اعوذباالله من الشيطان الرجيم

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين

والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين

 

 

ŞEYH ALAADDİN'İN (K.S.) TAVİLA ZİYARETİ

 

Aziz Kardeşlerim;

Bu bölümde başta Şeyhimiz Mevlana Alaaddin (ks) ve pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin (ks) olmak üzere mensubu olduğumuz saadat-ı kiramın; tasavvufî inanç tez ve yollarını ve uygulamadaki hassasiyetlerini hayatları boyunca süren ihlâs ve titizliklerini beyan edeceğiz. Gerçek tasavvufun anlaşılması ve yaşanması hususunda Allahü Zülcelâlin izniyle gayret edeceğiz.

Sizleri şimdiye kadar nâdirattan olup da duymadığınız bir sohbeti dinlemeye davet ediyoruz.Bu sohbet, Mübarek ve mükemmel bir mürşid ile müridi arasında câri olan hadiseler ve konuşmaları ihtiva etmektedir.

Bu mürşid, tarifi kabil olmayan ve:

مر ادالمريدين برهان السالكين وخلاصة الو اصلين وزبدة العارفين

diye tarif edilen böylesine bir zât. Hatta daha da yüce ve Mübarek bir şahsiyet, bir mürşidi kâmil... Şeyh Alaaddin (ks). Mürid ise, mürşidi böylesine mübarek ve muhterem bir zât olmasına rağmen kendisi ne ulemâ, ne de tasavvuf erbabından. Hem ilim, hem tasavvuf edebi yönünden çok zayıf. Buna rağmen Allahü Zülcelâl, kendisine ikram ve ihsanda bulunmuş çok şanslı birisi. Bu zâtın ismi de Hacı Hüsnü'dür.

Rabbimizin kerem ve ihsanına nail olmuş ve böylesine yüce bir mürşid ile karşı karşıya gelmiş. Aralarında şefkat ve ra'fet yönüyle âdeta bir dede torun münasebeti şeklinde bir sohbet cereyan ediyor. Hacı Hüsnü, bu Mübarek zâtın sesini almak için bir teyp hazırlayıp mikrofonu kendisine uzatıyor ve sert bir şekilde, yüksek bir sesle, tamamen avam lûgatıyla sualler soruyor. O Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla, her zaman ki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor. Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla her zamanki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor.

Aslında Mübarek şeyhimizin bu mütevâzi hali ibret alınacak bir haldir. Hacı Hüsnü de bu Mübarek zâtı çok sevmiş ve kendisi de sevilmiştir. Bundan dolayı çok bahtiyardır. Allahü Zülcelâl cümlemize böyle bir muhabbet, böyle bir irtibat ve böyle bir ciddiyet nasib etsin... Âmin.

Hacı Hüsnü, mübarek şeyhimiz Şeyh Alaaddin hazretlerinin Tavîla'da bulunan Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin Hazretlerinin, ki aynı zamanda kendi şeyhidir, ziyareti ve o ziyaret esnasında vuku bulan harikalıkları ve şeyhimize o muazzam icazetnamenin verilişini ve şeyhimizin o ihtişamlı uğurlanışını duyduğundan ve o ziyaret hakkında az da olsa malûmat sahibi olduğundan suallerine bu Tavîla ziyareti ve orada vuku bulan hadiseleri sorarak mevzuya giriyor:

- Efendim, Tavîla'ya gittiniz, bu Tavîla ziyaretiniz nasıl geçti? Tavîla nasıldı? Hoş muydu?

- Evet, evet, çok hoş, çok hoştu. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin ile ilk karşı karşıya gelmemiz bana çok haz verdi. O anda kendimden geçmişim. Hemen duvara yaslandım. Mübarek beni görür görmez bize büyük bir iltifatla taltif ederek: “Ey gözümün nuru, halin nicedir?” diyerek iki defa bu şekilde tekrarladı. O esnada ben kendimden geçmişim. Ancak şu kadarını söyleyebildim: “Elhamdülillah...” Mübarek Pirin kelâmı çok hoş idi, mest oldum.

- Efendim, Pirimiz sizi çok seviyordu.

- Bizi sevmesinin sebebi, biz fakir kimseleriz, haddimizi bilen kimseleriz, haddimizi aşmayız. Öyle coşkunluk hallerimiz yok, istikâmet üzerine yürümekteyiz. Aczimizi i'tiraf eder, fakriyyat içerisinde, acziyet içerisinde oluruz. Dolayısıyla Mübarek, bu missilli kimseleri severdi.

Bir de sonradan Mübarek Pirimizin yanına girme meselesi var. Mübarek Pirimiz bir gün iki odalı bir yerde idi. Ben gittiğimde Seyyid Kadri, mübareğin yanından çıktı. Ben de fırsat olunca içeri, pirimizin yanına girdim. İçeri girince Mübarek bambaşka bir taltifle: “Buyur, buyur, elhamdülillah, sizler başka kimseler gibi değilsiniz” dediler ve devam ettiler:

“Elhamdülillah, sizler başkalarına benzemiyorsunuz. Siz müstesna bir şahsiyetsiniz. Siz necibsiniz, hatta sizler nücebasınız.” (Yani aile olarak. Çünkü, babasını da kasdediyor.)

Mübarek bunun üzerine o kadar dua etti ki... Pirimiz, Allahümme…. (Artık ne buyurdu ise Şeyhimiz bunları gizli tutuyor.) Ancak: “İnşallah sizler salihsiniz, inşallah sizler salihsiniz” buyuruyor.

Velhasıl, salih demek; salâh yönünden irşada ve bu tarikata elverişlisiniz, sizin salâh yönünüz vardır, imkânınız olacaktır, diyerek bu şekilde taltifte bulundu ve tekrar: Sizler başkalarına benzemiyorsunuz, dedi.

Elhamdülillah, Rabbimize şükürler olsun. Fehmedildi ki, bize karşı iltifatı ve sevgisi daha fazladır. Memnuniyetini izhar etti. Diğerlerinin, yemek içmek hususunda külfet veren yönleri çok idi, coşkun ve taşkın halleri çok idi. Ama biz fakir kimseyiz, bizim bu gibi hallerimiz olmadığından bize karşı olan memnuniyetini izhar ettiği açıktı.

Hülâsa bu haller ziyaretin birinci devresinde vuku buldu. Bu ziyaretin bir de ikinci devresi var. O da icazeti alıp ayrılacağı devresidir. İcazeti alacağı devreye girince bir taleb ve dileği olanlar, bir kâğıda yazarlar ve Pirimize verirlerdi. Mübarek Pirimiz de onları alır, oturduğu döşeğin altına koyardı. Mübarek; şeyhimize biraz da ısrarlı bir şekilde, bir talebinin olup olmadığını sorar. Şeyhimizin verdiği, isteğinin yazılı olduğu pusulayı Pirimiz alınca, diğerlerinin ki gibi döşeğin değil de Mübarek kendi iç cebine koyar. Bu da gösteriyordu ki Şeyhimizin, Hz. Pirin yanında, böylesine istisnai bir durumu var, bu ziyaret esnasında Şeyhimizin yanında Hacı Bilâl da vardı.

Mübarek Şeyhimiz, Pirimizden Hacı Bilâl'e bir duası ve himmeti olmasını dilemiş. Pirimiz, Hacı Bilâl'e bakarak: “Bu kişiyi çok sevdim, çok sevilen bir şahsiyettir. Madem ki size hizmet etmiştir, size hizmet, bize hizmettir. Ben bunu hem dünyada, hem ahirette kardeş olarak kabul ediyorum,” diyerek ismini sormuş. “İsmi Bilâl'dır” deyince:

“A… Bilâl, Bilâl-Habeşî, Bilâl-i Habeşî'yi sevmiyen mi var? Bilâl-i Habeşî'yi (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gördüğü zaman: Ya Bilâl, ben seni görünce rahatlıyorum. Sen ezanınla beni rahata kavuşturuyorsun. Ezan okuyuşunla namaza davet ediyorsun ve namaz ile de huzur bulabiliyorum, buyururdu,” diyerek tekrar tekrar “Bilâl, Bilâl-i Hebeşî'yi sevmiyen mi vardı?” diye buyurdu.

Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki:

- Pirimiz bu isme karşı çok ihtimam gösterir, yani Bilâl ismi üzerinde çok dururdu. Bunun ismini de Bilâl'e benzeterek bu şekilde sevdi ve aynı zamanda dünya ve ahiret kardeşliğine de kabul buyurdu. Tabi bu duruma biz de sevindik. Buradan ayrılacağımız zaman da Mübarek Pirimiz böylesine lütfukârâne şefkat ve merhamet dolu olarak öyle bir nazar etti, öyle bir inceden inceye süzdü ki, o anda bundan aldığım lezzeti ve zevki tarif etmek kabil değildir.

Mübarek Hz. Pir öyle bir derya idi ki, emsali bulunmayan bu nazarlar karşısında kalbimden neler geçti ise, neler temenni olundu ise tümünü keşfen gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla onun bu halini tarif etmek kabil değildir. Allahü Zülcelâl cümlemize bu Mübarek zâtların hayrat ve bereketlerinden faydalandırsın. Âmin.

İşte, bundan sonra Şeyhimizin oradan bu ayrılışı ve uğurlanışı; Pirimizin kendisinden razı olduğunun ve memnun olduğunun izhârı olmuştur. Ben de o zaman inandım. Böylece ayrılışı devresindeki bu görüntü karşısında hiç kimse kalmadı, hepsi uğurlamaya koştular. Bahusus Seyyid Tâhâ dahi kilometrelerce yol katederek bizzat kendisi uğurladı. Sanıyorum ki o güne kadar hiçbir halifeye bu şekilde bir uğurlama vaki olmamıştır.

 

SIRRI AZİZ

Kardeşlerimiz;

Cenabı Rasulullah Aleyhissalatu vesselamdan intikal eden bir SIR vardır. Bu SIR, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık (ra)'a intikal etmiş ve ondan bu yana SÂDÂT-I KİRAM Hazerâtına peyderpey aktarma olunmaktadır. Ama, bu zevatın hepsine de bu sırra sahib olmak nâsib olmaz. Hepsinin bu sırrı kaldırmaya güçleri olmayabilir. Dolayısıyla misal olarak Hz. Şahı Nakşibend (ks), şeyhi Seyyid Emir Külâl olmasına rağmen bu sırrı Hace Abdulhâlik Gücdüvâni'den almıştır. Bir emânet olarak onda duruyordu. Ondan Şahi Nakşibend'e intikal etmiştir. Arada beş kişi olmasına rağmen. Dolayısıyla bu sır erbabı ve ehli olan zâtlar müstesna şahsiyetlerdir. Diğer bir misal de Hz. Mevlâna Hâlid Ziyaeddin, Şeyh Abdullahi Dehlevi'den izin aldıktan sonra emânet kendisinde olmadığı için emâneti ehlinden, yani yerinden alması için emir vermiştir. O zaman Pirimiz Hz.leri henüz hayatta değilken bu sır Pirimizin ruhaniyetinde bir emânet olarak duruyordu. Hz. Mevlâna Hâlid bu emaneti Pirimizin ruhaniyetinden almıştır. Bu emâneti azimeyi yedi sene Mevlâna Hâlid taşımıştır. Ondan sonra Hz. Şeyh Osman Sıraceddin'e aktarılmıştır.

Hatta bu hususta Şeyhul Hazinin bir sözü var: “Yedi yaşımda iken Mevlâna Hâlid'in hil'atini giydim” buyuruyor. Bu sözü, bu emanetin kendisine de geleceğine bir işaret olarak. Çünkü Şeyhül Hazin Hz. Mevlâna Halid'in vefatında 7 yaşında idi. Zira Şeyh Osman Hz.leri dahi Şeyhul Hazin'i kendi yanında seyru sülük yaparken dahi hiçbir işte çalıştırmayıp: “Sen bunun için yaratılmadın ya Şeyh Muhammed” derdi. Şeyh Osman, Şeyh Muhammedül Hazin'i kendisine, hiçbir hizmete koşturmadı. Böylece bu emanet kendisine intikal etmiştir. Sonradan Şeyhul Hazin Hz.leri de 1308 Hicrî senesinde Muhammed Ali Hüsameddin'e takriben otuz yaşlarına doğru bu emaneti intikal ettirmiştir. Şeyhul Hazin Hz.lerinin ğavsiyyet makamında olduğundan en küçük bir şüphemiz yoktur. Gavsiyyeti güneş gibi açıktır. Hatta “Şahı Nakşibend'in kuvvetine sahibtir” diye de buyurulmuştur.

Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince... Dedesi Şeyh Osman tarafından ve diğer zevat tarafından, bilhassa Şeyhimiz tarafından Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in derece bakımından hepsinden üstün olduğu kesin olarak bildirilmiştir. Dolayısıyla Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kendisinde bu anlatılan sır, tecelliyâtı zâtiyedir. Tecelliyâtı zâtiye sahibi olan zât şühud ehlidir. Bu makam da ihsan makamıdır.

الإحسان ان تعبدالله كأنك تراه


 

İHSAN MAKAMI

Allahü Zülcelâle ibadet yaparken, Allah'ı görürcesine ibadet yapmaktır. Bu hal şühûd halidir. Tecelliyâtı Zât her ferde nasib olmaz. Ancak ğavsiyyet makamında olan bir zâta nâsib olabilir. Hatta (bu makamda) Şeyh Osman Hz.lerinin kalbi büzülmüştür, yanık bir hale gelmiştir. (Bu hususu, Şeyh Osman'ın hal tercümesi bölümünde izah edeceğiz.)

Şeyhul Hazin Hz.lerinin ise akvâlinden ve ahvâliden ğavsiyyet makamına sahib olduğu kesindir. Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gelince; Mübarek şühûd ehlidir. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Hz. Pirin namaz halinde farz namazını kıldıktan sonra başka birşey kılmaya gücü yetmezdi. Demek ki tecelliyâtı zâtiye'nin öylesine te'siri, öylesine yakıcılığı vardı ki, farz namazından sonra başka bir nafile ile meşgul olacak gücü kendisinde bulamıyordu. Hatta Cenabı Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi bu hal karşısında farz namazından sonra Hz. Aişe'ye: “Ya Aişe, beni (dünyalık ile) meşgul et,” diye emrederdi. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin de namazı kıldıktan sonra hemen kendisini dışarı atar, herhangi bir işle meşgul olmaya çalışırdı. Bu hal sahibi olan zâtlarla alâkalı en açık bilgiyi veren İmamı Rabbani Hz.ler şöyle buyuruyor: Farz namazı kılarken emir Allah'ındır, hüküm Allah'ındır. O anda vâki olan Tecelliyâtı Zâtiyyenin hiçbir benzeri olamaz. (Yani, şühûd ehli olan zevat, farz namazları kılarken Tecelliyâtı Zâtiye karşısında aldığı hazzı, zevki, feyzi, hiçbir şeyden alamaz.) Nitekim, farzlardan sonra sünnetleri kılmaya başlayınca bu zevat farzlardaki o zevki alamıyor. Dolayısıyla envarı ilahiyyenin fazlalığı, fazlaca yakıcı bir hal alırsa, o zaman başka bir şeyle meşgul olmaya kabiliyyet ve imkânı kalmıyor.

Hülasa: Farzlardaki tecelliyât, Tecelliyâtı Zâtiyedir. Sünnetlerdeki tecelliyât ise Tecelliyâtı Sıfatiyedir. Farzları kılarken alınan o manevî zevk sünnetlerden alınamıyor. Şühûd erbabının, özellikle Muhammed Ali Hüsameddin gibi zâtların makam ve mevkiini tam ve hakikî yönüyle anlatmamıza ve anlayabilmemize imkân yoktur. Allahü Zülcelâlin Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine vermiş olduğu makamı tam olarak anlatmaktan aciziz. Ancak bu hususta şu kadarını söyleyebiliriz. Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin'in, Şeyh Osman'dan ve Şeyhul Hazin'den üstünlüğü kesindir. Aynı zamanda Şeyh Osman ve Şeyhul Hazin'in de ğavsiyyet makamında oldukları da kesindir. Bu iki muhterem Zâtın ğavsiyyet makamında oldukları, hal tercümeleri anlatılırken, tamamen ilmî olarak anlatılacaktır. Hiç şüphe yoktur.

