Aziz Kardeşlerim;
Bu kitap daha önce Mürşitlerin Halleri ismiyle yayınlamış olduğumuz kitabın ilaveli ve düzeltilmiş halidir. İlk baskısında Mürşitlerin Halleri ve Sıddıkiye Meşrebinin Tezleri üzerinde durulmuş ve izah edilmişti. Muhterem Hocamız Muhammed Sıdık Hekim’in Tarikat ve Tasavvuf hakkında yapmış olduğu sohbetleri kitaba ekleyerek “Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Mürşitlerin Halleri” ismiyle yeni baskısını sunuyoruz. Kitabın yazımı ve basımı esnasında meydana gelebilecek hatalardan dolayı affınıza sığınıyoruz.
اعوذباالله من الشيطان الرجيم
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه وعلى ساداتنا والاولياء و الشهداء والصالحين وعلى المؤ منينو المؤمنات اجمعين
Fitneler zuhur ettiğinde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin bunları durduracak veyahutta hakikati anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin. Eğer ketmedecek olursa o zaman Allah'ın, Rasulullah'ın, Meleklerin ve insanların laneti o kimsenin üzerine olsun.
Hadis-i Şerif
Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki, senet ve mesnet olarak en başta: "La İlahe İllallah" tarikatın ana düsturudur. Esası ve temelidir.
Seyyid Ahmed-er-Rufai
Şeriat İslam Makamıdır. Tarikat İman Makamıdır. Hakikat İhsan Makamıdır.
Muhammed Sıddık Hekim
MUKADDİME
الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام
على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين
Aziz Kardeşlerimiz;
Allahü Zülcelâl celle celâlihu şöyle buyuruyor:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(Hucurat/10)
Mü'minlerin kardeş olduğunu ilân ediyor. "Mü'min kimdir?" derseniz:
لااله الا الله محمد رسو ل الله
diyen kimse mü'mindir. Diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmek şartiyle... Bu minval üzere olanlar kardeşlerimizdir. Kardeşliğini kabullendikten sonra ne buyuruyor bu sefer; kardeşler arasında salah getiriniz ve fesada asla âlet olmayınız. Onun için bu fitne ve fesadlıklara Allahü Zülcelâl asla cevaz vermemiştir. Ve sonunda ise: "Allah korkusu üzerinizde olsun ki Allah'ın rahmetine nail olasınız."
Benim şahsen; 12 senesi Antalya'nın Kumluca ilçesinde olmak üzere, kardeşlerimizle birlikte ikindi namazından sonraları yapmakta olduğumuz sohbetlerimiz devam etmektedir. İkindiden sonrası başka bir vakte benzemiyor. Çünkü, gündüz dürülmekte ve ömrümüzden bir gün daha kapanmaktadır. Onun için ikindiden sonra hayatımızda daha ihtiyatlı olup güzel şeylerle meşgul olmak en güzel tarafıdır. Bizde ikindi namazından sonra akşam namazı yaklaşıncaya kadar süren sohbetlerimizi devam ettire gelmişizdir. Bu meclisimizin teşkili "ihvanu'n fillah"dır. Allahü Zülcelâl mü'minlerin kardeşliğini ilân edince, o zaman bilhassa aralarında muhabbette olunca "Hubbu'n Allah" kardeşlerimiz bir mecliste toplanınca birlikte elbirliğiyle kardeşvâri sohbetlerimiz devam etmektedir. Allahü Zülcelâl bu türlü ihvanu'n fillah = muhabbetü'n fillah meclislerine o kadar da değer vermiştir ki Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle buyuruyor:
اذامرر تى على رياض الجنة فار تعوا
Yâni; "Cennet bahçelerinden geçerseniz ihtiyacınızı alınız." Buyurunca: "Ya Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeryüzünde cennet bahçeleri olur mu?" diyorlar da cevaben:
"Evet قالو:ومارياض الجنة؟ قل: حلق الذ كرو حلق العلم " ne yapar bu kimseler?" "Esasen ilim meclisleri ve zikir meclisleridir bunlar." Zâten Allahü Zülcelâli zikrini yapmaktan daha üstün ne olabilir? İlim meclisleri ki; hele bu günümüzde dine fesad sokma yönünden fazlaca hücumlar başlamıştır. Birçok yönlerden dini tamir değilde harabetmeye çalışmaktadırlar. Ekseriyet bu şekle ve hale dönmüştür. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun.
Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; O kadar da fitneler çıkar ki; millet bu fitnelerin mahiyetini iyice fehmedip anlamadığı için, sabah mü'min kalkan akşama kâfir döner veya sabah kâfirdir akşama mü'mindir. Neden acaba fitne devresinde sabah mü'min iken akşama kâfire dönüşüyor? işte bunun sebebi; fitneyi mubah görür olmalarıdır. Fitne içine düşüp insanları öldürmeyi veya mallarını gasbetmeyi mubah sayıp bir sakınca da görmezler. Bu ise böyle yapanları küfre eletir. Onun için "Lâ ilahe illallah Muhammede'r Resulullah" diyen bir kimse kardeşine bu şekilde tecavüz edemez. Mü'minin; canı, malı ve ırzı haramdır. Hatta mü'min hakkında su'izan (kötü zan) etmek dahi haramdır.
Tabi, eski dönemlerde sohbetler yapardık ancak; yazmak, teybe almak veya kamera vs. gibi şeyler yoktu. Antalya'da ilk 30 senemiz böyle geçti. Son 10 yılda ise, baktık ki bu fitneler artarak devam etmekte ve karşılarına çıkıpta cevab verilmesi zarureti ortaya çıkmakta olduğunu görünce sohbetlerimiz çeşitli şekillerde tesbit edilip sonunda da kitablar haline getirildi. Tasavvufu anlatan bu eserimizde, Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ın ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadı, Şeriat, Tarikat ve Hakikatin ne olduğunu, Tarikat ve Tasavvuf yolunu, Mürşid-i Kamil'in nasıl olması gerektiği, yetişmesi, seyr-i süluk'u, nasıl keşif ve Şühud Erbabı olması gerektiği, bu aziz yolun en yücelerinden olan imam-ı Rabbani, Ğavs-ı Azam, Hazreti Şah Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri, Şeyhül Hazin Hz. Seri ve Şeyhimiz Şeyh Alaaddin Hz.lerinin nezih, pâk ve örnek hallerini anlatmaya gayret ettim. Tez olarak, herkese yararlı olacak ayni zamanda da Allahü Zülcelâl'in, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ın ve sadât-ı Kiram Efendilerimizin rızasını temin edecek tarza göre anlatmaya ve öğretmeye gayret ettik. Bu yaşadığımız günlerdeki vakı'alara göre bir fesad çıkmış ise mutlaka ve mutlaka bunun karşısında durulmasına çalışmışızdır Allanın izni ve inâyetiyle.
Aslında biz, ortalara çıkmayı
hiçte arzulamayız ve böyle bir isteğimizde yoktur.
Ancak, Allahü Zülcelâl'in bir hikmetidir ki şu hadisi şerifi görünce fikrimiz
değişmiştir.
Cenab-ı Rasululah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: "Bu gibi fitneler
gününde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin, bunları durduracak
veyahutta hakikâti anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin. Eğer
ketmedecek olursa o zaman; Allanın, Rasulullah'ın, meleklerin ve insanların
lâ'neti o kimsenin üzerine olsun." işte böyle buyurunca bu lâ'nete doğrusu
dayanamadım. Elimizde ise yeterli âlet, edevat çok olup, bu günkü kadar
kitabların yaygınlığı ve çokluğu hiçbir zaman görülmemiştir. Kur'an-ı Azimü'ş
şan'ın tefsirleri, Muhteviyatı ve teferruatı çeşit çeşit olup çokça elimizde
mevcûddur. Hadisler ise sayılmayacak kadardır. Hülasa envai ilimlerle ilgili
eserler mevcûd durumda kendimizde bulunmaktadır. Bu ise Allahü Zülcelâl'in bir
lütfûdur. Böyle olup dururken i'tiraz edecek bir halimiz kalmayınca, bir kardeş
olarak anlatmaya, söylemeye ve öğretmeye azmetmişizdir ve neticesi "Şeriat,
Tarikat, Hakikat ve Mürşitlerin Halleri" isimli eserimizi halka sunuyoruz.
Hâşâ kendimizi medh-ü-senâya ihtiyaçda yoktur. Neden? Çünkü; esasen Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) emrettikten sonra biz bunu yapmaya çalışırız ve çalışdık. Ve daha daha da çalışacağız inşallahü teâlâ... Mübarek büyük zâtlar, kendilerini yormadan ne güzel buyurmuşlar:
اثار ناتدل على احو النا
"Eserlerimiz ahvalimiz hakkında malumat vermektedir ve delilimizdir." Niyetimiz, fikrimiz, gayemiz ve emelimiz nedir? Bunlar eserlerimizde mevcûddur. Dünyalık mı, ahiretlik mi bunları eserlerimiz ortaya koyar. Onun için bunları anlatmaya ihtiyaç yoktur. Evvela başta eserlerimize başvurunuz.
Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki bunları teşvik için söylememekteyim. Zâten kitaplardan bir kuruş dahi almamaktayım. Masraflarını çıkarması yeterli olup bizim camiamızda, milleti soymayı ve dini âlet etmeyi asla hoş görmeyiz. Dinimiz münezzeh ve temizdir. Dünyalık temini yönünden herhangi bir emelimiz yoktur. Şükürler olsun.
Hamdolsun hafızlığımızda vardır. Bir kasette iki cüz olmak üzere Kur'an kasetlerimizde mevcûddur. Ne varki değil para ile satmak, hali durumu iyi olmayan kardeşlerimize kendi cebimizden kaset alıp da çekip vermişizde... öteden beri bu minval üzereyiz. Camia'mızın milletin malında gözü olmamıştır. Senelerce ramazanda hatimle namaz kıldırdık. Bilhassa Korkuteli ilçesinde o zamanın müftüsü ki Allah rahmet eylesin, Mısır El Ezher'de 11 sene çalışmış hem hafız hem de âlim bir zattı, bizi öne imam edip kendisi de fatihlik yapmıştır. Antalya'da da hatimle ramazanlarımız devam etmekle beraber, bir Kadir Gecesinde; Yatsı namazında 2 cüz, vitir namazında 3 cüz ve teravih namazında her rekatta 5 hizib olmak üzere 20 rekatta 25 cüz olmak üzere Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle bir gecede hatimle kıldırdık. Uzaktan hafsalaya sığmayabilir ancak, baştan sona bu kasetlerimiz elimizde olup arzu edildiği takdirde, 7 kaset ki 7 saatlik sürede baştan başa Kur'an-ı Kerim'in hatmini birlikte yapmayı ve takip etmeyi temin edecektir. Bu ise duyulmuş vakıa'lardan değildir. Bunu senelerce yaptım şükürler olsun. Bahsettiğimiz Kadir Gecesi hatmi ramazanın uzun yaz gecelerine denk gediği zamanlar da olabilmiştir. Zira halkı sahura yetiştirebilme sorumluluğumuz vardı. Kısa gecelerde ise herkes kendi evinde kendisi bitirsin dedik. Hali hazır 15 kasetlik mukabele hatmimiz yaygındır. Kadir Gecesindeki 7 kasettik hatmimiz ise yaygın olmamakla beraber mevcûddur. İnsan bir Kadir Gecesinde evinde veya bir toplulukta birlikte oturup da, Kur'an-ı Kerim'in harikalıklarını baştan başa düzgünce dinleyecek yada takibedecek olursa ne âlâ iştir bu... Hattaki biz geçen sene Kadir Gecesinde Teravih namazı kıldık, toplandık ve saat 21.00 de başlayıp 7 kaseti dinledik ve sahurumuzu da yaptık.
Hülasa kardeşlerimiz; Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun Kur'an ilimdir ve asla âlet edavât edinmedik. Allahü Zülcelâl ihtiyacımızı temin imkanı vermiştir. Hiç kimseye ihtiyacımız olmayıp ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) lütfü keremlerine muhtacız. Bunları söylememizdeki gaye, teşvik ve alım satım vs. için değildir. Dini meselelerde hiç bir zaman para ve pula değer vermedik. Kumlucada 12 sene imamlığa devam ettik. Sekiz dokuz senesi ise resmi kadrolu imam olmamıza rağmen maaşımızı ihtiyacı olan bir kardeşimize "bulunmaz isek namazı kıldırırsın" diyerek kuruşu kuruşuna o kimseye vermişizdir. Maaş işini ona havale ettik ve bir kuruş dahi almadık. Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki tabiatımız öteden beri müstağnidir. Dini meseleleri yem olarak kullanmayı hiç te hoş görmedik ve yapmadık. Hele bilhassa Kelamullah'ı asla... Antalya'da uzun yıllardır yaşayanlar biliyorlar. Sizlere ise "eserlerimiz halimizi anlatır" diyoruz. Allahü Zülcelâl cümlemize ale'l hak ne ise muvaffak ve müyesser eylesin. Âmine ya Muin!
Muhammed Sıddık HEKİM
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمدلله رب العالمين وبه نستعين
وصلى الله تعالى على خير خلقه محمد النبى الامى عالى القدر العظيم الجاه سيد السادات وسند العباد صاحب الشفاعة يوم الميعاد والو سيلة الى النجاة اللهم صل و سلم وبارك عليه و على اله وصحبه و اهل بيته الطيبين الطاهرين صلاة داءمة حتى نفوز بدخول جنة عدنان
TASAVVUF İLMİ
İLMİ BATIN
Tasavvuf ilmi ilimler arasında güneş gibidir. İlimlerin en zirvesidir. Tüm ilimleri içine alan Tasavvuf bu yönüyle en yücesi en şereflisi ve mertebece de en güzeli ve en büyüğüdür. Bundan dolayı tasavvufa Batın İlmi'de denilir. Allahü Zülcelâl tasavvuf ehlini faziletli ve kalblerini sırların madeni kıldı. Kulları arasında ilahi nurların doğmasına onları vesile kıldı ve seçti. Kulları arasından tahsis kıldığı tasavvuf ehli bu vasıflarından dolayı da halkın yardımına ve imdadına yetişirler. Hallerinde hak ile beraberdirler.
Tayyibi buyurdu ki: “Bir alim ki zamanındaki âlimler arasında ilim bakımından seviyesinde kimse bulunmayıp tek olsa, derya gibi ilim sahibi olsa dahi bu âlim, tasavvufa ihtiyacım yok diyemez. Bu âlime gereken ise, tasavvuf ehli ile birlikte olup onların kendisine sırat-ı müstakim üzere delalet etmeleri gerekir. Zira tasavvuf ehlinin iç âlemlerinin saflığı o kadar fazladır ki; konuştukları sırları tamamen haktır. Her türlü kirlerden arınmışlardır. Tasavvuf ilmi sayesinde nefs-i emmârenin istek, arzu ve nazlarından kurtulmuşlar ve korunmuşlardır. Kalbi istidatları dini ilimlerin feyazanına müsaid hale gelmiştir. Aktardıkları ilim Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in nübûvet penceresinden alınan nurlar ve ilimlerdir. Onun için zahiri ilimlerin tamamında derya gibi olsa dahi benim tasavvuf ilmine ihtiyacım yok diyemez. Çünkü, bu tekemmül kendiliğinden ve sıradan bir insanın destek ve yardımıyla olamaz. Ancak, nefsanî hastalıkların tedavisini, manevi kirlerden temizlenmeyi, ilim ve zevk bakımından gerekli olan muamelelerin hikmetini bilen kâmil bir mürşid olmalı ki, o kişiyi daima kötülüğü emreden nefsin gizli desiselerinden ve ahmaklıklarından kurtarsın.
Tarikat ehli olanlar; kişinin kendisine, tüm ibadetlerinde huşu ve huzurun tam olması, kalbine Muhabbetullahın ve envarı ilâhinin girmesine mani olan bütün sıfatlardan kurtulması için kişinin kendisine bir mürşid-i kâmil bulmasının gerekliliği üzerinde ittifak etmişlerdir. Anlatılanların gerçekleşmesi ise mutlaka böylesine bir mürşid-i kâmil ile mümkündür. Bu ise her kişiye gereklidir. Hiç şüphesiz batınî hastalıkların ilaçlarını bilip bulup ve kullanarak kurtulmak mutlaka gereklidir. Bundan dolayı bu hastalıklara duçar olan kişiye, kendisini her türlü manevî tehlikelerden kurtaracak bir mürşid-i kâmili taleb etmesi icabeder. Eğer böylesi bir mürşid-i kâmili kendi belde ve çevresinde bulamaz ise mürşid-i kâmilin bulunduğu yere kendisinin gidip onu arayıp bulması vâcibtir.
İmam-ı Ahmed bin Hanbel, oğlu Abdullah'a: “Ey oğul dini hükümlerde cahil oldukları halde kendilerine sufî ismi veren bu kimselerin meclislerine katılma ve onlarla konuşma” diyor. Ancak kendisi, Ebu Hamzati'l Bağdadî ile arkadaş olup tasavvuf ehlinin hallerini öğrenince oğluna: “Bunlarla beraber ol meclislerine katıl çünkü bunlar ilim, marifet, murakabe, haşyet-i ilahi, zühd ve yüce himmetler bakımından bizden çok çok ilerde ve yücedirler.” diyor.
İmam-ı Şâfi sufiyye meclislerine katılıp onlarla beraber oluyor ve “bir fakih; kendinde olmayan tasavvuf ilmini öğrenip faydalanabilmek için tasavvufî istilahlarını bilmeye daima muhtaçtır.” diyordu.
İmam-ı Ahmed ve İmam-ı Şâfi; tasavvuf meclislerine gider gelirler ve onların zikir meclislerinde bulunurlardı. Kendilerine “size ne oluyorda bu cahillerin meclislerine gidip geliyor ve zikirlerine katılıyorsunuz?”diyenlere: “Sizin cahiller dediğiniz o kimselerde bütün emirlerin başı olan; Takvallah, Muhabbetullah ve Marifetullah vardır.”derlerdi.
