TAKVA

Aziz kardeşlerimiz, Vasıflarını uzun uzadıya âyet, hadis ve ariflerin hikmetli sözleriyle anlattığımız bu misillû kimseleri bulduğumuzda bize düşen artık onlara tâbi olmaktır. Tasarrufları altında ve mahiyetlerinde onlardan edeb, ilim ve zikir telkini almamız da gereklidir. İşte onlar sohbetlerinde ve mâhiyetlerinde bulunmamız ve takliden, amelen ve kavlen taklid etmemiz gereken saadatlardır. Onlar ki; kerem sahibi, Sadikin, Sabirin, Muhsinin, mütevekkilin, Zahidin, Sâlihin, Müttâkin, Âlimin, Arifin, Zâkirin olan saadat-ı kirâmlarımızdırlar. Mahmud (övülen) sıfatlara haizdirler. İşte böyle zâtlarla beraber olunca edeb, ilim ve telkin-i zikri de en doğru şekilde öğrenmiş oluruz. Sohbetlerine katılınca mahiyetlerine girince onların yaptıklarını ve hallerini taklid de ederiz.

Allahü Zülcelâl:

إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ

 (Hucurat/13)

“Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en değerli olanınız takvaca en ilerde olanınızdır.” Yâni en ekreminiz, en keremliniz Allah indinde etkâ olanınız, haramdan vs. en çok çekineniniz ve Allah'dan korkanınızdır.

ان الله مع الذين اتقوا والذين هم محسنون

Allahü Zülcelâl ittika sahibi ve muhsin olanlarla beraberdir. Onlar hem takva ehli hemde ihsan sahibi olanlardır.

قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم:  انا جد كل تقى ولو عبد حبشى

Hadis meali: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ben tüm müttâkîlerin dedesiyim, ceddiyim velev ki Habeşî olsun. Güzelmiş falan değil yeter ki müttakî olsun. Hem köle hemde Habeşî olsa bile müttakî (Allahdan korkan) ise ben onun ceddiyim, dedesiyim” buyuruyor. Ki bunlardan bir tanesi Bilalî Habeşî (ra) dir.

اللهم اجعلنا صن الرفقاء : الذين انعمت عليهم من النبيين والصدقين والشهداء والصالخين وحسن اؤلئك رفيقا ذالك الفضل من الله وكفى باالله عليماً

Allahım bizi ni'metlerine gark ettiğin kullarınla beraber kıl. Ki onlar rızanı tahsil etmiş nebîler, sıddıkîn, şühedâ ve salihlerdir. Böyle kimselere bize refik (yoldaş) kıl. Amin... İnsan tevekkel alallahu teâlâ olunca Allahü Zülcelâl ihsanını esirgemez fazlını verir...

 

ZAHİRİ VE BATINİ İLİMLERİ TALEB ETMEK

Aziz kardeşlerim; bu bahsetmiş olduğumuz âlimlerin mezmum (yerilen) ve memduh (övülen) sıfatlarıyla ilgili hususlardan sonra şimdi de meşâyihin halleriyle ilgili olarak bir miktar zikredeceğiz. Zira meşâyihler tâbi olmamız ve meşrebleri hasebiyle örnek olarak onlara benzemek zorunda olduğumuz şahsiyetlerdir. Nasıl ki, mezhebleri hasebiyle fukuhaya iktida ediyoruz, örnek alıp onlara uyuyor isek meşâyihlerde böyledir. Fakihler mezheb imamlarının gittiği yollardan birini seçip onun yolunda yürüyorlar. Bu yol bedeni cevârihlerle tahsis edilen bir mezheb yoludur. Zahiri ilimlere mahsustur.

Batını ilimleri taleb eden müridlere gelince onlarda aynen fâkihlerin yaptıkları gibi hallerine uygun olan bir ehl-i meşreb yolu seçerler. Bu yolun imamını taklid edip bu kimselerin yolları ve halleri içinde sülük ederler. Ve haliyle muhabbet şarabını içen ruhları ve sırları Muhabbetullah ile dolar. Hatta Muhabbetullah ile sarhoş olup aşk ile nefislerinden fena buluncaya, davasından vazgeçinceye, enâniyetleri (benlikleri) ölünceye kadar... Bu hale gelince kendi havi ve kuvvetlerinden fânî olurlar. Yâni, kendilerinde bir hareket ve güç göremez hale gelirler. Ve şüphesiz ki bir şekilde kesinlikle itiraf ederler ki; mâsiyetlerinden kaçınmak için havi ancak ve ancak İsmetullah ile yâni Allahü Zülcelâl'in koruması ile mümkün olduğunu, taatların işlenebilmesi için kuvvet ise ancak İnâyetullah ile yani Allahü Zülcelâl'in yardımıyla mümkün olduğunu kabul ve i'tiraf ederler. Yani “ben kendimi korudum da kendi enâniyetimle mâsiyet işlemedim demezde Allahü Zülcelâl'in korumasıyla mâsiyet işlemekten korundum” der. Hayır işlerden ibadat muamelât ve itaat işlerken de “kendi enâniyetleriyle işledim” demezde “ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ismeti ile” olmuş kurtulmuştur. Taat işlemesi de Allahü Zülcelâl'in inayeti ile olmuş ve başarmıştır. Bunu i'tiraf edince Allahü Zülcelâl'in tasarrufu altında cansız gibi bir hoş olmuşlardır. Mâsiyeti de taatı da Allahü Zülcelâl'e bağlamışlar, kendi enâniyetleri devre dışı kalmış, kendi ihtiyarları hamidun olmuş (yerle bir kül halinde) enâniyetlerinin ihtiyarı ve seçenek yapması yok olmuştur. Böyle olunca nefsinden tamamen kurtulmuş humut dediğimiz sanki cansız gibi olunca; koruyucu Allah, işletici Allah olunca kalb selâmete erer ve pâk hale gelir. Sırları nezih ve saf hale gelir. Letâifleri hu hâllere ulaşınca haliyle dilekleri vücûd bulur. Ve istediklerini elde ederler. Vecd alâmetleri gösterirler. Tevazu' sahibi olurlar. Himmetleri âliye (yüce), ruhları tahir (temiz ve pak) sırları safiye (arınmış) hale gelir...

Bu misillü zatların cemiyetleri, mâsivâdan (Allahdan gayrisi) hali olmuş (arınmış, boşalmış), Allahü Zülcelâl'in vahdaniyyetinden gayrisi fena bulmuş, yok olup gitmiştir. Ve Allahü Zülcelâl'in inayeti gelinceye kadar muhabbetullah içip sarhoş olmuşlardır. İnâyetullah'ın gelmesiyle cezbeleri sekreden (sarhoşluktan) sahva (gerçek ayıklığa), fenadan bekâbillah'a ulaşıp, sakinleşip ve sabitlenmişlerdir... Bekâbillahta yerleşip istikrar bulmuşlar. Bu hal ile edeblenip istikâmete kavuşmuşlar. Ve bunun yanında a'ciz kalmışlar teslim olmuşlar, işlerinin tümünü Allahü Zülcelâl'e sipariş etmişler. Ve Allahü Zülcelâl'i kendilerine vekil seçmişler. Boş bir kalıp... Tasarruf tamamen Allahü Zülcelâlindir. İtiraf edib bu inançla olunca fenadan bekâ olunca tüm bu hallerin sonunda:

الا الى الله تصير الامور

: Bütün bu işler hepsi Allah ile yürür... demişlerdir. Böyle olunca da kulun kendisine ücûb, kibir vs. gelmez artık. Allahü Zülcelâl:

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

(A'raf/ 54)

“Haberin olsun ki yaratmakta emretmekte O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir!”

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ

 (Kasas/ 68)

“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.”

وَلِلَّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الْأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ

(Hud/123)

“Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.”

 

رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَكِيلًا

(Mûzemmil/9)

“O, doğununda, batınında Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O'nun himayesine sığın.”

Vakti geldiğinde o vakit, Sıfatullah'ın envarı tecelli edince işlemlerini müşâhade edince onları çarpar, bitkin, takatsiz ve kendilerine medarı olamaz bir halde acziyete düşürür. Boş bir kab haline gelirler. İşte bu acziyetin zirvesine ulaşmanın vuku'u anında vuslat tecelli eder. Ve vasıl olurlar. İşte Ebu Bekir-i Sıddık (ra)'ın bu haldeki sözü: “Kendisine visale (kavuşmaya) acziyeti vesile kılan Allaha hamdolsun.” Hamd-ü-senâlar olsun ki Allahü Zülcelâl kendine vuslat âleti olarak tek yönü, acziyeti ortaya koymuştur. Benlikle değilde acizlikle yaklaşımı vesile kılmıştır. Hiçlik ve sıfır.. Vuslat bulmak için enâniyetini bırakıp acziyetini itiraf ederse Allahü Zülcelâl vuslatını esirgemez.

İşte bu hallerin hülasası budur. Bundan sonra nice ni'metlere nail olurlar ve tecelli zuhur eder. Terakkiyât ilerleme başlar. Dakaike ulaşıp ince, gizli ve zor olan hususları anlamaya başlarlar. İstidad ve kabiliyetlerinin nisbetince hak tahakkuk eder hakkın gerçeğini anlar olurlar. Muayene ederler, ayan beyân şühûd edip Hak'ka şahid olurlar. Allahü Zülcelâl’in eserlerini ve hükümlerini okurlar. Allahü Zülcelâl’in esmaları, sırlarıyla kendilerine tecellî eder. İşlemlerini açık seçik görürler. Allahü Zülcelâl’in sıfatlarının nurları doğar ve öyle aydınlatır ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında ne var ise Ayne'l Yâkîn görünceye kadar aydınlatır. Bu ayne'l yakîn görüşleri öyledir ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında bulunan her şeyin, madenlerin terkiblerini nelerin karışımından oluştuklarını ve unsurlarını öğelerini, elemanlarını ve özelliklerini terennümlerini intaçlarını, (ne netice doğurduklarını), miz'açlarını, yapılarını, tabiatlarını, tasarruf imkânlarını, tertiblerini ve nasıl hazırlanıp düzene konulup yerleştiklerini ayne'l yâkin görürler müşâhâde ederler ve derler ki:

قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

(Mü'minun/ 88)

“Eğer biliyorsanız (söyleyin!), herşeyin melekût (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.”

فسبحان من بيده ملكوت كل شيئ وهو يجير ولايجار عليه

Bu şahsiyetler büyük yardımlar görmüşler, rikkat kazanıp incelikleri fehmedip istidad ve kabiliyetleri nisbetince Allahü Zülcelâl’in mülkü, mülkiyeti ve yönetimi hususlarına muttali' olmuşlar, bilgi sahibi olup öğrenmişlerdir. Bununla beraber başka bir meşgale ile meşgul olmaz, hiç bir şeye bağlanıp kalmazlar. Hiç bir şeye önem verip ihtimam göstermezler. Hiç bir şeye sarılıpta kalmazlar, tüm şeylerden uzaklaşıp sadece ve sadece Azizû'l Gaffar olan Allahü Zülcelâl’e yönelirler. Bundan sonra onlardan ahd-ü safalarının semerelerini müşâhâde eder hale gelirler ve şühûd âlemine darü'l bekaya yükselirler. Burada (Darü'l Bekada) her şeyden ve her halden emin ve mutmain olarak istirahat edip rahat bulurlar. Artık onların aleyhine bir korku yoktur. Mahzunda olmazlar. Ve bu makamda onlar için istidadları miktarınca Tecelliyat-ı Zât hasıl olur, meydana gelir. Terakkiyâtları ilerleme ve yükselişleri günden güne, aydan aya, seneden seneye artar ve ziyâdeleşir. Hatta saattan saata ve ya bundan da az zaman içinde terakkiyâtları ziyâdeleşir. Bunlar ise Kerim olan Allahü Zülcelâl'den bir ata', bir bağış ve bir bahşiştir ki, ne tükenir ne de noksanlaşır. Ömürleri, sur'a üfürülünceye kadar uzasa bile...

İşte kim ki buraya ulaşır bu makamda bulunursa, Allahü Zülcelâl'e vasilin ve arifin olur. Ancak, Allahü Zülcelâl'in zâtı hususunda zillet ve iftikâr ile acziyetlerini i'tiraf ederler, zaafını i'tiraf etmiş, iflas etmişliğin alçak gönüllüğü içinde muztarib, miskin ve tevazu' sahihleridirler... Bu makamda halleri tegayyurat (gayrilik)tan ve tebeddülat (değiştirilmek)tan istikrar bulur. Halleri Bekaya erer. Sadece yalnız iki hal ile yetinirler ki birisi Celalullahdan heybet, öbürüsü Cemâlullah'a üns'dür. Celâl yakıcıdır, cemâl ise halden hale gelişlidir. Keyfiyetsiz ve hadsiz olarak... Çünkü âyet-i celilede belirtildiği gibi Allahü Zülcelâl kendi zâtı için:

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

(Şura/11)

“Onun misli gibi bir şey yoktur. O duyucudur, görendir.”

 

ŞÜHUD HALİ İÇİNDE İKRAM VE İHSAN İLE İNKİŞAF

Arifler; Allahü Zülcelâl'in cemâlinin şühûdu içinde ikram ve insanıyla durmadan inkişâf edib gelişirler. Âlemleri kaplarlar. Celâlinin şühûdu içindeyse Allahü Zülcelâl'in azameti ve kudreti onları ufaltıp küçültür ve âdeta eriyip akar hale getirir. Saadatü'l kirâm'dan Seyyid Ahmed er Rufaî (ks) Hazretlerinin de vaki' olduğu gibi... Tavaf ederken Kâbeyi Şerifin kapısının yanında iltizam ederken üzerine Celâl sıfatı tecelli edince secdede iken hemen erimeye başlamış hatta tamamen su haline gelinceye kadar erimiştir. İşte bu halin oluşu sebebi EL CELÂL (Celle Celaluhu)'in şühûdudur. Zaten bu halden Kâbede su haline gelişten sonra Medineyi Münevvere'ye varınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda “Ya Ceddi eşbah ile her zaman gönderirdin, bu sefer ise bu anda ise bu fakir gelmiş kapına artık yed-i şerifini (şerefli elini) uzatta dudaklarım ferah duysun...” diyor.

كنت ارسلها باشباحه

: “Ruhumla gönderirdim fakat şu anda ruhen, kalben ve kalıben huzuruna gelmişim bilirim esirgemezsin dudaklarım doğrudan doğruya elini uzatta elinle şeref bulsun” diye binlerce kişi önünde Gavsû'l Azam dahi orada imiş... Herkeste görmüş ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini uzatmış ve böylece öpmüştür. Tabi çok hoşuna gittiğinden ağzından sular dökülmüşte bunları yalamıştır. İşte bundan dolayı; yılan sokmuş, kılıç kesmiş, şiş sokulmuş vs. olunca tükürüğünü sürerse eseri kalmaz. Rüfaî'nin üsûlu buradan kalmadır. Yine EL CEMAL (Celle Celaluhu)'in şühûdundaki tatavvur (inkişaf ederek olduğunun çok fevkinde olmak ve görünmek) da böyledir. Küçülme değilde yaygın bir hal alır.Nasıl ki Seyyid Ahmed er Rufaî Hazretlerinde Celâl yâni heybet tecelliyatı olunca erime olmuş ise Cemâl'in zuhuruna ise misâl olarak Seyyid İbrahim Dussuki ve Şeyh Ömer el Buseyrî verilir. Cemâl yani üns tecelliyatı olunca “Bir ayağım Haramü'l şerifi doldurur.” deyince “nasıl olur?” derler. Hakikaten bir ayağı tüm Haremi şerifi doldurmuştur. Her tarafı istilâ etmiştir. Afakı tamamen doldurmuştur.

Şeyh Ebu Said el Harraz öyle bir zâttır ki İmam-ı Rabbanî Hazretleri bazı terakkiyatlarını anarken Arş'a kadar terakkiyat olmakla beraber Alümû'l Emr'e geçişte; terakki edebilmekte, ezeli levhayı görebilmekte, ileri kademeli velilerin himmetini alması gerekmektedir. O zaman bir o kadar daha çıkar. Ama çıkışlarında çok vakitlerinde, Gavsû'l Azam (ks) Nakşîbendî (ks) ve dana ötesinde Marufu Kerhî, onunda ötesinde Ebu Saidü'l Harraz'ı (ks) görmüştür. Ebu Saidi'l Harrazdan önce bekâbillahdan konuşan hiç kimse olmamıştır. Bekâbillahı esasen o ortaya getirmiş ve sabahleyin kalktığında Ebu Bekiri Sıddık'ın (ra) abası üzerine giydirilmiş ve başına bir şey bağlanmış halde bulmuştur kendisini. Böyle bir zât olan Ebu Said el Harraz Hazretleri buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl kullarından bir kulunu dosd edinmek dilediğinde ona zikrinin kapısını açar, canla başla aşkla zikredince ve “oku” zikriyle lezzetlendiğinde ona kurbiyyet (yakınlık) kapısını açar. Sonra onu üns meclislerine yükseltir. Sonra onu Tevhid tahtına oturtur. Tevhid kursisi üzerinde kılar. Sonra ondan hicabı kaldırır. Ve onu darü'l ferdaniyyete dahil eder. Ve o kulu için Celâl perdesini kaldırır. Ve Allahü Zülcelâl'in celâl ve azametini görmenin vuku' bulduğu anda “Hu”suz bekâ başlar. Kendi varlığı yok olur celâl ve heybet tecelli edince... İşte o vakit o kul zaman mefhumundan fâni olur. Kendi kimliğinin kişiliğinin muhafazası ortadan kalkınca, tamamen fani olunca nefsinin davasından da haliyle uzak kalır ve beri olur. Yâni tevhidi “Lâ İlahe İllallah”ı der. Rab-bü-Merbûb perdesi kalkınca sadece “ALLAH” der. Darü'l vahdaniyette ise Allahü Zülcelâli (hüviyet ve mâhiyetini) “Hu” le zikreder. Ve varlığını isbat eder. Ancak ne zaman ki celâl perdesi kalkar Azametullah aşikâre olunca “Hu” ile karşı karşıya kalınca ne zaman ne mekan ne hal ne de başka bir şahsiyyet kalır. Ebedi bir sükûn ve sükût başlar. Artık burada Allahü Zülcelâl için zikredipte (Huve=Hu=o) diyecek birisi olamaz. Burada “Hu”suz bekâ olur.