Binaenaleyh Pirimiz Hz.leri böylesine bir makam sahibi olmasına rağmen, böylesine bir yücelik karşısında dahi Mübarek Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'e verdiği önem ve ona karşı olan sevgisi, ona olan iltifatı icazetnamede de görüleceği gibi calibi dikkattir. Nitekim icazet verildiğinde kullanmış olduğu cümleler, ifadeler istikbalde onun nasıl bir şahsiyyet olacağını gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor.

 


 

İCAZETNAME

 

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله الذى اشرق انوار الهداية على قلوب العاشقين والزمهم كلمة التقوى والدين وجاهدو بأموالهم وانفسهم حتى اتاهم اليقين ثمه الصلاة والسلام على سيد المرسلين اما بعد حامل العريظة جناب مستطاب الفاضل الكامل المحترم حضرت شيخ علاءِالدين المكرم قدسلك عندناكم مدة و جاهد قلبا وقالبا ليلاونهارا حتى  استحق القبول عندالله ورسوله وسادات الكرام النقشبندية والقادرية وانااذنتهو بموجب الامر بتلقين الطريقتين العليتين الى اخواننا الطالبين بأداب الشريعة لطريقه سيد المرسلين والصلاة والسلام على خاتم النبيين

خادم الفقراء على

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Elhamdülillahillezi eşrake envârelhidayeti alâ kulûbil âşıkin ve elzemehüm kelimetüttekvâ veddin ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim hattâ etahümül yakîn. Sümmes Selâtü vesselamu alâ seyyidül mürselîne.

Emme ba'du hamilul arizati Cenabı müstetab elfadıl elkâmil el muhterem Hazreti Şeyh Alaaddinil mükerrem Kad seleke indenâ kem müddetin ve câhede kalben ve kâliben leylen ve nehâren hattâ  istehakkâl kubule indellahi ve rasulihi ve sâdâtil kirâmi en nakşibendiyyeti vel kâdiriyyeti ve ene ezentühü bimucibil emri bitelkinittarikateynil aliyyeteyni ila ihvânina ettabilin bi âdâbişşeriati litarikihi seyyidil murselin.

Vessalâtu vesselâmu alâ hâteminnebiyyin.

                  Hâdimül Fukara  Ali

                       İmza - Mühür

 

Şöyle buyuruyor: “Cenabı müstetab el fâdıl el kâmil el muhterem Hazreti Şeyh Alaaddinil mûkerrem seyr-i sülûkûnu bizde bitirdi. Kalben ve kaliben, leylen ve neharen buyurduktan sonra istihakkâl kubul yani istihakı kesbetmiştir. Nasıl kesbetmiş? İndeallahi ve inde Rasulullahi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve inde saadatil aliyyetil Nakşibendiyyetil ve Kadiriyyeti... ve ene ezentuhu bi mucibil emri, ben ise emir mucibince veriyorum. Çünkü istihkak kesbetmiş. Hak etmiş. Hem Allah nezdinde hem Rasulullah nezdinde hem de saadati Nakşibendiyye ve Kadiriyye nezdinde. Ben ise kendiliğimden değil de emir mucibince veriyorum.”

 

Kardeşlerim;

Biz bunları anarken anlatırken herhangi bir davet veya teşvik yönünden söylemiyoruz. Allahü Zülcelâlin ni'meti azimesine teşekkür bakımından ni'meti tezekkür yönünden söylüyoruz. [1]

İşte, buraya kadar böylesine mübarek bir mürşid ile müridi arasında tevazu bakımından, şefkat ve merhamet yönünden herkese bir misal teşkil edecek bu konuşmayı sizlere aktarmayı uygun gördük.

Böyle bir müşahede, böyle bir duygu her yerde ve her mürşidde olmaz. Fakat, Rabbimizin lütfü, kerem ve ihsanı olarak böyle bir mürşid ile bizi karşılaştırdığı için Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun. Ne mutlu o kimseye ki, o da şeyhinin böylesine sevgisini kazanmış, karşısına oturmuş ve aralarında böylesine sohbetler cereyan etmiştir.

Hülâsa; Mübarek Şeyh Alaaddin ile Hacı Hüsnü arasındaki konuşma Arapça olduğundan Hacı Hüsnü'nün daha iyi anlayabilmesi için tamamen avam lügatini kullanarak, onun seviyesine inerek sorularına cevab veriyor. Onun kullandığı lisanı kullanarak cevablıyor.

Dolayısıyla son taraflarında biz de birkaç kelimeyi dile getirmeye çalıştık. Fakat bazı noktaları biraz daha şerh etmek, anlatmak faydadan hali değildir. Çünkü, orada çok kısadan geçmişti. Biz de bir iki noktayı bildiğimiz kadarıyla biraz açmak istiyoruz. Zâten Şeyhimiz ile Hacı Hüsnü arasında geçen sohbetin başlangıcında, henüz soru sormadan aralarında bazı konuşmaların geçtiği anlaşılıyor. Seyyid Kadri mevzuu geçmiş ki Şeyhimiz, Seyyid Kadri ile alâkalı şöyle buyuruyor: “Oldukça kendi şeyhini methediyordu. Söyledikleri şeyler, hep kendi şeyhi üzerine idi” buyurdu. Ondan sonra Hacı Hüsnü Tâvila ziyaretini soruyor. Efendim Tavila nasıl idi? Tavila ziyaretiniz nasıl geçti?

 

TÂVİLA

Tâvila, biliyorsunuz ki, Mübarek Pirimizin dedesinin şöhret olduğu bir beldedir. Yani, şöhreti ile ilgili Şeyh Osmanı Tâvila denilen bir yerdir. Dolayısıyla Şeyhimiz, babası Şeyhul Hazin'in ahdini yenilemek kastı ve gayesiyle Tâvila'ya gitmiş. Tabi mürşid, mürşidi kâmil olunca, insanı, insanı kâmil haline getirir. Fakat mürşid, nakıs ise, ona teslim olan kişi de yetersiz yetişir.

Bu husus çok önemlidir. İnsan her duyduğuna “mürşidi kâmil” diye kendisini teslim etmemelidir. Nasıl ki bir doktor, doktorlukta tam bir ihtisas sahibidir, menfaati, kesin tedavi yöntemleri vardır. Çok kimselere faydası olmuştur. (Doktorluğunu her haliyle isbat etmiştir, hekimlik icazeti vardır.) İşte bu doktor, hastaların tedavisini yapabilir. Dolayısıyla böyle ehil doktorlara, insan kendisini rahatlıkla teslim eder. Yoksa doktorlukla yakından uzaktan alâkası olmayan, kulaktan dolma bilgilerle kendisini doktormuş gibi gösteren, bir iki kitab okumakla doktor olduğunu sanan ve cazibesine kapılarak böyle bir yola başvuran kimseler, bedene fayda vermek şöyle dursun, ancak ve ancak zarar verirler.

Mürşidler de böyledir. Ehil olmayan doktor bedene nasıl zarar verirse, nakıs mürşid de dine zarar verir. Onun için mürşidlik çok mühimdir. Maneviyat esasen kişi ile Allahü Zülcelâl arasındaki rabıtadır. (Öyle hafife alınacak bir olay değildir.) Nakıs ve ehil olmayan doktor, nasıl ki hastasını perişan ederse, nakıs ve ehil olmayan Şeyh de müridini Allah'a kavuşturmak şöyle dursun çok kötü durumlara düşürür.

Hülâsa, Şeyhimiz Tâvila'ya vardığı zaman, Mübarek Pirimiz çok ferasetli olduğundan, Şeyhimizi diğerleri gibi HÂNİKÂH'a[2] değil, özel olarak Mübarek Seyyid Tâhâ'nın himayesine veriyor. Âdeta, çok kıymetli bir emânet gibi kıymet ve değerini takdir ederek, Seyyid Tâhâ'ya teslim ediyor.