TASAVVUFUN TARİFİ
Arifler; “Tarikat ehl-i olduğuna inandığı kişiden dua iste, çünkü onların duaları mustecâbtır.” deyip tasavvufun tarifini şöyle yapdılar: Tasavvuf öyle bir ilimdir ki; bu ilim sebebiyle nefsin mahmud (övülen) ve mezmum (yerilen) halleri bilinir. Mezmum hallerin nasıl temizleneceğini ve mahmud hallerin nasıl temin edileceği bu ilimle temin öğrenilir. Allahü Zülcelâl'e seyr-ü sülûk'un keyfiyeti, mâsivadan (Allah’dan başka herşeyden) firar ve mutmain ve muhlisin olarak hiç şirk koşmadan Allahü Zülcelâl'e kavuşmak bu ilim sayesinde öğrenilip tatbik edilir diye tarif etmişlerdir. Hakikat ehli buyurdu ki:
اعلم ان التصوف علم ليس يدر كه: الااخوفطن بالحق معروف و كيف يعر فهمن ليس يشهده:
و كيف يشهده ضوء الشمس مكفوف
İMAM-I ALİ (ra)’NİN SUFİ’Yİ TARİFİ
Tasavvuf ilmini müşahede etmeden kim bilebilir? Müşahede sahibi olmayan nasıl fehmedebilir, anlayabilir? Ancak; feraset sahibi müdrik, muttaki, zeki ve anlayışlı kardeşler böyle değildir, öyle ya mâarifet ehli olmadan ve müşahede etmeden nasıl anlasın? Tabiki itiraz eder ve reddeder. Baş basarının, tutulmuş güneşin ziyasını göremediği gibi mâarifet ehli olmayanlarda kalb basiretleri açılıp da tasavvuf sırlarını müşâhâde edemezler.
İmam-ı Ali (kv)'ye sorarlar ki “Sufî kimdir?” diye. Cevaben: “Sufî odur ki safi ve temiz olandır. Yâni Rabbısıyla başbaşa, gayrisini yok etmesi lâzımdır. Mülevvesâtı (pislikleri) yok etmiş ve dünyayı tamamen arkaya atmış ki, onu meşgul etmez. Birde Şeriat-ı Garra-yı Mustafa (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ya da uyar ve çalışır. Eğer böyle değilse Kufî şehrinin köpekleri binlerce Sufîden evlâdır.”
İşte böylesi sufî Allahü Zülcelâl'in maarifetini hem bulur hem de tadar. Bu iki vasfa bu dünyada sahib olursa ahirette de Allahü Zülcelâl'in rızasıyla fazlına sahib nail olur. Başkalarının basireti âmâ iken onunkisi açık olur. Başkaları sırları göremezken o görebilir. Görünce de, gören göremeyen gibi değildir ya... İşte o zamanda sevgisi, şevki artar. Allahü Zülcelâl’e olan muhabbetini her şeyin üstüne çıkarınca... Çünkü muhabbet kalbdedir. Onun üstünde Arş vardır. O da ruhdadır. Onun ötesinde vecd var o ise sırdadır. Vecedtu "buldum" demektir. Yani, o zaman bulmuş olur...
İLİMLERİN ASLI TASAVVUFTUR
Tüm ilimlerin aslı tasavvuf ilmidir. En faziletlisi ve şereflisi olup diğer ilimler bundan alırlar. Velhasılı; ilim yönünden de kasdı ve gayesi Allahü Zülcelâl'dir. Başka bir şeyle de asla meşgul değildir. Tasavvuf ilminin diğer ilimlere nisbeti; ruhun cesede olan nisbeti gibidir. Çünkü tasavvuf ilminin va'zığı (ortaya koyanı) bizzat Allahü Zülcelâl'dir. Ve tasavvuf ilmini Rasûlüne (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vahyetmiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'dan önce geçen peygamberler (as) içinde böyle idi. Çünkü, tasavvuf nazil olan bütün dinlerin ve şeriatların ruhudur.
TASAVVUF BEŞ ASILDAN İBARETTİR
Aziz kardeşlerim, biliniz ki tasavvuf şu beş asıldan ibarettir.
Birincisi: Açıkta gizlide havfullahın (Allah korkusunun) olması lâzımdır. Havfullah olunca onun gereği dışında hiç bir şey yapamaz.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ
(Ali İmran /102)
: “Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak canverin.”
Yâni; halıkıyle Allah korkusu her şeyin üstünde olması şarttır. Fakat bu ayetin nazili sahabeye çok ağır gelmiştir.
Yâni; her şeyin hakkına uyabilmek ve hakkını verebilmek hususunda sahabe-i kiram üzülmüşler. Allahü Zülcelâl bu âyeti durdurmuş da başka bir âyeti teshilât olarak inzâl buyurmuştur.
فَاتَّقُوا اللهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ
(Tegâbûn /16)
: “O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının... Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğimiz olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Yâni; takatiniz nisbetinde... Hakkıyle hiç kimse haklayamaz. Allahü Zülcelâl'in emretmiş olduğu Havfullah hakkıyla üzerinde olarak hiç kimse haklayamaz elbette... Biz beşeriz buna güç yetiremeyiz. Allahü Zülcelâl o zaman bu âyet-i celile ile yapabildiğiniz kadarıyla Allah korkusu üzerinizde olsun buyuruyor. Çünkü nahoş (iyi olmayan) bir şeyler geldiğinde bunu Allah korkusu durdurabilecektir. Bu âyet birinci âyete kolaylık teshilat getirmiştir. Senelerdir söyleyip duruyorlar ki; “Allah ile kul arasına hiç kimse girmez” diye. Vesileyi inkâr ediyorlar. Takvayı anlattık yukarıda. Âdeta bir kalkan gibi yapacağın herhangi bir Allahü Zülcelâl'in rızası dışındaki nahoş bir şeye karşı Allah'ın korkusu gelip durduruyor, işte ittika dediğimiz şey tıpkı kalkan gibi... Tabiki Havfullah düşmanı uzaklaştırıyor. Arkasından verâ' dediğimiz; haramı bir tarafa bırakta şüpheli şeyleri bile kabul etmez. Takva ve verâ' olunca istikâmet doğar. Sırat-ı müstakime (en doğru yola) dahil olmuş olur.
İkincisi: Ekval (sözler) ve efal (işler) de sünneti seniyeye tâbi olup bunları da iyice muhafaza edip bu halini koruması geregir. Öyle ya, gel-geç değil hayat. Her hâlde bunlara muhafız olacak. Böylece hüsnü'l hulûk (iyi ahlâk) sahibi olur. Zira, mizanda en ağır gelecek olan hüsnü'l hulûktur. Hüsnü'l hulûk üzerinde olan hiç bir şey yoktur. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için Allahü Zülcelâl:
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
(Kalem /4)
”Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” diye ilan etmiştir.
Üçüncüsü: Kendini halka bağlayıp kalma. Halk tamamen ve sadece bir âlet edavattır. Halkı ilah gibi tanıma. Halkın keyfini ararken Hâlık (Celle Celaluhu)'ını unutma. Halk dediğin Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda olan mahlukatidir. Riyakârlıkta münafıklıkta hepside bundan doğar. Bollukta olsun sıkıntıda olsun halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten doğar bunlar... Sen halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten sakın ki; üzerine sabır ve Allahü Zülcelâl'e tevekkül tahakkuk ettirsin.
Dördüncüsü: Azlıkta ve çoklukta Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı ol ki, kanaat ve tevfiz-i umur (Allahü Zülcelâl'in hükmüne rıza göstermek) tahakkuk etsin. Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı olman galib gelince onun tevzî ettiğine razı olursun. Zâten Allahü Zülcelâl kuluna en İyi tarafını uygular. Hâşâ zulmetmez. Dâima Allahü Zülcelâl'den razı olup, hayrını bekleyip O'na yakîn olursun.
Ancak nefsin ve şeytan galib olduğunda; Allahü Zülcelâl'den rızasından, kanaat etmekten ve Allahü Zülcelâl'in tevfiz-i umurundan uzaklaştırır. Halbuki Rabbısına karşı dâima tevekkül alallah olur ve candan severse, herşeylerine itiraz etmeden ve bir musibet gelse dâhi sabır eder. Hatta musibeti dâhi ni'met nev'inden kabul eder. Karşı gelme yönleri yoktur. Kanaat eder. Ve Allahü Zülcelâl'e bırakır. Tevfiz-i umura yâni Allahü Zülcelâl'e bağlanır. Allahü Zülcelâl seni hâşâ unutacak mı?.. Asla... Kanaat etmekle Allahü Zülcelâl'e bağlanıyorsun. Başkasının ya da kendi kendiyin emrine değilde Allahü Zülcelâl'in emrine amade olursun. Tabiki, “Rabbımız hakkımızda hayır tarafını isteriz.” diyebiliriz de “efendim ben şunu bunu değil de söyleşini böylesini vermeni isterim” diyemeyiz. O zaman tevfiz olmaz, kendi enâniyyetini kullanmış olursun. Allahü Zülcelâl elbette her şeye kadirdir. Erzakımız, dünyamız her bir şeyler onun tasarrufuyla dönmüyor mu? O zaman, tevfiz-i umur kelimesine bağlanıp O'nun her muamelâtını hoş görmemiz lâzımdır ve şarttır...
Beşincisi: Bolluk ve sıhhatli anda ya da yoklukta ve hastalıkta ihtiyaç anındaki serrâ: şükür kısmındandır. Rahatı sıhhati malı mülkü vs. hepside düzgün ise bu halde o kimseye gereken tamamen şükür etmektir. Darra ise sabır kısmından olup; yoksulluk ve sıkıntı anlarında sabır gerektirmektedir. İşte şükür ve sabır... Bu ikisinden insanoğlu hiçbir zaman hali değildir. Ni'mete şükür... Musibete sabır... Bu ikisi birlikte olunca imanı tamamen kâmil olur. Her birisi ise yarımdır. Her zaman her yerde ve her halde bir kulun üzerinde bu iki halden birisi mutlaka vardır. Ya bir sıkıntısı vardır sabır gerektiren. Ya da bolluk içindedir ki tok, giyimi güzel, rahatı yerinde, borcu derdi yoktur; bu ise mutlaka şükrü gerektirmektedir. Her birisi de imânın yarısını teşkil etmektedir. Birlikte olunca tamamını... Hepimiz bu iki nesneyi asla unutmamalıyız, i'tiraz etmeyip sabretmek gerekir. Hâşâ Allahü Zülcelâl'in haberi olmayan bir şey yoktur. O gün öyle lâzım olmuş hastalık vs. gelmişse razı olup sabretmek gerektirir. Bolluk ve refah olmuşsa da razı olup şükretmek gerektirir.
Aziz Kardeşlerim;
İnsan yukarda anlattığımız ve tasavvuf ilminin aslı esası olan beş vasfı ışığında kitabtan ve sünnetten yolunu seçecek ve mesnede bağlayacaktır. Zira, dinimiz mesned dinidir. Akıl ve mantık dini değildir. Akıl ve mantık her insanda değişiktir ama mesned sabittir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'dan sonra iran tarafından bir zât gelmişde sahabeden bilgi istemiş, sahabede hep hadisden bahsedince “Kur'an’dan bahsedin” diyor. O zaman sahabe-i kiram (ra): “Sen Kur'an'da gördün mü ki namaz kaç rekattir.”derler.
Ahkam (hükümler) sünnet-i seniyyeye bağlıdır. Bu ise imamların havaslarının müsbet eserleriyle bize ulaşmıştır. Ve şeriatın hükmüne bağlanır. Onun için bir kimse üzerine vâcibtir ki, hiç bir ferd kalb emrazından (hastalık) hali olamaz (kurtulamaz), ancak nebiler hariç olmak üzere ki onlar masumdur. Diğeri her ferd kalb hastalıklarından kurtulupta deterjanla yıkanmış tertemiz olmuş diye bir şey asla olamaz. Asla bundan hali değildir. Beşeriz masum değiliz kalblerimiz hali değildir. Neden? Çünkü; Melek değiliz, öyle olmasına rağmen iddia ederde “benim kalbim tertemiz” dersen o zamanda nebî olman lâzım ki bu da mümkün değildir. Onun için kibirlenip gururlanıp da “benim kalbim maşaallah tertemiz” demek diye bir şey yoktur. Nebilerden gayrisi Âdemoğlu hata işlemek üzere yaratılmıştır. Nitekim Âdem (as) gelir gelmez bu işi işlemiştir. Ne diyeceksin ki, bize örnek olmuş... Onun için insan düşünmeli ve kendisi tertemizmiş gibi herkesin ufak tefek hatalarını ortaya dökmesi de doğru değildir. Beşerdir olmuştur. Ancak bu hata i'tikad (inanç) yönünden ise onu usulünce anlatmak zaruridir.
Hadisi Şerifte:
ان الله عز و جل كتب على ابن آدم حظ من الزنى
Hadis meali:
Yâni, Allahü Zülcelâl zinâ kısmından dahi âdemoğlunun her ferdi üzerine hazzını yazmıştır. Göz yönünden, kulak yönünden, başka cevarihler yönünden vs. Eğer hiç bir hata işlememiş olsaydık o zaman Allahü Zülcelâl bizleri yok ederde başka bir kavim getirirdi.
لو لم تكو نو ا تذنبون لذهب الله
Eğer hiçbir zaman zünûb (günah) işlememiş olsaydınız Allahü Zülcelâl sizi yok ederde başka bir kavim getirirdi de günah işleyip arkasından istiğfar ederlerde Allahü Zülcelâlde onları mağfiret eder, bağışlardı... Tabiki biz günah işleyin demiyoruz. Fakat insan olarak hiç günah işlememek de mümkün değildir ki... Ancak ve ancak dâima fikrimizde olsun ki, bir günah işlediğimizde hemen istiğfâri yetiştirelim arkasından... Hz. Sıddık (ra) buyuruyor ki; ”Bir kimse yevmiye 70 defa zenbe düşmüş olsa dahi, zenbinin arkasından istiğfâre de devam edebildiyse o zenbleri istiğfâri yok eder. Zenb zehir ise istiğfar panzehirdir. O birşeyler getiriyorsa pürüz olarak öbürüsü de onu giderip temizliyor.” Bu hususda Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
(Enfal /33)
“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azab edecek değildir ve onlar mağfiret dilerkende Allah onlara azab edici değildir.”
İNSANLAR İÇİN İKİ EMAN
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki; “Allahü Zülcelâl iki emân vermiştir ki, bir tanesi; aranızda bulunduğum sürece Lut (Aleyhisselâm) kavmi vs. gibi gazabla alt-üst olma yoktur.” Çünkü Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke'de çok ağırlık yaptılar, müşrikler her şeyleri söylediler. Ve dediler ki: “Ya Muhammed, iki de birde bizi tehdid ediyorsun, geçmiş kavimler şöyle helak olmuş böyle helak olmuş diyorsun. Bizi nasıl helak edecekse Rabbına söyle de getirsin.” diyorlardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise tabiki âleme rahmet olarak gelmiş, onların üzerine gazabla helak hemence gelsin demiyor ki... Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu hususu düşünürken yukarıdaki âyet-i celile gelmiş, “Ya Habibim, sen aralarında bulundukça Rabbın onlara azab etmez, senin bir emân durumun vardır.” O zaman sahabe-i kiram (Radyallâhü Anhüm Ecmaın) sevindiler ve dediler ki: “Ya Rasûlullah, sen aramızda var iken bir emân durumundasın, bir beliyye bir musibet gelmez. Fakat sen olmazsan ne olur halimiz” derler. O zaman Allahü Zülcelâl yukarıdaki ayet-i kerimesinde;
”Allahü Zülcelâl istiğfar eden kimseye asla azap etmez. Yeter ki hadlerini bilsinler, mağfiret dilesinler, istiğfar etsinler.” Onun için Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Allahü Zülcelâl bana iki tane emân verdi. Bir tanesi aralarında bulunduğum sürece onlara azab etmez. Bir tanesi de günah işlediklerinde istiğfare ettikleri sürece azab etmez.” buyuruyor. Demek ki biz ümmet-i Muhammed'e gereken hiç olmazsa yevmiye 70 kerre istiğfar etmemiz lazımdır. Zira, Rasulullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ben şahsen her gün her zaman hiç getirmedim ki behamahal yevmiye 70 ya da 100 kerre istiğfar getirmemiş olayım.” buyuruyor.
İLMİ BATIN
Aziz kardeşlerim;
Bir kimsenin batın ilminden haberi yoksa ve hele bir de bilhassa inkâra kalkışırsa sû-i hatimesi (sonunun kötü neticelenmesi) mutlaktır. Allahü Zülcelâl muhafaza buyursun. Bu sözü hem Şah-ı Nakşibend (ks), hem Beyâzıd-ı Bestami (ks) hem de mübarek şeyhimiz Alaaddin (ks) hazretleri buyurmuşlardır. Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri:
التصديق بطريقتنا ولاية الصغرى
“Tarikatımızı tasdik eden küçük velayete sahib olur. Ama bunun karşısında tekzibe (yalanlama) kalkarsa sû-i hatimesinden korkulur.” Allah korusun ilmü'l batın bu...