 

ALLAH'IN VELİ KULLARINA EZİYET ETMEK ÜZERİNE BİR HADİSİ KUDSİ

Aziz Kardeşlerimiz;Bahsettiğimiz hususlara natıka olan hadis-i kudsilerden birisi:

حديث قدسى: نطق بذالك قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم؛ ان الله عز وجل قال من اذا لى ولياً فقد اذنته باالحرب وتقرب الى عبدى بشيئ افضل من اداء افترضت عليه وما يزال عبدى ويتقرب الى بالنو افل حتى احبه فاذا احببته كنت سمعه الذى يسمع به وبصره الذى يبصر به ويده التى يبطشى بها ورجله التى يمشى بها فلئن سألنى عبدى اعطيته و لئن استعاذنى لا عذبته وما ترددت عن شيئ انا فاعله ترددى عن نفسى المؤ من يكره واكره اسائته اومسائته

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl şöyle buyurdu; kim ki Benim veli kuluma ezâ cefâ ederse ona harb ilân ederim ve kesinlikle bildiririm. Kulumun kendisine farz olanları edâ etmekten daha efdâl bir şeyi yoktur, kulumu ondan daha çok Bana yaklaştırmış olsun. Kulumun nafilelerle Bana yaklaşmak istemeside zail olmaz. Hatta, onu severim, onu sevdiğim zamanda kulağı olurum, onunla duyar, gözü olurum, onunla görür, eli olurum onunla tutar, ayağı olurum, onun üzerinde yürür. Eğer kulum isterse veririm. Eğer Bana sığınmak isterse onu sığındırırım. Birşeyi uzaklaştırmak istediğinde faili Ben olurum da onu nefsinden uzaklaştırırım. Onu kötülük etmekten ve kötülük edilmekten ikrah ettiğinde ise bende ikrah ederim.

 

ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK

Biz bu hadis-i şeriften sarahatle aşikâren ve vazihen anladık ki şüphesiz bu zatlar normal tabii ölümden önce nefislerini öldürmüşler. Nefislerini Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf etsin diye satmışlar. Teddebirat (masiyet işlemekten) tan, iradet (kendi fikrini ortaya koymak)ten ve ihtiyarlarından (seçenek yapmaktan) tamamen kendilerini tecrid edip izole etmişlerdir. Masiyet işlemekten irade ve ihtiyarlarını ortaya koymaktan külliyen soyunup sıyrılmışlardır. Halîkları Allahü Zülcelâl'in önünde tasarruf etmesi için canla başla muhabbetle, sanki bir cenaze olmuşlar. Tıpkı normal bir cenazenin cenaze yıkayıcının önünde oluşu ve cenazeyi dilediği şekilde çevirmesi, döndürüp temizlemesi ve ona istediği muameleleri yapması gibi... Buna delil olan hadiste Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

قال رسول الله صلى الله  تعالى عليه وسلم: من اراد منكم ان ينظر الى جتازة تمشى على الارض فلينظر الى ابى بكر الصديق (رضاالله عنه)

“İçinizden kim yeryüzünde yürüyen bir cenazeye bakmak isterse Ebu Bekir Sıddık'a baksın.”

Buradaki gayesi, tevâzûna işaret etmektir. Esasen kul olarak Halîkine karşı ücûb ve gurur içinde yürümüyor. Haddini bilir, köle olarak, kul olarak yürür. Allahü Zülcelâl'in görmediği bir an da yoktur esasen... Tabi kalbi Rabbisiyle olunca halsiz, âciz bir şekilde yürüdü. Ondan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) misâl vermiştir. Görüyorsunuz ki tüm nakşi saadatlarının hepsinde de meşreb böyledir. Hz. Nakşîbendî (ks) dahi böylesine hep mahviyet içinde idiler. Allahü Zülcelâl'e karşı halleri hep bu idi... Bir memur âmirinin gördüğünü tahakkuk ederse, anlarsa hiç nahoş bir şeyler işler mi? Gördüğünü bilirse sakınır, değil mi? Evet! Hem saygı yönünden hem de kendisine yakışmayan şeyleri işlemez. İşte Hz. Ebu Bekir Sıddık'da (ra) hiç bir an için Allahü Zülcelâl'i kaybetmiş veyahutta hatırına getirmemiş olamazdı. Her zaman kalbinde Rabbisiyle idi. Yürüyüşü böyle idi. Evet, yürüyüşü vardır. Ama adeta bir cenaze gibi. İşte yürüyüşü bu minvâl üzare idi.

 

ŞEYHÜL HAZİN'DEN BEYİTLER

Aziz Kardeşlerim,

Kim ki bu makama ulaşırsa meşreb imamlarından bir imam olur. Bu ise tıpkı mezheb imamlarının mezheblerini taklit ederek yollarında imamlarının izi üzere yürümeleri ve zahiren taklit etmeleri gibidir. Ve zahiridir.İmamlarından, hadislerini, hikmetlerini verdikleri kararlarını alırlar ve taklit edip ona uyarlar. Diğerlerinin taklitçiliği ise; sülük ettikleri yollarında ehl-i meşreb olan imamlarını taklit ederler. Bu yoldaki taklitleri halen, edeben, kalben ve ruhen olduğu için imamlarının içtiği muhabbet şarabından içerler. Çok iyice bilinen bu şarap harici (dışarda) değilde dâhili (içerde) bir şeydir. Batınîdir. Meşreb denilince aşk şarabı anlaşılır. Yani, Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen bir şarap ki Şeyhü'l Hazin (ks) tarafından buyurulan:

شرب طهور دواى رحمان

زبحر اوجود بحر بحر ان

Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen Rahman'ın (Celle Celalühü) sunduğu tahûr (çok temiz) şarabı! “O şerbet ki Rahman verdi” buyuruyor.

شيخ حزين غوث زمانه

بو يا حكيم وكو لقمان

“Ondan dolayı ben Hekimü'l Lokman oldum” buyurur. Aşk şarabı bu! Sevdikten sonra verir sevdiğine aşk şarabını! Bu şarab, aşk-ü-muhabbeti olanların bildiği bir şeydir. Vücûdun her zerresine kalbine, ruhuna ve sırrına ulaşır. Hak (Celle Celalühü) tarafından verildiği takdirde bu böyledir. Ama, diyeceksiniz ki; Allahü Zülcelâl re'sen (doğrudan) kendisine mi veriyor veyahut da mürşidin yoluyla mıdır? Mürşidin yoluyla buyurulan rivayet mübarek şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'dendir. Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin şeyhimize bizatihi kendisi vermiştir. “Öyle bir şarab ki, hiçbir şekilde unutmak mümkün değildir. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) kendi eliyle vermiştir.” diye buyurdu. Şeyhü'l Hazin (ks) ise “davi-i Rahman” diye buyurmuştur. Tabi hepsinde de davi-i Rahman'dır. Veren Rahman (Celle celalühü)dır. Hz. Ali Hüsameddin (ks)'in verdiği de odur. Ama aracılığıyla verilmiştir. Manevi şarabdır bu. Ali Hüsameddin (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir. Havalede etmeden bizatihi eliyle veriyor. Pek tabii meşreb meselesi hepsi aynı şekilde değildir. Kabiliyet ve istidadının varacağı yere göre muameleleri değişiktir. Mesela Rahmetli Ağabeyim (Alaaddin)'in söylediği: Mübarek şeyhimiz seyrü sülûka girdiğinde öyle bir yılan gelmiş ki hayret bir şey... Mübarek Ali Hüsameddin gelmiş de yılanı şöyle iki büklüm etmiş de şeyhimizin dizinin altına koşmuş. Tekrar böyle bir hal olunca ise tamamen yok etmiştir. Tabi kendisinin gücü vardır ve müridini denetlemektedir. İstikrar bulunca iki büklüm edip de dizinin altına koymuştur.

Bizim ise şahsen bir devremiz vardı. Ardı ardına çokça görür idim. Yılan veya köpek şeklinde. Köpek başlardı varvar etmeye bir taş vururuz da susar giderdi. Fakat yılan iki tane olurdu. Biri bir çeşit ötekisi bir çeşit. Bir tanesinin bir taşla işini bitirdim. Ötekisi bayağı bir cedelcilik etti. Neticesi gittikçe ufaldı, gittikçe ufaldı. Hattaki köpek olan kabadayı ufalmış, sonradan kediye dönüşmüş, kedi yavrusuna dönüşmüş. En sonunda da bir “atansinek” haline geldi de bir çaputla attık gitti. Yılanı ise bir taşla ikiye böldüm. Bu uzun uzadıya bir zaman içinde oldu.

Hatta bir zamanlar Allah rahmet eylesin Çerkeş Musa vardı. Bir kaç kişi oturuyoruz. Şişman; “Amuca, bir rüya gördüm ben. Tuvaletteyken iki iri köpek hücum etti...” deyince “Ula kardeşim sen nefsini de şeytanı da çok beslemişsin. Gürbüz hale getirmişsin. Bunların terbiyesini ver, çaresine bak. Yoksa seni haklarlar” dedi. Tabiki, rüya tevilini bilseydi, rüyasını anlatmazdı ve açmazdı!

 

Aziz Kardeşlerimiz; Esasen şarab ve meşreb dediğimiz bu! İçerse ve kalbe yerleşirse sevgi ve aşk başlar... Allahü Zülcelâl'den gayrisi kalbde kalamaz. Bu devreye geldiler mi cari' olur. Beyazid-i Bestamî (ks): “Ne kadar içsem doymam” diyor. Ebu Hasanü'l Şazeli ise: “Bazıları kâseyi görünce bayılır.” İçmek değil de görüntüsüne tahammül edemezler, bazıları ise ne kadar içseler doyamazlar. Herkes gücü nisbetinde... buyuruyor. İlk içişten sonra alıştı mı tadına ve zevkine haliyle onu ister ve arar bulur...

İşte meşreb yolunun ilim ve edebinin kadrü kıymetini bilip bu yola talib olanın misâli; Muallimü'l Mezheb (İlim talimi ile zahiri yolu öğreticidir) ve Murebbiyinü'l Meşreb (batınî terbiye edici) olan mürşidin önünde talib=mürid bir ağaç gibidir. Mezheb ve meşreb imamlarının önünde bakım ve tedavisine sunulan bir ağaç gibi olup her imam kendi sahasında hünerini gösterecektir.

Böyle misal verilmiştir ki; İnsanoğlu bir ağaç gibidir. İki yönden bakım ve terbiyesi seyrü sülûku gereklidir. Bir tanesi zahiri şeriat erbabından şeriatı okur, ibadat, muamelatı, malûmatı öğrenir. Zahiri olanları... Ötekisi ise manevi yönden halleri, edebleri vb. şeyleri öğrenir. Birisi ilmü'z zahir diğerisi ilme'l batın'dır. Bir ağaca bir ziraatçı geldiğinde bakıyor; Ona zarar veren dalları falan buduyor, kesiyor, dışarıda olup zarar veren her şeyden temizliyor. Zararlı olan fazlalıkları kesip atıyor. Yararlılarına ise dokunmuyor. İşte mezheb yönünden bu zahiri misaldir. Efendim namazı nasıl kılacağız, zekatı kime vereceğiz. Bunlar hepsi zahiri muamelattır. Ötekisi meşreb kısmında ise; ağacın köklerindeki durumları tedkik edip çarelerini bulur. Ağacın kökünde toprak ve su vardır. Ağaç bu suya ve gıdayı emer. Meşreb budur. Kökleriyle emer de iç kısım damarları vasıtasıyla yapraklarına kadar gider. İşte bu olanlarda tarikat ehlinin işleridir. Bir ağacın iki yönden bakımı ve terbiyesi iyi gelişmesi için şarttır. Sadece kökünü beslersen ziraatçı olmazsa, zahiren budanmazsa haşeratlardan korunmazsa bir yarar elde edemez. Ama zahiren bakımı tam da, toprak tahlili eksik, besin vs. hususlarında dahili terbiyesini yapacak hazik bir batın ehli olmazsa bir yarar elde edemezsin. Onun için ağaç hem zahiri hem de batınî bakım ve terbiyesi tam olursa gelişir, büyür ve meyveleri de özünden gelen gıdalarla hoş bir hale gelir. Tabi fazlalıklar falan olursa budanır! Haşarat varsa ilaçlanır, gübre vs. eksik ise verilir.

Tabiki namazı zahiren kılarken şeklen çok güzel kılmanın yanında edeblerine de riayet şarttır. Mesela Eyyübü'l Ensarî (ra) hazretleri namazda değilken çocuklara “durun, yapmayın, etmeyin” derdi. Fakat namaza başladı mı çocuklar horhor oynarlar ve başlarlardı tünnemeye! Çünkü Eba Eyyüb (ra) namaza kalktı mı hiç bir şeyden haberi olmazdı âdeta... Sadece o değil sahabenin hepsinin halleri böyle idi. Namazlarında halleri böyleydi. İmam-ı Ali (kv) olsun, Ebu Bekir Sıddık (ra) olsun mübarekler namaz halinde iken dünyadan tamamen ilgilerini keserlerdi... Ama diyeceksiniz ki, “Nasıl kesiyorlardı?” Bir kerre kalbleri böyleydi. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kalblerinin üzerlerini perdelemeseler Allahü Zülcelâl'in yarattığı minval üzere öylece dursa, kalbin içindeki basiret gök alemini seyredebilir.” Yani melekût alemini rahatlıkla seyredebilir. Bu basirettir. Göz görüşü ise basardır, dünyayı görür.

 

BASAR VE BASİRET

Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'de:

فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَٰكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

(Hac/ 46)

“...Ama gerçek şu ki; Gözler kör olmaz. Lakin göğüsler içindeki kalbler kör olur.”

Yani, göz körlüğü aslında mühim değildir. Buna körlük denilemez. Ama kalb körlüğü varsa işte o felakettir. Hakkı göremez ve duyamaz. Mesela bu kafirlerin basiretleri olsa idi, Allahü Zülcelâl'e karşı gayrisini seçebilirler miydi? Hakikatleri anlamazlar mıydı? Onun için kalbin basireti az miktar değildir ve gök âlemini seyredebilir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği sahabe-yi kiram'ın hepsi en azından kalb basiretleri böyle idi. Karşı karşıya gelip Rasullullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda bir saat bulundu mu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi kalbinin nurunu sahabenin kalbiyle karşı karşı getirdi mi Hak geldiği anda batılı yok etmiştir. Çünkü Ayet-i celilede:

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ

(Enbiya/18)

“Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size.”

Çünkü hak geldi mi, batıl duramaz. Öyle olunca da kalbin perdesi ve pürüzleri yok olup perdesiz ve tertemizdir. Artık kalb basireti ile gök alemini seyredebilir. Gök alemini seyredebilen kimse namaz anında Rabbısıyla baş başa olunca, her semada bir kâbe vardır. Beytü'l izze, Beytü'l dar'a, Beytü'l mâ'mur vb. gibi adeta sefer tası gibi... Her göğün bir kâbesi vardır. Herkes istidadı ve kabiliyetince görebilir... Mesela bizim Sûfî Numan'ımız dünyadaki Kâbe-yi Şeriften bahsederken adeta Beytü'l mâ'mur'un vasıflarını anlatırdı. Yani kendisi kâbe yönünden konuşurken sen okumuş olduğun Beytü'l Mâmûr'un sıfatlarından bahsederdi. Ama, güya bu kâbeden bahsediyor gibi yapardı. Onun için kalb açıklığı olunca, hele bilhassa sahabe için namaza başlayınca beytü'l mâmurla başbaşa kalıyorsa cevarihi tamamen o yöne bağlanır. Ve burasını dinlemez hâle gelirler... Ne kulağı bu dünyayı duyar, ne gözü bu dünyayı görür. O halin içinde mebhut (hayrette kalmış, şaşmış) durumundadır. Kendini tamamen oraya vermiştir.

Mübarek İmam-ı Ali (kv)'nin ayağına bir şeyler saplanmış da namaza durunca çıkarabilmişlerdir. Hazret-i Zübeyr (ra) ise bir yerde namaz kılıyor ve ondan kimsenin haberi de yoktur. Yukarıdan kaynar suyu dökerler de tamamen üzerine gelip yakıyor ama kendisi hiç farkında bile değildir. Selam verdikten sonra, bakıyor ki ne hale gelmiş... Nitekim pek çok zattan duyulmuştur ve Basra'da meşhurdur ki; bir cami yıkılmış, direkleri falan çökmüş, koşmuşlar. Varmışlarki bir kimse bir köşesinde namaz kılmaya devam ediyor ve caminin yıkıldığından hiç haberi yok... Yine benzeri birisi camide namaz kılarken cami çökmüş, namazı bitince bakmışki yağmur yağıyor: “Ama, camiye girdiğimde bir şey yoktu” diyor. Namazı böylesine kılıyor mübarekler!