Seyyid Tâhâ, bildiğiniz gibi Pirimizin hemen hemen her işini yapar, döndürürdü. Umumi işleri yürütürdü. Teveccüh olsun, hatmi hacegâh olsun Pirimiz bunlara asla girmezdi. Bunlara Seyyid Taha girerdi. Ve umumi işleri hep Seyyid Taha yürütürdü.

Seyyid Tâhâ işte böylesine bir Zât. Şeyhimizin de en çok bahsettiği ve daima takdir ettiği zât Seyyid Tâhâ'dır. Seyyid Tâhâ'nın dışında öyle herhangi bir kimse üzerinde durmazdı.

Hatta meşhur Şeyh Saidi Meczub ve diğer Cizreli zevatın bazıları hakkında da şöyle buyururdu: “Bunların bir kazan veya bir havuz gibi fazlayı taşırma durumları vardır. Taşırınca üzerine başka ne koyacak ki... Geleni taşıracak olursa ne koyacak ki? Ama kardeşim Seyyid Tâhâ her geleni zaptediyor. Her geleni yutuyor. En ufak bir taşkınlık ve taşırma yok, derya gibi her geleni içine alır” diyerek Seyyid Tâhâ'ya karşı olan sevgisini izhar ederdi.

İşte Muhammed Ali Hüsameddin, Şeyhimizi bu Seyyid Tâhâ'ya teslim etmişti. Böyle olmasına rağmen Şeyhimizin aklına şöyle bir düşünce gelir: “Acaba Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in böylesine yüce oluşu ecdadından, baba ve dedesinden şöhret alarak mıdır? Yoksa kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu şöhretinin sahibi bizatihi kendisi midir?” Şeyhimiz Şeyh Alaaddin bu gibi şeyleri aklından geçirince Seyyid Tâhâ'ya teslim edilmiş bir emânet durumunda olduğu halde hemen emir gelmiş ki ferman Pirimiz Hazretlerinden:

- “Alaaddin musarrahtır, gidebilir” diyor.

Burada Hz. Pir hakkında bir tereddüd, bir şüpheye kapılınca, aklından “acaba” diye geçirince o zaman kendisine serbestlik verilmiştir, gidebilirsin diyor.

İşte, Mübarek Şeyhimiz o anda tarifi imkânsız bir üzüntüye gark olur ve o geceyi sabaha kadar ağlayarak geçirir. Seyyid Tâhâ her ne kadar teselli etmeye çalışsa da bu tesellisi onu pek etkilemez. Çünkü, bu durum Şeyh Alaaddin'e çok ağır gelir. Sabahleyin abdest almaya çıktığında orada bir samralık (gübre) vardır. O samralığa bakarak: “Keşke bu samranın yerinde ben olsaydım da bu duruma düşen biri olmasaydım diyerek dünyaya geldiğine bin pişman, üzüntüsünden kahrolacak bir halde artık ben neye yararım ki...” diyerek o derin üzüntüsünü izhâr eder. Mübarek Şeyhimiz keşke o samralık olsaydım dediği anda, Mübarek kendisini o hale indirince o samralık âdeta dalgalanan bir nur gölü haline gelir. İşte bu hal karşısında tefekkür halinde iken hiç umulmadık bir anda, Hz. Şah karşısında var olur, zuhur eder. Tabiki o anda ne haller geçirdiğini Allah bilir. Mübarek, Hz. Şah ile karşı karşıya gelmekten dahi çekinir bir halde duvara yaslanır. Hz. Pir karşısına gelince Şeyh Alaaddin'in üzerindeki o hali gidermek ve o teslimiyyet ve tefvizi umurinin[3] bu şekilde inmesi karşısında o hali giderecek şekilde Şeyhimizin kesinlikle hoşnut olabileceği bir tarzda:

كيف حالك يانورعيني

“Ey gözümün nuru nasılsın, ne haldesin, halin nicedir?” diye sorar...

İşte Hacı Hüsnü'nün sorduğu ve Şeyh Alaaddin'in (ks) Pirimiz karşısında verdiği cevabı bu andan itibaren anlatıyor. Diğer kısımlarını ise anlatmadan saklı tutuyor. Ancak Şeyhimizin, Pirimiz hakkında “bu Mübarek, bu Mübarek” diyerek anlattığı ve o ana kadar geçirmiş olduğu devreyi âdeta bir film şeridi gibi göz önünden geçirmiş ki artık teslimiyyeti külli durumunda kalmış ve kendisinden de memnun olduğunu görünce, bilhassa bu şekilde taltifini görünce çok daha mestu hayran olmuş ve o anda duvara yaslanarak kendisini zaptedebilmiş ve karşısında verebildiği cevab sadece ve sadece “ELHAMDÜLİLLAH” olmuş.

 

SEYYİD TÂHÂ İLE ŞEYH ALAADDİN'İN HZ. PİR'E İNTİSAP ŞEKİLLERİ

Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'in (ks) Hz. Ali Hüsameddin'e intisabları, Hz. Ebubekri Sıddık'ın (ra) Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tasdikine tıpatıp uyuyor. Seyyid Tâhâ'nın durumu ise Hz. Ömer'in Peygamberimize gelişi ve kabullenişinin aynısı.

Şöyle ki Hz. Peygambere vahiy gelip ve Rasulullah da peygamberliğini ilân ettiğinde onu ilk kabul edenlerden Hz. Ebubekir İslâm'a davet edildiğinde “Ya Muhammed! Sana karşı olan güvenim, itimadım sonsuzdur. Bunu sende biliyorsun. Yalnız davet ettiğin Risâlete delilin nedir?” diye sordu. Peygamberimiz de: “Ya Ebubekir! Şam'da görmüş olduğun rüyadır” diye buyurunca Hz. Ebubekir Peygamberimizi kucaklayıp iki gözünün arasını öptü ve “ben şehadet ederim ki: Sen Allah'ın Rasulüsün!” diyerek risaletini kabul etti ve Müslüman oldu.

 

Hz. EBUBEKİR'İN RÜYASI

Hz. Ebubekir (ra) Şam'da ticaret yaptığı sırada rüyasında bir ay'ın, Mekke'ye indiğini, sonra Mekke'nin bütün evlerine dağıldığını ve her eve, O'ndan bir parça girdiğini, sonra da kendi evinde toplu bir hâle gelmiş gibi olduğunu görüp, ehli kitap bilginlerinden bazısına, meselâ Rahip Bahira'ya anlatmış.

Rahip Bahira: “Sen nereden geldin, kimlerdensin, ne işle meşgulsün?” diye sordu. Hz. Ebubekirde Mekke'den geldiğini, ticaretle meşgul olduğunu ve Kureyş kabilesinden olduğunu söyleyince... Rahip Bahira: “Allah rüyanı doğru çıkarırsa, kavminden bir peygamber gönderecek, sen de sağlığında onun vezir'i, vefatından sonra da halifesi olacaksın!” demişti.

İşte, buna benzer bi şekilde Şeyhimizin de, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hakkında, onun yüceliği hususunda en ufak bir tereddütleri yok. Fakat bu yüceliği, böylesine üstün meziyetlere sahip oluşu, akıllara durgunluk verecek kadar müstesna bir şahsiyet oluşu nerden kaynaklanıyor? Bu vasıflara sahip oluşu acaba baba-dedesinden, böylesine bir aileye mensubiyetinden mi ileri geliyor? Yoksa, kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu hâl kendisinden mi kaynaklanıyor? diye düşünmesi, böyle bir tereddüt geçirmesi, Hz. Pir'in de Alaaddin gidebilir, demesi; Hz. Peygamberin karşısında Sıddıki Ekber'in kayıtsız şartsız teslimi gibi, Şeyhimizin de bu durumdan sonra teslimiyyeti kül ile bağlanmış ve Hz. Pir'in hali ve durumu hakkında kalbi mutmain olmuştur.