Nasıl ki hadisler diğer âlimler yoluyla geldiyse ilmü'l batın dahi öyledir. Hz. Sıddık (ra) yoluyla, sır yoluyladır. Hz. Sıddık'ın (ra), Hz. Ömer'in (ra), Hz. Osman'ın (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) de sırları vardır. Ancak en fazla Hz. Sıddık (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) sırları ve yolları devam edegelmiştir. Esasen ilim ikidir. İlmü'z zahir (zahiri ilm) kişinin lehine de aleyhine de hüccet olabilir. Sahib olduğu zahir ilmin gereğini işlemiş, muamelelerini yapmış ve gereğine uymuşsa kendi lehine bir hüccettir. Yok eğer hem zahiri ilmi okumuş hem de gereğini işlememiş, bir taraftan söyler, öbür taraftan söylediğiyle amel edip işlememişse tabiki o ilmin muamelatı dışında kalır ve ilmi aleyhine hüccettir. İki ilmin ikincisi ise ilmü'l batın (batınî ilm) dır ki;
علم الباطن هوسر من اسرار الله عز و جل يقذفه فى قلو ب من يشاء من عباده
İlmü'l batın Allahü Zülcelâl'in sırlarından bir sırdır ki dilediği ve sevdiği kulun kalbine ilka eder, koyar. Kalb yoludur. Tahkikdir. Ve bu yolun tasdikini de bilmek lâzımdır ki, hiç olmazsa bu yolu tasdik edip ehline teslim olupta bir fayda temin etmektir. Çünkü; kalb ehli dışındakiler, meseleleri ve hükümleri hakkında rastgeleye fehmedip anlayamazlar. Oturup da herkes halledemezler. Tabiki, kalb ehli olması gerekir. Her ilmin ehli vardır. Her bir şeyde ehline rücu' edip döner. Kim ki eşyanın hakikâtına bakarsa görür ki; hepsinde câri' olan Allahü Zülcelâl'in kudretidir. Hepsi de Allahü Zülcelâl'in hükmü altındadır. Zira, Allahü Zülcelâl:
الْخَلْقُ وَالْاَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمينَ?
(A’raf / 54)
Bakınız; “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!..” buyuruyor.
ŞERİAT VE TARİKAT
Aziz kardeşlerim;
Şeriat ve tarikat birbirlerine lâzımdır. Suyun ağaca lâzım olduğu gibi... Cesedin ruha muhtaç olduğu gibi... Şeriat ağacın gövde kısmı, tarikat dalları ve yaprakları, hakikat ise meyvesidir. Tabiki önce ağacın gövdesi sonra dal ve yaprakları olsun ki ağaç güzel güzel meyveler versin, semerat versin. Tekmili elbirliğiyle faydalı bir ağacı meydana getiriyorlar. Marifet hepsinin tekmilinden bir araya getirilmesinden elde edilir. Bunlar birbirlerine merbuttur ve bağlıdır. Sadece gövde olmaz. Dalları yaprakları olup da meyvesi olmasa bile hiç olmazsa gölgesi olur. Behemahal gövde ve dalları olmalıdır. Amma meyvesi de olursa ne kadar hoş olur ya!..
TASAVVUF İSMİ VE SUFÎ
Tasavvuf ilminin ismi; safa ve saftan alınmadır. Saf dediğimiz kalbi kin, keder vs. gibi pürüzlerden safi duruma getirmektir. Kalbini böylesine saflaştıran kişinin ismi ise Sufî olur. Kalbini saf duruma getirmiştir. Paslılık pusluluk ve kirlilik yoktur. Kalbi öyle bir hale gelecek ki kimseye karşı hased, fesad, kin, garaz yok... Dünyaya minneti yok. Dünya altın olsa veya toprak olsa da onun için fark etmez.
Bazı arifler dediler ki SÛFÎ kelimesi dört harfin bir araya gelmesinden (mürekkebinden) meydana gelmiştir ki bunlar:
ص، و، ف، ى (صوف)
1- Sad: (فاالصاد) Sabrının, sadakatinin ve safiliğinin ilk harfleridir.
2- Vav: (الواو) Vecdinin (buluşunun), vûddünün (sevgisinin), vefasının ilk harfleridir.
3- Fa: (والفاء)Fakrının, ferağının (kalbinin her bir şeyden boş oluşu ve sadece Allahü Zülcelâl'e bağlanıp kimseye yer kalmaması) ve fenasının ilk harfleridir.
4- Ye: (والياء) “Ye” dediğimiz, anlattığımız yukardaki üç harfin belirttiği hususların tekemmülüne ve içeriğine sahib olur. O haller vücûduna tamamen mecz olunur ise o zaman Allahü Zülcelâl'in misafiri ve yakini olur. İkram ve ihsan başlar.
TASAVVUF İLMİ VE HAKİKAT İLMİ
Tasavvuf ilmine ilmü'l batın denildiği gibi ilmü'l hakikat de denilir. Ve ilmü'l tarikattır ki; nefsi zemmedilen (yenilen) sıfatlarından temizler ve Allahü Zülcelâl'in razı olacağı şekilde bir güzelce tezyin eder.
İttifakla, hakikat ilmi
olmaksızın şeriat ilmi atıldır ve insanı daha ileriye iletemez.
Ancak, sadece hakikat ilmine başvururda şeriat ilminden habersiz ise bu da
batıldır.
Bu ikisinin, şeriat ve tarikat ilminin beraberce olması halinde ise o kimse âkil
(akıllı) ve ariftir. Şeriatın ve hakikatin behamahal beraberce olması gerekir.
Ruhla ceset gibi... Ruh olmazsa ceset iş göremez. Cesed olmazsa da ruh iş
göremez, ikisi beraberce olmalıdır.
Üstad Ebu Kasım el-Kuşeyrî: Şeriat dediğimiz ubudiyyete (kulluk) iltizam eder. Yani, Allahü Zülcelâl'e kulluk vazifelerimizi yerine getirmeyi gerektirir. Hakikate gelince Rububiyyet müşahedesini iltizam eder. Envâr-ı ilahiyeyi müşahede eder. Kalb basireti açılır da artık harikalardan az çok bir şeyler görür. Allahü Zülcelâl'in rububiyetinin kudreti azametini görür. Gök alemindeki durumlar gibi... İbn-i Haceretü'l Heytemî mübarek sekiz mesnedle bir hadis ortaya getirip buyuruyor ki; yer ile gök arası 500 senelik mesafe, semânın da kalınlığı 500 sene, ondan da öbür semaya kalınlık 500 sene olup 7 semânın toplam kalınlığı 7000 senedir. Gökler ise son gök altın madeninden, diğeri gümüşten ve benzeri harikalar vardır. Bu hadis mevkuftur. Fakat 7. göğe varmak için 7000 sene. Oradan da Arşa varmak için 7000 sene... Demek ki Arş ile aramızda 14000 sene vardır.
Şeriat tek taraflı olursa, tarikat ve hakikat ilminden geçmez ise adeta bir heykel gibi olur. Hakikatin müeyyidelerinden yoksun olursa o şeriat makbul olunmaz. Kibir, hased, fesad kendini beğendirme vb. her şey vardır içinde... Ancak hakikat ilminden bahsedecek olur da şeriat ilminin hükümlerine uygun değilse, şeriat ilminin kayıtlarına uymazsa o hakikatte makbul değildir ve hiçbir mahsul alamazlar. Netice temin edemezler.
Esasen şeriat halka teklif getirir. İbadat, muamelât... Namazdır, oruçdur vs. teklifleri getirir ve malumatlarını verir. Hakikat ise, Hak'dan (Celle Celalehü) tasarrufu hakkında haberler vermektir. Şeriat ilmi Allahü Zülcelâl'e kulluk yapmak hususunda malûmatlar verir. Böylece Ma'buduna âbidlik yaparsın. Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'i müşahadedir. Ancak müşahade deyince zâtını değilde sıfatlarını müşahadedir. Yani, düşünürken tasarrufun Allahü Zülcelâl'e ait olduğunu müşahade eder, anlar ve görür. Tabiki, şeriat esbabla sebeblerle bağlıdır. Ama hakikat ise, sebebleri ortadan kaldırınca müsebbible yani her türlü tasarrufun Allahü Zülcelâl'in hükmü tasarrufunda olduğunu müşahade eder. “Teşehhedü'l Hak” deyince hemen Allahü Zülcelâl'in zatını müşahade değildir. Ama son hale gelince o başka... Evvelâ, kul her ne kadar şöyle bir hareket ediyorsa da tasarruf Allahü Zülcelâl'indir. Umumiyetle sıfatların işleyiş tarzını müşahede eder. Levh-i Mahfuza baktığında görüyorsun ki, bir kimse doğmuştur oysa biraz önce yoktu. Bir kimse ölmüştür oysa biraz önce var idi. Yani tasarruf bilgisayar işlemi gibi devamlı çalışıyor. Yevmiye üçyüz altmış küsur mezra gece gündüz tebeddülat (değişim) işlemleri vardır. Başına bir şeyler gelmiştir, doğmuştur, ölmüştür vb. Hallakıyet, rezzakıyet işlemleri... cerayan durumları... İşte böylesine Levh-i Mahfuz'u müşahade eden kimse bakarki devamlı meşguldür. Allahü Zülcelâl'in takdiri yürümektedir. Bunları görünce işte o zaman kalbi Allahü Zülcelâl'den hâli kalamaz.
Şeriat ilmi, Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirmekle ayakta durur ve emirleri yerine getirmekten sorumlu tutar. Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'in gizli açık takdirlerini ve mukadderatın cereyanını müşahade etmektir. Üstad Ebu Alliyyi'd Dakkak: Allahü Zülcelâl'in âyet-i celilesinde ehl-i şeriat:
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ
(Fatiha / 5)
“Ancak sana ibadet ederiz” deyince henüz o kimsenin enaniyeti vardır. “Sana ibadet ederiz derken” şeriatı korumakta ve ona uymaktadır. Ehl-i hakikat ise:
وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ
Ancak ve ancak Senden yardımını ve inayetini dileriz derken itiraf eder ki; ibadet yapacağız amma inayetin yetişirse, yardımın olursa yapabiliriz. Birisi:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ
şeriatın hıfzı, öbürü ise;
وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ
hakikatin ikrarıdır. Şeriat ilmi ki; üzerimize her yönden vâcib olan Rabbımıza kulluk yapmaktır. Aynı şekilde hakikat ilmi ise vâcibdir ki Rabbını bilesin, sıfatları yönünden giriş yapıp işlemlerini müşahade edesin. Hiç olmazsa marifet yönünden bilirsin. Kalb basiretini açarsa müşahade edersin. Daha ötesi ise ileride olabilir.
Şeriat ilmi bir şey anlatacaksa, bir hüküm çıkaracaksa delil ve burhan getirir. Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyyeye dayandırır. İlmi şeriatta mutlaka delil ve burhan getiriyorsun. Hakikat ilminde ise şühûd ve îyândır. Müşahade ve ayan beyan görüp tanımayı esas alır. Şühûd esasen kalb basireti ile, ruh basireti ile olur. Kalb basireti gök alemini görebiliyor ve arşa doğru kalb basiretinin işi biter. Ruh basireti ise arşı müşahade edebilir. Sır basireti ise Alemü'l Emri müşahade edebilir. Ve de Allahü Zülcelâl'in sıfatının ötesinde zât kısmını da müşahade etmeye başlar ki sıfat-ı Zâtiye kısmından... Kalbin gördüğü gökteki olan Levh-i Mahfuz işlemleri, Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümlerinin işleyişi sıfat-ı fiiliyyedir. Sıfat-ı selbiyyedir. Efal kısmındandır ki, kalb basireti görebiliyor. Ruh basireti ise bir nebzece sıfat-ı Zâtiyeyi görebiliyor. Ama sır, hafi, ahfa ise her kademe çok daha keskin çok daha harikalar müşahade etmeye basiretleri uygundur. Sıfat-ı Zâtiyyeden ileride sıfatın perdesi olmaksızın, şuundan sonra Zât Celle Celâlühü ki üryan tabir edilir. Ve bu kısma hiçbir ferde giriş yoktur.
Şeriat âmel ve sebeblere başvurmakla kâimdir. Hakikat ise manevî haller içinde bu hallerin sahibi olunca sebebe değilde esbabın müsebbebi olan, işleten ve hareket ettirene tevekkülü lâzım ve gerekli görür. Şeriat ilme'l yakin, tarikat hakka'l yakin, hakikat ise ayne'l yakin'dir.Şeriate ilme'l yakin dediğimiz; ilim sayesinde Allahü Zülcelâl'in zât ve sıfatlarını öğreniyoruz. Levh-i Mahfuz işlemleri, kabir halleri vb. okudukça Allahü Zülcelâl'e ilmen yaklaşıyoruz. İlim yoluyla öğreniyoruz. Ve Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini biliyoruz. İyice bilince de inancımız daha da fazlalaşıyor. Ona yaklaşıyoruz. Ancak şeriatte ilme'l yakinde arşı anlatıyorlar, levh-i mahfuzu anlatıyorlar fakat görmüyoruz ki.. Ancak bu bilişimiz bize yaklaştırıcı sebeb oluyor. İlmen bilen hiç bilmeyen ayarında değildir. Çünkü ilmen bilen sağlamı çürüğü, cenneti ve cehennemi, sevabı günahı seçebiliyor. Tarikatta ise biraz keşfiyat vardır. Levh-i mahfuzun bizzat kendisini işlemlerini müşahade edebilir nasıl deveran ediyorsa. Kâr-zarar, ölüm-doğum. Kâfir iken müslüman olmuştur, mümin iken kafir olmuştur. Bu gibi işlemler, aynen bizatihi görür. Kalb basireti ile görür. Kulakla duymak gibi değildir elbette. Levh-i Mahfuz'un bizatihi müşahadesi çok tesirat bırakır. Değişiklikleri acayiblikleri aynen görür. Anlatmak gibi değil de Allahü Zülcelâl'in emir ve kararlarının tebeddülatını müşahade eder. Bizzat görür. Hakikat olan ayne'l yakin ise; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den bizatihi hak menbaını alabiliyor, görebiliyor. O hale geliyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in menbaı başına doğrudan doğruya gider. Halleri ve durumları Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan hak menbaından alır.
Şeriat makamül İslam. Tarikat makamü'l İman. Hakikat ise Makamü'l İhsandır. Çünkü onlar tevekkül, teslim, tevfiz ve itminan ehlidirler. Şeriat makamü'l İslam demek; “şeriat ilmine ve ahkamına teslim ol onun dışına çıkma ve muhalefetini yapma” demektir. Şeriate göre teslim olmuş, müslüman olmuş ve hükümlerini kabullenmiş demektir. Gel velâkin tarikat işlemektir, inanarak işlemektir. Şeriatte okuyoruz, öğreniyoruz, duyuyoruz ve hükümlerini kabulleniyoruz. Fakat münafıklarında görüntüsü müslüman fakat iş yok. İşlemiyor zira inanç yok. Onun için madem ki şeriate bağlandık ve hükümlerini ve muamelelerini kabullenip müslüman olduk. O halde gereğini işletmemiz de gerekir ki bu ise tarikattır. Tarikat denilen şey bugün halkın sandığı öcü gibi bir şey de değildir. Tarikat esasen Hz. Sıddık (ra), Hz. Ali (kv) gibi zâtların yolunda yürümektir. Evet, dinlediler, duydular şeriat geldi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu, tebliğ etti. Tebliği duyup öğrenmek yetmez ki... İşletmek de lâzımdır. Evet, inanırsan işlersin. Neden? Çünkü, imandan gelir işlemek. Tarikat işte budur. Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisler gelmiş... Kur'an-ı Azimüşşan'ın hükümleri mevcud fakat işlemek lâzım. Tarikat işlemektir. Emirlere ve nehiylere dikkat etmektir. Ezkar, istiğfar vb. Hususlar tarikattadır. Bu bir yoldur. Bu yolda itikadı var ki yapıyor. Şeriatı duydu, okudu, araştırdı fakat âmelsiz ilim neye yarar ki... Âmel ise tarikattır. Ashab-ı Kiram'ın (ra) yoludur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bırakmış olduğu işlem yoludur, ittihaz edilecek yürünecek yol bu yoldur. Yoksa kalkıpta şöyle böyle “hayha, hayha” demek değildir esasen... İlmini öğrendiğin şeriatın içinde kalarak o ilmi işletmektir. Hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kimin ki ilmi artarda zühdü artmazsa böylesi ilmi sebebiyle sahibi Allahü Zülcelâl'den uzaklaşır” buyuruyor, ilmi uzaklaştırıyor. Çünkü ilim sahibini sorumlu kılar, işlemeyen ilim hiç bir şeye yaramaz ve aleyhinedir. Bu inceliği anlamak lâzımdır. Tarikat “bu da nereden çıkmış?” denilecek bir şey değildir. Esasen tarikat sırat-ı müstakimdir. Doğru yoldur. Âmelsiz ilim hiç bir şey değildir. Ama, ilmiyle âmil olursa:
من عمل بما علم و رسه الله علماً ما لم يعلم
Bir kimse şeriatı öğrendi ve şeriat yolunda yürüttüyse hakikaten o zaman iman kısmındandır. İnanıyorsun ki yapıyorsun. İnandığın delilidir bu. İşliyorsun ve yapıyorsun ki imanın delilidir, isbatıdır. İlmi okuyorsun ama sonu ne olacak belli değil, itikad edip emir ve yasakları işletirsen bu yol tarikattır, iman makamıdır ve isbatıdır. İlim ve âmel birleşince ise, Allahü Zülcelâl o kimseyi öyle bir ilme vâris kılar ki, şunun bunun okuduğu ilim değil de mevhibeyi ilahiden gelen bir ihsandır. Hakikattir. Hakikat ise makamü'l ihsandır. Bu bir inceliktir, işte, ilmi olupta işletmeyen ve bu yolu izlemeyenin sonu hüsran olur. Ve ilmi onu Hak (Celle Celaluhu)den tamamen uzaklaştırır.
Allahü Zülcelâl'in Habibine buyurduğu فَإِزَا عَزَمْتَ şeriattır. فَبَوَ كَّلْ عَلَى اللهِ ise hakikattir.
فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ
(Âli İmrân/159)
“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven”
من ازداد علماً ولم يزدد فى الدنيا زهداً لم ينال من الله الا بعداً
Hadis meali: Kim ki ilmini çoğaltırda zühdünü çoğaltmaz ise, o ilim, o kimsenin Allahü Zülcelâl'den uzaklaşmasına sebep olur.