Bir zaman bir zât vardı ki; halk nazarında namaz kılmıyordu. Gavsü'l Azam'a (ks) sordular: “Lâ, hayır lâ hayır, sizin bildiğiniz gibi değil. Ben bu zatı görüyorum ki kâbenin kapısının önünde secde ediyor.” buyuruyor. Kadı Bûlûbân meşhurdur. İsmi Hasan'dır. Ancak Bûlûbân okuduğundan dolayı Kadı Bûlûbân demişlerdir. İşte bu zatı, Kadı Bûlûbân'ı birgün zorlamışlar, camiye sokmuşlar. İmamın arkasında namazda iken birdenbire “of be, yoruldum yahu!” demiş. Ve namazdan çıkıp gitmiş... Sonradan sormuşlar: “Ne oldu da çıktın namazdan, o kadar yorucu mu bu namaz?” demişler. O ise: “İmamınıza sorun” diyor. Soruyorlar da imam saklamıyor: “Gerçekten hacca gittik, Bağdad'dan çıktık. Taa Mina'ya vardık ki, böyle söyledi. O zaman biz Mina'da idik... Böyle söyleyince ayıldım.” diyor... Adam haklı tabi imam bu kadar dolaşınca yorulmuş haliyle!

İşte bu sebeple kalb basireti ile gök alemini seyrederler. O basiret keskindir, mesafeleri kat'eder. Ama ruh basireti olursa arşa kadar gider. Tabi herkesin kendi çapına ve yetişme durumuna göre, mürşidinin geliştirdiğine göredir... Dahası sır basireti, hafî basireti, ahfa basireti varki çok çok acayip haller olur. Her letâifin basireti vardır. Bunlar meşrebdir. Mezheb ise şer'an namaz kılmak vs. dış âlemidir. Ama iç âlemini bilemiyoruz.

 

Aziz Kardeşlerim;

Sizlere âlâ kaderü'l imkân anlatmaya çalıştığımız gibi mezheb imamı da meşreb imamı da kendi sahasında hünerini gösterirler. Mezheb imamı zahiri olarak o kimseye (talib) uygulayacağı tadilatla (düzeltmelerle) tedbirlerle (uygun şeklide hazırlayıp yerli yerince olmasını teminle) ona zarar veren kısımlarını keserek ve onu tedavi ederek ıslâh eder. Marifet ve bilgisi miktarınca ona her bir hususta menfaat teminine uğraşıp çaba sarfeder. Bunların hepsi ağacın zahiri (dış) ile ilgili hususlar gibidir...

Ağacın batının ıslâhı ve meşrebi ile alâkalı hususlarına gelince: Meşreb dediğimiz ağacın gövdesinde olan köklerinden aldığı su ve gıdaları dal ve yaprak, çiçek ve meyvelerine sevk etmek meselesidir. Bu işi batınında yapar. Dışardan görülüp seyredilemez. İçindeki damarlarla içilir. Toprağın ve suyun yararlı hassalarını, lezzetli tad alınacak şeylerini cezbeder, çeker alır ve sömürür de köklerinden en uzak dal, çiçek ve meyvelerine çeker çıkarır. Zahiren ve batının faydalar temin eder.

 

İNSANOĞLUNUN İKİ VASFI

İşte insanoğlu da böyledir. İki vasfı vardır. Okuduğumuz, bildiğimiz ve yaptığımız şeyler başka, maneviyatımız başkadır. Rabbimiz ile kulu arasındaki edebiyat (edebler) nasıl olacak? Nasıl cereyan edecek... Anlattığımız gibi bir namaz meselesinde neler olduğunu gördünüz. Zahirî vardır; evet, okuyoruz ve okuduğumuz gibi şeklen kılıyoruz; ama hedefimizden saptığımız zaman ise size şunu söyleyeyim ki: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğuna göre esasen âmel kalıben ve kalben birleşmedi mi hiç bir kıymet ve değeri yoktur. Kalb ile kalıp birleşecek... Hatta ki namaz kılarken Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: “Bazı kimselerin namazının (1/10) onda biri, bazısının (2/10) onda ikisi geçerlidir. Böylece (10/10) onda onu geçerli olanlar da olabilir.” Bir düşünün ki kıldığımız namazın onda biri geçerli ve onda dokuzu geçersiz oluyor. Nasıl ve neden oluyor? Çünkü kalbimiz ile kalıbımız birlikte kalben ve bedenen kılıyorsak ne âlâ... Yoksa bir kısmı geçerlidir! Misal verirsek hani kalp grafiği çekiliyor ya işte öyle... Eğer fikrimizi düşüncemizi dağıtmış isek kalbimiz ve bedenimiz kıyamda rükûda secdede birlikte ise namaz tamamdır ve grafik güzeldir. Diğerlerinde ise kalp grafiğindeki gibi biraz duraksamış biraz yürümüş ve onda dokuzu geçersiz olmuş...

İşte namazın sünneti, vacibi, farzı olduğu gibi edebi ve sıhati de vardır. “Allahü Ekber” dendiğinde ekberiyetin karşısında masiva'dan hiç bir şey kalmaz. Ekber (en büyük) dediğinde her şey sagir (en küçük) Huzurullah'a, Allahü Ekber ile giriş yapar. Sübhaneke ile sena eder, tenzih ve teşbih eder. “Elhamdülillahi Rabbil Alemiyn” deyince “Kulum bana hamd ediyor.” “Maliki Yevmiddin” “Kulum beni temcid ediyor” Kıyamet gününün mâlikidir, melikidir. Mellâkidir ve kıraat çeşitlidir. İşte buraya gelince gerçekten kalb ve kalıb beraberce söylüyorsa o zaman Allahü Zülcelâl, “Kulum gerçekten beni tenzih etti, teşbih etti, tahmid etti, temcid etti.” buyuruyor. “İyyâke Na'büdü ve İyyâke Nesta'în” yani “Rabbim kulluk hassaten sanadır” Başka hiç bir şey getirmeden tamamen Rabbısıyla baş başa... “İyyâke Na'büdü = İbadet sana lâyıktır ve ibadete hazır durumdayım. Fakat âciz bir durumum vardı ve gücüm yoktur... İyyâke Nesta'în = Sana ibadet edebilme gücünü senden diliyorum” der. “Evet, ibadet edeceğim ama senden inayet diliyorum.” dedi mi o zaman kulun hakkı vardır ve Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. “Kulum ne isterse istesin” diye... İşte ondan sonra “İhdina's Sırate'l Müstakim” = doğru yola hidayet et, tabi doğru yol şu bildiğimiz caddeler değil. O doğru yola ki: “Sıratellezine En'amte Aleyhim” = nimetlerini verdiğin nimetleri, müşerref kıldığın kulların hak doğru yoluna, sana varan yola... Bize mûîn ol ki bu iyi kimselerin yolundan olsun diye... “İşte kulum bu inceliği yaparsa, vaadim var bu hak yolu, doğru yolu veririm” buyuruyor. Allahü Zülcelâl varacak yola, teshilâtı (kolaylığı) vardır. “Gayril madubi aleyhim veladdallin” = Yani gazabına uğrayan Yahudilerin, dalalete uğrayan Hristiyanların yolundan değil... Onların dışında hak yola... Sonra ise “Amin = kabul buyur” dedin mi işte namaz bu... Yoksa; namazda kalb kalıbından çıkıpta dolaşmaya başladımı geride sanki bir heykel bir robot kalır... Cesedimizde bir mud'a vardır ona kalb deniliyor. O kalb salahda ise her taraf salahda o kalb fesada dönüştümü bedenin tamamı fesada düşer. Onun için biz sıfırlık tezini ortaya koyduk... Onun için biz yetmiş küsur senedir hele hele yetmiş senedir namaz kılıyoruzda hiçbir şey bulamıyoruz... Sıfır... Sıfır... Ama rabbimiz, rahimdir, atuftur şefüktür... Böbürlenmiyoruz. Geliyorum ha cenneti hazırla namaz kıldım şunu ettim bunu yaptım gibi şeyler asla! Merhamet ederde cennetin kapısına koyarsa lütfundandır. Namazımızı kabul ederse kerem ve ihsanındandır. Kabul etmezse o haklıdır. Hakkıyla layıkıyla veçhiyle Rabbimize kulluk yapabilmek mümkün mü? Meğer o şahsiyetler ki o mertebeye gelmişler ve zaten kalblerinde mütemadiyen “Allah Allah Allah” diyor. Başka birşey bilmiyor. Tabi kalbi tamamen Allaha teslim etti ve Lafz-ı Celal yerleştiyse başkası olamaz ki... Böylesi kalbe bu hal yaraşır ve tasavvuf meselesidir ne söyleyeceksin!

 

Aziz kardeşlerimiz;

Bunca misâl ve anlatılanlar her akıl sahibinin fehmedip anlaması için yeterlidir ve kafidir. Velâkin ahmaklara gelince, her derdin devası vardır fakat ahmaklığın devası yoktur. Öyleyse azıcık aklı olan için ağacını ziraatçisini herşeyini anlattık buna rağmen anlamıyorsa o zaman ahmaktır. Onunda devası ilâcı yoktur.

سبحانك لافهم لنا الاما فهمتنا انك انت الجواد الكريم

Ey subhan olan Rabbımız senin fehmettiğinden başka bizim için fehm yok ki. Şüphesiz ki sen cömert ve ikram sahibisin.

Her derdin bir tabibi vardır. Hariciye tabibi, bizzat gözünün gördüğü ve cismin hariciyle zahiriyle alakalı hastalıkları muayene ve tedavi eder. Dahiliye tabibi ise dahiline bakar, zahiri hastalığın sebebini haricen ve dahilen tetkit eder ve hususen özellikle hastalığı kökünden kesmek hususunda cehd-ü-cühûd eder. Çaba sarf eder. Eğer tabibi hazik (işinin elhi) işinden haberdar ise malûmatlı kabiliyetli basiretli ve maharet sahibi ve şer'i tedavi fenninde arif bir şahsiyet ise Allahu Zülcelal onun ruhani ve keza cismani tedavilerini mutlaka muvafık (uygun) kılar.

اللهم وفقنا لمافيه صلاح نفوسنا وجلاء قلوبنا وصفاء ارواحنا وتنوير اسرارنا بحبك وحب نبيك وحب من ترضى لحبه واختم عافيتنا وبا الخير والرضا برحمتك يا ارحم

الراحمين آمين..

Allah’ım bu hususta bizi, senin, Nebiyyin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve muhabbetlerinden razı olduklarıyın muhabbetleri yüzü suyu hürmetine muvafık kıl. Nefislerimizi salah et. Kalbimizi cilala ve parlat ruhlarımızı saflaştır ve sırlarımızı nurlandır. Ya erhamarrahimin rahmetinle akibetimizi hayr ve rızan üzere hitama erdir. Amin ya Muin...

İşte bu yazdıklarımız zahiri ve batını alimlerin sıfatları Allahü Zülcelâl ile olan halleri, halk ile olan muameleleri ve şimdi sayacağımız hususların üzerimize neden ve nasıl vacib olduğudur. Zira bize onların sohbetlerini dinlememiz ve hallerini taklit etmememiz gereklidir. Nassı'l Kur'anı, hadisleri ve alimlerin mücmelen (özet olarak) muhtasaran (kısaca) uzatmadan, tafsilata (açıklamaya) girmeden bu hususları böylesi alimlerden almak üzerimize vacibdir. Çünkü vakit geniş değil, ömrümüz ise kısacıktır. Fazla genişletmeye aslında ömrümüz yetmez...

 

“ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİLDİR” SÖZÜ DOĞRU MU?

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Tekrar gaye ve meramımıza dönersek müslüman kardeşlerimizden bazıları “bu zaman tarikat zamanı değil de imanın dalal (sapıklık) ve küfürden halası (kurtuluşu) gayesi ile cihad zamanıdır:” diye bir şeyler ortaya çıkıyorlar. Bu kimseler; tarikat muayyen bir zaman üzerine kayıtlı ve muayyen bir zamana mahsus ve bağlı olduğunu mu sanıyorlar? Zikrin çok çok olmasının, zikrin telkininin, zikir meclislerinin ve fikirlerin cilalanmasını muayyen bir zamana bağlı mı zannediyorlar? Zikir meclisleri fikirleri cilalıyor ama bu kimseler bunun bir zamanlar gelmiş geçmiş de yapılıp gittiğini şimdilik bunların zamanı değildir sanıyorlar. Yani bunlar ancak önceden tayin edilmiş bir zaman diliminin içinde mi yapılabilir. Ne garibtir ki bu kimseler tevekkelü alallah'ı (Allah'ı vekil edinmeyi) tefvizü'l umurullah'ı (işlerin tevziinin Allah'a ait olduğunu) ve teslimü'llah'ı (Allah'ın hükmüne teslim olmayı) bunların hepsini muayyen bir zaman içinde yapılırda diğer zamanlarda yapılamaz ve gerekmez mi sanıyorlar?

Onun için “tarikat gereksizdir esas olan bugün için cihad etmektir” diyenler; halka hizmet etmeyi ve onların sapıklık ve küfürden kurtuluşlarını münhasıran ve özellikle sadece dille konuşarak kuru lafla delil ve burhanlar ortaya koyarak, anlayışsız hoyrat, kötü kalbli, hasımlıkla ve cedelcilikle ve laklaka ile dille nasihatle yetinirler. Kendilerinin dışındakilerin küfrüne kendilerine bağlı olanların ise imanına hükmedip kararlar verirler. Kendilerini böyle sanırlar. Sanki iman kendi ellerinde imiş gibi...

Böyle kimseler Allah'ın kullarının menfaat ve faydalarının münhasıran sadece kendileri gibi zahiri alimlerin ve vaazcıların üzerine kayıtlı ve bağlı mı sanıyorlar ki hiç durmadan cihaddan, mücadeleden bahsediyorlar.

Halbuki tarikat ehline gelince onların önem verdikleri; cedelleşmeyi terk, söyledikleri nasihat, taşıdıkları hallerini gizlemek ve insanlardan uzlettir. İşte bundan dolayı halkla cihadın terkine, onun lüzumunun olmadığına hükmettiler. Yoksa onların dediği gibi ehl-i tarik, cihadı iptal ve nasihati terk etmediler. Hâşâ... Velakin onlar nazar ettiklerinde dakaik ve hakakikleri fikreder ve tevhidin nuru zühud eder de şühuda ererler... El-hakk muhakkak ki, Allahü Teâlâ kullî şeyle beraber, kullî şeye mutasarrıf ve kullî şey tasarrufu altında, kullî şey üzerine kâim, kullî şeyin evvelî, kullî şeyin âhirî o kullarının üzerinde Kahhar ve Hakimü'l Habîr'dir. Hükmeden, Hakim olan ve Haberdâr olandır.

 

HİDAYET - DALALET VE TAKDİR-İ İLAHİ

والله خلقكم وماتعملون

Allah sizi ve amellerinizi yaratandır. İşte zaman tarikat zamanı değil cihad zamanı diyenler bunları okuyup dinlesinler de Hz. Allahü Zülcelâl hakkında edeblerini takınsınlar, olur olmaz konuşup durmasınlar. Hidayeti verenin Allahü Zülcelâl olduğu itiraf etsinler de “Allahü Zülcelâl'in kullarını taklidden tahkike çıkaracağız” diye azgınlık yapmasınlar. Hidayet mutlaka Allahü Zülcelâl'e aittir. Kul bir tebliğ edendir. Tebliğcidir. Birisine hidayet vermeye kesinlikle kudreti yoktur. Tebliğcidir ve tebliğ yapar da ancak illa tesir bırakacak diye bir şey yoktur. Ancak Allahü Zülcelâl'in dilediğini söyleyebilir. Tebliğ sadece bir vazifesidir. Âlim olan kimse üzerinde cahil olanın bir hakkı vardır ki tebliğ edecek, söyleyecek, ama hidayet vermeye kabiliyeti yoktur. Hidayette ve imanda Allahü Zülcelâl'e aittir.Kimsenin bunda tasarrufu yoktur. Ne kimseye iman verebilir. Ne de kimseden imanı giderebilir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: “Yol gösteren benim ama hidayet Allahü Zülcelâl'indir.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi kendine bir pay çıkarmamıştır.

انا الدليل والهادى الله

“Ben sadece delilim, anlatıyorum ve yol gösteriyorum. Ancak hidayet Allah'ındır.” Başka kimsenin tasarrufu yoktur. Zaten olsaydı, önce amcasını iman sahibi ederdi... Onun için bizler haddimizi bilmemiz lâzımdır. “Yok efendim imanı taklididen imanı tahkikine hakikatine çıkaracakmış vs.” Hepsi safsata, sanki tasarrufları varmış gibi aşırı derecede azgınlık yapıyorlar. Hiç kimse hidayet ve dalalet hususunda asla müdahil (karışan) değildir. Nasihat edebilir. Fakat “ben hidayete getiriyorum” diye bir şey asla yoktur. Muhakkak ki her bir kişi için hikmetullah'a dönüş vardır. Her kimse Allahü Zülcelâl'in hikmeti ve ezelden kaderi ne ise ona döner ve rücu' eder.

ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

(Yasin/ 38)

“...İşte bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir.”

İşte bu Azizü'l Alim olan Allahü Zülcelâl'in takdiridir ki, aziz dediğimiz zaman hiç kimse pürüz çıkaramaz. Aziz olan her dediğini yapabilen hatta yapamadığı zaman zillete düşen olur ki, Hâşâ Allahü Zülcelâl'in azizliği ve kaviliği vardır. Dilediğini yapar ve asla kimse engelleyemez.

Eğer engelleyen var ise demek ki Azizlikten düşmüş olur ki hâşâ... Bu hususla ilgili âyet-i celile ve hadis-i şeriflerde pek çoktur.