 

Hz. Seyyid Tâhâ'ya gelince:

Hz. Ömer'in, Cenabı Rasulullaha gelişi Müslüman olmak niyeti ile değil de ona haddini bildirmek için yola çıkmıştır. Tamamen bir ferman okumadır geliş gayesi. Fakat Hz. Peygamberle karşılaştıktan sonra Müslüman olmanın, İslâmı kabul etmenin dışında seçeneği kalmamış ve Müslüman olmuştur. İşte, Seyyid Tâhâ da buna benzer bir şekilde intisap etmek niyetiyle değil de, tamamen kendi ilmine ve şöhretine güvenerek işlerini yapmaktan amcasını alıkoyan bu kişiye, yani Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine haddini bildirmek için gelir. Geliş gayesi tamamen bir ferman okumadır. Fakat Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile karşı karşıya geldiğinde dünyası tamamen değişir. Hz. Ömer misali geliş o geliştir. Bir daha geri dönmez.

 

HÜLÂSA: Hz., Rasulullah için Sıddıkı Ekber ile Hz. Ömer'in durumları ne ise, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin için de Şeyh Alaaddin ile Seyyid Tâhâ'nın durumları aynı mesabededir. İşte meşrebimizin SIDDIKİ meşreb oluşu da bundan dolayıdır.

 

Hülâsa; Hacı Hüsnü ikinci olarak soruyor:

- “Efendim, Hz. Pir'in size karşı sevgisi vardı, çok seviyordu sizi.” Karşısında Mübareğin verdiği cevab:

- “Biz fakir kimseleriz, aciz, miskin durumumuz vardır. Böyle taşırma hallerimiz yoktur, coşma yoktur. Sakin bir durumumuz vardır. Haddimizi bilen kimseleriz. Dolayısıyla Mübarek Pirimiz böyle kimseleri severdi” buyurdu.

Nitekim Hz. Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: “Bu yolun sâliki olan bir kimse bu meskeneti, zilleti, acziyyeti, fakriyyeti -bu yönleri- ele alıp da bu yoldan yürümedikçe asla vuslat bulamaz. Zira bu fakire, bu kapıdan giriş yaptırdılar ve böylece muvaffak olabildi. Başkaları daha başka kapılarda dururken biz iki yüz kişi idik, ne bulduysak bu yöntemlerle bulduk, Allah'a şükürler olsun.” diyor.

İşte, Şeyhimiz de bu yönünü tercih ederdi. Hatta talebelik devresinde dahi Şeyh Halef Camisinde Şeyh Mahmud'un yanında okurken, zira tahsilini orada yapardı, talebeler arasında hiçbir benzeri yoktu. Öteden beri çok sakin ve tefekkürlü bir hâli vardı. Çocukluk devresinde iken bile onların hareketlerinden âri, bari bir durumu vardı. Sükûnet içerisinde daima tefekkürlü ve müsteğrak bir hali vardı.

Rahmetli babam, Şeyhimizin gençlik ve talebelik devresini böyle anlatırdı.

Hatta Şeyhimiz, ağabeyi Şeyh Fahreddin hakkında bile, Şeyh Halef Camisi'nde va'z ederken Abimin anlattığına göre şöyle buyurmuş: “Kardeşim Şeyh Fahreddin halk arasında va'z ederdi. Halk sanırdı ki tamamen varlığı, meşguliyeti onlarladır. Fakat, kalbi Hak ile kalıbı halk ile idi.” Halbuki Mübarek o dönemde talebe idi.

Talebelik devresinde dahi ağabeyinin o hal ve durumunu keşfediyordu. Keşfiyatı var idi.

Bu acayibliklerine bakınız ki, Şeyhul Hazin'in en büyük evlâtlarından kademe olarak en yüksek olanı ve en büyüğü Şeyh Fahreddin'dir. Ve Şeyh Mahmud da onun halifesidir.

Yani Şeyhimizin, tedrisat yönünden hocası olan Şeyh Mahmut hakkında da şöyle buyurur: “Ayağının baş parmağından başına kadar yani tepeden tırnağa bir nur parçası idi” diyor. Bunun yanında bulunduğu devre ve talebelik devresinde dahi ağabeyinin durumuna keşfiyatı ve vukufu vardı. Bu minval üzere, Şeyhimizin öteden beri geliş tarzı böyledir. Vakarlı, istikrarlı, sakin, kendisinin mahviyattan başka bir hali yoktu. Var, yok içinde... Hani bir usul vardır. Tarikati aliyenin sâdatlarının verdiği bir karar vardır; “ölmeden önce ölmek” düsturu varya...

موتوا قبل ان تموتوا

Yani, “ölmezden evvel ölmek” şöyle ki, bu ölmek vücudan değil, aslında nefsin enaniyetini[4] ve bu gibi nahoş halleri, ahlâkı zemimeleri[5] tamamen yok etmesidir. Bunu öldürürse, işte o zaman Allahü Zülcelâl kendisine bir hayat verir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Artık fazlaca zihninizi yormak istemiyorum. Diğer bölümlerde az çok bir işaret verilmiştir. Ancak, en fazla muğlâk gördüğümüz Mübarek Şeyh Osman (ks), Şeyhul Hazin (ks) ve Hz. Pirimizin (ks) bu tecelliyât yönünden geliş tarzı, yani bu sır hususunda biraz malûmat vermek yerinde olur.

Bilhassa Şeyh Osman (ks) ile alâkalı, kalbinin büzülmesini söylerken, tabi bunun mahiyetini anlatmak faideden hâli değildir.

 

HZ. ŞEYH OSMAN ETTAVİLİ (K.S.) (Doğumu: 1781 (H. 1195) - Vefatı: 1867 (H. 1283))

Hz. Şeyh Osman (ks) çok dirayetli ve:

منبع الاسرار ومظهر انوار الرحمن صباح درياءلامكان حضرة سراج الملة والدين

قمرالعرفان وشمسى اليقين شيخ المشايخ سيدنا الشيخ عثمان الشهير باالكشف والبيان

diye tabir edilen böylesine bir kabadayı... Rabbımızın yiğitlik meydanındaki zatlardan bir tanesi... Pirimizin dedesi olup pirimizin geleceğini pek âlâ anlatan bir zattır. Bunlar birbirlerini çok iyi bilirler. Nitekim pirimizde dedesinden ayni şekilde diye tabir edilen menakıbler anlatırdı. Herhangi bir zattan şöyle keşfiyatı vardı, şöyle malumat sahibi idi, şöyle halleri vardı denildiğinde dedesi Şeyh Osman hakkında aynı seviyededir veya daha üstündür diye anlatırdı. Şeyh Osman Hazretlerinin yanındada herhangi bir zat anılsa “Bizim Ali bunu aşar” buyururdu.

Hülasa bu Şeyh Osman Hz.leri Mevlâna Hâlid (ks) gibi müstesna bir zâtın âyân halifelerinden olup en akdemidir. Yani akdemul hulefa diye tabir edilen en kıdemli, derece bakımından da en yüce halifesidir. Mevlâna Hâlid (ks), Şeyh Abdullahi Dehlevi'den gelerek Irak'a teşrif ettiğinde ilk irtibata geçtiği Zât, Şeyh Osman Hz.leridir.

Aslında Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman her ikisi de Irak'lıdır. Mevlâna Hâlid şehrü'z zûrî'lidir. Şeyh Osman ise Tâvila'lıdır. Bu beldelerin ikisi de Irak beldelerindendir.

Bu şekilde mübarek teşrif ederken oldukça Şeyh Osman ile irtibat kurmuştur. Şeyh Osman'da çok dirayetli bir zattır. Tabi bunlar birbirlerini iyi anlar, iyi bilirler. Nitekim Mevlâna Hâlid Hz. Peygamberden intikal eden bu sırrı azizi Şeyh Osman'ın torunu olan Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) ruhaniyyetinden almıştır. Mevlâna Hâlid'in rihlesini okuyan bir çok kimse Şeyh Abdullahi Dehlevi'den dönüşünde Şeyh Abdullahi Dehlevi'nin: (Evlât, falan mahalle varasın, şol yere safiyyetle giresin, oradan hükmünü ve emrini alırsın, diye O emaneti almaya göndermesi.) İşte, bu konu muğlak kalmış, bunu kimden almış, nasıl almış, bu bilinmiyor. Bu hususu, Hz. Pir hakkında malûmat verirken inşallah daha geniş izah edeceğiz.

 

VECD HALİ, KALB ve FÜAD

Şimdi mevzumuz olan Şeyh Osman Hz.lerine gelelim.