ARİFLERİN TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
İmam Mâlik ibn-i Enes (ra), âlimlerin sıfatlarını anlatırken buyurur ki; kim ki ilmi öğrenir, şeriat ilmini zahiri ilmi öğrendikten sonra tasavvuf ilmini de yürütmez ise o zaman fıska düşer. Çünkü tarikat olmayınca istikamet tutturamaz... Kibirli olur, gururlu olur, bühtan eder, buğzeder, sert olur. Sadece kupkuru ilim yetersiz olur. Sadece şeriat ilmiyle yetinirse kibirden ve enâniyetten kurtulamaz. O zaman ise fıska girer. Ama şeriat ilmini de hiç öğrenmeden cahil bir sofi doğrudan doğruya tasavvuf ilmine dalıp tarikata girer ise o zaman da zındıkaya düşer. Yani şeriati öğrenmeden hemen tasavvufa girdiyse o da çok yanlıştır. O zaman fıska değil de daha beteri zındıkaya girer. Eğer bir kimse önce fıkıh ilmini şeriat ilmini ibadat ve muamelatını güzelce öğrenip ardından da tasavvuf ilminin mânevi hallerini öğrenirse ve edebide beraberce olursa ne âlâdır. Çünkü tasavvuf ve tarikat demek edeb demektir. Edebi de öğrenirse o zaman o kimse ehl-i tahkikdir. İkisi de olursa tahkik ehli olur. Hak tahakkuk eder. Yoksa cahilin sufisi şeytanın maskarasıdır. İmam-ı Ali (kv) öyle buyuruyor: “İki kişi benim belimi iki büklüm hale getiriyorlar. Bir tanesi, bir âlimdir ki nefret ettiricidir.” Edebi yoktur, çok serttir ve adeta milleti geldiğine, dinlediğine pişman ettirir. Aşırı derecede sert konuşur ve edebi yoktur. Bir zaman İmaret Camisinde bir hatib çıkmış da “Şunu yaparsan cehennem bunu yaparsan cehennem!...” diye söyleyip durunca birisi de kalkmış “sen cehennemin zebanisi misin?” deyip çıkmış gitmiş. İşte sertlik ve nefret ettirme budur. Tenfircilik hiç de iyi değildir. İmam-ı Ali (kv): “Belimi iki büklüm yapan diğer kimse ise; fısk ehli olduğu halde sûfîlik yapmaya kalkışan kimsedir.” Cahildir, fısk içindedir ama bir de sûfîlik taslar.
Hikem-i Ataiye'nin sahibi buyurur ki: Faydalı olan ilim odur ki, sadrı genişletir ve şuasıyla kalbin kınasını engelleyici, perdesini kaldırır ve kalbi inkişaf ettirir. İlmin en güzeli, en faydalısı, en yararlısı yanında haşyet olanıdır. İlim vardır beraberinde Haşyetullah da vardır. Böylesine ilminin yanında Haşyetullah da var ise bu ilim lehinedir, yoksa o ilim senin aleyhinedir.
Seyyid Ahmed Er-Rufaî (ks): “Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki senet ve mesned olarak en başta "Lâ ilahe illallah" Tarikatın ana düsturudur. Esası ve temelidir.” ”Mesnedi yoktur, nereden çıkarmışlar tarikatı?” diyenlere ilk mesned budur, tarikat ilmi esasen mesnetlidir, senetlidir. Zira Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَ اللهُ
“Biliniz ki Allah'tan başka ilah yoktur.”
diye buyurunca, emredince ve uyarınca bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) halka tebliğ etmeye, telkin etmeye ve aktarma yapmaya başladı. Senetli, mesnetli olarak. Esasen bu âyet-i celile gelince kelime-i tevhidi kendi ashabına telkin etti. İster cemaat halinde olsun ister ferden, tek tek olsun. Müteselsel olarak sonuçta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a varır. Herhangi bir şeyh hakikaten ehlinden aldıysa zincirleme olarak icazeti Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e varır. O sebeble Allahü Zülcelâl emretmiş, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da halka arzetmeye başlamış. Cemaat olarak da tek tek de telkin etmiştir. Mesnedleri sağlıklı ve sıhhatli bir şekildedir. Bu Turuk-ı Aliyyenin tüm tarikatların Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varan bir zincirleri vardır. Velev ki zincirden kesiklik olmasın. Zincirden kat' olanlarda olmuştur. Nitekim Şah-ı Nakşibendi zincirinden kat' olunmuş birisi için: “Ne olursun bu kadar da uğraştı, çabaladı vs.” denilince: “Siz ne sandınız bu zinciri? Demircinin yaptığı zincir halkalarımı saydınız ki tekrar geri gelsin Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emridir.” Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emretmediği hiçbir kimse zincirden kat'edilemez. İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan kendisine kadar gelen zincir halkaları tamam ise şeyhtir. Yoksa babası kendisine bir takke bırakmış, post bırakmış da vs. ile şeyhlik olmaz. Böylesi kimse zincir halkasına gerçekten eklenen kimse de değildir. Esasen ciddiyetle seyr-i sülük yapılması lâzımdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da o kişinin kendisini tasvip edilecek ki zincir de bir halka olabilsin.
RASULULLAH’IN ASHABINA ZİKİR TELKİNİ
Şu hadis-i şerifte bunun şahididir ki, Şeddad ibni Evs (ra)'dan:
قال شداد ابن اوسى كنا عند النبى صلى الله عليه وسلم: فقال: هل فيكم غريب يعنى اهل الكتب. قلنا لا يا رسول الله فأمر بغلق الباب وقال ارفعو ايديكم و قولو الا اله الا الله فر فعنا ايدينا و قلنا لا اله الا الله ثم (قال): الحمد لله اللهم انك بعثتنى بهذه الكلمة و امر تنى بها وعدتنى عليها الجنة و انك لا تخلف الميعاد ثم قال صلى الله عليه وسلم الاابشرو افان الله قدغفر لكم (هذه وجه تلقينه اصحابه جماعة) (وامافرادى) الا مام على رضىالله عنه سئل النبى صلى الله عليه وسلم فقال: يا رسول الله دلنى على اقرب الطرق الى الله واسهلها على عبده و افضلها عندالله تعالى. فقال صلى الله عليه وسلم: افدل ماقلت انا و النبيو ن من قبلى لا اله الاالله ولو ان السماوات السبع فى كفة ولا اله الاالله فى كفة لر جحت بهم: فقال: كيف اذكر يا رسولاالله قال: غمض عينيك واسمع منى ثلاث مرات ثم قال انت ثلاث مرات و انااسمع فقال صلى الله عليه وسلم لااله الاالله ثلاث مغمض عينيه رافع صو ته وعلى يسمع ثم قال على رضى الله عنه لااله الاالله ثلاث مغمض عينيه رافع صوته والنبى صلى الله عليه وسلم يسمع
Tarikatın ihtidasının mesnedini isnadını anlatıyor ve diyor ki: Aleyhissalatü Vesselam ile Kabe'nin fethedildiği devrede bir gün Kabe'nin içinde idik ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde garib var mıdır?” Garib derken ehl-i kitab kısmından kimse var mıdır diye soruyor. Yoksa başka tarikattan kimse var mı diye sormuyor. Biz hepimizde Muhammedi'yiz, Ya Rasulullah onlardan hiç kimse yoktur” dedik. “O zaman kapıyı kapatın” buyurdu. Çokluk olarak, cemaat olarak, çünkü teker teker olmayacak. “Beni dinleyin” buyurdu. Ve Allahü Zülcelâl'in buyurduğu;
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَ اللهُ
Ayet-i Celilesini tebliğ etti. Ellerini kaldırdı ve “Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah” üç defa buyurdu. Ashab-ı Kiram (ra) dinlediler. “Bir de sizden duyalım” buyurdu. Biz de elbirliğiyle ellerimizi kaldırarak üç defa “Lâ ilahe illallah” dedik.
Gaye “Lâ ilahe illallah” deyince artık putperestlik bitti. Birincisi, başka ma'bud yok. “Lâ ma'bude illallah” İkincisinde de “Lâ ilahe illallah = Lâ mevcude illallah” Mevcudat, mevcudiyet her ne var ise, Allahü Zülcelâl'in var ettiği şeylerdir. Yarattığı şeylerdir. İstikrarlı ve değişmeyen mevcûd sadece Allahü Zülcelâl'dir. Evvelden ahirine her zaman mevcûd olan O'dur. Diğerleri mahluktur ve mevcudiyetleri gel-geç tir. Fakat Allahü Zülcelâl, “Lâ mevcûde illallah” ki evvelden ahire vücud sahibi olacak olandır. Vahdaniyet sahibidir. Tevhid budur. Üçüncüsünde “Lâ ilahe illallah = Lâ Meşhûde illallah” Allahü Zülcelâl'in eserleri her yerde, her zaman ve her halde müşahade edilip durmaktadır. Bütün görenlerin esası Allahü Zülcelâl'in eserleridir. Bu tevhid akidesi olunca tevekkelallah itimadu alallah... Her ne mahluk var Allahü Zülcelâl'den ve her hadise ne oluyorsa hepsi de Allahü ülcelâl'in dışında cereyan edemez. Mevcudiyeti de ve müşahadesi de Allahü Zülcelâl'dir. Üç defa tekrar ediyor. Uluhiyyet şirki kaldırıyor. Fakat inana göre mevcudiyetini ve müşahadesini de anlamak lazımdır. Bu ikisininde kalb yoluyla olması lazımdır. Ravi diyor ki bizde söyleyince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Elhamdülillah” buyuruyor ve hamdü şükr ediyor. “Beni bu kelimeyi tebliğ etmeyi emrettin ve beni bu kelime için gönderdin. Her ferde yaymayı emrettin ve bu kelimeyi halka öğretmek için gönderdin. Ben de bu anda bunu yerine getirdim. Bu kelimeyi söyleyenlere de cennetini vadettin. Sen vadinde halfetmezsin inanışımız budur ki vaadine hilaf etmezsin, bir şey vaadedersen vaadin dışında bir şey yapmazsın.” O zaman cemaat elbirliğiyle söyleyince “Müjdeler olsun Allahü Zülcelâl sizleri mağfiret kıldı... sıfır... hiçbir şey kalmadı...” buyurdu. Bu ashab-ı kirama umumen telkinidir. Bir de ferden zikir telkini vardır ki İmam Ali'ye (kv) telkin etmiştir. İmam-ı Ali (kv) Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istiyor ki, “Bana bir şeyler öğret ki harikalardan olsun.” diyor. İmam-ı Ali'nin (kv) böylesi inceliği vardır... Ona tek kişilik telkin verilmiştir ve lider olmuştur. “Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl'e en yakın ve kuluna en kolay ve Allah indinde en faziletli yol nedir? Bana bildir.” diye harika bir şeyler istemiş de... Allahü Zülcelâl'e en yakın, en kolay, en faziletli ve en yaklaştırıcı bir yol için Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) malumat istiyor. Ve bunun karşısında da Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki; “Allahü Zülcelâl ile kulu arasında en yaklaştırıcı en efdal, en teshilatlı, en geçerli ve saadete iletecek olan yol benim söylediğim ve benden evvel geçmiş olan nebilerin söylemiş oldukları kelimedir.” Nedir bu kelime? Umumiyetle “Lâ ilahe illallah”dır. Ötesi her nebinin kendi devresi ile ilgili. Ama Musa'ya (as), ama İsa’ya (as)... “Lâ ilahe illallah” ise hepsinde eşittir. Allahü Zülcelâl'in vahdaniyet akidesini ikrar etmektir. Bu ise umumidir. Risalet, zamanın resulü kim ise, artık o resulü kabul etmek gerekir. Çünkü aracıdır. Resul olmazsa bilemeyiz ki...
Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ba's olunca (gönderilince) “Lâ ilahe illallah Muhammed er Resulullah” geçerli olmuştur, önceki resullerin ve nebilerin risâlet zamanları geçmiştir. Hatemü'n nebiyyi gelmiştir. Ve O'nun risalet devresi başlamıştır ve ilâ nihaye devam edecektir. İmam-ı Ali (kv) bu kelimeyi küçük bir şey sanmasın diye bunun karşısında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Ya Ali eğer yedi semâ ve yedi arzı terazinin bir kefesine, diğer kefesine de "Lâ ilahe illallah" kelimesini koysan, "Lâ ilahe illallah" kelimesi ağır basar. Diğer kefeye doldurulan tüm nesnelerden bu kelime racihtir. Ancak; halisane lillahi hakkı verilmiş bir kelime olarak zikredilirse bu böyledir.” Bunda çok mühim mesele vardır. Hakim-i Tirmizi bu hususta şartlar koymuştur. Kelime-i tevhidin kavlî (sadece kuru sözle) değilde hâli (halende) olması lâzımdır. Kelime-i tevhidin söylenen halininde kavline uygun olması şarttır, öyle olursa kâinat bir araya gelse onun karşılığı olamaz. Bu öylesine ağır ve değerli bir kelimedir. Sağlayabildikten sonra hiç lamı cimi yoktur. O kimse cennete girer... Ama, ehl-i lâ ilahe illallah'ın sadece kavli olması yetersizdir. Söyler de bunun hükümlerine âmil değildir âmel etmez. Zira bunlar Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümleridir. Eğer uluhiyyetin kıymet ve değerini dünya meselelerinin üstüne çıkaramıyorsa bu kelimeyi söylemesinin ne önemi kalır. Eğer dünya meseleleri bu kelimenin üstünde bir haiz ise bu kelime kavlîdir ve hâlî değildir. Yarın mahşerde kalktıklarında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Ben müşahade ediyorum ki kabirlerinden çıktıklarında şöyle bir üzerlerindeki tozlarını gubarlarını silkeleyip de:
وَقَالُوا الْحَمْدُ ِ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ
(A’raf/43)
“Hidayetle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.” diyerek Hamd ü sena ederek kelimeyi tevhidin hayrat ve berakatını söylerler. Öyle buyuruyor mübarek: Ehl-i lâ ilahe illallah'ı gördüm ki üzerlerinde hiç bir pürüz yoktur. Bir zahmet ve müşkilat yoktur. Ancak ehl-i lâ ilahe illallah olanlar böyledir. Sadece sözle kavli “lâ ilahe illallah” olanlar değil. Kavli “lâ ilahe illallah” sadece müslüman eder. Müslüman olur kılıçtan ve azabtan kurtulur. Faydası işte budur. Madem ki kavlen lâ ilahe illallah dedi, ancak bu kelimenin halile de hallenmesi ehli olması şarttır. “Lâ ilahe illallah, lâ mabuda illallah, lâ meşhûde illallah” dedi Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini emir ve hükümlerini dünyada her şeyin üstüne çıkarmazsa “yok efendim bir kelime söylüyor da, dünya meselesini ve muhabbetini bu kelimenin çok üstünde tutuyorsa, artırıyorsa” Allahü Zülcelâl böyle bir şeyi kabul etmez. Allahü Zülcelâl gayyurdur. Hafife almak ise maalesef yanlıştır. O zaman hakikaten bu kelime aleyhinde olur. Çünkü sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurmuş olduğu, lâ ilahe illallah esasen kavlî olmak değil de ehli olmak lazım geliyor...
Onun için Hz. İmam-ı Ali (kv) ile diz dize gelmişler de “Ya Ali, ben söyleyeyim sen şöyle, kulağını ver ve beni dinle, candan her yönüyle bu kelimeyi ben söylerken sen dinle, ondan sonrada sen söyle ben dinleyeyim.” İşte Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'ye (kv) telkini bu şekilde olmuştur. İmam Ali (kv) diz dize gelince, üç defa Rasulullah söyler. İmam-ı Ali (kv) dinler. Üç defa İmam-ı Ali (kv) söyler Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dinler. Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birinciyi söyledikten sonra ikinciyi dinlerken “Lâ ilahe illallah” dediği zaman “Lâ mabuda illallah” yani artık putperestlik yok. Maadasını yani uluhiyyetine karışacak herhangi bir nesneyi yok etmesidir. İllallah budur. Ve aynı zamanda lâ ilahe illallah = Lâ mevcûde illallah ise fenafillah olması lâzım esasen... Ve diğeri lâ ilahe illallah = lâ meşhûde illlallah ise bekâbillaha geçiyor. Yani üç kere tekrarlaması, bir tanesi çeşitli milletlere ait imanlardan tamamen çıkıp Allahü Zülcelâl'i ilâh kabul edip mümin oluyor. “Lâ ilahe illallah hak lâ mabude illallah; mabudum ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'dir” deyip başka seni meşgul edecek bir şey kalmıyor. Bilimum tamamen kendini Allahü Zülcelâl'in vahdaniyetine, azametine, kudretine teslim eder durumdadır. Hak mevcude Allah'dır. Artık her hüküm ve tasarruf tamamen O'nundur. Her şey O'nundur ve hükmü altındadır ki artık fenafillah durumuna gelir. Ve artık muhabbeti, şevki, aşkı da artıp tamamen O'na bağlanır. Her şeyi tamamen Allahü Zülcelâl'den bilir kabullenir ve O'nun tasarrufu altında olmayan bir şeyi de yok bilir. Yaratılışından, rızkından şundan bundan hepsinden umumen mutlaka Allahü Zülcelâl'dendir. Fenafillah durumundadır. Fikriyatında her şeyin O'ndan olduğunu bilir. ena durumuna gelmiştir. Fakat üçüncüsü de daha da Bekâbillah durumu var. Tabiki İmam-ı Ali (kv), bizim gibi uzun uzadıya seyrü sülük edecek durumda değil ya. Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diz dize telkin alırken... Menbaından... İşte o zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'yi (kv) hemence bekâbillah durumuna getirmiştir.