قال رسول الله صلى الله تعال عليه وملم:

 فرغ الله عزوجل الى كل عبد من خمس من اجله ورزقه واثره ومضجعه وشقى اومعيد

)رواه امام احمد والطبرانى(

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyordu ki: “Allah (Azze ve Celle) kullarıyla ilgili şu beş hükmünü vermiş ve el çekmiştir. Fariğ olmuştur. Eceli, rızkı, eseri, madca' (doğup yaşayacağı ve sonunda yatacağı yerler) ve son nefesinde said mi şaki mi olacağı karara bağlanmıştır.” Yani kadere taalluk eden bu beş hükmü yazmış ve mürekkebi de kurumuştur. Ravisi İmam-ı Ahmet ve Taberani

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: فرغ الله عز وجل الى كل عبد من خمس من عمله واجله ورزقه واثره ومضجعه

)رواه الطبرانى(

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) her kulu üzerindeki şu 5 hükmü kesinleştirmiştir. El çekmiş ve boşa çıkmıştır; Ameli, eceli, rızkı, eseri (hangi eseri meydana getirip geride bırakacağı) ve madca'ı”. Ravisi Taberani. Burada amel dediğimiz yine sonuçta said mi şaki mi olduğu demektir. Ameli mutlaka varacağı sonuç bu ikisinden birisidir.

فرغ الله عز وجل من المقادير وامور الدنيا

 قبل ان يخلق السموات والارض بخمسين الف سنة

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) semaları ve yeryüzünü yaratmadan 50.000 sene evvel dünyanın ömrünü miktarını takdir edip kesin hükme bağlamış ve bu işten el çekmiştir.” Yani Allahü Zülcelâl daha henüz gökler ve yer yokken 50.000 sene evvel takdir etmiştir, projesini yapmıştır.

ان احد كم يجمع خلقه فى بطن امه اربعين يوماً نطفة ثم يكون علقة مثل ذالك ثم يكون مضغة مثل ذالك ثم يرسل اليه الملك فينفخ فيه الروح ويؤ مر باربع كلمات بكتب رزقه واجله وعمله وشقى اوسعيد فوالله الذى لااله غيره ان احدكم ليعمل بعمل اهل الجنة حتى ما يكون بينه وبينها الا زراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل النار فيد خلها. وان احدكم ليعمل بعمل اهل النار حتى ما يبقى بينه وبينها الاذراع فيسْبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل الجنة فيد خلها لما تكفروا فى احكام الايات والاحاديث عرفو حدهم فتأدبوا

(رواه البخارى ومسلم)

Hadis meali: Şüphesiz ki Allah (Azze ve Celle) her birimizin anasının karnında halk ederde 40 günde bir nutfe (bir damla meni) iken sonra bunun gibi alak (pıhtılaşmış kan) haline, sonra bunun gibi mudga (bir çiğnem et) haline getirir de sonra ona bir melek gönderir de ona ruhu nefha eder (üfürür) ve o meleğe 5 şeyi yazması emredilir ki: madca'ını, rızkını eceli, ameli ve said mi şaki mi olduğunu yazar. Ondan gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, birimiz kesinlikle cennet ehlinin amelini işler ve cennetle arasında bir zira' (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan 75-90 cm lik bir ölçü) kalıncaya kadar yaklaşır. Fakat kendisi için yazılmış hüküm galebe hüküm ederde ateş ehlinin amelini işlemeye başlar ve ateşe girer. Yine biriniz kesinlikle ateş ehlinin amelini işler hatta öyleki onunla ateş arasında bir zira' kalıncaya kadar. Fakat kendisi için yazılan ve kesinleşmiş olan hüküm galip gelir de cennet ehlinin amalini işlemeye başlar ve cennete girer. Ravisi Buhari ve Müslim

Yani, kişi geliştikten sonra çalışmaya başlar. Düzgün bir amel yürütmekte cennetlik görüntüsü varken ezelde vakti ile şaki ise değişiyor ve şeka amellerine başlar. Hatimesi de şâkî üzere olur. Öbürüsü de şekâ âmâli işlemekte iken bakarsın tevbeye girer değişir de cennetlik amel işlerde said olur. Kimseye peşinen “şudur, budur” denilemez. Yukarıdaki âyet-i celile ve hadisi şeriflerin hükümlerini düşündüklerinde umulurki onların her birisi anlar, irfan sahibi olur, edebini takınır, nefsinin acizliğini fehmeder. Bitkin ve bîhuş (şaşkın, sersem) hale gelirde cedelleri azalır. Allahü Zülcelâl hikmeti (Hikmetullah) içinde fikirleri çoğalır. Ve Allahü Zülcelâl'in kudreti halk ettiği şeyler içinde cereyan içinde oluşur gider. İşte kim ki bu şekilde mahlukata (halka) şefkat (karşılıklı istemeden merhamet edip sevmek), refet (merhametle acıma) ve rahmetle bakarsa, onları ayrı gayrı bilip, hakîr (küçük, kıymetsiz, itibarsız) görmezse, onlar hakkında su-i zann beslemezse kader kaderullah'dır deyip halk hakkında su-i zann (kötü zan) beslemezde bilakis hüsn-i zan ile âmâl ederse (işler yaparsa), halk ile ayıpları arasına perde olmayı kendisi için lüzumlu ve gerekli görürse, tecessüsü (bir şeyin iç yüzünü, sırlarını araştırmayı) terk ederse, hiç birinin ayıplarını ifşa edip utandırmazsa ve halk ile Halîklarını baş başa bırakıp aralarından çekilirse: âyet-i celilede:

يحكم ما يشاء وهوالخكيم الخبير

Allahü Zülcelâl dilediği şekilde hükmünü verir ve icra eder. Hakimdir. Kullarına karşı merhametli, yumuşak ve her bir şeyden haberdar olandır.

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا

 (En'am/125)

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” Muhakkak ki Allahü Zülcelâl'in hükmüne teslim ve Allah kullarına ne yaparsa yapar ve Allah'ın kullarına karşı daha şefkatli olmalı, onların iyiliği için af ile mağfiret ile dua etmek, şeddet ve intikam almak gibi huyları azaltıp terk etmektir.

İşte bunlar ise Allahü Zülcelâl'in halkından olan Rasüllerin câri' âdetlerindendir. Şu âyet-i kerimeler ise bu hale serahatle; açıklayan vazıh beyanlardır.

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

 (Âli İmrân/159)

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet. Bağışlanmaları için dua et. İş hakkında onlara danış.”

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

 (Nahl/125)

“(Resulüm!) Sen, Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbın kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri çok iyi bilir.”

Allahü Zülcelâl'in halkının hayırlısı olan Habibi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e bu şekilde vasiyetinden sonra İbrahim (as) için:

رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

(İbrahim/ 36)

“Çünkü onlar (putlar), insanlardan bir çoğunun sapmasına sebeb oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.”

Ve Musa (as) ve Harun (as) u Firavun'a gönderdiğinde onlara vasiyeti ise rıfk ile nasihat etmeleri ve yumuşak olmalarıdır.

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

(Taha/ 44)

“Ona yumuşak söz söyleyin, Belki o, aklını başına alır ve korkar.”

إِن تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِن تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

(Mâide/118)

Yine Allahü Zülcelâl İsâ (sa) dan hikaye ederek: “Eğer kendilerine azab edersen şüphesizki senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, dedi.”

وما اريد ان اخالفكم الى ما انهاكم عنه ان اريد الاالاصلاح ... وما توفيقى الا باالله عليه توكلت واليه انيب

Yani bundan gaye Rasül ve Nebiler irşad ederken; tatlı bir üslûbla irşad ederler. Sertlik yoktur. Mesela İbrahim (as): “Bana tâbi olan zaten benim milletimdendir. Fakat bana tâbi olmaz da isyan ederse sen hem mağfiret edersin hem de Rahimsin” buyuruyor. İsyan eden kendisine uymayan kimseye dahi sertlik göstermiyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise Allahü Zülcelâl’in tüm kullarına rahmettir.

إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

(Bakara/143)

“... Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.”

Rauf ki Rahimden de nazik yani toz kondurmaz bu müminlere böyledir. Bütün insanlara ise;

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ

 (Enbiya/107)

“(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”

Bu ise umumidir ve âleme rahmettir. Ebu Hasani'l Şâzeli buyuyur ki: “Tüm nebiler rahmetten var olmuşlardır. Rahmet ise Rasulullah ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ta kendisidir. Rahmetin tamamıdır. Diğer nebiler ondan alıyorlar.”

Hz. İsa'ya (as) gelince; “Eğer bunlara azap edersen kullarındır ya Rabbi! Eğer bağışlar isen hem Aziz'sin hem de Hakîm'sin ya Rabbi!” buyuruyor. Aziz demek; dilediğini yapabilen demektir.

Şuayib (as)'ın söylediği harika kelimelerden dolayı Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Şuayib nebilerin vaazı, nasihatçisidir. Belagat ve fesahat sahibidir.” buyuruyor.

 

 


 

Aziz kardeşlerim,

Anlattığımız hususlardan dolayı sahabe-i kiram (ra) ve evliyaların ekserisi Allahü Zülcelâl'in halkına karşı raufer (refetli) ruhameen (merhametli) ve müşfik olup böylece gelip geçmişlerdir. Kendisi rahmet olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a Allah Azze ve Celle:

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِين ۞ فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِئٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ َ

(Şuara/215-216)

“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkakki uzağım. Müminlere karşı ana kuşu nasıl kanatlarıyla gölgelendiriyorsa sen de öyle kanatlarını sal. Ama isyan edecek olurlarsa “ben sizin bu halinizden biriyim, amelinizden beriyim! Sizden değil.” buyuruyor. Kendilerinden değil de amellerinden muamelelerinden. Yoksa onları uzaklaştırıp tard etmek diye bir şey yoktur. Çünkü Allah'ın bir kuludur. Onun meydana getirdiği bir insan olarak görüyor. Ebu Fadıl Ahmed bu hususta: Sarımsak yenmesi hususunu ele alıp misâl veriyor ve diyor ki: “Esasen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sarımsağı değil de kokusunu sevmiyor ve istemiyor. İnsanları rahatsız eder diye istemiyor” İşte böyle bir kimsenin şahsiyetine değilde muamelelerine, amellerine karşıdır. Esasen insan çok kıymetlidir. Mübarek İmam-ı Ali (kv):

ايا انسان جرمك جرم صغير وفيك انطول عالم الاكبر

Ey insanoğlu senin cürmün (cismin) küçüktür. Ama bu amelü'l ekber sende mündemiçtir, (dürülüp sarılan, içine sokulan) Aklı fikri, feraseti vb. sanki bir fabrika gibidir.

Onun için Allahü Zülcelâl başlangıçta Aleyhissalatü Vesselam'ı böylece uyarıp “Mü'minlere ana şefkatiyle idare et!..” buyurmuştur. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise bilhassa Tâif olayı vuku' bulduğunda bunu isbat etmiştir. Tâifteki olayda mübarek Aleyhisselatü vesselama atılan taşlara karşı Zeyd bin Haris (ra) siper oluyorda taşlar kendisine gelsin istiyor ama kadit (yetersiz) kalıyor. Ve neticesi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ayakları kan içinde bir hal kalmadı âdeta bitkin bir haldedir. Buna rağmen Allahü Zülcelâl Cebrail (as)'i gönderdi de “Ya Muhammed muhayyersin dilersen, iki dağı birleştirir de bunları yok ederim, bunlar sizi çok üzdüler. İster böylesi ister kendi ihtiyarını, kararını ver” diyor. Bu kadar ezâ vefâ ve çileye rağmen: “Ya Ahi, bunlar hepsi Allahu Zülcelâl'in kullarıdır. Kendi etrafımız akrabayü taallukatımız veyahutta ayni memleketin adamlarıdır. Evet bunlar nahoşluk yaptılar, ama bilmediklerinden yaptılar. Fakat bunlar alt¬üst olurlarsa hiç bir şey kalmaz. Ben dilerim ki bunlar Halika teslim olurlar. Eğer bunlar olmazlarsa, bunlardan gelecek evlâtları buna inanır ve ümmetimden olurlar.” buyurarak yok olmalarına razı olmuyor. Kendisi de bitkin bir halde rast geleye yürüyorlarda “nere gidiyorum?” demiyor. “Böylece bir yere yatmışım beni uyandıran güneşin harareti idi.” buyuruyor. Ninovadan gelipte Taife yerleşen birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı böyle görünce kendisine bağına gelmeyi teklif etmişde Ninovalı olduğunu söyleyince: “Orada benim kardeşim Yunus vardır” buyurunca o kimse “Onu biliyor musunuz?” diye sorduda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “evet” buyurdu.

Bakınız ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın çektiği ezâ ve meşakkatlar karşısında Allahü Zülcelâl O'nu şiddet-ü-intikam ile aff-ü-gufrân arasında seçim yapmasında muhayyer kılıyor. Bizzat kendisinin seçip tercih yapmasını diliyorda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bilâkis, “Allahü Zülcelâl'den umarım ki; bunların sülblerinden gelecek olan kimseler, Allah'a kulluk eden ve O'na şirk koşmayan kimseler olurlar.” buyuruyor.

 

Aziz Kardeşlerim;

Onun içindir ki bu seçkin zâtlar ehl-i batın olanlar Allahü Zülcelâl'in kullarına karşı ahyar (en hayırlı) halim (yumuşak başlı) hannan (yufka yürekli) olup ana şefkati ile muamele ederler. Ve onların iyiliğini ve emân durumda olmalarını temenni ederler, onlar için gizli de açık da husn-ü hitamları ve cennete ulaşıp selâmete ermeleri için kalben dua ederler. İşte bu kardeşler karşı karşıya olmadıkları halde gıyablarında dua ederler ki en muteber olan dua budur. Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşine karşı birbirlerini görmedikleri halde riyakârlık, sûmakârlık değilde gıyaben Allah rızası için, içten gelerek ciddiyetle dua ederse en geçerli olan dua budur. Ve dahi husnü'l hitamları (iyi son) için dua ederler.

Ama zahiri âlimlere gelince, onlar nasihat ettiklerinde galiz (nezaket ve edeb dışı, kaba) zecrî (zorlayıcı, önleyici, yasaklayıcı) usrî (zorlaştırıcı) neferrî (nefret ettirici) dirler. Bunların bu halleri, sert konuşmaları dinleyenleri ye'se (karamsarlığa) düşürecek hale iletir. Halbuysa, umudu kestirmek, havf-ü-recayı ve korkuyu kaldırmak ise aslında küfürdür. Allahü Zülcelâl'in rahmetini kaldırırsa recâyı ve umudu kaldırır. Ötekisi ise havfı (korkuyu), Allahü Zülcelâl'den korkmayı kaldırırsa, saymıyormuş gibi davranırsa bu da olmaz. Allahü Zülcelâl'in azabından emin değiliz. Amma rahmetinden de asla umud kesmeyiz. Rahmetinden umud kesilecek olursa küfre eletir. Âyetle sabittir. Bu hal insanı ye'se düşürür. Ye'se ise ancak kâfirler düşer ve Allah'ın rahmetinden umud keserler. Bu kimseler beddua ettiklerinde ise hiç çekinmeden kahr-ü helak ve şidded-ü-intikam isterler. Yâni beddua etmeye sıra gelince hep; şidded, intikam, helak, altüst etmek isterler ve Kahhar isminle kahret vs. derler. Halbuysa Kahhar ismi bu dünyada kullanılmaz, işlemez çünkü burası imtihan diyarıdır. Kahhar ismi gelecekte cehenneme gidecekler içindir. Burası serbestliktir. Allahu Lâtifun bi'l ibâd...

İşte zahiri âlimlerin pek çoğunun halleri budur. Ancak, faydalı olan tatlı ve yumuşak konuşan şer'i şerife uygun olan zahiri âlimlere gelince onlar bizim, söylediklerine münhasıran inandığımız, anladığımız ve şahidleri olduğumuz kimselerdirler. Ki onlar, ihlasları, tavazu'ları ve Allah'dan korkuları nisbetince fayda temin ederler. Müjdeler, rağbet ettirir, sevdirip arzulatırlar. Korkutup, nefret ettiren ve zorlaştıranlara karşı merhamet edip kolaylaştıran saadatlarımızdırlar. Böylesi zâtların menfaat verici oluşları halisane halleridir. Söylediği nâsihatlarını bilâkis kendisinin uygulaması lâzımdır. Kavlen (sözle) söylediğini halen (amelen) yaşamıyorsa başka kimseye güzel şeyler anlatıpta tadlandırması geçersizdir. Tesirde bırakmaz. Hatta bir hadise vardır; Hasan-ı Basri Hazretlerine bir gün bir köle gelmişde: “Efendim ne olursun kölelerin azad edilmesi yönünden bu günlerde bizim beldemizde de bir şeyler söylesende hür olsak...” deyince “Olur oğlum” demiş. Ama ne kadar zaman geçmişse geçmiş Hasan-ı Basri Hazretleri bir cuma namazında öyle bir va'az etmiş ki çok kimseler kölelerini fedâ edip azad ettiler. Sonunda bu köle de azad olup gelip diyor ki: “Kurban olduğum, vaktiyle benim size geldiğimde söyleseydin ben şimdi çoktan memleketimde olurdum bu kadar uzun uzadıya buralarda kalmazdım.” deyince: “Bak oğlum, senin bana geldiğin zamana kadar ben bir köle azad etmiş değildim. İnsan, söylediğini uygularsa bir tesirat bırakır. Onun içinde o günden bu güne kadar bin iktisad ettim de bir köle satın alabildim. Onu da bugün azad edebildim. Onun için millete böylesine te'sir etmesi benim bu işi fiilen işlemiş olmamdan dolayıdır. Yoksa kuru kuru söyleseydim ne te'sir yapacaktı!..” buyurur. İnsan söylediğini işlemeli. Eğer imkanı yoksa hiç olması cidden hevesi olmalıdır. Yoksa herkese güzel güzel un eleyipte kendine kepek bırakırsın. Başkada bir şey olmaz. Biraz sonra gelecek olan “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi�l âzim” hadisi cidden harikadır. Sizlere tavsiye ederim ki sabah akşam ve yatacağınızda 10 kere getirin.