Şeyh Osman Hz.leri çok ileri kademeye varmış, Mevlâna Hâlid'in halifeleri arasında en üstün dereceye varan bir Zât idi. Zira onun hâli Şühûd hâli idi. Şühûd hali çok acayip bir devreye gelmiş. Tabiki insan zikri yaparken evvela gafleti gidermek için yapar. Sonrada gafleti giderip cevarihlerini tamamen istilâ edecek hale getirince de kalbine yerleştirir. Kalbin ise bir dış kısmı olmakla beraber bir de iç kısmında FÜAD vardır. Kalbteki muhabbettir. Füad'da ise aşk vardır. Yani muhabbet kalb ile alâkalı, aşk ise Füad ile alâkalıdır. Aşkın daha ötesinde de bir sır vardır. Sır esasen VECD hali demektir. VECD ise istediğini, aradığını bulmak demektir. Bu hâl ise Tecelliyâtı Zât halidir. Tecelliyâtı Zât aslında her fertte aynı değildir. Aynı seviyede olmaz. Çünkü görür-görmez, hicablı-hicabsızdır. Aynı seviyede değil ve çeşitli yönleri vardır. Ancak bu hususları daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için İmamı Rabbani'nin (ks) Mektubât'ına ve benzeri zevatın eserlerine müracaat etmek lâzımdır. Bu mevzu çok geniş olduğu için buraya sığmaz.

Evet, Şeyh Osman öyle bir hâle gelmişti ki lafza'i celâli zikrederken öylesine yakıcı bir te'sirat hâli var idi ki bu hâlin tarifi imkânsızdır. Artık ne hal oluyorsa Allah bilir.

Gaye şu: Mevlâna Hâlid devresinde diğer tarikatlara bağlı olanların bunları çekememezlikleri oldu. Bir de aralarında nahoş haller oluyordu. Hatta bir defasında Mevlâna Hâlid camiden çıkarken onu dövmek dahi istediler. Bu arzularını yerine getirmek için toplu bir halde Cami'nin önünde bekliyorlardı. Mevlâna Hâlid'e karşı çok hasım halleri vardı. Mevlâna Hâlid Camiden çıktıktan sonra, ki geç çıktığından dolayı, etrafında kimse kalmamıştı. Mevlâna caminin çıkışında karşısında bu topluluğu o halde görünce ve niyyetlerini anlayınca Mübarek O celalli nazarlarını topluluğa çevirip onlara celalli bir şekilde bakınca, topluluk neye uğradığını şaşırdı. Çoklarının kendilerine medarları kalmadı elbiselerini yırtıp çöllere çıktılar. İçlerinde kimileri de Mübarek Mevlâna'nın eline ayağına kapanıp af dilediler.Hülasa: O nazar karşısında kendilerini zor toparlayabildiler.

 

HAVF - RECA , KABZ - BAST, ÜNS ve HEYBET HALLERİ

Kardeşlerim; Biz avam sınıfı olarak Allah Zülcelâle karşı Havf-ü Recâ içinde yaşamamız lazım. Allanın rahmetinden umudumuzu kesmemek lazım. Daima rahmetini umud ederiz. Daha üstün kademeli zâtların ise kabz ve bast halleri vardır. Bast hali beşaşetli ve yaygındır. Kabz hali ise büzülen, sıkılan ve bir şey yok iken ağırlık hali gelmesidir. Bunlarında üstünde ise meselâ Şeyh Osman gibi şahsiyetlerde Üns ve Heybet halleri vardır.

Yâni; Şeyh Osman Hz. leri gibi yüce şahsiyyetlerde bu hal ÜNS ve HEYBET halidir.
Heybet Celâlidir. Üns ise cemâlîdir.

Eğer tecelliyât, celâl yönünden vâki olursa insanı anında bir hiç hükmüne getirir. Hatta o hal vâki olan zât tamamen şehid olur.

Nitekim İmamı Rabban Hz.lerinin oğlu Şeyh Muhammed Masum (ks) mektubunda şu hadisi Kudsiyi zikrederek der ki:

من قتلته فانا ديته

 “Herhangi bir kimse benim aşkımdan ölürse, onun diyeti ancak cemâlimdir.” buyuruyor. Onun için şühedâya öldüğünde cennet va'dedilmiştir. Ama, Allah şehidi olan, Allah aşkıyla şehid olan kimseye Cemaullah va'dedilmiştir. Karşılığı cemalullahdır.

Şeyh Osman (ks) Hazretleri bu minval üzere bir tarikat imtihan sahnesine girmişler, yani Kadiri tarikatının tezlerinin gereklerini yapmış. Bu sefer Nakşı tarikatının tezlerini öğrenmek ve görmek istemiş. İşte o zaman Mevlâna Hâlid'in “Diz çök, rabıta halini al, rabıtaya gir ya Şeyh Osman” emri ile önünde diz çökerek rabıtaya girer ve üç defa üst üste Allah der. Üçüncü defa Allah deyişinde bütün vücûdu benek benek olarak yanık bir hale gelir. Bilhassa kalb karşısında vücud büyük bir tesir görür ve o anda kalbi yanık, delinmiş ve büzülmüş br hale geliyor. O zaman kendinde medarı kalmıyor, tamamen mecalsiz bir halde Mevlâna Hâlid'e: “Lokmanımsın, Hekimimsin” diyerek kendinden geçiyor.

Mevlâna Hâlid (ks) Hazretleri de gereken himmeti yapar ve vücudunun üzerindeki yanık izlerini, benekleri giderir. Fakat o büzülü olan kalb o halde kalır.

Bu durum karşısında Hızır Aleyhisselâm kendisine: “Sen Allah yolunda gazi oldun ve bu şekilde gazilik unvanını kazandın.” der. Çünkü, henüz eceli gelmediğinden şehid olma zamanı gelmemiş, amma gazilik unvanını hak etmiş ve bu ünvânı taşımıştır.

İşte bu Şeyh Osman (ks) Hazretlerinin kalbinin büzülmesi halinden Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri bahsediyor. Yani Şeyh Osman (ks) Hazretlerinden icazet aldığı zaman Şeyh Osman'ın “Ya Şeyh Muhammed; bu, Mevlâna Hâlid'in bir hil'atıdır, bir hediyesidir. O devrede bu hâl vâki' oldu, dolayısıyla bu SIRRI AZİZİ size emânet ediyorum, bu emânet EMANETULLAH'dır. Siz de buna sahib olun.” buyurup gereğinin yapılmasına itina edilmesi taleb ve temennisinde bulunmuştur.

 

ŞEYH MUHAMMED-EL-HAZİN (ks) (Doğumu: 1235 - Vefatı: 1308)

Hazretleri oradan vedalaşarak Siirt'e gelir. Siirt'te 12-14 km. mesafedeki Fersaf köyüne gelir. Fakat, Fersaf a geldiğinde kalacak bir evi dahi yoktur. Bu yola revân olunca ilim arkasından koşarken, bu hale gelinceye kadar dünyalık hiçbir şeye sahib olamamış. Oraya geldiğinde, kerpiçten mâ'mul, eve benzer birşey yapar. Ancak burası halkı toplamaya müsait bir yer olmadığından Siirt yolu üzerinde bir çardak yapıp geleni gideni irşada başlar.

Ancak; orayı gören, oraya uğrayan bir daha ayrılmıyor, ayrılamıyor. Ve Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin ünü her tarafta çok yaygın bir şekilde duyulur.

Böyle olunca Mübarek Şeyh Alaaddin (ks) Hazretleri Şeyhül Hazin hakkında: “Şahı Nakşıbend kuvvetindedir.” diye buyurmuştur.

Tillo Şeyhleri de aynı Cizreli Şeyhler gibi çok atılgan ve tezgâhtardırlar. Şeyhül Hazin'in bu durumu yavaş yavaş kendilerine tesir ediyor. Bazı kimseler oralarda halife olmalarına rağmen: “Gidelim, bu Şeyhi caydıralım. Hatta gerekirse haddini bildirelim.” diyerek gelenler, bir daha geri dönmezler. Şeyhül Hazinden duydukları harikalıklara hayran-û-mest oluyorlar.