İşte bu, esasen İmam-ı Ali'nin (kv) turukudur. Onun yolundan gelenlerin sistemi bu şekilde olmuştur. Senedli, sağlıklı, sıhhatli ve mesnedlidir. Hatta İsmail Hakkı Bursevi hazretleri der ki; Bu üç tevhid halinin birden telkini çok ağır bir terakkiyattır. Mümin, fenafillah, bekâbillah... İmam-ı Ali (kv) kendini kaybetti, yitirip feveran etti, adeta mecnun haline geldi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine tembih ediyor: Kimseye sır verme” buyuruyor. Sırrını tutabilmek için, kapatabilmek için içten içe yanıyor, tütüyor... Gelen artışlar ve harikalarla deli divâne olup çöllere çıktı. Kimseye bir şey söylemeyecek iken kuyuya bir şey söyledi, duramadı... Kuyunun başında bir sır söyleyince kuyu cezbeye girdi ve göçtü... İçinde su var tabi.. Göçtükten sonra içinden kargılar çıktı. Neticesi günün birinde bir çoban orada yayılırken kargıyı görüp bir kaval edineyim diyerekten birisini kesip almış ayarlamış, üfleyince bakıyor ki tevhid getiriyor, zikir getiriyor ve inliyor... İsmail Hakkı Bursevi, “Mevlevî neyi bundan kalmıştır” diyor. Onun söyleyişi böyledir. Çünkü hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâli tevhid etmesin. Ama diyeceksiniz ki bu çalgı içinde mi böyledir? Esasen bir gün Hz. Üftâde (ks)'nin önünde bir iftar devresinde bir kuru ekmek bir de su vardır. Ve İsmail Hakkı Hazretleri Şeyhine sormuş: Efendim hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâl'i zikreder. Peki bu ekmek ve suyu şimdilik yiyeceksiniz. Bunlar nasıl teşbih edecekler, gidecekleri yerlerde nasıl olacak teşbihleri?” deyince mübarek Üftâde Hazretleri buyuruyor ki; Evladım, yediğimiz gıda düzgün dürüst güzel ise o ruhumuzun gıdasıdır. Onun teşbihi iki türlüdür. Yaramaz kısmından posa ise teşbihten uzaktır o artık ifrazata gider. Madem ki bir nesnenin mutlaka bir teşbihi vardır o şeyin hassası ruha varır. Kazurat kısmına gitmez de ruha çıkar ve teşbihini eder. Hassası ruha çıkıp tesbih ediyor.
Aziz Kardeşlerim;
Tekrar konumuza dönersek; tarikat silsileleri işte böyle müteselsilen gelmektedir. Ehl-i tarik, tevhidin sıhhatli olmasını ağyarın tümünden teoriden söylenmesini emreder. Bu hal içinde zikir meclislerinde tevhidlerle coşa gelirler nefisleri güzel hallere ulaşır, cezbeye varırlar. Ama bu tevacidin şeytanî değil de Rahmanî olması şarttır. Diyeceksiniz ki “Bunun şartı nedir?” Hz. Cüneyd (ks) ve Sırrı Sakati (kv) devresinde meclislerinde bir kimse cezbeye başlarsa derhal emrederlerdi ki: “Bunu alıp hemen Dicle'ye atın. Eğer Rahmanî ise bir şey olmaz kurtulur. Yok eğer şeytanî ise işi biter, boğulur gider.” derlerdi.
Onun için kimse kolay kolay laf olsun diye cezbeye girmezdi. Ama hakikat cezbe olduktan sonra can kurban...
Şeyhü'l Hazin (ks) devresinde Firsaf'tan geçerler, Siirt'ten geçerler, köye giderlerken bazen cezbeye girerlerdi de başını taşa vururlar. Taş tahin gibi olur da başı yarılmazdı. Şeyhü'l Hazin'in (ks) sufi Hasan'ı vardı. O zaman evleri müsait olmadığından meydana toplanıp ateş yakarlardı. Sufi Hasan ateşin içine girer de söndürünceye kadar debelenirdi. Demek istediğimiz; birisi cezbeye tutulmuşsa şöyle bir iğne batır bakalım ne yapacak, bir gör. Maliyetini ortaya kor. Ve dalavere bir netice getirmez.
Ehl-i tarik'in zikir ve tevacid meclisleri açıldığında nefisleri çok güzel çok temiz bir halde ruhları yükselirde “Lâ ilahe illallah” derler. Kalpleri masivâ ile hiç meşgul olmaksızın “illâ ALLAH” derler. Ondan gayrı ibadet edilecek yok ki... “İllâ HU” derler. Adeta bir hoş olmuş, mest-ü-hayran halde “HUUUU!” derler. Ehl-i Sıdk ve Ehl-i Salâh onlardır. Onlarla oturan onların sayesinde şekavet görmez.
Allahü Zülcelâl kullarına zikretmeyi pek çok kerre emretmiştir, İbn-i Abbas (ra) “Allahü Zülcelâl, kullarının üzerine bir çok farizalar yapmıştır. Bir çok ibadetleri terğıb etmiştir. Bir kısmı tahditli bir kısmı vakitlidir. Bir kısmı ise özürlüdür. Nizamları ve tezleri muayyen hududlara ve vakitlere bağlıdır.” Ayrıca vakti geldiği halde özürlü olunca yapılmayabilir. Fakat kelime-i tevhit “Lâ ilahe illallah”ın hiç bir muayyen vakti yoktur. Tahdide yoktur. Özürü de yoktur. Her yerde her zaman her halde yapılabilir.
ZİKİR HAKKINDA AYET VE HADİSLER
Bu hususda Kur’an-ı Kerim’de:
يَا اَيُّهَا الَّذ ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثيرًا
(Ahzab / 41)
Allahü Zülcelâl: “Ey inananlar! Allah'ı pek çok zikrediniz.”
Hadis-i Şerifte de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
اكثرواذكرالله تعلى حتى يقو لو ا مجنون
Hadis Meali:
“Zikrullah'ı öylesine çok ediniz ki, görenler bu kimse mecnun mudur desinler, delidir desinler.”
اذكروالله ذك اً حتى يكول المنافقون انكم تراؤن
Hadis Meali: Allahü Zülcelâl'i o kadar çok zikrediniz ki münafıklar bunlar müraidir deyinceye kadar; ama gerçekten olacak. Kendini beğendirmek için değil de aşkla, şevkle zikrullahsız duramıyor bir halde... “Dikkat ediniz ki kalbler Allah'ı zikretmekle itminana ulaşır.” buyurulduğu gibi. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : “Öyle çok zikrediniz ki, münafıklar desinler ki bu zikredenler mürâidirler.”
Allahü Zülcelâl, zâkirlerin hallerini şöyle açıklayıp ilân ediyor:
الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ
(Âli İmrân/191)
: “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar.”
Onlar ki ayakta olsalar da otursalar da yatsalar da Allah'ı zikrederler.
Hadis-i Şerifte ise;
جاءرجل الى النبى صلى الله تعالى عليه وسلم: فقال يا رسول الله ان شر ائع الا سلام قد كثرت علينا فمرنى بأمرتثبت به. قال رسول الله صلى الله عليه وسلم لا يز ال لسانك رطبا بذكر الله تعالى
Hadis Meali: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a bir Arabî gelmiş de : “Ya Rasûlullah, dinimizin şeairi fazlalaşmış, çok çeşitli yönleri olmuştur. Biz de tâbi hepsini muhafaza edemeyiz. Bundan dolayı şöyle bizi tatmin edecek, fayda verecek ve ehveni (kolayı) ne ise bize söyle” deyince Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Ölmeden, hayatta bulundukça ve dilinin yaşlılığını kurutmadan mutlaka lâ ilahe illallah ile, Allah zikri ile dilini hareketlendir. Ratbun: yani, diliyin yaşlılığı ile dilin yaş oldukça Allah'ın zikri ile hareket etsin ve bundan hâlî kalmasın. Çok üzerinde dur, gaflete düşme. Dilin yaş kaldıkça "lâ ilahe illallah" ile gıdasını alsın ve kurutma.” buyurduğunda Arabî: “Peki bu yeter mi?” deyip de az görünce o zaman Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bakınız Allahü Zülcelâl:
وَالذَّاكِرينَ اللّٰهَ كَثيرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظيمًا
(Ahzâb/35)
buyuruyor. Erkek olsun, kadın olsun zikrullah'ı çok olan kimseye Allahü Zülcelâl mutlaka çok mağfiretli ve onlara büyük ecirleri vardır.
الا انبئكم بخير اعمالكم واز كاهاعند مليككم و ار فعها فى درجاتكم وخير لهم من انفاق الذهب و الورق و خير لكم من ان تلقو ا عدو كم فتضر بوا اعناقهم ويضربون اعناقكم... ذكر الله
Hadis Meali: “Ben size amellerinizin en hayırlısını haber vereyim mi? Melikiniz olan Allahü Zülcelâl indinde en temiz olanı sahibini de en yüksek dereceye iletecek olanı, altın gümüş olsa da ne kadar çok olsa da infâklarından da üstün olanı ve her şeyin üstünde olanı... Hatta daha da ötesi cihada gitseniz, düşmanla karşı karşıya gelseniz, can pahasına cihad etseniz, öldürseniz veya şehid olsanız bile bundan da daha üstünü hepsinden de üstün olanı Allah'ı zikretmektir.” buyuruyor. Hatta o anda Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra)'e “Allah zikri her şeyin önüne geçti.” deyince o da “Evet” diyor. “Yani zikrullah her şeyi giderdi, galebe etti ve önüne geçti” buyuruyor. Hadisin ravisi Tirmizi, İbn-i Mâ'ce, Hakim.
Aziz Kardeşlerim,
Gerçekten de tevhid anlattığımız gibidir. Yoksa halk arasında söylendiği gibi tevhid kelimesini söylemek değil de haliyle hallenmesi lâzımdır. Kavlî değil de halî olmalıdır. Yani, aşkıyla, şevkiyle tevhidin ehli olmuş ve her şeyin üstünde değer ve kıymet vermiştir. Allahü Zülcelâl'in emirleri üstünde başka emri yok bilir. Mübarek Hakimi Tirmizi Hazretlerinin buyurduğu gibi; kavlî değilde halî olması lâzımdır. avlî yeterli değildir. Eğer dünya meselelerini tevhidin üzerine çıkarıyorsa, kelimeyi tevhidi dille söylemek mesele değildir. Mesele şu ki; Lâ ilahe illallah, Mâ'budun bi'l hak Cenabı Allah... Her an her yer ve her halde mevcûddur ve O'na saygı göstermek de şarttır. Nasıl ki; bir me'mur âmiri karşısında nasıl itinâ ile kabuliyetini gösterirse kul da Rabbısına kulluğunu ve saygısını göstermesi gerekir. Allahü Zülcelâl'in kâinatında bitmez tükenmez ni'metlerinin hangisinin karşılığında şükrünü yapabiliyoruz acaba? Yaptığımız şükürün yeterli sağlıklı sıhhatli olması mümkün değildir. Bunca melekler çalışıyorlar. Onlar yemez içmezler. Bütün bu ni'metlerin hepside Âdemoğlu içindir. Ni'metlerini saysanız sayısını bulamazsınız. Onun için nasıl bir me'mur âmirinin takdirini arıyorsa hiç olmazsa kulları olarak Allahü Zülcelâl'in ni'metlerini bir düşünmelidir. Tevhidi zikrederken sadece dille kavlî olarak yalamalıkla söylüyor da hâli ile değilse bu da Allahü Zülcelâl'e ağır geliyor. Haşa eğlenceye almış gibi...
Allahü Zülcelâl mü'minlerin avam kısmını vasıflandırırken
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ
(Enfâl/2)
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”
Müminler zikrettiklerinde “Allah” dediklerinde kalbleri titrer. Çünkü kalbleri incedir. Rakke halindedir, incelmiştir ve katı değildir. Pürüz yoktur, az bir şeyle hemen titrer ve harekete geçer. Allah dediğinde Allahü Zülcelâl'in azametinden titrer.
İkinci kısım olan müminlerin havas kısmına üst kademeye gelince:
أَلاَ بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(Ra’d/28)
“Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”
Kalpleri tatmin edecek rahat ettirecek olan ancak ve ancak zikrullah'dır. Başka hiçbir şey ünsiyyet etmez asla... Yani mal, mülk vb. hiçbir meyilleri, hevesleri yoktur. Sadece Allahü Zülcelâl'in zikriyle huzur bulabiliyorlar. Hayatta bundadır esasen... Kalbleri mutmain durumundadır. Hiçbir şeyle sarsılmazlar. Şubbihet vs. gibi şeyler yoktur. Ciddi, ciddi... Her varlığı Allahü Zülcelâl'in vahdaniyeti, azameti ve kudreti altında bilen kalbler burada itminan durumundadır.
ا لدنيا ملعونة ملعون ما فيها الا ذكر الله وماو الاه و عالماً او متعلماً
Hadis Meali: Dünya ve dünya muhteviyatı tamamen lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve onun arkasından gelecek nesneler ve ona uygun olan haller hariç... bunun dışındaki lâ'nete müstehaktır. Dünya lâ'nete müstehaktır. Dena'ettir (alçaklıktır). İnsanları çok şaşırtıyor. Çünkü dena'et kısmı çirkeftir maalesef... Şeyhü'l Hazin'in (ks) buyurduğu gibi:
الدنيا هى عدوة الرحمن: وهى خمرة الشيطان
“Dünya adüvvetün Rahman... Yani, sarhoş hale gelip de kendini şeytanın eline düşürme. Dünya Rahman'ın (Celle Celalühü) düşmanıdır. Sakın kendi kendine şükran (sarhoş) olup da şeytanın eline teslim olma.” diyor. Dünya ve muhteviyatı lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve ondan hasıl olanlar hariç... İkinci derecede hariç olan şey ya ilim öğreneceksin veya ilim öğreteceksin. Bu iki şey lâ'netten hariçtir. Allah zikri ile âlim ya da mutaâllim (öğrenen) olmak. Zikrullah ve ilim müstesnadır.
قل الله ثم ذرهم
Velakin Allahü Zülcelâl,
Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne şöyle buyuruyor:
“Müşrikler ve benzerleri seni ne kadar etkilerse de onları bırak ve Allah de...
Kalbini Allah ile işlet... Onları oyuncakları ile başbaşa bırak. Allah de
maadasını bırak. Allahü Zülcelâl, Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu
şekilde telkin ediyor. Masivayı yok et ALLAH de” buyuruyor. Kadiri aksamından
gelen “Lâ ilahe illallah” değilde, Nakşî aksamından gelen “HU”...
“ALLAH” de gayrisini bırak. Kalbine bunu yerleştir. Allahü Zülcelâl Habibine bunu telkin ediyor. “Mâsivayı yok edip, ALLAH diyeceksin.” Başkasını düşünme bırak. Yeter ki senin kalbinde daima ALLAH olsun. İşte Hz. Sıddık (ra)'ın telkini de mağarada olmuştur. O zamana kadar Hz. Sıddık (ra) tabi kalime-i tevhid durumunda idi. Tabi Bekâbillah gelince artık “Lâ” kelimesi ve benzeri gerekmiyorda “ALLAH” ve “HU” diyeceksin. “ALLAH” derken “HU” diyecek dereceye varır. “ALLAH de diğer müşrikleri falan bırak.” Fakat bu meyanda da Hz. Sıddık ta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile mağaraya geldiklerinde: “Ya Rasulullah eğer müşrikler şöyle bir bakıverseler bizi görecekler.” diyor. Çünkü etrafında araştırıyorlar. Fakat kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl koruyunca... İşte o zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra) ta fenayı tamamen yok etmiş de bekâbillaha ulaştırmıştır. Yani elini doğrudan doğruya mübarek Hz. Sıddık (ra)'ın sadrına koyuyor da buyuruyor ki:
لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
(Tevbe/40)
“Kederlenme ALLAH bizimle”
Bu telkinde “iki kişinin üçüncüleri ALLAH” buyuruyor.
Bu şekilde olunca o zaman Hz. Sıddık (ra) harikalar gördü. Tâbi fenadan bekaya
geçmiş oldu. Yâni Hz. Sıddık (ra) mağaradaki telkinde artık nefhi de değil isbat
kısmına geçti. Yâni doğrudan doğruya ayır hale geldi. “ALLAH bizimle hüzünlenme,
ya Ebu Bekir ikinin üçüncüsü ALLAH ne dersin buna?” buyuruyor. Cenabı Rasulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ikisi beraber, beraberlerinde de ALLAH var.
İşte bu iki âyet-i şerifenin manasına uygun ehl-i tahkik sözleri:
منذ عرفت الاله لم اراغيره: وكذا الغير عبدنا ممنوع
منذ تجمعت ما خشيت افترقا: وانا لليوم واضل مجموع
الله قل وذرالوجودوماحوى: اِنْ كنت َ مرتاداً باوغ كمال
فكل دون الله ان حققته: عدم على التفصل والاجمال
واعلم بانك والعو الم كلها: لو لاه فى محوفى اضمحلال
من لا وجود لذاته من ذاته: فو جوده لو لاه عين محال
فاالعارفون فنوابان لم يشهدوا: شيئاً سوى المتكبر المتعال
ورأواسواه على الحقيقة هالكاً: فى الحال والماض والاستقبال
Ne zaman ki İlâh'ı öğrendim, bildim, başkasını görmedim. Zira gayrisi mâsivadır bizce memnu'dur, yasaktır. Ne zaman ki cem olunduk Allahü Zülcelâl ile ünsiyet bulunca artık ayrılık, iftirak, ayrılık hasreti korkusu kalmadı. Ve ben o gün vuslat bulmuşum, cem olmuşum.
Eğer aradığın muradına tam ermek ise “ALLAH” de mevcudatı ve hevâ-ü-hevesten olan herşeyi bırak...
Allahü Zülcelâli hesaba katmadan Allahsız olunca her bir şeyin hakikati şüphesiz ki tafsilinde icmâlende yokluğa mahkumdur ve ademdir.
Bilmem gereken şu ki; eğer Allahü Zülcelâl olmasa bütün âlemler mahvolur bozulur ve çökerler. Kim ki Allahü Zülcelâl olmadan vücûdunu var bilirse bu olmayasıyadır. Kendi zâti imkan ve kudretiyle vücûdum var derse vücûd sahibi olması imkânsızdır.