سبحان الله وبحمده سبحان الله العظيم. وبحمده استغفرالله

“Subhanallahi ve Bihamdihi subhanallahelazim. Velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azim.” Bu Arş'ın hâzinelerindendir. Meleklerin teşbihi, şeytanlarında recmidir. Şeytanlar göğe çıktıklarında melekler onları bununla taşlarlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvelisi şeytanlar göğe çıkıpta oradan bundan kâhinlere bazı haberler getirirlerdi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra bundan menedildiler. Ama yine de çıkıpta bir şeyler duyalım deyipte yaklaşınca melekler: “Lâ havle velâ kuvvete ille billahi” dediklerinde ateşten bir kıvılcım gibi şeytanları yakıyor. Sizde bunu söylediğinizde, derd ve sıkıntılarınızdan kurtulursunuz. Büyük bir emândır. Bizden sizlere bir hediye olsun!.. Zâten sabahleyin söylediğinizde dünya meseleleriniz düzene girer. Akşam ise Allahü Zülcelâl'in sert gazabını durdurur. Yatarken ise uykuda iken selâmet getirir, halel getirmez.

الاخبرك بتفسير لا حو ل ولاقوه الاباالله ؟ لا حو ل عن معصية الا بعصمة الله ولا قوة على طاعة الله الابعون الله. هكذا اخبرنى جبريل يابن مسعود

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Dikkat ediniz, size “Lâ havle velâ kuvvete”nin tefsirini haber vereyim. Allah'dan gelen mâsiyetlere karşı Allahü Zülcelâl'in ismetine (ismetullaha) korumasına sığınmaktan başka bir havi (tasarruf gücü ve kudreti yoktur. Taatullaha (Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirme) devam edebilmek için ise avnillaha (Allahü Zülcelâl'in yardımına) ve inâyetullaha güvenmekten başka bir kuvvette yoktur. Ey ibn-i Mes'ud bunu böylece bana Cebrail haber verdi.” buyurdu.

 

Aziz kardeşlerimiz; İşte bâtını âlimler sizlere anlatmaya çalıştığımız bu âyet-i celileler ve hadisi şeriflerle edeblenip, ahlâk-ı selime, ahlâk-ı halime ve ahlâk-ı rahime ile ahlâklanmışlardır. Nasihat ettiklerinde ise kardeşvâri (kardeşçe) nasihat ederler. Allahü Zülcelâl'in kulları hakkında cari' olan kaderi, meşiyyeti (dilemesi) ile Rifkla yumuşaklılık ve tadlılıkla bu güzel yolda arkadaşça refik, günahlardan dönüp hakkı kabul eden kişi olarak evvâb, Şefuk (şefkatli) ve rauf (çok acıyan) bir kimse olarak insanlara samimi bir kâl (söz) ve halde (âmel) nasihat ederler. Şu âyeti celileler ise buna en güzel natıka (açık ve noksansız anlatım) dır.

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا

(İnsan/ 30)

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (birşeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir. Ve hikmet sahibidir.”

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

(Tekvir/29)

“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz:”

İşte bu âyet-i celileler ve hadis-i şerifler; kalb sahibi olan kulağına doğru söz giren ve hak olana şahid olabilen kimselere kâfi ve yeterlidir.

Ancak yine de biz saadat-ı kiramın fayda ve yararları üzerinde biraz daha duracağız. Çünkü bazıları, halkın menfaatlarını tamamen cedelci bir nasihata münhasır ve sadece bu yolla mümkün sanıp ileri geri bilir bilmez durmadan bağırıp çağırıyorlar ve başkada bir şey görmüyorlar. Onun için biz şimdilik, Allahü Zülcelâl'in kullarına merhametli dünya ve ahiretleri için fayda temin edenlerin hayrat ve berakatlarından azda olsa tekrar bahsedeceğiz. Allah’ım bizi onlarla hasret.. Âmin ya Muin!..

 

EBDAL HADİSİ

عن عبادة ابن الصامت رضى الله تعالى عنه قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لا يزال الا بدال فى امتى ثلاثون بهم تقوم الارض وبهم تمطرون وبهم تنصرون

Hadis meali: Ubbadete ibn-i Samid (ra)dan gelen hadisde Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde 30 ebdâl asla yok olmazlar. Bunlar mütemadiyen devam eden, gidenin yerine başkası gelen ebdâllerdir. Benden evvel onlar evtadlar idiler ve nebilerden olurlardı. Onlar yeryüzünün dağları gibidirler. Onlar ile (onların yüzü suyu hürmetine) yeryüzü kâim olup ayakta durabilir. Onlar ile yağmur yağar ve Onlar ile yardım olunursunuz.” Katade “ben, onlardan birisinin Hasan-ı Basri olacağını umarım.” diyor.

Hasan-ı Basri (ks) tâbi'indendir. Ubbade (ra); Hasan-ı Basri'nin durumunu çok iyi bildiği için: “Umarım ki o abdâllerden birisi de Hasan-ı Basrî'dir.” diyor. Neden bunlara EBDÂL denmiş? Çünkü tebdilden, bedelden... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvel nebiler EVTÂD (kazık, direk) olunca:

أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا ﴿٧﴾

 (Nebe’/6-7)

“Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” Yeryüzünün istikrarı sükûneti için düzgün yaşanabilir bir halde olabilmesi için Allahü Zülcelâl nebilerini yeryüzüne evtad kılmıştır. Halkın saadeti ve selâmeti yönünden dâima bulunmaları lâzımdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den sonra bu nebilere bedel olarak onların yerine ebdâller ikâme olunmuştur. İşte Aleyhisselâtü vesselâm'dan sonra nebilerin yerine ebdâller tebdil edilmiştir ki, yeryüzü sükûnet ve istikrar bulsun diye. Ebdâller gelecek zararı önlemeye çalışırlar. Bu bakımdan nebilere ayni seviyeli ve onların yerine vazifeyi yapıyorlar. Onun için: “Rızkınız, yağmurunuz, herşeyiniz onların hayrat ve berakatlarıyla gelir ve olur.” buyuruluyor. Hatta “Ya Rasulullah bunlar rızık mı veriyorlar?” diye sorduklarında: “Hayır, rızık vermiyorlar, ancak yağmur onların sayesinde yağıyor. Yağmur olmazsa rızık mı olacak?” buyuruyor. Ebdâller yeryüzünde âdeta bir emân durumundadırlar. Emanu'l arz'dırlar.

 

EBU HÜREYRE VE EBDALLERDEN YESÂR

İmam-ı Ali (kv)'ye “Efendim Emevîler hutbelerinde bize çok ağır sözler söylüyorlar. Müsâde edersen bizde onların dersini veririz.” dediklerinde Mübarek İmam-ı Ali (kv): “Ama onlar Şam'da bulunmaktalar. Şam ahalisinin içerisinde ise ebdâller vardır. Ben ebdâllerin bulunduğu yer için böyle nahoş bir kelime kullanılmasını istemiyorum.” buyurur. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın: “Şam şehri ebdâlların makam (merkezi)dir.” buyurduğunu bildiğinden Şam'dan bir kimseler gelirse kim olursa olsun çıkar karşılarında belki ebdâldir diye öperdi... “Belki gözümüz bir ebdâl görmüş olsun” derdi. İşte ebdâl böylesine kıymetlidir. Nitekim bir hadisesi vardır. Aleyhisselâtü vesselam Ebu Hureyre (ra) ile birlikte mescidde otururken, “Ebu Hüreyre şimdilik bu kapıdan gelecek olan kişi ebdallardandır.” buyuruyor. Ebu Hüreyre “böylece dururken baktım ki kel bir kimse geldi. Bir testi doldurmuş başı üzerinde mescide girdi ki mescidi sulayıp süpürecek. Gelir gelmez Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) öyle beşâşetle: “Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!..” diye buyurdu. İsmi Yasermiş. Öyle debdebeli falan da değil. Yâni, ebdâl deyince öyle padişahlık krallık falan değil... Allahü Zülcelâl'e yarar bir kul olarak haddini bilen saygı duyan bir kimse... Bu şekilde gelmiş mübarek işini görüp gitmiş. Ebu Hüreyre'ye: “İşte bu kişi ebdâllerdendir.” buyuruyor. Bu hadise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde devlet içerisindeki ebdâller!. Ve buyuruyor ki: “İşte bunlarla yağmurunuz vs. gelir.” Ebdâller, halkın bir şemsiyesi mesâbesindedirler. Onun için hadis-i şerifte “Umarım ki Hasan Basri de bunlardan birisidir.” diye geçmektedir. Hadisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alan Ubbâde (ra), Hasan-ı Basrî de gördüğü tevazu' ve edebiyatı, ebdallara yakıştırıyor ki: “Umarım ki Hasan onlardan birisidir.” buyuruyor. İşte evtad'ın yerine bedel olarak gelen ebdâl, büdelâ (ebdallar)!..

 

EBDALLERLE İLGİLİ HADİSLER

عن عبد الله ابن عباس رضى الله عنهما: قال ر سول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ما خلت الارض من بعد نوح من سبعة يدفح الله بهم البلاء عن اهل الارض

)رواه امام احمد(

Hadis meali: Abdullah ibn-i Abbas (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü Nuh'dan sonra 7 kişiden hali (boş) kalmadı. Allah onlar ile (onların sayesinde) ehl-i arzdan beliyyeleri def eder.” Ravisi, İmam-ı Ahmed.

Mübarek Aleyhisselâtü vesselam öyle buyuruyor; Nuh (as)'dan bu yana yeryüzü bu 7 ebdâlden hiç bir zaman boş kalmamıştır. İşte bu çok enterasan bir meseledir ki, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Nuh'dan bu yana gelen ebdallerin sulbünden gelmektedir. Muhakkak yeryüzünde 7'ler olduğuna göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın geldiği sülâle bunların dışında mı kalır. Mutlaka 7'ler kanalıyla tahir bir nesil olarak gelmiştir. Çünkü o 7'lerden birisi yoluyladır. Çünkü yeryüzü onlardan tamamen hali kalmamıştır. Celâleddin-i Suyutî'nin dediği gibi “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gelişi bu tahir zümre yoluyla olmuştur. Zaten başkada olamazdı ki...” Ehl-i şirk ve ehl-i küfrün Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sulbünde olmasını ne gayretimiz ne de inancımız kabul eder!.. Bu asla olamaz. İşte bu isbat yeterlidir.

عن ابن عمر رضى الله عنهما قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم; خيار امتى فى كل قرن خمس مأة والابدال اربعون فلا الخمسمأة ينقصون ولاالاربعون كلمامات رجل ابدل الله من الخمسمأة مكانه وادخل من الاربعين مكانه فقالوا يا رسول الله دلنا على اعمالهم قال يعفون عمن ظلمهم ويجسنون الى من اساء اليهم ويتواسون فيما اتاهم الله

)رواه ابو نعيم وابن عساكر وعبدالله ابن هارون(

Hadis meali: İbn-i Ömer'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her batın (nesil, soy, kuşak, asır) da ümmetimin hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar 40 kişidir. 500 kişide, bu 40 kişi de noksanlaşmış olamaz. Her ne zaman ki bu 40 kişiden 1 tanesi vefat ederse 500 lerden birisi yerine geçer.” Dediler ki: “Ya Rasulullah onların âmelleri hakkında yol göster.” Buyurdu ki: “Kendilerine zülm edenleri umumen genellikle affederler. Kendilerine kötülük yapanlara ve zarar verenlere de karşılık vermezler, iyilik yaparlar. Allahü Zülcelâl'in verdiğinden de halka vasiyet ederler ve nasihat ederler.” Ravisi Ebu Naim, İbn-i Esâkirve Abdullah ibn-i Harun'dur.

Yani mânevi devlet ricali 500 kişidirler. Noksan olmazlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmeti içinde de evtâdlar mevcûddur ve 7'lerdir. 40 lar ise abdallardır. Birisi vefat ederse alt kademeden üst kademeye birisi çıkar. Bu nizâm mütemadiyen böyle devam eder. Esasen Gavs, mugistir, kurtarıcıdır. Gavsiyet makamında 1 kişidir. Onun taht-ı tasarrufunda (tasarrufu altında) 2 veziri vardır. Sağ tarafındaki Kutbû'l Medar, yâni Gavs'ın idarecisidir. Sol tarafındaki ise Kutbû'l irşad dır.

عن عبدالله ابن عمر رضى الله عنهما قال . قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لايزال اربعون رجلاً يحفظ الله بهم الارض كلما مات وجل ابدل الله مكانه آخر وهم فى الارض كلها

Hadis meali: Abdullah ibn-i Ömer (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “40 kişi asla yok olmaz. Allah onlarla (onların hürmetine) yeryüzünü muhafaza eder. Vakta ki, Allahın bu ebdâllerinden bir kimse ölürse onun yerine alt kademeden birisi doldurur. Ve bunlar yeryüzünün muayyen (belirli) bir yerinde değil de umumîdirler. Yeryüzünde yaygın bir durumda bulunurlar.”

 

EBDALLERİN ÖZELLİKLERİ

عن ابى سعيد الخدرى رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:  ان ابدال امتى لم يدخلوا الجنة باالاعمال ولكن انما دخلوها برحمة الله وسخاوة الانفس وسلامة الصدور والرحمة لجميع المسلمين

(رواه ابيهقى والدرانى)

Hadis meali: Ebu Said el Hudri (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetimin ebdâli cennete âmeli ile girmez. Velâkin muhakkak olan şey şu ki; Cennete, Allah'ın rahmeti, nefislerinin sehaveti (cömertliği), sadrlarının selametliği ve cemi'i'l Müslimine rahmetleri (rahmet nazarıyla bakmaları) sebebiyle girerler...” Ravisi Beyhakî ve Ed Daramî.

Bu ebdalleri sizlere anlatırken, sanmayın ki sadece ibadetleri yönüyle cennete girerler... Öyle âmelle satın almış gibi cennete girerlerde sanmayın. Esasen Allahü Zülcelâl'in rahmetiyle girerler bu birincisi, ikincisi ise hiç esirgemezler, gayretkeşdirler. Sehavet sahibi cömerttirler. Ümmet-i Muhammed'e imkanları nisbetince ellerinden gelen her türlü yardımı yapmak için cehd-ü-cühûd ederler. Yardımcı olurlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine ne kadar çok yardım ederlerse o kadar da kıymet ve değerleri artar. Elbette Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de; kendi ümmetine, Allahü Zülcelâl'in kullarına böylesine hizmet edenlerden hoşnut olmaz mı, hoş görmez mi?.. Mutlaka hoş görür ve razı olur. Ve onların sadrlarında hased, fesad, kin, gıll vs. yoktur. Gayet safi zemzem gibi berrak... Ve tüm müslümanlara tamamen merhametlidirler. Hiç buğz bilmezler. İşte bu misillü halleri yönüyle cennete girerler. Âmelleri yönüyle yetişmiş değillerdir. Allahü Zülcelâl'in verdiği bu huyları ile cennete girerler.

عن ابى هريرة رضى الله عته قال: قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم؛ لن تحلوالارض من ثلاثين مثل ابراهيم خليل الرحمن بهم ثغاثون وبهم ترزقون وبهم

تمطرون (رواه ابن حبان)

Hadis meali: Ebu Hureyre (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü 30 kimseden asla hali (boş) kalmaz ki, Onlar adetâ İbrahim Halilurrahman misilli ve onun huyunda Halilî durumundadırlar. Taleb ettiklerimizin kabuliyeti esasen onların sayesindedir. Ve rızkınız da bunların yoluyla gelmektedir. Yağmurunuzda yine bunların yoluyladır.” Hatta; “Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl El Rezzak'tır, bunlar mı bize rızık verecek?” dediklerinde “hayır, hayır... Yağmurunuz onların sayesinde yaparda rızkınızı elde etmiş olursunuz. İhtiyacınızı temin etmiş olursunuz.” buyurdu. Ravisi İbn-i Hibban'dır.

عن ابن الدرداء رض الله عنه قال; قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الانبياء كانوا اوتادالارض فلما انقطعت النبوة ابدل الله مكانهم قوماً من هذه الامة يقال لهم الابدال لم يفضلوا الناس بكثرة صوم ولاصلاة ولاتسبيح ولكن بحسن الخلق وبصدق الورع وحسن النية وسلامة قلوبهم لجميع المسلمين والنصيحة لله

تعال (رواه الترمذى)

Hadis meali: Ebu'd Derda (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz benden evvel nebiler vardı ve yeryüzünün evtadları idiler. Vakta ki nübüvvet inkita'ya uğradı ve benden sonra Allah, nebilerin yerine şu ümmetimden bir kavmi tebdil etti (onlara bedel yaptı) Nebilerin yerine aynı kıymet ve değeri verdi. Onlara EBDÂL denir. İnsanların en faziletlisi değillerdir, herkesten fazlada oruç tutmazlar, sürekli namaz kılıp teşbihte çekmezler. Velâkin; Müslümanların cümlesi için selametü'l kalb sahibleri olup kimseye karşı kin vs. leh yoktur. Husn-ü hulûk (güzel ahlâk) sahibidirler. Ahlâkları güzeldir. Bu ise mizanda en ağır gelen şeydir. Sıdk-ü verâ' sahibleri olup sadıktırlar. Ve haram şöyle dursun şüphelilerden bile sakınırlar. Böyle olunca da duaları geçerlidir ve hüsnü niyetlidirler, kimseye karşı nahoş halde değillerdir. Ve nasihatları ise sadece Allahü Teâlâ'nın rızası içindir. Başka bir şeyler düşünmezler. Ravisi Tirmizi'dir.