Çünkü, hiç kimseden görmedikleri ve duymadıkları harikalıkları görüyor ve duyuyorlar. Çünkü Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin çok cazib bir tezi, görüşü ve nazarı vardır. Allahü Zülcelâl kendi fazlü kereminden bolca ihsan etmiştir.

Dolayısıyla Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri ile alâkalı olan akvâl hafsalaya sığmaz, herkes de bunun fehmine kabil değildir.

Ancak, Şeyhül Hazin'in durumunu, hâlini birazcık olsun fehmedebilmemiz için bazi hâl ve akvâlini nakletmek yerinde olur.

Kendisi şöyle buyuruyor:

فقت جميع الأقران { بحق سرالقرأن

Yani, “Kendi zamanında ve gününde bütün akranları arasında akranlarının tamamının üstünde olduğunu Kur'an sırrı hakkı için.” diye yeminle ifâde ediyor. İşte bu da ğavsiyyet makamında olduğunun en açık delilidir. Başka bir sözünde de şöyle buyuruyor:

لاعاشق لاسكران { من الانسى من الجان

يوازن فى العرفان { بنبى آخر الزمان

Yâni: “Cenabı Rasulullaha sevgi ve aşk hususuna gelince, hiçbir âşık ve hiçbir sekir ehlinden benimle teraziye girecek hiç bir fert yoktur. Benimle hiç kimse Rasulullah'a sevgi ve aşk yönünden teraziye konamaz.” diyor.

Hatta bir gün Şeyhül Hazin Hazretleri çok acayib bir kelime harcar ve der ki:

الابذكرالله تزدادالذنوب وتنعكسى البصانـر والقلوب

 “Allah'ı zikretmek günahları çoğaltır, basiret ve kalbi hedefinden sapıtır.” Bu söz karşısında ilim ehli Şeyhül Hazin'e itiraz eder ve: “Ne demek oluyor bu? Böyle şey olur mu? Allah'ın zikri nasıl olurda zünübü çoğaltır, nasıl olurda kalbi hedefinden saptırır? Ne demek bu!.. Bu söz şeriata muhaliftir. Zira Cenabı Hak Kur'an'da:

الابذكرالله تطمـن القلوب

“Kalbler ancak Allah'ı zikirle mutain olur.” buyuruyor” derler.

Şeyhül Hazin bu Ayeti Kerime ve onların tutumları karşısında şu cevabı verir: Hikem-ûl Ata'da da mevcud olan hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

من ذكرلم يشهد و من شهدلم يذكر

Yani, “Bir kimse zikrediyorsa, henüz müşahede hali yoktur. (Şühud ehli değildir.) Amma, müşahede hali vaki' olduysa, zikir durur” buyuruyor. Onun için kendi dönemindeki Ulema buna itiraz ettiler. Hatta bu itiraz eden âlimlerden biri de sonradan Şeyhül Hazin'in damadı oldu.

Şeyhül Hazinin, Hacı Yasin isminde bir yakını vardı. Onu buldular ve dediler ki: “Senin Şeyhin bu şekilde bazı kelimeler kullanmış, buna ne dersiniz?” derler.

Hacı Yasinde “olur” demiş. Bu itiraz edenler birbirlerinden ayrıldıktan sonra, onlardan biri olan Molla Ömeri çağırmış ve “Molla Ömer!” demiş. O da “Efendim!” demiş. Tekrar aynı soru ve cevab tekerrür etmiş. Üçüncü defa Hacı Yasin: “Molla Ömer!” deyince Molla Ömer de:

- “Ha, fehmettim, tamam tamam,” demiş. Ve bu Molla Ömer sonradan Şeyhül Hazinin damadı olmuştur.

İşte bu hal şühûd halidir.

Anlattığımız gibi insanlar önce esma ile ibret alıyorlar. Ama Allah'ın gazabından, ama rahmetinden. Bu hal havf ve reca haldir. Rica ve havfları vardır.

İkinci kısım keşif ehlidirler ve bunlar da; sıfatın tecelliyâtı, sıfatın cereyanı, hükümler nasıl cereyan ediyor, bunları görürler. Levhi mahfuzu görürler. Bunlar da bir an için KABZ halindedirler ve korkar durumları vardır. Bir an için BAST yani geniş bir tarzda emelleri vardır. Ne zaman ki tecelliyâtı Zâtiyye vaki olursa. Zâten tecelliyâtı Zâtiyenin iki vasfı vardır. Bu da ya celâli, ya da cemâlidir. Bunun karşısında eğer, hicab nasıl bir hale geliyorsa, ne zaman ki kendisi ile Allah'ı arasında “Hu” dediğinde yani “Allah” derken, Onu anarken, “Hu” diyerek karara bağlayan bu kişi, o anda nasıl zikir etsin? Bunun zikre mecali kalır mı?

 

EVLİYA MAKAMLARI

Ariflerin buyurduklarına göre; evliya makamları dört kısımdır:

1) Nübüvvet hilafetidir: Yani nübüvvetin mirasçıları: Bunlar ulemâdır.

2) Risaletin mirasçıları: Bunlar ebdâllardır.

3) Ululazim olan hilâfet makamının mirasçıları: Bunlar Evtadlardır.

4) İstifaiyye hilâfetinin mirasçıları: Bunlar da aktablardır.

İşte, ğavsiyyet makamının bu yönden olması bu şartlara haiz ve istiklâl sahibi olması lâzımdır.

İstifa ehli bunlardır.

 

Kardeşlerim, buraya kadar Şeyhul Hazin'den bir nebzecik olsun anlattık. Geliş tarzı ve intisabları sırrı aziz-i Şeyh Osman Sıraceddin'den aldığını ve memleketine geldiğinde olan hadiseleri biraz olsun anlatmağa gayret ettik. Fakat burada bu müstesna şahsiyetlerden olan Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerine Allahü Zülcelâlln ikram ve ihsanından biraz daha bahsetmek istiyoruz ve buna gerek de duyuyoruz.

Şeyhül Hazin (ks), Şeyh Osman (ks)'dan dönüşünde Musul'dan geçerken Hz. Yunus (as)'ın çilesine girmek azmi ve arzusu vardır. Kırk gün süre ile kendisine günde bir ekmek getirmesi için ücretini vererek bir kimseyi tutar. O da günde bir ekmek götürmek sureti ile kırk gün sürecek bu çileyi bitirir.

Bu çilenin kırkıncı günü bitiminde Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bir emel umuyor. İşte o gün Hz. Yunus (as)'un eli merkadından arkasından çıkarak, Şeyhül Hazin Hazretlerinin sırtını sıvazlayarak:

أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(Yunus /62)

Ayeti Celilesini okur.

İcazetinin ikinci kısmını da Yunus (as)'dan alır. Oradan kalkarak memleketine gelir.

Hülasa, Şeyh Osman Hazretleri, Şeyhül Hazin'in memleketine irşad için gönderilirken şu tembihatta bulunur:

“Şeyh Muhammed, seni o muhite irşad için gönderiyoruz. Fakat, giderken geçeceğin yerlerde Şeyh Salihi Subki Hz. var. Oradan geçerken kendisine şu hadiseyi bildir ve oranın irşadı için benim tarafımdan gönderildiğini söyle. Tabiki bir saygı gerekir. Çünkü, bu tarikatın ana temeli edebdir. Senin oraya irşada gönderilmeni hoş görmesini dileriz.” der.

Şeyhül Hazin Hz. oradan geçerken bu zâtı ziyaret eder. Ve Şeyh Salih'in yanına gelince onu bir sedirin, ranzanın üzerinde oturuyor halde buluyor. Ve kendisine hâdiseyi anlattığı zaman, Şeyh Salih-i Subki ayaklarını yerden kaldırarak, bastığı yeri gösterip; “Ya Şeyh Muhammed, şu benim bastığım yer de senin hükmün altındadır.” der.

Zira bunların hepsi ipek gibi şahsiyetlerdir. Böylesine teslimiyet halleri vardır. “Düstûr senindir” diyerek memnuniyetini izhar eder ve Şeyhül Hazin'i memleketine uğurlar.