Arifler; El Mütekebbirü'l Müteâl den (büyüklenmeye hakkı olan; yüce olan Allahü Zülcelâl'den) gayri mâsivadan bir şey görmüş değiller... Şühûd ettikleri odur. Allahü Zülcelâl'dir. Ve Allahü Zülcelâl'den gayrisi mâsivanın hakikatinin geçmişte şu anda ve gelecekte helake yokluğa mahkum olduğunu gördüler.
Böylece hakikat şu ki; Cenab-ı Habib (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında garda (mağarada) geçen ve delilleri açıkça ortaya konulmuş olan vakıada Hz. Sıddık (ra) fenadan bekaya, yani nefhi dairesinden tevekkül kademi olan isbat dairesine çıkmıştır. İşte o mağarada o anda ve o halde Hz. Sıddık ve Mürşidi Cenab-ı Habibullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)... Habib ve tabib olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Üzülme yani kesinlikle bir şeyden dolayı üzülme ve hiçbir şeyden korkma. Hiçbir şeye de sevinme. Çünkü ALLAH'dan gayrisi helake yok olmaya mahkumdur.
TEVEKKÜL
Allahü Zülcelâl ki o;
هو النافع والضار والمعز والمذل والرافع والحافض والباسط والقابض وهوبكل شيئ عليم و من يتو كل على الله فهو حسبه اى حافظه و معينه
En Nafiu, Ed Darru, El Muizzu, El Muzillu, Er Rafiu, El Hafidu, El Basıtu, El Kabıdu ve O her şeyi bilendir. Kim ki O'na tevekkül ederse o kimseye yeter. Yani onu korur ve yardım eder. Muhafızı ve muini olur. Tevekkül hususunda pek çok ayet-i celile vardır.
فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلين ۞ اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذى يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
(Âli İmrân/159-160)
“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır.”
قل لن يصيبنا الا ما كتب الله لنا هو مولانا وعلى الله فليتو كل المؤمنون الذين قال لهم الناس ان الناس قد جمعو الكم فخشو هم فزادهم ايماناً وقالواحسبنا الله ونعم الو كيل
Eğer uzatmış olmaktan korkmasaydık pek çok âyet yazardık. Ve lâkin sadık olana tasdik ehli olana bir âyet bile yeter, inanmazsa ne kadar sıralarsan sırala boşuna... Tevekkül hususundaki hadislere gelince gerçekten pek çoktur.
قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم: لعبد الله ابن عباس رضى الله عنهما: يا غلام انى اعلمك كلمات احفظ الله يحفظك احفظ الله تجده تجاهك اذا سألت فسأل الله و اذا استعنت فا ستعن باالله واعلم ان الا مة لو اجتمعت على ان ينفعوك بشيئ لم ينفعوك الا بشيئ قد كتبه الله لك ولو اجتمعت على ان يضروك بشيئ لم يضروك بشيئ الا قد كتبه الله عليك جفت الاقلام ورفعت الصحف
)رواه امام احمد والترمذى والحاكم (
Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terkisinde binili olan Abdullah ibn-i Abbas (ra)'a: “Ey oğul sana bir kelime öğreteceğim ki, eğer sen Allahu Zülcelâli kalbinde muhafaza eder kalbinden çıkartmaz ve kalbine yapıştırırsan o da seni muhafaza eder yardım eder ki, sanki karşında hazır gibi bulursun. Herhangi bir beliyye sana ulaşmadan önce Allahü Zülcelâl karşılar karşısında Allah olur. İstediğinde ALLAH ister. Yardım dilediğinde de o diler. Şunu bil ki bütün ümmet sana bir menfaat vermek için toplansalar Allahü Zülcelâl'in lehine yazmış olduğundan başka hiç bir menfaat veremezler. Yine sana zarar vermek için bir araya gelseler Allahü Zülcelâl'in senin aleyhine yazmış olduğundan başka bir zarar da veremezler. Kalem kurumuş, sahifeler kaldırılmıştır.” Ravisi İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve Hakimdir.
Hülasatü'l kelâm ve'l meram (sözün maksadın özü) işte Mürşidü'l Aziz olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müridi oan Hz. Sıddık-ı Ekber'i ilmen ve mârifeten irşad ve terbiye ediyor. Şu hadis-i şerifte bunun delilidir:
قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم: يا ابا بكر ما ظنك باثنين الله ثالثهما
) رواه امام احمد والبخارى والمسلم والترمذى (
Hadis meali: “Ya Eba Bekir sen ne zannedersin, ne dersin ki iki kişi olurlarda üçüncüleri ALLAH'dır.” Ravisi Buhari, Müslim, İmam-ı Ahmed, Tirmizi.
İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında mağarada cari olan bu hadisede iki kişinin üçüncüleri ALLAH olunca tedricen öyle bir hale getirdi ki hatta Âdem (as)'den kıyamete kadar, nebiler müstesna halkın en hayırlısı oldu ve halife lakabını tahsis etti. Onun için terazinin bir kefesine Hz. Sıddık(ra)'ı koyacaksın öbür kefeye de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde imam başlangıcından Hz. Ömer (ra)'de dahil bütün ehl-i imanı koysan Hz. Sıddık (ra)'ın kefesi racihtir ve ağır basar. Onun için bizzat yetiştiren sırr-ı azizi olan bizzâtihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dır esasen... İşte Sıddık (ra) böyledir. Diğeride anlattığımız İmam-ı Ali (kv)'dir.
İşte meşiyihi't turuk (tarikat meşayihleri) pek çok halife vardır. Ancak bunların arasında artık şeyhin kendi ferasetine keşfiyatına göre o mertebeye yetişecek hale geldiyse bir tanesini kendi yerine tahsis eder. Kendi yerine geçecek olan halifesini seçer. Sırr-ı azizi aktarma eder. Tüm halifelerden bir tanesini tahsis eder ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Hz. Sıddık (ra)'a gelen sırr-ı azizi aktarır. Sırr-ı aziz ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Ebu Bekir (ra)'e ondan da Selmâni Farisî (ra)'e müteselsilen gelen sırr-ı azizdir. Yoksa şimdilik yaptıkları gibi yok babasından takke kalmış, baston kalmış vs. bunlar değildir esas olan... Sırr-ı aziz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan beri kalbden kalbe aktarılıp gelen sırr-ı aziz... Uydurmasyonla olmaz böylesine...
Bu müteselsile (zincirleme) aktarma oluşu hal-ü-hakikatı daima Câridir. Yeryüzü bu halden hali kalmaz. Hatta Hz. İsa (as) gelinceye kadar. Ne zaman ki Hz. Muhammadü'l Mehdi (as)'ye intikal eder ve neticesi Hz. Isa (as) gelinceye kadar hiç bir zaman bunlardan hali olmaz. Mutlaka bir zât vardır. Halefen selefen...
İşte böylece nasıl ki fıkıh mezhepleri seleften halefe aktarma ediliyorsa, bütün tarikatların yolları da böylece cari' olmakta ve aktarılmaktadır. Fukuhaların silsile ile birbirlerine aktarma yaptıkları gibi bunlarda aynidir. Meselâ Siirt muhitimizde meşhur Molla Halil-i Müderris ki Şeyhü'l Hazin'i yetiştirmiştir. Herhangi bir ulemâ muhakkak onun tedrisinden geçerdi. Fukuha da böyledir. Sülehada böyledir. İşte onlar 30-35 sene uğraşa uğraşa müteselsilen yetişirler ve aktarma yaparlardı. Selef gider halef gelirdi. Fukuha ehl-i mezhebtir. Tasavvuf ise ehl-i meşrebtir ki esasen aşk şarabını içmek meselesidir...
Hangi ilim galib gelirse ünvanını alır. Ya fakih ya da sufi künyesini alır. Fukuha dediğimiz fürûg, ûsül vs. öğrenir müteselsilen... Sufide ise tasavvuf kısmı ise edeb aksamıdır mutlak seyr-ü sülük yapması lâzım. Allahü Zülcelâl ile arasındaki şeyhinin açık basiretli teferrus sahibi ferasetli olması şarttır. Tabiki ferasetini kullanacak. Hani “Mü'minin ferasetinden hazer ediniz” varya... Onlar enbiya mirasçılarıdır. Feraset erbabıdır. Şimdiki gibi hemence sadece dille bildikleri ilim bu mudur yâni... Bir nebi kuru bir âlim midir; sadece hükümler kısmını bilir, okur anlatır mı? Yoksa manevi ilimlere sahib ulu'l elbâb kısmından kalb ehli midir? Elbette böyle ulu'l elbâb olması şarttır. Hatta bazı veliler iki yönden çift kanatlıdırlar. Cenaheyndirler. Bir taraftan fıkıh yönünden diğer taraftan da tasavvuf yönünden... Meselâ Hz. Mevlana Halid-i Bağdadi, Hz. Abdullah Dehlevî'nin yanına giderken karşısında o kadar kimseler gelmişler ki o mıntıkalarda zındıkalar ve bu gibi kimseler her vardıkları yerlerde haklamak istedilerde ama haklayamadılar. O kadar muazzam bir ilim sahibi idi ki akaid, usûl, fürûğ ve tasavvuf sahibi zülcenaheyn idi... Yine Seyyid-i Şerif ümmî idi. Okumamış ama tasavvuf yönünden harikalar görüyor ve biliyor. Müridi olan Abdullah ibn-i Mübarek fevkâlede bir şahsiyettir. Çok ariftir âdeta Abdullah Vahhabi Şarani gibi çok malûmatı vardır. Eğer Abdullah İbn-i Mübarek olmasa Seyyid-i Şerif Abdülaziz Debbag Hazretlerinin bu kadar yayılması olamazdı. Abdu'l Vahhab Şeranî olmasa ümmi olan Seyyid Aliyyi'l Havvas'ın bu kadar etrafa yayılması mümkün değildi. Abdullah İbn-i Mübarek seyyid i şerifi, Abdu'l Vehhabi Şerani de Seyyid Aliyyi'l Havvası anlatmıştır. Çünkü âlim olan mürşidlerini çok iyi anlamışlar ve anlatmışlardır. Çok fevkâlede olan bu ümmîleri halkın anlayabileceği seviyede ancak çok anlayışlı olan halifeleri talebeleri anlatmıştır. Evet ümmi idiler ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de ümmi olunca onun bu yolunda olan ümmi şahsiyetlerde çok çok değerli olabiliyorlar. Her iki ilimden de güçlü ise zülcenaheyndir. Fıkıh yönünden fetva verebildiği gibi tasavvuf yönünden de icazet verme gücüne de sahibdirler. Bunlar müstesna şahsiyetlerdir. Mezheb ve meşreb sahibidirler. Mezheb dediğimiz, kendisine bir yol belirlemiş bu yolda yürüdü (zehebe)... Ama ötesi de meşreb... İçtiği manevi şarabtan (şerebe)...
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra ashab-ı kiramın çokları fetva kısmına girmezlerdi. Seçkin kimselerdi ama fetva verecek durumda değillerdi... Hatta Hz. Aişe (ra); Ebu Hüreyre (ra)'yi çağırırda: “Ya Ebu Hüreyre, sen hadisleri topluyorsun söylüyorsun ama sebeb-i vürûdunu bilmiyorsun.” der. Bir gün “Zinadan meydana gelen çocuk ebeveyninden daha şerlidir” hadisini buyurmuş. Başka bir vakitte de “Zina çocuğu ebeveyninden daha daha da cehennemliktir.” Tekrar yine “Zinâ evladı esasen küfre gider.” bu üç hadisi bize Denizli Karahayt'ta sordular da veled-i zinâ olanın böyle muamele görmesi bana pek uygun gelmedi. Ebeveyni bu çocuğu zinadan meydana getirmiş ama çocuğun dahli (katkısı) yok ki... “Esasen ana-babasının işlediklerinden bu çocuk sorumlu olmaz.” dedim. Allahdan öyle olacak ki İmam-ı Tahavî'nin Müşkileti'l Hadis isimli kitabı tesadüfen yanımıza almışız, açar açmaz bu hadis karşımıza çıkmasın mı? Hz. Aişe (ra): “Ya Ebu Hüreyre bulduğun hadisi alıyorsun ve hemen söylüyorsun amma mâhiyetini öğrenmiyorsun, vakı'anın oluş şeklini ve hadisin buyurulma sebebini bilmiyorsun.” der. Çünkü Hz. Aişe (ra) vakı'ayı biliyordu. Yakınlarında bir komşu vardı, zinadan meydana gelen bir çocuk ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiç rahat vermiyordu. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden şerlidir.” buyuruyor. Sonradan çocuk daha fazla azmış da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden daha cehennemliktir.” Sonra daha daha da beter azınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Zinâ evladı esasen küfre gider.” buyuruyor. Bu özel bir haldir. Yoksa her veled-i zinâ böyle olacak değildir. Çünkü ebeveyninden dolayı değilde bizzat kendisinin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan davranışından hallerinden dolayı bu yönden oluyor. Zinadan meydana gelmiş diye değil kendi şahsiyetinin nahoş hallerinden dolayı cezaya müstehak oluyor. Hem sabîlik hem gençlik hem de sonra azdıkça azıyor. Ve bu hadisde bu kişiyle ilgilidir. Aslında bir Yahudinin çocuğudur bu, fırsat buldukça Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a zarar veriyorda “böyle şerlisini görmedim.” buyuruyor. İşte bu Ebu Hüreyre hadisin vürûd sebebi ve muhteviyatını ne gaye ile buyurulduğunu bilmediğinden doğrudan lafzını söylüyorda onun için Hz. Aişe (ra) itiraz ediyor.
TARİKAT VE MEZHEP İSİMLERİ
Tabiki sahabe-i kiram içinde Abdullah ibn-i Me'sud (ra), İmam-ı Ali (kv), Ubeyd İkab (ra) Hz. Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra) gibi kabadayı ilim sahibleri vardır. Abdullah ibn-i Abbas (ra) tefsir yönünden idi, çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine Kur'an'ın manası yönünden dua etmiştir. O zaman hem şeriat hem de tarikat el birliğiyle yürüyordu. Hepsi ilim sahibi, edeb sahibi, ehl-i zühd kimseler ehl-i tevekkül sahibi idiler. Tasavvufun aradığı vasıflar hepsinde de mevcûddu. Ashab-ı kiramın (ra) gelişleri böyleydi fıkıh ve tasavvuf ilmi yönünden... Ama bazıları da ala kaderi'l İmkân fazlaca da bir malumatları yoktu ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan aldıklarıyla yetinirlerdi. Sahabelerden sonra mezheb sahibleri ortaya çıktı. Sufyan-i Sevrf, Abdullah ibn-i Mübarek, İmam-ı Evzaî, İmam-ı Şabî vs. Fakat sonradan azaldı da bereket versin dördü kaldı. Hatta şimdiki Teymiyeciler Davud-u Zahirîdendir. Zahiri de bir mezheb sahibi idi. Şimdiki Vehhabîlerde Ona dayanıyorlar. Hulasa fıkıh yönünden usûl yönünden mezhebler doğmuş sonunda ise Maturudî ve Eş'arf olarak ikisi kalmıştır. İtikad da mezheb olarak... Muamelâtta dört şahsa hasredilmiş ki, Hanefî, Malikî, Şafî ve Hanbelî diye isimlerinden veya lakablarından mezhebleri isim almıştır. Başka bir şeyde yok. Çünkü onlarda ilim seleften halefe almışlardır. Hatta hakikatin menbağı, halkın hayırlısı Muhammedü'l Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ya ulaşıncaya kadar böyle olmuştur. Mezheb sahihlerinin bunun dışında sünnete sımsıkı sarılmaktan başka bir gayeleri de, davaları da yoktur.
İster fukaha aksamı ister tasavvuf aksamı hepsi de O'nun yolunda yürürlerdi. Hepside muamelâtı sünnetten almışlardır. Yâni bu dört mezhebin mübarek imamlarının yaptıkları şey: Allahü Zülcelâl'in Kur'an-ı Kerim'ine yapışmak ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sünneti seniyyesine sarılmaktır. Esasen sahabe ve tabiin dünyayı sevmez, zühd ve kanaat sahibi idiler. Ne zaman ki zaman geçti dünya ve mevki sevgisi arttı o zaman ayrıcalık oldu. Devlette bir yer işgal etmek için veyahutta bir hoca, müftü veya kadı olacak diye bu yönden önem verdiler. Bu hale düşmeyenler ise fıkıh yönünde yürüdüler.
Tasavvuf dediğimiz yönde ise yâni saf tarik ehli; Davudî Taî, Hasan-ı Basrî vb. Abdü'l Kadirî Geylani hazretlerinin yoluna Kadiriyye denildi. Diğerleri de hakeza... Ehl-i tarikat; isimleri ve lakabları bakımından pek çok ve türlü türlü olmakla beraber hepsinin de akideleri tekdir. Ve gayeleri ancak ve ancak El Haliku Celle ve âlâ'nın muhabbetin celbetmek, O'nun hukukunun edası hususunda rızasını tahsil etmek gayeleridir, isim ve lakablarına gelince özellikle kendi zamanında meşhur olan şahsın yoluna takılan bir lakab veya isimdir. Nakşî denmiştir, ismi Muhammed Bahaddindir. Nakşî yolunun gayesi ve bu lakabı alması ondandır. Hz. Nakşi (ks) hazretlerinde sır sahibi olma dirayeti ve gücü vardır. Gel velâkin sırr-ı aziz Hz. Sıddık (ra)'dan sonra silsile yoluyla intikal ederdi. Ancak babadan oğula şeklinde değildi. Hz. Sıddık (ra) evlâdına değilde gitti, Selmani Farisî (ra)'ye verdi. Fakat bunu sanmayın ki kendileri aktarma ediyorlar, öyle değildir. Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine nasıl bir sır verdi ise evlâdını dahi münâsib görmemiştir. Ve ancak Selmanî Farisî (ra) ona liyâkat gösterebilmiştir. Miras değildir. Bu sırra sahib olanın, olacağı yere kadar bir derecesi rütbesi vardır ki o zaman bu sırrın yükünü kaldırabilir. Onun için her ferd bu sırrı kaldıramaz. Sahib de olamaz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra), Selmani Farisî (ra) hepsi de seçkindir. Rastgeleye olamaz. Hz. Selmani Farisi (ra) ise bu sırrı Hz. Sıddık (ra)'ın torunu Kasım ibn-i Muhammed ibn-i Ebu Bekiri Sıddıka vermiştir. Hz. Kasım ibn-i Muhammed asrın başında gelip onun üstünde fakih yoktur. Çok muazzam ve müstesna bir şahsiyettir. Hatta Ömer ibn-i Abdü'l Aziz “Halifelik benim değil de Kasım ibn-i Muhammed'in hakkıdır.” demiştir. Gerçi dört halifeden sonra hilafet yoktur, mülûklük vardır.