عن الخسن رحمه الله قال: ان رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم قال: ان بدلاء امتى لم يدخل الجنة بكثرة صلاتهم ولا صيامهم ولكن دخلوها سلامة الصدور وسخاوة انفسهم والرحمة لجميع المسلمين

 (رواه الترمذى والبيهقى وابن ابى الدنيا) توادر الاصول

Hadis meali: Hasan-ı Basri (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kesinlikle büdelâ (ebdallar) ümmetimdir. Onlar namazlarının ve oruçlarının çokluğu ile cennete girmezler. Velâkin selâmetül sadr (sinelerinin selimliği) sehavetü'l nüfûs (nefislerinin cömertliği) cemii'l müslim için rahmetleri (merhametli oluşları) sebebiyle cennete girerler.”

Hasani'l Basri öyle buyuruyor: “Sanmayın ki ebdâller çokça ibadet etmişler de yetişmişler. Selametü'l sadr sahibidirler. Kalbleri selâmet üzeredir. Nefisleri de cömerttir, hiç esirgemezler bunu ne bırakırlar ne de yorulurlar ve buldukça da verirler. Koşarlar yardım ederler. Bu yönden ümmet-i Muhammede fedaî durumları vardır. Koşarlar yardım ederler. Gayretkeştirler hiç de esirgemezler. Ve müslümanların hepsine merhametlidirler. Hiç te gılzatları yoktur.” Bu hadis, Neva dirü'l usûl, Tirmizi, Beyhakî, İbn-i Ebu'd Dünyadadır.

 


 

BAKARA SURESİ 251. AYETİ VE BELANIN DEF'İ

وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَـكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ

(Bakara/251)

“Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt-üst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.”

Bu âyet-i celile'nin tefsirinre “Levlâ defullah” eğer Allahü Zülcelâl mü'min ve ebrârlarla, kâfir ve tacirlerin müstehak oldukları azab ve beliyyeleri def etmiş olmasaydı yeryüzü tamamen fesada uğrar ve helak olurdu. Yâni Allahü Zülcelâl'in kulları arasında bulunan bazılarının yüzü suyu hürmetine, sapuk-supuk azabı hak edenlerin hallerine rağmen yeryüzünü alt-üst etmez. Onların yalvarıcıları adetâ fedaî gibi imkânları nisbetince önlemeye uğraşırlar. Bazıları diğerlerinin başlarına gelecek beliyyelerin define sebebiyet verir. Bugün ise bu hal daha da beterdir. Hatta Lût kavminin yerle bir olmasına sebeb olan Lûtîlik (homoseksüellik) el'an mevcûddur. Alt-üst olmayı çoktan haketmişiz. Aleyhisselâtü vesselâm'ın buyurduğu gün gelecek “erkek erkekle, kadın kadınla iktifa edip yetinecek, kadın erkek aramayacak ve erkekte kadın aramayacak.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hiç bir şeyi bırakmamış... Hele bilhassa livatacılık feci!.. “Açın kabrini bakın hınzır suretinde bulursunuz.” buyuruyor. Çünkü hayvanlar arasında eşine karşı en gayretsiz olan hayvan hınzırdır. O yüzden de etini haram kılmıştır.

Hülasa, eğer bu mübarek zâtlar olması, diğerlerinin müstehak oldukları azabla yeryüzü tamamen fesada uğrardı. Lâkin Allahü Zülcelâl’in bunların sayesinde gönderdiği fazi, hayrat, berakat ve merhamet umuma da şâmil oluyor. Sadece bu zâtlara gelmiyor, bir kişiye, iki kişiye değilde yaygın olarak geliyor. Onların sayesinde diğerleri de faydalanır. Bakınız mü'min ve ebrârlar olmasa alt üst olurdu. O zaman mü'minlerde hepsi helak olurdu. Ama, Allahü Zülcelâl mü'minlerin sayesinde gelecek beliyyelerden kâfirleri dahi engelliyor. Kâfir olmalarına rağmen bu dünya hayatları böyledir. Sülehalar (salihler) sayesinde ise, fâcirler yüzünden gelecek olan beiiyyeleri durduruyor. Helâka müstehak olan kafir tacirlere karşılık mü'min ve süieha beliyyeleri engelliyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Müslüman ve salih bir kimse bir yerde oturuyorsa etrafındaki 100 ev halkı gelecek olan beliyyelerden korunmuş olur. Uzak olur.” “O salih kişinin yüzü suyu hürmetine 100 komşunada gelecek olan belâları Allahü Zülcelâl defeder.” buyurdu ve sonradan Bakara Sûresinin yukardaki 251. nci âyetini okudu.

Dünyanın her beldesinde Allahü Zülcelâl'in bir ebdâli bir salihi vs. olabilir. Bu yüzden müstehak oldukları azabı tadamazlar. Meselâ Zeyd ibn-i Amr, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın amuca oğludur. Kendisi hayatında hiç puta tapmamıştır. Müşrikler bir gün taptıkları putlar için Kabe'de kurbanlar kesmişler de et halinde halka veriyorlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraber Ebu Hureyre'de vardır. Henüz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresi gelmemiştir. Zeyd oradan geçerken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Amuca oğlu buyur.” deyince; “Ya Muhammed ben hayatımda böyle kesilen şeylerden yemedim.” dedi ve yemedi. Yine Kays ibn-i Sâide gibi, Halid ibn-i Senam gibi şahsiyetler vardır. Hiç bir zaman yeryüzü bunlardan boş kalmamıştır. Varaka gibi, Buheyre gibi... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için “O zaman ben yanında olabilsem, abdest suyunu ben dökerdim” diyor. Selmanî Farisî de öyledir, ateşperestti ve nereden nereye geldi!..

ان الله ليدفع باالمسلم الصالخ عن مأة اهل بيت من جيرانه البلاء (ثم قرأهذم الاية)

 (رواه الطبرانى)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl salih bir kişinin oğlunu oğlunun oğlunu ve etrafındaki evlerden komşu olanları dahi salah eder. Bu salih kişi bulundukça ölünceye kadar bir emân durumundadır. Ve Allahü Zülcelâl'in hıfzû muhafazası yok olmaz.

عن ثوبان رضى الله عنه. لا يزال فيكم سبعة بهم تنصرون وبهم تمطرون وبهم ترزقون

حتى يأتى امرالله

Hadis meali: Sevban (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde 7 ler eksik olmaz. Onlar ile yardım edilirsiniz. Onlar ile yağmurunuz yağar ve onlar ile rızıklandırılırsınız. Hattaki Allah'ın emri gelinceye kadar.” Bu hadisi ibn-i Cerire't Taberi ve İmameddin İbni Kesir ve diğerleri rivayet ettiler.

حديث آخر: الابدال فى امتى ثلاثون بهم ترزقون وبهم تمطرون وبهم تنصرون

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde ebdâlların sayısı 30'dur. Onların sayesinde rızıklanırsınız, yağmurunuz yağar ve yardım edilirsiniz.” Katade: “Ben umuyorum ki Hasan el Basri de onlardan biridir. Hadis-i şerifi İbn-i Ömer (ra)'dah O da Cabir ibn-i Abdullah (ra)'dan, Oda Ubbâde ibn-i Samed (ra)'den, O da Sev ban (ra)'dan, O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan rivayet etti.

Şu âyet-i kerimede Allah azze ve celle:

إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ

(Hac/38)

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”

Bu âyet-i celelenin tefsirinde Allahü Zülcelâl bize haber veriyor ki: Şüphesiz o kendisine tevekkül eden ve kendisine inâbe eden (tevbe edip dönen) kullarını şerlilerin şerrinden ve tacirlerin tuzaklarından onları muhafaza eder, kâfidir ve yardımcılarıdır.

أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ

 (Zümer/ 36)

Âyet-i celilede: “Allah kuluna kâfi değil midir?” buyurduğu gibi, muhafaza eder ve vekilleri ve yardımcıları olur.

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان من عبادالله لأناساًماهم بأنبياء ولاشهداء يغبط هم الانبياء والشهداء يوم القيامة بمكابهم من الله عز وجل فقال رجل من هم وما اعمالهم لعلنا نحبهم قال: قوم يتحابون بروح الله عزوجل من غيرارحام بينهم ولااموموال يتعاطونها بينهم والله ان وجوههم لنوروا نهم لعلى منابه من نور لا يخافون اذاخا ف الناس ولايحزنون اذاحزن الناس ثم قرأ: الاان اولياألله لاخوف عليهم ولاهم يحزنون

 (عن عمر الفارق رضى الله عنه رواه ابو نعيم الاصبهانى فى حلية الاولياء)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki onlar enbiya da değil, şüheda da değil, ancak onlara adetâ enbiya ve şühedâ bile kıyamet gününde onların Allahü Zülcelâl'den olan mekan ve makamlarına hayran oluyorlar gıbta ediyorlar (tergib için, imrendirmek için gıbta ediyorlar).” Ve oradakilerden bir kimse der ki: “Bu şahsiyetlerin âmelleri nedir? Ne âmel yapmışlar bilelim de umarız ki onları biz de severiz.” deyince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Onlar öyle bir kavimdirler ki Allah azze ve celle'nin verdiği ruhullah ile Allah aşkıyla ve Allah için severler.”

İşte mesele budur. Tarikatın esâsı budur. “Tehabbuna fi'liahi” Allah için sevmek. Mübarekler bunu kastediyorlar ama biz anlamıyoruz. Tarikat deyince sanıyorlar ki; toplanır toplanmaz, paralar toplamak, köşkler yapmak, şirketler kurmak vs.!.. Fakat maalesef esası bu değildir. Esasen hadis-i şerifte belirtilen “Muhabbetun Fillah” sevmektir. Onlara nebiler dahi şehidler dahi gıbta edip imrenirler. Onların halleri orada öyleki herkes gıbta ediyor. Onlar öyle bir kavim ki Allah rızası için rahmeten bir birlerini sevmişler. Herhangi bir menfaata dayalı olmadan. Allahü Zülcelâl'in aşkıyla kardeşlik aktedmişler. Aşkla, şevkle, şefkatle!.. Bu kimselerin sıfatları o ki; aralarında hesab yok neseb yok ticarî değil, akraba da değiller sadece ve sadece Allah rızası için aşkla şevkle rahvaten kardeş olmuşlar. Rasulullah (Sailallahu Aleyhi ve Sellem) yeminle buyuruyor ki: “Vallahi o günde yüzleri öyle nurludur ki bakılamaz halde.” Hayran oluyor. “Yüzleri böyle olmakla beraber oturdukları minberleri dahi ayni nurdan? Herkeslerin “Nefsi!.. Nefsi!...” dedikleri kıyametin o dehşetli gününde... Öyle kimselerdir ki onlar; yeryüzünde insanlar korku içinde olsalarda korkmazlar. Ve emân durumundadırlar. İnsanlar hüzünlü ve kederli olsalar dahi onlarda asla hüzün ve keder yoktur. Emin ve selim durumları vardır.” Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu âyet-i celile'yi okudu:

أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ۞ الَّذِينَ آَمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ۞ لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآَخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

 (Yûnus / 62-63-64)

Bu kimseler işte bunlar. Demek ki velayet meselesi.

 

“TARİKATI TASDİK VELAYETİ SUĞRADIR” SÖZÜ

Hazreti Şah-ı Nakşıbend (ks)'den Hz. Beyazidi Bestami (ks)'den ve Şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'den bizzâtihi:

التصديق بطريقتنا ولاية الصغرى

 buyurmuşlardır. Ben bizatihi Şeyhimizden duydum “Tarikamızı tasdik etmek küçük velayettir.” buyurmalarının karşısında Şahı Nakşibend (ks) ve İmam-ı Rabbani (ks)'den: “Tarikatımızı yalanlayanların sû-i hatimelerinden (kötü son) korkulur.” buyurmuşlardır. Allah muhafaza etsin.

حديث قدسى: قال. قال الله عز و جل ان اوليائى من عبادى اواحبائى من خلقى الذين يذكرون بذكرى واذكر بذكرهم سئل قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:  من اولياألله قال الذين اذا رأواذكروالله عز و جل: قال الااخبركم بخياركم قالوا بلى يا رسول الله قال الذين اذا رأوا ذكروارالله عز وجل

Hadisi kudsi meali: Allah azze ve celle buyurdu ki; “Kullarımdan velilerim ve halkımdan en çok sevdiklerim benim zikrimi zikrederler, bende onları zikrederim.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a soruldu ki: “Allahın evliyası kimlerdir?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da: “Onlar o şahsiyetlerdir ki, kendilerini gördüğünüzde Allah azze ve celleyi hatırlatır ve zikrettirirler.” Buyurdu ki: “Sizin hayırlınızı size haber vereyim mi?” “Evet Ya Rasulullah” dediler. Buyurdu ki: “Onları gördüğünüzde Allah azze ve celleyi zikredersiniz, hatırlar ve anarsınız.”

Hülasa Allahü Zülcelâl'in velilerinin şöyle bir halleri vardır; Onları gördüğünüzde Allah'ı hatırlarsınız. Bunlar Allahın kullarıdırlar. Çünkü, Allah'dan uzak duramazlar. Allah'a yakın halleri vardır. Edeb, merhamet ve şefkat yönünden öyle şahsiyetlerdir ki, görüldüklerinde zâten haliyle Allahü Zülcelâl hatırlanır. Hatırlayanda Allah'ı zikreder. Allah'a yaklaştırıcı yönleri vardır. Demek ki onlara yaklaştıkça Allah'ı daha çok zikredip daha çok yaklaşılır. Allahu Zülcelâl'in rahmeti ve inayetinin böyle kişiler üzerine oluşu adetâ bir belirtisi vardır. Çünkü, edeb, merhamet ve şefkat sahibidirler, zarar getirmezde yarar getirir. Çünkü bilirsiniz ki, her tarafından şer akan kimseden nasıl kaçılırsa bunun karşılığında da böylesi zâtlardan hayır beklenir ve yaklaşım yapılır. Bu şahsiyetlerin halleri ibret verici ve imrendiricidir.

قال صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله عز وجل ضنائن من عباده يفذيهم فى رحمته ويحييهم فى عافيته اذا توفاهم الى الجنة اولئك الذين تمر عليهم الفتن كقطع الليل المظلم وهم فى عافيته (وهم منه فى عافيته) قال صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله عز وجل ضنائن من عباده يفذيهم فى رحمته ويحييهم فى عافيته اذا توفاهم الى الجنة اولئك الذين تمر عليهم الفتن كقطع الليل المظلم وهم فى عافيته (وهم منه فى عافيته)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki halk içinde gizlidirler. Kendilerini belirtmiyorlar. Kendilerinin bir şeye sahib olduğuna dair bir emmârede belirtmiyorlar. Çok gizlidirler. Allahü Zülcelâl kendilerine bir sır vermiş, bir güç vermiş dâimi kendilerini gizli tutup çok inceden ve derinden sır sahibidirler. Kalb ehlidirler. Allahü Zülcelâl onları afiyet içinde diri kılmış, rahmeti içinde onları feyzlendirmiş, vefat ettiklerinde ise re'sen doğrudan doğruya cennete girerler. Çünkü hayatları boyunca Allahü Zülcelâl ile irtibatlarını kesmemişler. Dâimi O'nunla hayat bulmuşlar, Allahü Zülcelâl'den kesintiye uğramamışlar. Emelleri de hep bu olunca tabi ölüncede derhal cennetine sokar.

Onlar öyle kimselerdirler ki; fitneler dalga dalga adetâ gecenin karanlığının bastırdığı gibi gelse, yaygın olsa ve hücum etse dahi kendileri emin ve afiyet içindedirler. Fitneler bunlara pek etkili olmaz. Çünkü fitne yok ikende bu şahsiyetler Allahü Zülcelâl'e tevekkulullah ile teslim olup Rahmetullah ile, inâyetullah ile tefvizu'l umur ile... Bu şekilde olunca fitneler ne yapabilecekler!... Nitekim hadis-i şerifte; “Kalbler iki kısım olacaktır. Birisi bembeyaz ve nurlu, öbürüsü de kapkara olacaktır.” Kapkara olan neden böyle oldu? Tabiki fitnelerden dolayı!.. Fitnelere giriş yaparsa, tasvib ederse veya tahrik ederse, herhangi bir yönden fitneye bulaşırsa, her fitne kalbin üzerine adetâ hasır örgüsü gibi simsiyah çizgiler çeker ve sonunda öyle hale gelir ki kalb bu örgünün içinde kalır ve tamamen kapkara bir hale gelir. Hasır gibi örer üzerini fitneler. Bu kalb sahibi artık hayır göremez. Çünkü kalbi inkita'ya (kesintiye) uğramıştır. Üzerini kaplayan bir ziftin içinde kalan kalb görevini de yapamaz. Ama, fitnenin dışında kalan ve fitneyi sevmeyen kimseler böyle değildir...

 


 

FİTNEYİ UYANDIRMAK

الفتنة نائمة لعن الله من ايقظها

Hadis meali: “Fitne uyur uyandırana lanet olsun.” İşte fitne budur. Fitne bir kavmi bu hale getirdi mi artık nasihat falan kâr etmez. Çünkü kalbleri kapalıdır. Ama, diğerlerinin fitneden uzak duranların kalbleri bembeyazdır. İşte bunları olacak bir vakıa'dan Allahü Zülcelâl koruyor inâyetiyle...