Belki bu Hz. Yunus (as) hadisesini hafsalasına sığdıramayanlar olabilir. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Enbiyanın cesedini, toprak çürütemez.” Zira bunların mayaları cennettendir. Çünkü, bir peygamberin kabrinden ses duyarsanız hem ceseden, hem de ruhendir. Bu hâl ancak enbiyaya aittir. Evliya ise böyle değildir. Evliyadan gelen ses onun ruhundandır.

Buraya kadar Şeyhül Hazin Hz.lerinin memlekete gelişi, irşad durumu hakkında az çok malûmat vermeye çalıştık. Allahü Zülcelâl kendisine çok kabiliyet ve istidat vermiştir. Akvâli çoktur. Yani akâid yönünden, münâcaat yönünden bilhassa nimeti tahdis [6] yönünden.

 

 

Çünkü, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

(Duhâ/11)

“Rabbinin nimetlerinden söyleyebilirsin.”

İşte, bu gibi evliyanın bazılarıda Allahü Zülcelâlin emri ile konuşurlar, asla kendi ihtiyarları ile konuşmazlar. Bir evliyanın Allahü Zülcelâl karşısında bir ihtiyari yoktur. Hâşâ.

Onun için konuşması emirle olunca söylediğinden sorumlu değildir. Fakat, bu konuşma emirsiz olunca icabında velayetten dahi silinebilir. Allahü Zülcelâl bu velayeti istediğine verir. Ki bu gibi zâtların konuşmaları, gayri ihtiyarîdir ve emrivaki ile söylerler. Olabilir ki söyledikleri bu gibi sözler bir çoklarının hafsalasına sığmayabilir ve sığmaz da. Allahü Zülcelâl, öylesine harikalıklar vermiştir ki bu zâtlara. Amma denilebilir ki niçin böyle konuşurlar, böyle konuşmalarındaki sebeb nedir? Tabi Allahü Zülcelâl öyle emretmiştir ve o da böyle söylemiştir. Bu söylediklerini illâ umum kabul edecek ve inanacak diye bir şart yoktur. Yalnız bu harikaları da akla sığmıyor diyerek ketmetmek gerekmez. Çünkü, bunun da ehli vardır. Bundan da menfaatlanacak şahsiyetler vardır. Dolayısıyla Cenabı Rabbül izze celle celâluhu Habibini ilmin bir tanesini tebliğ etmeğe mecbur tutmuş, bir tanesini de tebliğde muhayyerlik vermiştir. Yani, ehline tebliğden sakınmamak. Ehli olmayana da illâ öğretmek diye bir şart yoktur. Buna mecbur da değildir. İşte, aynen bunun gibi bu Zâtların bazısı bu ilimden fehmedecek, menfaatlanacak şahsiyetler olduğundan dolayı Allahü Zülcelâlin vermiş olduğu ihsan ve keremi yaymaları tahdîs-i ni'met kabilindedir. Yani şükran lillâhi tealâdır. Binaenaleyh Şeyhül Hazin'in kendi devresinde dahi bu gibi sözlere aklı ermeyen, bunları hafsalasına sığdıramayan, mantıki kabul etmeyen, bunları anlamaya aklı yetmeyenler, hatta belki karşılaştıklarında inkâra kalkışanlar olur diye bunlar hakkında kendisi şöyle buyuruyor:

“Ey âlimler, ey iman ehli, Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Allahü Zülcelâl'in kudretine karşı olmayınız. Zira bu iş kişinin kendi elindeki iş değildir. Gayri ihtiyarî olarak söylemektedir. Fakat, kudret Allah'ın kudretidir.” Allahü Zülcelâl bir kuluna ihsan ve keremini esirgemeden verdi ise ve bu kişi de Allahü Zülcelâlin ihsan ve keremi ile bunları söyledi ise, bunu inkâra kalkışmak onun kendisine değil de, Allahü Zülcelâl'in kudretinedir. Zira Allahü Zülcelâl'in kudreti tahdidsizdir. Birşeye “ol” dediğinde olur. Allahü Zülcelâl için, hâşâ, hiçbir şeyin olmasında zorluk yoktur.

 

Aziz Kardeşlerim;

Aslında bu hususta söylenecek çok şey var. Fakat biliyorsunuz ki Allahü Zülcelâl herkesin aklını eşit yaratmamıştır. Akıl standart değildir. Kimisinin akıl seviyesi düşük, kimisinin orta veya daha üstündedir. Kimisinin akıl seviyesi ise sınırsızdır.

Meselâ: Cenabı Rasulullah'ın aklı hiçbir akıl ile mukayese edilemez. Hatta bütün akıllar bir araya getirilse Rasulullah'ın aklının bir bölümü bile olamaz.

Onun için bunu, Mübarek Şeyhül Hazin yüz küsur sene evvel anlatıyor. Hele bu günümüzde olmuş olsa, ki bu gün hem tasavvufa karşı olan çoktur, fehmedemediklerinden inkâra kalkışırlar, tasavvufun yokluğundan bahsederler, bazıları da buna gerek duymadıklarını söylerler.

Bazıları da tasavvufu tamamen taklitçiliğe dönüştürürler. Özünden uzaklaşıp tamamen taklidî yönüne dönüp taklitçi olurlar. Böyle olunca da fehimlerine, akıllarına, hafsalalarına bu gibi şeyler sığmayabilir. Çünkü, bunların fehimleri kısırdır. Tasavvuf tamamen taklitçiliğe indirilerek oyuncak haline getirilirse, bu gibi kimseler bunları nasıl idrak edebilir?

Allahü Zülcelâl bu gibilerin üzerinden ferasetini çekince bunu ne ile idrak edebilecekler? Çünkü, feraset Allahü Zülcelâl'in nurundan bir nurdur. Bu nuru alınca hangi nur ile bunu idrak edebilirler? Dolayısıyla Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi hallere düşmekten muhafaza etsin, inkarcılardan eylemesin. Daima Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin.

Hülâsa, bu Mübarek zâtın ğavsiyyet makamında olduğu birçok sözlerinde gayet açıktır. Fakat, üzerinde daha teferruatlı bir şekilde durmuyoruz. Çünkü, inkâra sebebiyyet verecek bir hal olmasın. Böyle bir hale gelmesin diye üzerinde daha fazla durmuyoruz.


 

[1] Burada Efendimiz

اَلصُّبْحُ بَدَى مِنْ طَلْعَتِهِ { وَالَّيْلُ دَجَى مِنْ وَفْرَتِهِ

فَاقَ الرُّسُلاَ فَضْلاً وَعُلاَ{  اَهْدَى السُّبُلاَ لِدَلاَلَتِهِ

كَنزُ الْكَرَمِ مَوْلاَ النِّعَمِ { هَادِى اْلاُمَمِ لِشَرِيعَتَهِ

ازْكَى النَّسَبِ اَعْلَى الْحَسَبِ { كُلُّ الْعَرَبِ فِى خَدْمَتِهِ

سَعْتَ الشَّجَرُ نَطَقَ الْحَجَرُ { شَقَّ الْقَمَرُ بِاِشَارَتِهِ

جِبْرِيلُ اَتَى لَيْلَةُ اَسْرَى {وَالرَّبُّ دَعَى لِحَضْرَتِهِ

نَالَ الشَّرَفَاوَاللهُ عَفَى {عَمَّاسَلَفَا مِنْ اُمَّتِهِ

فَمُحَمَّدُنَا هُوَ سَيِّدُنَا {فَالْعِزُّلَنَا لاَ جَابَتِهِ

Sonuna kadar okuyor ve sonunda da şu duayı yapıyor.

جزى الله عنا سيدنا محمدا صلى الله تعالى عليه و سلم ما هو اهله

اللهم كا فى مشا يخنا عنا احسن ما كفيت شيخاً عن مريديه

 

[2] Hanikah: Tekke, dergah. Bir şeyhin idaresinde dervişlerin oturduğu, zikir ve ibadet ettikleri yer.

[3] Tefvizi umur: İşleri birine bırakma

[4] Enaniyet: Benlik, gurur, kendini beğenme, bencillik.

[5] Ahlâk-ı zemime: Ayıplanacak, kötü ahlâk.

[6] Tahdis: Söyleme. Peygamber sözünü tekrar etme, görülen iyiliği herkese söylemek.