defalarca buyurdular ki oradaki müridler ve onlardaki varlık âdeta Hacı Yasin gibi idiler. Hepsi keşif ehli idi ve meşhurdurlar. Hacı Yasin Şeyhül Hazin (ks)'in yanında kıymetli, değerli ve keşif ehli olan bir şahsiyetti. Bizim anlayabilmemiz için bu şekilde anlatırdı. Yani oradakilerin hepsi oldukça keşif ehlidirler, derdi.

Hatta Hacı Bilalin, Allah rahmet eylesin, o kadar keşif halleri vardı ki... İşte, Hz. Pirin ruhâniyyeti falan kimseye gitti, falana, falana gitti, diye bu şekilde Hz. Şahın Ruhâniyyetininin nereye ve kime gittiğini tamamen keşfederdi. Hareket durumunu belirlerdi.

Hacı Bilal Şeyhimize “illâ Gavsul Âzamin ziyaretine gidelim” diye teklif edince duyduklarına hayret ettiler. Şöyle ki:

“Sizin burada bulacağınız şahsiyetleri orada yerinde dahi bulamazsınız,” diye söylerlerdi. Yani anlattığımız gibi bulunduğu yerde yüzbin Ervah (ruhlar) cem olunca orası o an için tercihli idi. Yani kendi bulunduğu devre, toplanılan bir mahal haline gelmişti.

Bir harika daha:

Bir gün çalışma sahasında iken bir dinlenme devresinde oradan gariban bir derviş geçer. Hz. Pir müridlerine der ki: “Bu geçen Hızır (as)'dır. Bir murad ve talebiniz varsa, kendisine başvurunuz,” der. Buna rağmen hiçbiri Hızır'a başvurmaz. (O kadar bağlılıkları var ki) “Efendim bizim Hızırımız da sensin, hazırımızda sensin. Biz muradımızı Allaha şükürler olsun senden buluyoruz. Ona ihtiyacımız yok,” derler. Müridlerinden bir tanesi dahi Hızırın arkasına düşüp de birşey sorma ihtiyacı duymaz.