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: رب اشعث ذى طمرين تنبوعنه أعين الناس لواقسم على الله عز وجل لأبرى

Hadis meali: Allahü Zülcelâl'in öyle kulları vardır ki; bu kimseler o kimseler ki; üzerlerine aba gibi basit bir şeyi bürünmüş, doğru dürüst bir elbiseleri bile yoktur. Kendi hallerinde toz toprak içinde kalender bir halde olabilirler. İnsanların onları görmeyede hiç hevesleri yoktur. Ve hiçte ilgilenmezler. Belki de icabında eğlenirlerde. Ama bunlar öyle şahsiyetlerdir ki, eğer yemin etselerde “yarın güneş şuradan doğacak” deseler Allahü Zülcelâl yeminlerini berât ettirir. Yâni, diledikleri mutlaka yapılır ve reddedilmez. Yemin etseler Allahü Zülcelâl yeminlerinden beri eder ve yerine getirir... İşte mübarekler böylesine geçerli ve kıymetlidirler. Seyhü't Tüsterî'ye gelmişler de bir gün; “Efendim, bu mezalimlikler tahammül edilemez hale geldi, Allah aşkına bu Basra'da elbette Allahü Zülcelâl'in velileri vardır. Bize bir malumat verde, yalvaralımda bu zalimlikler bir son bulsun, çok cefâlar çekiyoruz.” diyorlar da; mübarek Tüsterî şöyle buyuruyor: “Vallahi şu Basra'da öyle kimseler biliyorum ki, yarın güneş şuradan doğacak deseler Allahü Zülcelâl iki etmez de güneş dediği yerden doğar. Fakat Allahü Zülcelâl'in hükmü ve kararı karşısında elleri bağlı teslim olmuşlardır. Böyle şeylere girişmezler. Allahü Zülcelâl'in işine karışmaya, karıştırmaya girmezler.” diyor. Şeyhü't Tüsterî fevkalâde bir şahsiyet olup belki kendisi de o kimselerden birisi idi...

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: خيار امتى فى كل قرن حمسمأة والابدال اربعون فلا الخمسمأة ينقصون ولاالاربون كلمامات رجل ابدل الله عز وجل من الخمسمأة مكانه وادخل من الاربعين مكانهم قالوا يارسول الله دلنا على اعمالهم قال يعفون عمن ظلمهم ويحسنون الى من اساء اليهم ويتواسون فيما اتاهم الله عز وجل

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her batında (asır, kuşak) ümmetimin hayırlıları 500 lerdir. 7 si ebdâllerdır. Ne 500 ler ne de 7 ler noksanlaşmazlar. Ebdâllerden 1 kişi öldü mü, 40 lar dan birisi kendi makamından Onun makamına geçer.” Sahabe-i kiram: “Ya Rasulullah, onların âmelleri nelerdir bize yol göster” dediler. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kendilerine kötülük yapanlara daima iyilik yaparlar. Ve Allah'ın kendilerine verdiği ni'metler hususunda ise genişlik içindedirler ve dağıtırlar.”

 

ÜÇYÜZLER, KIRKLAR, YEDİLER, BEŞLER, ÜÇLER VE ZAMANIN ĞAVSI HAKKINDA HADİSLER

قال النبى الرؤف صلى الله تعالى عليه وسلم: ان لله عز وجل فى الخلق ثلاثمأة على قلب آدم عليه السلام. ولله تعالى فى الخلق اربعون قلوبهم على قلب موسى عليه السلام. ولله تعالى فى الخلق سبعة قلوبهم على قلب ابراهم عليه السلام ولله تعالى فى الخلق خمسة قلوبهم على قلب جبريل عليه السلام ولله تعالى فى الخلق ثلاثه قلوبهم على قلب ميكائيل عليه السلام ولله تعالى فى الخلق واحد قلبه على قلب اسرافيل عليه السلام فاذامات الواحد ابدل الله عز وجل مكانه من الثلاثه واذامات من الثلاثة ابدل الله تعالى مكانه من الخمسة واذامات من الخمسة ابدل الله تعالى مكانه من السبعة واذامات من السبعة ابدل الله تعالى مكانه من الاربعين واذامات من الاربعين ابدل الله تعالى مكانه من الثلاثمأة واذامات من الثلاثمأة ابدل الله تعالى مكانه من العامة فبهم يحى ويميت ويمطر و ينبت ويدفع البلايا

Hadis meali: Nebiyyu'r Rauf (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin yarattığı halkı içinde kalbleri Âdem (as) kalbi üzere olan 300 kişi, kalbleri Musa (as) kalbi üzere olan 40 kişi, kalbleri İbrahim (as) kalbi üzere olan 7 kişi, kalbleri Cebrail (as) kalbi üzere olan 5 kişi, kalbleri Mikâil (as) kalbi üzere olan 3 kişi, kalbi İsrafil (as) kalbi üzere olan 1 kişi her zaman mevcûddur.”

Bu anlatılan hadis esasen mânevi devlet ricalidir. Bu aded dâima mevcûddur. Ne ileri ne geri... Manevi devlet ricali kendi aralarında toplanırlar ve her şeyi elden geçirirler ama, bizler bilmiyoruz. Allahü Zülcelâl bunları tahsis etmiştir. Mânevi devletin işlemlerini yapmaktadırlar. İndirir, çıkarır vs. ama, Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda herşey... 300 ü Âdem (as) kalbi üzere yâni, kabadayı... 40 ı Musa (as) kalbi üzere celalli kişiler olabilirler. 7 si İbrahim (as) kalbi üzere nübüvvet olarak değilde kalbi tiyneti üzere, adetâ onun tezini ve yöntemini kullanıyorlar. Ulemâ, enbiyânın vârisleridir. Ama bunlar Rasüllerin mirasçılarıdırlar nebilerin değil... Yâni İbrahim (as)'in merhameti, şefkati, cömertliği onlarda da mevcûddur. 5 i Cebrail (as) kalbi üzere yakıcı, şiddet kısmından zelzele vs. buna bağlıdır. Lût kavminin durumu ve benzeri... Bu dünyada böylesi kimseler halk arasında Cibril (as)'ın yöntemini kullanıyorlar. 3 ü Mikâil kalbi üzerine olup bunlar merhamet yönünden yağmur vb... Çok ağlar ve şefûktur.Fakat 1 tanesi İsrafil (as) kalbi üzere olana gelince; İsrafil (as) bir nefha (üfürme) ile “Üff!..” dediğinde her şeyin yok olduğu gibi... Esasen o olmaz ise hayat olmaz. Hali hazır bu şahsiyetlerin hayr-ü-berakatıyla dünya hayatı yürür... Merhametleri olduğu kadar şiddette olabiliyor. Şefkatte, hikmette var!..

Bu şahsiyetler vefat ettiklerinde atlama olmadan bir altındakiler bir üste geçerek doldururlar. 1 kişi olan vefat ettiğinde 2 lerden birisi onun yerine geçer. 3 lerden birisi vefat ederse 5 lerden birisi, 5 lerden birisi vefat ederse yerine 7 lerden, 7 lerden birisi vefat ederse yerine 40 lardan, 40 lardan birisi vefat ederse yerine 300 lerden birisi yerine geçer. 300 lerden birisi vefat ettiğinde ise ümmüte Muhammed'den salih bir zât onun yerine görevlendirilir.Ayni sistem!.. Bu hal kıyamet kopuncaya kadar sürer. Ancak, bazı hadisler vardır ki, nefhatün fi's sur olacağında yeryüzünde artık “ALLAH” diyecek kimse yoktur. Tabi bunların yüzü suyu hürmetiyle şu âyet-i kerimede bildirildiği gibi:

وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ

(Hac/40)

"Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) bir kısmı ile def edip önlemeseydi mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz ki Allah güçlüdür galibtir."

İşte bu zâtlar yüzünden beliyyeler geçiştirilir. Bir uyarıdır, bir ikazdır anlayabilen kavimlere!.. Sanmayın ki olanlar helak etmek için. İsterse zâten derhal helak ederdi. Ama, olanlar bir uyarıdır. İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden meydana gelenler bir ikâzdır. Dünya imtihan diyarıdır. Olanlar ise garezen değilde belki rücu' ederler diyedir. Nitekim;

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

 (Rûm/41)

"İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmı onlara taddırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler rücu' ederler."

Yine başınıza bir musibet geldiyse ellerinizin işledikleri âmeller yüzündendir. Biz düzgün olup dururken hâşâ Allahü Zülcelâl'in bize bir garezi mi var. Nitekim:

وَمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ

(Şûrâ/30)

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”

Tabiki mü'minlerin başına gelenler onlar için bu âlemde bir kefarettir. Onları temizlerde, tertemiz eder. Eğer aklını kullanıyorsa kendisi için bir uyarı olduğunu anlayıp çeki düzen verir, çekilen çileler esasen hataları durdurur ve giderir. Ama, kâfirler için âhirette cennet vs. gibi şeyler olmadığı için mükafatını bu dünyada görür. Kâfirin işi bu dünyadadır. İyiliğinin karşılığını bu dünyada nakten alır. Bu ise istidractır ve azgınlığını artırır. Ancak, mümin bu dünyada mükafatlandırılmaz esas ahiret aleminde görecektir. Yani kafir bu dünyada iyilik içinde yaşarsa öbür alemde azabı azalır. Ama mükafat bulamaz. İtikadının sapıklığı yüzünden...

Tekrar hadis-i şerife dönersek; işte bu manevi devlet ricallerinin yüzü suyu hürmetiyle hayat (doğum), memat (ölüm), beliyyelerin defi, yağmur yapması, bitkilerin yetişmesi vs. hep onlar ile olur. Bu hadislerin ravisi Abdullah İbni Mesud (ra): “Nasıl oluyor da bunların yüzünden hayat, memat oluyor? Bunlar hayat memat verir mi?” diye soruyorlar. Cevaben “Onlar Ümmet-i Muhammed'in daimi olarak çoğalmasını arzuluyorlar. Onun için de felaket ve helakete dua etmezler. Allahü Zülcelâl onların hayrat ve berakatıyla Ümmet-i Muhammedi çoğaltır. Ancak çok cebabir olanlara da o zaman beddua ederler. Ümmet-i Muhammed'e zulmediyorsa onun işini bitirirler. Yağmur yağmasını diler de Allahü Zülcelâl esirgemez. Yeryüzündeki bitkiler onların yüz suyu hürmetine yetişirler. Ve envaî beliyyeler onlar yüzünden def olur...” Yani, kıtlık olsun beliyye olsun bu mübarekler halk için bir emân durumları vardır. Zarar getirmezler de yarar getirirler daima. İşte bunlar olmasa yeryüzü alt üst olur. Bunu bilelim.

عن عبدالله ابن عمر قال : مر عمر بمعاذ ابن جبل ضى الله تعالى عنهم وهويبكى فقال ما يبكيك يا معاذ فقال: سمعت رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم يقول احب العباد الى الله عز وجل الاتقياء الاخفياء الذين اذاغابوالم يفتقدوا واذاشهدوا لم يعرفوا اولئك هم ائمة الهدى ومصابيح العلم

(رواه ابو نعم وابن عساكر (

Hadis Meali: Abdullah İbni Ömer (ra)'den: “Bir gün Ömer (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı ziyarete giderken Muaz (ra)'a uğradı da onu ağlarken buldu. Ve “Ya Muaz! Seni ağlatan şey nedir?” dedi. Muaz'da “Aleyhissalatü Vesselâm'dan duyduğum bir hadis var ki, Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: “Allahü Zülcelâl'in en çok sevdiği kul hem muttakidir (etkiyâ: en çok çekinen) hem de çok gizlidir. Kendi varlığını ortaya çıkarmaz. Belli etmez, gizlidir. Sakin olup ondan umulmaz. Yani bu misilli kimseler. Hatta ki, kayıp olduğunda onu soran bile olmaz. “Nerede” diyen bulunmaz.

Çünkü varlığıyla yokluğuyla fark edilip bilinmiyorlar. Fark edilemezler. Ve tanınmazlar bile... Kendi hallerince hâfî durumları vardır. İşte bunlar Ümmetimin hidayete kavuşanların imamı durumundadırlar. Ve ilmin mishablarıdır, yıldızlarıdır, güzelce ışıkları vardır.” Ravisi Ebu Nâim ve İbni Esâkir.

Bu hadisle ilgili bazı misaller vereyim ki, Ebu Bekir El-Varrak hazretleri adeta Kabe'nin güvercini diye tâbir ederlerdi ve orada çokça bilinirdi. Hafız Abdürrezzâk meşhurdur ve İmam-ı Ahmed'in de hocasıdır. Bu zat bir gün Kabe'de vaaz ediyor. Vaaz ederken Ebu Bekir el-Varrak da bir köşede abasını başına çekmiş hiç haberi yokmuş, lakayt gibi duruyor. Hızır (as) da halk arasında gezerken buna dürtüyor: “Filan, dinlesen ya, Hafız Abdürrezzâk'ın hadis vaazı vardır. Bunu gafletle geçirme, dinle!” diyor. Mübarek, abasının altından kellesini çıkarmış, şöyle bir bakmış o kadar... Hızır (as) gitmiş, tekrar gelmiş ki bu sefer uyuklamış daha derince duruyor. Tekrar uyarıyor... Üçüncüsünde diyor ki Hızır (as) : “Be adam, bunlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisleridir. Bunun karşısında senin uyuman değil de esasen dinlemen lâzım. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadislerine karşı saygılı ol!” diyor. O ise cevaben: “O hadisler bayatlamışlar, ben ise tazelerini alıyorum... Onlar gele gele biraz bayatlamışlar... Ben taze alıyorum.” diyor. Canı sıkılmış adamcağızın tâbi... Bu cevab karşısında Hızır (as): “Sübhanallah, sübhanallah! Nasıl olur bu şekilde, sen ne diyorsun be adam?” deyince Ebu Bekiri Varrak: “Hiç duymadın mı ki:

ان الله عباداً تحت قبائى لايعلمهم غيره لواقسم الله لبرأهم

“Allahü Zülcelâl'in şu kubbenin altında öyle kulları var ki, onları Allah'tan gayrisi bilemez. Fakat “şöyle olsun” diye yemin etseler Allahü Zülcelâl esirgemez de öyle olur. Onların sözünü boşa çıkarmaz. Yeminlerini beraat ettirir.” hadisini hiç dinlemedin mi? Efendim bizler hadisleri bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in mübarek fem-i şerifinden (şerefli ağzından) alırız.” diyor. O zaman Hızır (as): “Aman Ya Rabbi, ben kendi kendime bir şeyler biliyorum sanıyorum da karşıma bir kimse çıkarıyorsun ki, hiç umulmadık, beklenmedik bilgisi var.” Ve Hızır (as) soruyor: “Peki böyle hadisleri bizatihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan alıyorum diyorsun ama buna delil getirebiliyor musun?” deyince Hazreti Varrak: “Delil o ki, sen Hızırsın, başka delili ne edeceksin” diyor. Böyle söylemesi Hızır (as)'ın acaibine gider de: “Ya Rabbi, öyle velilerin var ki onlar beni biliyorlar, ben ise onları bilmiyorum” diyor. İşte bu şekilde vaki olmuştur.

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله تعالى يقول انى لأهم بأهل الارضى عذاباً فاذا نظرت الى عماربيوتى والتحابين فى والمستغفرين باالاسحار صرفت عذابى عنهم

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Allahü Zülcelâl bizzat kendisi geceleyin kullarına nazar eder de, azaba alt üst olmaya müstehaktırlar. Ne çare ki, mescidleri daimi mamur edenler ve cemaate gerçekten hevesli kulları vardır.” Yalamalık değil de hakikaten hevesli, Allahü Zülcelâl'in evidir diye girişte ibadet ediyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in mescidleri, Allah'ın evleridir. Kim ki mescide girerse Allahü Zülcelâl'in misafiridir. Misafire ikram ise zaruridir. Allahü Zülcelâl üzerine vacibdir.” buyuruyor. O sebeble cami dışında zikir vs. ne yapılırsa yapılsın camide hiçbir şey söylenmeden oturan efdaldir. Çünkü o kişi Allahü Zülcelâl'in misafiridir. O misafirinden hiç bir şeyi esirgemez. Yine Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem): “Allahü Zülcelâl'in mescidlerine giren Allahü Zülcelâl'i ziyaret etmiş oluyor. Ve de Allahü Zülcelâl'in ziyaretçisine ikram etmesi ise üzerine haktır.” buyuruyor. Ziyarete gelene, ziyaretine gelinen ikramını yapar.

İşte bu misilli kişilerin camilere halisane bir şekilde çok hevesleri vardır ve bunları bu halde gören Allahü Zülcelâl'in rahmeti galip geliyor, şefaat ediyor.

Bir de hele bilhassa Allah için birbirlerini sevmiş olan kimselere baktıkça “Mutehabbine fillahi” olanlar yok mu? İşte tarikatın da esası olan “Muhabbetün fillah” (Allah için sevmek...) İşte bunlara da baktıkça onlara asla kıyamıyor. Alt üst etmeye... Tarikatin özü olan kardeşvari Allah için sevgiye hiçbir miras, mezheb vs. girmez. Çünkü bu yol Ebu Bekir (ra)'den bu yana daima erbabına aktara aktara gelmiştir. Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra)'e aktarma yapamaz mıydı? Kendi evladına veremez miydi. Ama Selman-ı Farisî'ye (ra) vermiştir. İmam-ı Rabbabi (ks)'ye gelinceye kadar oğluna veren de olmamıştır. Ancak İmam-ı Rabbani Hazretlerinin oğlu Muhammed Masum'un (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir. Onun hacca gidişinde Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'in gösterdiği harikaları hiç kimse için duymamıştım. Allahü Zülcelâl'e dua ettim ki “hayrat ve berakatından nasiblendir” diye Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine öyle bir kıymet ve değer vermiştirki, arzuladığı şekilde büyük bir beşaşetle onun keyfini yetirinceye kadar iltifat etmiştir. Ben bunu Denizli Karahayt kaplıcasında okumuştum. Hayrü berekatını da gördüm. Elhamdülillahi... Rüyamda Cenâb-ı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) benimle muanaka etti... Fakat cemâline hiç bakamamıştım. Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) gittikten sonra tekrar aklıma geldi ki mübareğin cemaline bakamadım diye üzüldüm. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar döndü, geldi de “Senin istediğin bu” diye karşımda bu şekilde durdu. Sakalı öyle hoş ve üzerindekiler öyle harika... Öyle nâzik, öyle lâtif idi ki!