Hülasa Kasım (ra)'da Cafer-i Sadık (ra)'a aktarmıştır. Cafer-i Sadık (ra) ise sırr-ı azizi bekletmiş sonradan ruhaniyet yoluyla Beyazid-i Bestamî (ks)'ye aktarmış O ise, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Yemenden Üveys el Karanî'nin kokusunu aldığı gibi vefatına yakın “Ben Harkan'dan bir koku alıyorum, o gelir ve benim sırrımın sahibi olur.” der. Zaman geçer Ebu Hasan el Harkanîye: “Sende Beyazid'in vasfettiği vasıfları görüyoruz” derler de: “Biliyorum konuştuk.” der. Ve neticesi Ebu Hasanel Harkanî Beyazid'in türbesine ziyarete giderdi. Hatta bir gün her taraf karla düpe düz kaplı olduğu halde gitmiş de türbe nerede diye düşünürken: Beyazid (ks): “gel, gel buradayım” diyor. Ve sırrı kendisine aktarma yapmıştır. Böyle böyle Abdü'l Hâlık Gücdüvânî hazretleri kendisi sır sahibi ama vefat edeceğinde sırrı verecek bir şahsiyet bulamıyor. Kendisinden sonra gelen Arif Rivgiri, Mahmud Fagnevf, Ali Ramitenf ve Muhammed Baba Simasî ve Emir Külâl geliyor ama sırr-ı aziz sahibi değillerdir. Tarikatta halaka sahihleridir. Fakat sırr-ı aziz sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan durumuna âlemü'l akdes'e varan kimseler ki onlar tamamen müstesna şahsiyetlere hastır. Tabiki her letâif 4 bölümdür. Kalb dört bölüm. Kâmil olan kişi bunların hepsinin terakkiyatını düzgünce yürütmesi lâzımdır. Bazıları bu letâiflerin dört bölümünü ikmâl etmeden çeyreklerinde bırakmıştır. Yani her letâif dört çeyrektir. Her çeyreğini tam ikmâl ederse o letâif i kamilen bitirip bir üstüne geçer. Bazen öyle olmuş ki birinden iki çeyrek almış ikisini bırakmış. Birinden üç çeyrek almış bir çeyrek bırakmış. Bir başkasının da dördünü de tamamlamış olabiliyor. Bu hususu ise İmam-ı Rabbani hazretleri anlatabilmiştir. Hakikaten sır sahibi olabilmesi için kalbin dört bölümünü yani anasır-ı erbaa'yı aşacak, ruha geçip onun terakkiyatıda dört bölüm, sonra sır, hafi ve ahfada dörder bölümdürler, öyleya müstesna olacak olan şahsiyet her letâifin terakkiyatım hakkınca yaparak bir üstüne geçince o zaman sır en üst kademe olan makam-ı ihsanda alınmaktadır. Yetişmedi veya yetişemedi ise sırr-ı aziz sahibi değildir. Ama zincirde halaka sahibidir. O gün için efdali, ahseni ne ise sır sahibi şahsın mâhiyetinden birisini Allahü Zülcelâl seçerek sır sahibi kılar. Kendiliklerinden olamazlar. Silsile yani zincir vardır. Hazreti Nakşî Bendî zinciri gibi... İşte bu halde Hz. Gücdüvanî (ks)'den Şah-ı Nakşî Bend (ks) gelinceye kadar sırrı kaldırabilecek bir şahsiyet gelmemiş ve sır, beklemiştir sahibini. Hatta Hz. Nakşî'nin şeyhi Emir Külâl, kendi devrinde hanikasında zikr-i cehri yapmakta idi. Şahı Nakşîbendi ise hafi zikrederdi. Bu yüzden hocası kaç kere onu meclisten çıkarttı ise yine geldi. Denetleme yapıyordu. Nefsini yendi yine geldi. Ve o hale geldi ki Abdu'l Halik Gücdüvanî ile arasında altı kişi var iken sırr-ı azizi re'sen Hz. Nakşî Bend'e atardı. Sırr-ı azizi alınca çok ağır bir yük aldı. Sıkıntıya düşdü. Çatlayacak derecede. Ve neticesi böyle feveran durumunda iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini kalbinin üzerine koydu ve “ALLAH” deyince Lafza-i Celâl âdeta kalbe nakşoldu. Ve kalbi ALLAH lafzıyla rahatlık buldu. Dolayısıyla NAKŞÎ künyesi böyledir. Esas adı Seyyid Muhammed Bahaddindir.
Hz. Gavsu'l azam Abdulkadıri Geylanî tariki ise kadiriyye diye gelmiştir. Sühreverdi ise Necmeddin Suhreverdî'nin yolu olup Gavsu'l azam devresinde Bağdad'da idiler. Kübrevî, Çeştî, Şazelî ki, Şazel beldesinden ya Magribdendir ve beldesinin adıyla anılmıştır. Seyyid Ahmedî Rufaî yolu Rufaî, Ahmedî Bedevî'nin yolu Ahmedî, İbrahim Dussukî'nin yolu Dussukî, Halvetî, Ulviyye, Mevlevî ve bu gibi... İşte asıllarından sonra yani şubeler (fürû') muhtelif isim ve lakablarla ortaya çıkmıştır. İşte bunlar ve diğerlerinin hepside saadatlardan olup “seleften halefe almışlardır. Hatta Hz. Sıddık (ra)'dan O ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan almıştır” deyinceye kadar. Veya diğer yoldan da “Hz. İmam-ı Ali (kv)'den O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan” deyinceye kadar.
Bahsettiğimiz tasavvufî hususlar kitab ve sünnet ile sabittir. Zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler yeterlidir. Çünkü, ilmü'z zahir olan beden ve cevârihlerine dayalı olmayan bilgileri i'timat edip güvenmezler. Ve ihtimam edip önem vermezler. Yani cevârihi'l beden olan kulak, göz, lisan gibi cevârihe dayalı ve bağlı kalarak hepside bu minval üzere ibâdet, muamelât ve mücâhedat öğrenirler ve tahsil ederler. Ve asla gafletten, şöhretten, riyadan hasedden, gül den (gizli kin ve garez), hikd den (hınç almaktan, öç almaktan), ücûbdan (kendini beğenmişlik), kibirden, enâniyetden (benlik), sû-i zandan (başkaları hakkında kötü düşünme), tülü' emelden (uzun arzulardan), hırsdan, tamahdan, buhldan (cimrilik), fesaddan, dünya makam sevgisinden ve benzeri şeylerden hali (boş) olamaz ilmi zahir sahibi olanlar... Eğer bu zemmedilen (yerilen) ahlâkların sahibi ise ve kendisinde mevcudsa ilmi, kesinlikle kendisinin aleyhinedir. Âyetler ve hadisler bu hususta açık seçik delillerdir.
İlmü'l Batına gelince; onların öğrenip öğrettikleri ve önem verdikleri evveli baştan nefsin terbiyesi ve tezkiyesi, kalbin salahı ve ağyardan temizlenmesi ki, hatta El Vahidü'l Kahharü'l Azizü'l Gaffar (Celle Celaluhu) olan Allahü Zülcelâlden başka mâsivâ kalmayıncaya kadar kalbi temizlemektir. Şu hadis-i şerifte bu hususda bir nass, hüküm içeren delildir:
قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم:
ان الله عز وجل لاينظر الى صوركم وامو الكم ولكن ينظر الى قلوبكم واعمالكم
Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki; “Allah azze ve celle, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz ve lâkin kalblerinize ve âmellerinize bakar.”
Onun için kalblerini temizleyip pâk hale getirip, mâsivâyı yok edip Haliklarına teslim ederler. Kalblerini tertemiz olarak Allahü Zülcelâl'e teslim ederler. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
ان لله وعاء فى ارضه
“Allahü Zülcelâl'in yeryüzünde kabları vardır.” buyurunca soruyorlar: “Ya Rasulullah yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in kabları nedir ve nasıldır?” “Kullarının kalbleri Allah'ın kablarıdır.” buyuruyor. Temiz olmayan kaba bir şey koyunca onu bozar ya... İşte kalblerini her şeyden ter temiz edipte Allahü Zülcelâl'e teslimedince bu kalbe Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf eder ve o kalbi tecellî envarının ve esrarının makam (merkez) kılar. Rabiatü'l Adeviyye hazretlerinin şu sözleri bu halin delilidir ki:
ولقد جعلتك قى الفؤاد محدثى : وابحت جسمى من ارادجلوسى فاالجسم منى للجليس مؤانس : وجيب قلبى فى الفؤاد دانيس
Kalbi Allahü Zülcelâl'e mubah kıldım, olduğu gibi teslim ettim. Gelibte benimle hasbıhâl edeceklere ise sadece cismimi teslim ettim. Cismimle otururlar, ama kalbim Allahla... Kalbimi sahibine teslim ettim. Artık nasıl ikram ve ihsan edecekse faydalar verecekse onu O bilir. Benimle arkadaşlık edip munisim olanlara işte cismim beraber oturmaları için buyursunlar. Fakat kalbim ise enisi olanın ikram ve ihsanı içinde sevgilisi ile beraber daima... Kalb yönünden enisi Allahü Zülcelâl... Cisim yönünden ise kendisi gibi olanlarla munis olup arkadaşlık eder.
حرام على قلب تعرض للهوى : يكون لغير الخق فيه نسيب
O kalbimi; nefsin hevâ ve hevesine arzetmek, hevâ ve hevesi kalbe yerleştirmek bana haram olsun. Çünkü; kalbinde Hak (Celle Celaluhu)'tan gayrısına bir nâsib bir pay çıkarıyorsa o zaman ALLAH ile beraber olamaz.Ya ALLAH olacak ya da mâsivâ (Allah'dan gayri herşey)... İkisi beraber olamaz ki. İki zıt bir arada içtima' edemez, birlikte olamaz.
İLMİ BATIN'IN GAYESİ
İşte İlmi batın sahihlerinin gayeleri; Allah azze ve celle'nin rızasına muvaffak olabilmek için kalbleri tertemiz ve herşeyden bomboş etmektir. Onların önem verdikleri şey ise şudur; nefsin tezkiyesi temizlenmesi ve nefisle cihad etmek. Nefisle cihadın en büyük cihad olduğunu ilmî bir hakikat olarak bilmek. Nefisle cihadın tüm cihadlardan önce kendisine lâzım olduğunu bilmek. Nefsin daima kötülüğü emrettiğini çok iyice anlamak ve anlatmak ihtimam gösterdikleri hususlardır. Zira Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
قال رسول الله صلى الله تعالى عليه و سلم: اعدى عدوك نفسك التى بين جنبيك
)رواه البيهقى (
Hadis meali: Düşmanlarınızın düşmanı iki yanınız arasındaki nefsinizdir. Ravisi Beyhakî'dir. Ve nefisle cihad en büyük cihaddır.
حديث آخر: رجعنا من جهاد الاصغر الى جهاد الا كبر قالو يا رسول الله و ما جهاد الا كبر قال جهاد النفسى
Hadis meali: Tebük gazvesinden dönüşlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Küçük cihaddan rücû' ettik (döndük) büyük cihadın başına geldik...” “Ya Rasulullah bundan daha büyük cihad nedir?” diye sorduklarında “nefis cihadıdır.” buyuruyor. “Tebük seferinden de büyük” buyuruyor.
Onlar öylesine mücahiddirler ki nefisleriyle cihadı hakkıyla yaparlar ve nefislerini zemmedilen (yerilen) sıfatlardan övülen sıfatlara çıkarırlar. Ve sonunda nefisleri artık kötülüğü emredemez olur. Yâni, nefis daimâ kötü huyları edinir kötülüğü emreder. Kötü şeyleri diler, Meselâ Firavun'a:
فَقَالَ اَنَا رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى
(Nâziât/24)
NEFİS VE ŞEYTAN
“Ben sizin yüce rabbınızım” dedirten nefistir. Şeytan buna cesaret edemez.
اِنّى اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَمينَ
(Haşr/16)
Çünkü şeytan insana “inkâr et” der. İnsan inkâr edince de: “Ben senden uzağım çünkü ben âlemlerin Rabbi olan ALLAH'tan korkarım” der.
Şeytan Allahü Zülcelâl'in kim olduğunu biliyor tâbi. Ama nefis öyle değildir. Esasen uluhiyyet davasında bulunan nefistir. Şeytan uluhiyyet davasında bulunmaz. O ancak Allah'ın kullarını küfre eletmeye, imansız yapmaya çalışır vs. Fakat “ben ilahım, rabbım” diyemez. Buna nefis cesaret eder. İşte anlattığımız gibi nefs-i emmâreden temizlik yapılınca artık nefis kötülük yapmaktan şer işlemekten âdeta zevk duymaktan vazgeçerde bazı arada sırada nefsini lemmederde (kınarda) “Ey habis nefis yine kötülüğe bakıyorsun” gibi kabahatli bulur. Onu kınar. Her yaptığını kabul etmezde arasıra çeki düzen verir. Sonradan mutmâinne durumuna gelir. Kararlı hale gelip çürük sıfatlarını atmış olur. Bu hale gelince nefis düzelmiş olduğundan melekten nefse ilham gelmeye başlıyor ki bu nefse nefs-i mülhime deniliyor. Kalbimizde iki kapı vardır. Kapının birisinde nefis -şehvet(aşırı isteklerin tümü)- ve şeytan vardır. Öbür kapıda ise ruh, akıl ve melek vardır, işte nefs-i emmâre dediğimiz şer kapısını açık tutuyor da hayır kapısına hiç açıklık vermiyor, öyle olunca kalbi tamamen nefis, şehvet ve şeytan istilâ ediyorlar. Nefs-i levvâmede ise; bir parça zaman zaman hayır kapısınında açılmasına müsâde ediyorda pişmanlık duyuyor. Sonradan biraz daha çeki düzen verirse nefs-i mülhimedir. O zaman şeytana galib geliyorda melekten biraz bir şeyler ilham olarak gelebiliyor. Sonra artık melek, akıl ve ruh tamamen galib gelince nefs-i radiyye oluyor. Ne demek; Allahü Zülcelâl'den gelene tamamen razı olan nefis demektir. Her ne gelirse gelsin razı durumundadır. Hiç itirazı yoktur. Yâni Allahü Zülcelâl'den gelmiştir diye düşünüp inanıyor. Tabi, Allahü Zülcelâl'e karşı cephe mi alacak... İşte kal bu hale gelince yâni, Allahü Zülcelâl'den gelen her bir şeye razı olunca, Allahü Zülcelâl'de o kuldan razı olur. Allahü Zülcelâl'in razı olduğu nefis ise nefs-i merdiyyedir. Allahü Zülcelâl'den gelen ne ise hoş görüyor. Beliyye vs. dahi olsa bile sabrediyor. Bunun üstündeki nefis nefs-i kamiletü'z zekiyye dir. Tertemiz pâk ve hiç bir pürüz kalmıyor. Kalb ise kamalat bulup zikrini hiç bir zaman durdurmuyor.
İşte bundan sonra böyle bir nefis ve kalb sahibi olan, kamilen mürebbiyen bir mürşid olur. Hali ise bekâbillaha vâsilendir. Tevekkülü ise Er Rahman'a dır. Burada şunu zikredelim ki; nefsin terbiyesi ve tezkiyesi hiç de kolay değildir. Mübareklerden Sehlü's Tüsterî hazretleri yedi günde bir defa yemek yerdi. “Ben Allah nezdinde bir hüccetim” diyordu. Bazıları kendisine “Sen kendi kendine ben Allah nezdinde hüccetim falan diye bir şeyler söylüyorsun neyesine isbat ediyorsun?” dediklerinde “10 dirhem yağ 1 dirhem şekerden fındık büyüklüğünde yiyecekler yaparım da iftarımı bununla açarım, ben nefsimi dinleyerek eğer dayanma gücüm varsa yemem, ne zaman ki gücümün 7/10 sini aşarsa o zaman yerim” diyor ki, o zamanda haram dahi olsa yenir.
Mübarek Nakşibendî (ks) ise bazen mutfağa kendisi girerek semiz olan tavukları falan pişirirdi de yer içerdi. Kimisi nefsini riyazetle terbiye ediyor. Kimisi de normal hayatını sürdürüyor ve kalbi kemâlatla elde ediyor. Hakikaten sabırdan çok şükür taraftarı olmak daha iyidir. Zira Sırrı Sakatî, Marufu Kerhî, Cüneyd Bağdadî ve benzeri zatlar sabır ehlidirler ve riyazeti tercih etmişlerdir. Açlık ve yoksulluğa sabrettiler. Ebu Hasani'l Şâzelî ise şükrü tercih ediyor. “İsraf etmeden yiyiniz içiniz, hatta bir eve giderseniz hiç edemezseniz bir su içiniz” diyor. İbrahimi Metlubî kazanlarla yemekler pişirirdi. Ni'metlere karşı şükür ettiğinde imanın yarısını sağlardı. Ama, sabrettiğinde ise sabırda imanın yarısını sağlar. Ama, diyeceksiniz ki “Şükür mü efdâl, sabır mı efdâl?” Şükür efdaldir. Çünkü, öldükten sonra sabra hiç ihtiyaç kalmıyor. Cennete girdiğimizde sabra ihtiyaç yoktur. Ancak şükür nimetlerle beraber cennette de devam edecektir ve şükür gerekecektir. Burada bir nebzecikte olsa mübarek şeyhim Mevlânâ Alaaddin hazretlerinin yemek ve ikramından bahsedeyim. Kendisi bizzat ilgilenir, mutfağa giderek ne hazırlandığını kontrol ederdi. Hiç esirgemezdi. Yemekte elleriyle etleri diderdi ve misafirlerine ikram ederdi. Hülâsa şükür de sabır da her ikisi de lâzımdır. Allahü Zülcelâl verdi ise nimetlerine şükür gerekir. Beliyye vs. gelirse de sabır gerekir...