İşte Hazreti Muhammed Ma'sum'un bu hayrat ve berekatı, ödenmeyecek bir lütfü idi. İşte böyle bir oğula aktarma yapmış İmam-ı Rabbani hazretleri... Yoksa rastgeleye değil!

Ciddiyetle muhabbetun fillah aktarmışlardır. Bu günümüzde ise işleri güçleri dünyayı imâr... Bu dava sahihleri hiç mi okumuyorlar. Saadatlardan bir parça ibret almıyorlar mı? Bir kere Hadis-i Şerifte:

حب الدنيا رأس كل خطيئة

Hadis Meali: “Dünya sevgisi, tüm hataların başıdır” Bu böyle ise ne bekleyeceksin. “Zıddın lâ yectemian” zıtlar cem edilemez. İki zıt bir kalbde bulunamazlar. Dünya sevgisi varsa o kalbde hubbullah yoktur. Hubbullah var ise diğerleri kalbden oksedilir (kovulur) mutlaka... İki zıd bir araya toplanamaz. Birisi diğerini mutlaka yok eder. Her zaman söylüyoruz. Bu dünya imtihan yeridir. Evet, dünyadan çıkıp gidecek de değiliz. Fakat ona karşı muamelemiz de böyle olması lâzımdır.

Allahü Zülcelâl bir de: “Seherler de istiğfar edenlere bakıp ta azaba müstehak olanlara bu zatların yüzü suyu hürmetine azab etmekten sarf-ı nazar ederim” buyuruyor.

عن انس ابن مالك رضى الله عنه قال؛ قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لن تحلوالارض من اربعين رجلاً مثل خليل الرحمن فبهم يسقون وبهم ينصرون ماماتت منهم احد الاابدل الله مكانه اخر

Hadis Meali: Enes ibni Mâlik (ra)'den Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: “Yeryüzü, Halilü'r Rahman misilli 40 kişiden asla hâlî (boş) kalmayacaktır. Onların sebebiyle sulanırsanız ve onlarla yardım edebilirsiniz. Onlardan bir ebdâl vefat ettiğinde onun yerine diğer birisi geçer:” Katade umarımki Hasan El-basri onlardan birisidir, dedi. Hadis mürseldir.

حديث مرسل : علامة ابدال امتى انهم لا يلنون شيئاً ابداً

(رواه ابن ابى الدنيا عن بكر ابن خنس:يرفعه (

Hadis Meali: “Ebdâl olan ümmetimin alameti: Onlar ebediyyen, asla hiçbir şeye lanet etmezler” Ravisi İbni Ebi'd Dünya.

Yani, ebdâllarının alâmeti hayatları müddetince asla lanet kelimesini kullanmazlar. Daima yararına çalışırlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte bir sefer yapılırken bir hatun ters bir hareketi sebebiyle “Mel'un!” diye bir kelime kullandı da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Hemen bu hatunu indirin ve bu nakayı (deveyi) azad ediniz. Ne eti yenilir, ne de binilir. Çünkü lanetlenmiştir.” buyurdu. Hal böyle iken günümüzde bazıları her tarafta lanet alıp veriyor. Lanet şeytana yaraşır. Bir müminden bir mümine değil! “Mümin kimseye lanet etmez, ta'n etmez” asla! Kendisine yakışmayan böyle bir şeyi mümin kardeşine de söylemez. “Mümin odur ki elinden dilinden herkes emindir” Ne dilinden nahoş bir kelime kullanır. Ne de eliyle bir kimseye bedeni veya malf bir zarar verir. Mümin emin bir kimsedir. Mümin budur... Bir başka hadisde ise: “Müslim odur ki her fert elinden de dilinden de salimdir.” Çünkü bir zarar vermez. Mümin ve müslim böyle iken o mübarekler, ebdâl zümresidirler ki onlara asla yakışmaz. Her tarafları hayrü berâkâttır. İşte mânevi devlet ricali böyledir.

 

SÜLEHA, NÜCEBA, NÜKEBA, EBDAL, KUTUB VE GAVS

İmam-ı Esadi'l Yâfî “Kifayetü'l Mü'tekid” adlı kitabında bazı arifinden zikreder ki; ümmet içinde sülehâ (salihler) çoktur. Avam (halk) içine karışıp onların dinlerinin ve dünyalarının salahına çalışırlar ve hiç esirgemezler. Girişken durumları vardır ve halka nasihat ederler. İbret verici bir halleri vardır. Ve halka gıpta ettirirler. Onlar daima halk arasında umumen mevcuddur ki gaye bir örnek alsınlar öğrensinler de yapsınlar diye... Nücebâ isimli künyeliler ise sülehâdan (salihlerden) daha azdır. Nukebâ ise nücebâdan daha azdırlar. Nücebâ ve nükebâ: Havas zümresi içinde karışmış bulunurlar. Ebdâl ise âdet itibariyle bunlardan da azdır. Bunlar ise her büyük beldeye bir ebdâl gönderilmiştir. Her beldeye bir ebdâl düşmüyor. Ne mutlu o beldeye ki eğer bir ebdâl var ise... Çünkü o belde için emân durumundadır. Evtad ise bir tanesi Yemen'de bir tanesi Şam'da bir tanesi doğuda bir tanesi batıdadır. Allah Subhanehü ve Teâlâ kutub denilen şahsiyetler ile erkan-ı dünyanın dört âfâkını semanın üstünde feleklerin deveran ettiği gibi idare ettirir. Kutub ahvâli öyleki kürrenin idaresi kendisine veriliyor. Umumi olsun hususi olsun herkesin üzerine bir gavs durumu vardır. Her yardımlarına koşan bir şahsiyettir. Allahü Zülcelâl'in bir gayretkeşliği sebebiyle halka bildirilmiyor. Gizlicedir ve bilinemiyor. Allahü Zülcelâl gizlemiştir. İlim sahibi olmasına rağmen adeta bir cahil sanırsınız. Derbeder görüntüsünde olup ondan hiç umulup beklenilmez, görülse bile adeta ebleh gibidir... Aslında fatanların tepesi (zekilerin başı) olup çok akıllı ve ferasetlidir. Çok hassas bir kabiliyet sahibidir. Uzaktakini yakın gibi alabilir. Zor olanı kolaylaştırabilir.Her an hazırdır. Daima emân durumu vardır.

Bu zümrelerden üst kademedekiler alt kademelerdekilerin hallerini bilebilirler. Evtadlar, büdela, havas ve ariflerin hallerini bilirler. Nücebâ ve nükebaların halleri avam (halk) hasseten bilemez, setredilip gizlenmişlerdir. Kendi aralarında birbirlerini seçebilecek ferasetleri de vardır. Feraseti sayesinde bilebilirler. Hatta Alaaddin-i Attar (ks) öyle buyuruyor: “Sıdk ehli büyük bir zatın meclisine ve huzuruna giderseniz sadakatle giriniz, zira onlar kalblerin casuslarıdır. Kalb ne gaye ile geldiyse teftiş eder, tecessüs eder, bilirler. Onlar kalblerin casuslarıdır. İşte bu inceliği vardır. Salihler ise müminlerin hallerini bilirler.”


 

ĞAVS, KUTBU MEDAR VE KUTBU İRŞAD

 

Aziz kardeşlerim;

Nücebâ'nın sayısı 300, nükebâ'nın sayısı 40, Büdelânın sayısı için 30 ve ya 14 veya 7 sayısı doğrudur. Evtâdlar ise 4'dür. Kutub 2, Gavs ise 1 kişidir.

Gavs vefat ederse kutublardan biri, kutub vefat ederse 4'lerden en hayırlısı, 4'lerden birisi vefat ederse 7'lerden en hayırlısı, 7'lerden birisi vefat ederse 40'lardan en hayırlısı, 40'lardan birisi vefat ederse 300'lerden en hayırlısı onun yerine geçerler. 300'lerden biri vefat ederse salihlerden en hayırlısı salihlerden birisi vefat ederse mü'minlerden en hayırlısı onun yerine geçerler ve Allahü Zülcelâl kıyametin kopmasını dilediğinde hepsini vefat ettirir... İşte manevi devlet ricali bunlardır.

İşte bu şahsiyetlerin mevcudiyetiyle onların varlığı hürmetine Allahü Zülcelâl kullarından beliyyeleri def eder ve semadan yağmur damlaları indirir.

Bazı arifler ise dediler ki: Kutub zikredilen hadis-i şerifte bir tanedir ki ravisi İbni Mes'ud (ra)'dur. Ve şüphesiz ki o İsrafil (as) kalbi üzeredir. Ve onun mekânı ise, veliler dairenin çember noktaları o ise merkez noktasıdır. Kevn (kainat) onunla salahe'l alem olur. Ve oluşur. Alemlerin iyileşmesi, düzen içinde düzelmesi ve rahat yaşamaya uygun olması onun varlığı ile mümkündür.

İşte anlatılan manevi devlet ricali olmadan kainat nizamı olamaz. Ne zamanki kıyamet zamanı gelir de “Allah” diyecek kimse kalmazsa bir zelzele benzeri nefhatun fi'ssur olur...

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ

(Hac/1)

“Ey insanlar! Rabbınızdan korkun! Çünkü kıyamet vaktinin debremi müthiş bir şeydir!”

Yani şükran (sarhoş) haline düşerler. Ondan sonra bir nefha (üfürüş)ki ondan sonra ne gökte ne yerde bir soluk alan-veren kalmaz. Nefhatun sak...İsrafil (as) de gider... Mikail (as) de gider..  Tamamen giderler. Nasûh alemi (mahlukiyet alemi) ve melekût alemi (melekler alemi) alemü'l halktan oldukları için tamamen yok olurlar. Fakat cennet alemi başka bir alemdir ve “illâ men şa'e allah” buyurduğu cennet ehli hurileridir...

Şeyh Muhiddin-i Arabî (ks), Fütühât-ı Mekke isimli kitabının 73. babında şöyle buyuruyor: “Biliniz ki, Allahü Zülcelâl'in bu yolda öyle ricalleri vardırki enfüs alemi diye isimlendiriliyorlar. Bu isim onların hepsine verilmiş bir isim olup, tabakaları (kademeleri) pek çok, halleri ise muhteliftir. Bunlardan bazıları tüm tabakaları ve halleri üzerine toplamış olabiliyorlar. Bazılarına da Allahü Zülcelâl'in verdiği kadar hasıl oluyor. Ehl-i ahval ve ehl-i tabakattan kendilerine has bir lakab verilenlerden (gavs gibi evtad gibi vs) başka diğerlerinin tabakat ve halleri pek bilinemiyor. Onlardan bazı şahsiyetlerin adedi her zaman içinde tahsis ve hasredilmiş olabiliyor. Bazılarının âdedi ise azalıp çoğalabiliyor. Bunlardan adetleri belli olanları ve olmayanları lakâbları ile birlikte Allahü Teâlâ'nın izni ile anlatacağız. Şimdi el'an onlardan velayet sahibi olanlardan zikredeceğiz ki, onların adetleri ve lakâbları kendilerine mahsus kılınmış ve tahsis edilmiştir. Tüm haller ve makamlar kendilerinde cem' olunmuştur. “Camiun”durlar onlardan bu isim sahibinin olmadığı hiçbir zaman olamaz. İllâ ve illâ bir tane vardır. Ve o da gavstır. Mukarrabin'lerdendir. Ve o kendi zamanındaki cemaatin seyyidi, efendisidir. Evliyanın reisidir. İnsanlar için bir sığınaktır.

Gavs'ın zamanındaki tüm veliler ondan meded umarlar da onlara meded eder. Himmet eder de hayır duasının berakatıyla belâları def eder. Veya bizatihi kendi üzerlerine alırlar veya hafifletirler. Çaresi olan şeylere başvururlar. İşte gavs bu yiğit kişidir. Allahü Zülcelâl indinde çok kerim ve çok azizdir, geçerli ve değerlidir. Allah indinde mergubtur. Mahbubun ilâallah'dır. Eğer “Şu olacak” diye yemin etse Allahü Zülcelâl yeminini beraat ettirir. Ve ne dilemiş ise yerine getirir. İmamlar ise her zaman, daima iki kişidir. 3 kişi olamazlar. Gavs'ın himayesinde vezir mesabesinde iki kutub vardır. Bir tanesi Alemü'l Melekût onun tasarrufu altındadır, diğeri ise alemü'l mülk onun tasarrufu altındadır. Evtad ise her zaman 4'tür. Ziyade ve noksanlık olamaz ve bu minval üzeredir. Bunlardan bir tanesi şark ile ilgilidir ki o zatın yüzü suyu hürmetine şark kısmını hıfzeder. Eman durumundadır ve şark kısmı onun velayeti altındadır. Şark valisi gibidir... İkincisi batının üçüncüsü güneyin dördüncüsü ise kuzeyin evtadlarıdırlar. Bunların taksimatı Kabe'nin dört cebhesine (yüzüne) göre ve orada yapılır. Bir yüzü nereye bakıyorsa hududu belirlenir. Bu kürre onların tasarrufu altına girer. Ebdâller ise adetleri 7'dir. Ziyadeleşip noksanlaşmazlar. Allahü Zülcelâl her birisine bir iklim (bölge) olmak üzere 7 iklimi tasarrufları ve velayetleri altına vermiştir.

Bu şahsiyetlerden başka onlardan olan nükeba, nüceba ve kırklar dahi vardır. Ancak onların tabakatından, aralarındaki sınıflardan, isimlerinden kelam etsek söz çok uzamış olur. Onlardan adetleri muayyen olanlar artabilenler ve azalabilenler olduğu için bu kadarla yetindik ve yeterli gördük”

 

İMAMI RABBANİ HZ. LERİNE GÖRE GAVS VE KUTUBLAR

İmam-ı Rabbabi Eş-şeyh Ahmed El-Farukî (ks) indinde Gavs'ın veziri olarak iki imam nisbetlemiş ve isimlendirmiştir. Onların hakkında kutbu'l medar ve kutbu'l irşâd buyuruyor. Himmetleri yüce ve Allahü Zülcelâl'in emriyle kevn üzerine tasarruf ederler. Şunu bilmemiz gerekir ki, bu âlemin idaresi kimsenin vaazcılığıyla, debdebesi ile mücahidliği ile yürümemektedir. Ve onlara bağlı da değildir. Alemü'l halk'ın idaresi esasen mânevi devlet ricalinin taht-ı tasarrufundadır. Anlatılan şahsiyetlerin rolü ile idare olunmaktadır. İdare onlarındır. Bazı kimseler ve vaazcılar; nasihat babından bir şeyler anlatabilirler. Fakat haddini aşıpta “Biz olmasak!” diyemezler. Her zamanda Allahü Zülcelâl'in devleti ve ricalleri mevcuddur. Bu Allahü Zülcelâl'in nizamıdır. İsa (as)'ın nüzulüne kadar câri' olup işleyecektir.

Kimki, anlattığımız ve yazdığımız hususlar hakkında itiraz ederse mutlaka naklettiğimiz ilgili kitablara baksınlar. Bizim hadisleri ve sözleri aldığımız kitablar ise genellikle şunlardır:

Hadisle ilgili olarak; Buhari'nin Camiü'l üsûlû ki yani Buhari. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İmam Malik'in Muvatta'ı, İbni Esiri'l Cezirfnin Tasnifi veya Camiü's Sagİr'i, Nesâfnin Zevâid'i, Celâleddin-i Suyutî'nin kitabü'l Havaî Fi'l fetavâ'sı ve Ramüzü'l Ehadis ve bunların benzeri hadis kitablarından hadisleri serdettik.

Tasavvuf hakkındaki kitabların müelliflerine gelince, Bunlar Ebu Naimü'l Esbahanî'nin Hilyetü'l Evliya'sı, Risaletü'l Kûşeyrî, Ebu Talib-i MekkPnin Ku'tü'l Kûlüb'ü, Gavsü'l Azam Seyyid Abdü'l Kadiri Geylânf (ks)nin Kitabü'l Behçetü'l Esrar ve Ma'deni'l Envâr'ı, Şeyh Şehabettini's Suhreverdî'nin Kitabu Avarif ve'l Maarifi, Şeyh Muhiddinî Arabî'nin Müsennefatı, Şeyh Abdu'l Vehhab Şa'ranî'nin müsennefatı (tasnifleri), İmam-ı Gazalî, İmam-ı Ya'fâî, Hikemü'l Ataiyye, Letaifi'l Minen, Tabakatü'ş Şazeli, Tabakatü'l Nakşıbendiyye, Tabakatü'l Kadiriyye, Tabakatü'l Evliya, Tabakatü'ş Sûfiyye, Camiü'l Keramat, ki içinde 4000 veli 13000 keramet vardır. Eş-Şeyh Yusufu Nebhânin eserleri, Ve hususen İmam-ı Rabbanî'nin Mektubatı, Kitabü'l İbriz ki Es-Seyyid Eş-Şeyh Abdü'l-Aziz Debbağ'ın sözlerini içerir. Ve bunların benzerleri olan pek çok eserlerdir. Bu hususda ve bu manadaki kitablar adedleri bilinmeyecek ve sayıları sayılmayacak kadar çoktur. Elhamdülillahi Rabbül Alemin... Kabadayı iseler açıp okusunlar da itiraz etmesinler!

Sadatlarımızın tasavvufun tezi ve ilkelerinin uygulanlasında ne denli hassas davrandıklarına örnek olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadi (kv) hazretlerinin Bağdad'da üç halifesine yazmış olduğu mektubunu ortaya koyacağız. Tasavvuf tezinde ne kadar ciddiyetle davrandıklarını gözler önüne sereceğiz. İnşaallahü Teâlâ...