İşte Allahü Zülcelâl'in veli kulları bu nefis kademelerinden geçerek mürşid oluyorlar. Bu hususdaki âyet-i celilede:
أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٦٢﴾ الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ﴿٦٣﴾ لَهُمُ الْبُشْرَىٰ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴿٦٤﴾
(Yûnus/62-63-64)
“Haberiniz olsun ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olacak değillerdir. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahiret hayatında da onlar için müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”
Bu saadatlar ki çeşitli yollardan ilimle akaid, füru', usûl vb. Muamelat aksamından diğerleri de tasavvuf yönünden yani Halîk teâlâya karşı edeblerini bilerek yürümüşlerdir. En mühim edeb kul ile Allahü Zülcelâl arasındaki edebdir. Edebini bilmek ve dava sahibi olmamaktır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu gibi: “Benim edebimi Rabbım verdi de en güzel edeble edeblendirdi.” buyurmuştur. O sebeble öyle edeb sahibleridirlerki Allahü Zülcelâl'e Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a ve hatta diğer halka karşı edeb sahibidirler. Çünkü edeb her şeyden önce gelir. Bu sıfatlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asli sıfatlarıdır, işte bu sıfatlar ki, onlar ulema-yı Rabbaniyyun, etibbâ-i Ruhaniyyun, ehl-i sıdkü ve'l vefâ, ehl-i hilmü's sefâ, insanlara karşı ruhâmâî (çok merhametli), müminlere karşı ruefâi (çok refetli) dirler. Kim ki bu sıfatlara haiz olursa ekmeldir. Tam kamildir. Çünkü bu sıfatlar Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sıfatlarına evfâk (en uygun) ve ekrâb (en yakın) olan sıfatlardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müminlere karşı rauf ve rahim iken kafirlere karşı da buğuzkâr ve gılzatlı (sert ve kaba) ve gazabkâr değildir. Alemlere rahmet olarak gelmiştir. Yıkıcı değildir. Onlara da rahmettir. Müminlere rafetli ve üzerlerine titrer ki ana şefkatinden de çok...
Biz imkânlarımızın elverdiği kadarıyla âlimlerin hallerinden ve sıfatlarından zikrettik ki övülen ya da yerilen kınanan sıfat sahibi olmalarına göre ûlviyyin (çok değerli) ya da sufliyyin (çok değersiz) olabilmekte olduklarını göstermek için...
ZAHİRİ VE BATINİ ALİMLER
Zahiri âlimler ibadat ve muamelat hususunda zahiri emrazlara tabibdirler. Zahiri emrazlar (hastalıkları) gidermeğe uğraşırlar. Dünya ile ilgili hususlardır bunlar. Ve dünyada kalırlar. Ahirette ise ibadet ve muamelat yokki... Mükafatları ise ihlasları durumuna göredir. İlimleri ise; dünyaları son bulunca ilimleri de son bulur.
Batınî âlimlere gelince; onlar ahval (haller) ve esrara tabî' olurlar. Mukaşefeleri ve ferasetleri kadarınca fayda temin ederler. Manevi ulemâ olunca ahval ve esrar, mükaşefe, feraset ve çok şeyler vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:
اتقوفراسة المؤمن فانه ينظر بنورالله عز و جل
Hadis Meali: “Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah (Azze ve cellenin) nuruyla bakar.” Öyleki Allahü Zülcelâl müminin kalbine bir nur vermiştir. O nur sayesinde feraset ve keşfiyat ile ihlasdan da daha ötesi halas durumuna gelmiştir. İlmü'l batın böyledir. Ledunnî bir ilimdir. Tezleri budur. Bunlar ümmet-i Muhammed'in saadatları (efendileri) kısmından sayılırlar. Zahiri alimler gibi değillerdir. Kalbleri masivâdan hâli olmuştur. Allah'dan gayrisini kalblerine iletmezler. Bir defa kalbleri böylesine çöplük gibi değilde Allahü Zülcelâl'e tahsis edilmiştir. Evet görünüşte çalışıyor, iş yapıyor vs. görünseler de kalbleri mâsivâya kapalıdır. Allahü Zülcelâl'den gayrisine kapalıdır. Nefisleri enâniyetten kesinlikle paktır ve temizdir. Ruhları ise sâf ve çok güzeldir. Sırları ise hem nezihtir hem de nurânidir.
İşte bu gibi ariflerin ilimleri cennete varıncaya kadar bakîdir. İlim varlıkları kendilerinde mâkîdir. Hâl sahihleridirler. Zaten herkes bulunduğu hâl üzre haşredilirler. Ancak burada işlemiş olduğu hâl ne ise orada da o hâl beraberindedir. Onlar bu ilmi ölü kimselerden almadılar, kalbi hayat bulmuş gerçek diri kişilerden aldılar. Allahü Zülcelâl'e bağlı olan ve envar-ı ilâhi dolan kalb ölür mü? Onun için böyle kimselerin kalbleri haydir. Aldıkları ve verdikleri ilimlerde haydir ve ölmezler. Bu ilimle alakalı ayet-i celilede;
وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
(Kehf/65)
“Kendisine nezdinizde has bir ilim öğretmişdik” buyurulmuştur. İşte kalb sahihleri böyledir. Sır sahibi olabilmek sırları keşfedebilmek... Esasen sırla beraber fütuhat başlar ki ikisi beraber... Sırla fütuhat beraber olursa düzgün gider. Sır gelmeden fütuhat gelirse tehlikeye düşer. İkisi berâberse fevkalâde şahıslar olurlar.
من احلص الله اربعين يوماً ظهرة ينابيع الحكمة من قلبه على لسانه
)عن ابى ايوب الانصارى(
Hadis meali:
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki 40 gün ihlas ile kalkarsa kimseye karşı hased fesad kin vs. olmaksızın saf olarak Rabbısıyla başbaşa, halk ile değilde Hâlıkıyla başbaşa olarak 40 gün böyle kalkar ise...” Yine Enes ibn-i Mâlik ve bazı sahabeden: “40 gün sabah akşam kimseye benzetmeden hased fesad etmeden bir sünnetimi ihya ederse kıyamet günü benimle beraber olur şefaatımdan vâcib olur.” buyurmuştur.
Gerçi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da âlemlere rahmet olan bir beşerdir. Beşerdir ama en nezihidir. Taş diyoruz da; yakut taşı da taştır, mermer taşı da taştır, ikisi bir midir, eşit midir, ikisine de taş denildi diye?., İsimleri taş oldu diye?.. İşte kâmil feraset budur. Feraset erbabı olanlar anlar... Alaaddin-i Âttar (ks): “Herhangi bir ehl-i sıdk olan işte bu misillü kimselerin yanlarına giderseniz feraset sahibi ise sakının ki niyetiniz halisane olsun. Zira böylesi feraset sahibi kimseler kalblere girerlerde teftiş ederler ve hiç kandırılamazlar. Onlar kalblerin casuslarıdır. Onlar için kapalı yoktur. Feraset ehli bunlardır. Yanlışlığı hiç olmayan ve yanlışı anında bulanlardır. Onun içindir ki Eba Eyyubü'l Ensari (ra)'dan gelen hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki Allahü Zülcelâl'e ihlasla bağlanarak (mâsivâsız, hasedsiz, fesadsız, kinsiz vs.) saf olarak 40 sabah böyle kalkarsa hikmetler kalbinden kaynarda lisânına gelir.” buyuruyor.
Ebu Bekiri Şibli diyor ki:
من ركن الى الدنيا صاررماداً تذروه الرياح ومن ركن الى الاخرة احرقته بنورها فصارذهبا احمر ينتفوا به ومن ركن الى الله احرقه بنور التوحيد فصار جوهر لايقدر قيمته فصار عزيز على الله
Kim ki; dünyaya meyleder bağlanırsa o zaman dünyanın ateşiyle yanarda ramad haline gelir kül olur. Kül ise bir rüzgâr esti mi zerreler halinde savrulur ve eseri dahi kalmaz.
Kim ki; ahirete meylederse ahiretle ilgili hususlara meselelere aşkla şevkle yönelirse o zamanda ahiret nuru onu yakar da halis bir altın olur. Ve kendisine menfaat veren kırmızı altın getirir bu yönelişi... Altın haline getiren ateş değilde nurdur.
Ve kim ki; hele bilhassa ne dünyaya ne de ahirete ikisindende boşalmış sadece ve sadece Allahü Zülcelâl'e yönelirse bu seçeneği yaparsa o kimseyi tevhid nuruyla yakar ve öyle olunca da kıymeti bahası biçilmez bir cevher olur.
İmam-ı Nevevî'nin buyurduğu; “Onlar dünyayı 3 talakla öyle boşadılar ki, avdeti artık hiç mümkün olmamıştır.” Hele bilhassa aşık oldukları gayeleri Allahü Zülcelâl'in muhabbetini celbetmek olunca ve bunda da muvaffak olunca tevhid nuruyla yanarlar. Muhabbetullah aşkıyla yanınca o zaman kıymeti takdir edilmez bir cevher olur. Allah nezdinde aziz ve muazziz olurlar... Bu ise büyük bir şereftir. Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:
وَالَّذينَ جَاهَدُوا فينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنينَ
(Ankebût/69)
“Bizim uğrumuzda mücahade edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan erbabıyla beraberdir.” Yâni bizim yolumuz cehd-ü-cühûd edenle, Allahü Zülcelâl yolunda cehd-ü-cühûd edenlere ciddiyetle yolumuza baş vuranlara yolumuzu çok teshilatlı gösteririz. Bu şekilde devam ederse bilsin ki Allahü Zülcelâl ihsan ehlini sever. Çünkü bunlar ihsan ehlidirler. Bu ise büyük şereftir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
(Bakara/153)
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'dan yardım dileyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” Yani, ey iman ehli olanlar evveli başta sabır sahibi olun. Namazı da çok güzel bir şekilde kılın, acelecilik yapmayın, sabırlı olun. Allahü Zülcelâl sabredenlerin yanındadır. Çünkü sabır imanın yarısıdır. Diğer yarısı da şükürdür, insan beşerdir başına hastalık gelir, yoksulluk gelir, mâlen bedenen böyle bir beliyye bir musibet gelirse mutlaka sabretmesini bilmelidir. Kim tarafından gelmiştir? Allahü Zülcelâl'den!.. Allahü Zülcelâl'e i'tiraz mı edeceksin?.. Değilmi ki O'ndan gelmiştir feveran etmeyip sabretmek lâzımdır. Hazreti Ömer (ra)'in bir hadisi vardır. Bir kimsenin başına bir hal gelse, kendisini misâl vererek söylüyor ki: “Ben, hemen düşünüyorum ki, kimden gelmiş bu? Allah'dan gelmiş... O zaman karşısında mı duracaksın? Hayır... Birde düşünürüm ki bu dünyamamı yararlıdır ahiretime mi? Ahiretime. Ooh ne kadar iyidir. Değil mi ki ahiretime yararlı... Birde düşünürüm ki, benim tahammül edebileceğim durumda mı aşırı mı? Yok be tahammül edilebilecek durumda... Haa öyle ise olsun varsın!..” İşte Hz. Ömer (ra)'in tezi bu üç halde idi. “Allah'dan gelmiş, tahammül ve sabrı mümkün ve ahiretine yararlı ise mesele yok...” derdi. İşte sabır budur!.. Beliyyeye sabır budur. Tabiki bir ni'mete de şükür gerekir. Allahü Zülcelâl verdiyse istif etmek gılzatlı olmak değilde fakir fukarayı gözeterek şükür etmek... Allahü Zülcelâl bir denetleme yapmaktadır. Zenginde olacak fakirde olacak, ikisi de lâzımdır. Yoksa zekâtı kime vereceksin. Bu bir imtihan devresidir. Yoksa Allahü Zülcelâl'in bütçesi mi yetmiyor hepisini de Karun gibi zengin edebilirdi... Ama iş, bu dünya imtihan devresidir. Mâlı, bedeni ve hali bir imtihan sansürü vardır ve el'an içindeyiz...
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
(Âli İmrân/159)
“...Şüphesiz ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
Allahü Zülcelâl tevekkül edenleri sever. Çünkü tevekkül kimedir? Allahü Zülcelâl'e... Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Kudreti mutlaktır. Bir şey gelecekse, olacaksa O'ndan gelir, inancı tam olursa... Ben, her zaman bir milâs veriyorum. Nedenki me'mur kısmı; “Acaba maaşımı verirler mi?” demiyor. Aybaşını getirsin de o zaman haklamış, kabul ediyor. Tereddüd etmiyor, unuturlar mı demiyor. Mübarek Şeyhimiz: “Memur kısmı tevekkülünde zayıftır” buyururdu. Yani tedirgin değildir. Böyle iken neden kâinatın Halık-ı Rezzakı olan Allahü Zülcelâl'e karşı tevekkül ehli değiliz. Bir zaman bir derviş tenha bir hücrede oturmuş da duruyor, imam onu hep böyle oturmuş gördüğünden: “Ne yapıyorsun burada habire oturuyorsun?” diyen imama: “Oturdum zikrediyorum” deyince “Peki senin rızkını kim temin ediyor gitte çalış” diyor. Bu hep böyle sürünce bir keresinde derviş: “Şu komşu yahudi var ya bana yevmiye bir ekmek vermeyi tekeffül etti” deyince imam: “Öyleyse otur otur zikret.” der. O zaman ise derviş: “Artık böylesi imamın arkasında namaz olmaz. Yahudinin tekeffülüne değer verdi de Allahü Zülcelâl'in tekeffülünü görmedi...” der.
وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُتَّقِينَ
(Câsiye/19)
“Allah ise takva sahiplerinin dostudur.” Allahü Zülcelâl Muttakileri sever. Onlar haramı bırak şüphelilerden bile korunurlar.
وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحينَ
(A’raf/196)
“O bütün salihlere de velilik ediyor.” Salihin olanların velayetlerini üstüne alıyor Allahü Zülcelâl.
إِنَّ رَحْمَتَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ
(A’raf/56)
“Muhakkakki iyilik
edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.” Allahü Zülcelâl'in ihsan ehline karşı
rahmeti çok yakındır. Çünkü kendisi ihsan ehlidir. Vericidir ve hoştur. Muhsin
budur.
وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقينَ
(Tevbe/36)
“Bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.” Müttakilerle beraberdir.
وَاَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُؤْمِنينَ
(Enfâl/19)
“Şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir.”
اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرينَ
(Bakara/222)
“Şunu bilinki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” Hata ve pürüzlerden temizlenenleri ve tevbe edenleri sever.
إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا
(Hac/38)
“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Müşriklerin ezasını iman edenlerden def eder de onları nahoş hallere düşürmez.
İşte bu âyet-i celileler; âlimlerin halleri (ahvali) hususunda açık seçik naslar ve natıkalardır. Ki onların halleri ve sıfatları ilmiyle, amilin, salihin, halisin, muhlisin, müminin, mütevekkilin, muttakin, muhsinin, acizin, sabirin, hamidin, şakirin, mütefekkirin, zakirin, müstekimin'e ale'l-hak'tır (istikameti Hak'ka olandır).
رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ
(Nûr/37)
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” Öylesine kimseler vardır ki onları ne bir ticaret ne bir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz. Ve meşgul edemez. O kimselerin görüntüsüne bakılırsa halk arasında çalışıyor, iş yapıyor ve bir şeylerle meşgul görünürler. Fakat kalbleri asla kafan hedeflerinden sapmıyor ve Allah'ı zikrediyor. Kalbinden Allahü Zülcelâl'i zikrediyor ve kalbinde Allahü Zülcelâl'in zikri asla sükût etmez. Durgunluk olmaz. Ne kadar alışveriş yapsa da halk arasında olsa da kalbini Rabbısına teslim etmiş kalıbı halk arasında çalışıyor. Kalbi hakla…
? إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(Ahkaf/13)
“Rabbımız Allahtır deyipte sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğu iltizam edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olmayacaklardır.”
Ancak, sözlerine muhalif amel işleyen veya amelleri hallerine muhalif ve tersine olan âlimlere gelince Allahü Azze ve Celle:
اَتَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
(Bakara/44)
“(Ey Yahudi Bilginleri!) Siz insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere iman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı (Tevratı) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ ﴿٢﴾
كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ ﴿٣﴾
(Saff/2-3)
“Ey iman edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz. Yapmayacağınızı söylemeniz en şiddetli bir bugz(u davet etmiş olmak) bakımından Allah indinde büyüktür.”
لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَوا وَّيُحِبُّونَ أَن يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُم بِمَفَازَةٍ مِّنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ ﴿١٨٨﴾
(Âli İmrân/188)
“Getirdikleriyle (ettikleri kötülüklerle) kıvananlar (ferah duyanlar) yapmadıklarıyla da öğülmelerini arzu eden o kimseler (yok mu?) Onların azabdan kurtulacak (selâmet) bir yerde bulacaklarını zinhar sanma. Zinhar sanma, ki onlara pek acıklı bir azab vardır.”
İşte bu âyetler dahi böyle âlimlerin halleri hakkında açık sarih bir natıkadır. Böyle olan âlimler sanki seha, vefa, zühd, kanaat vs. ehli imiş gibi hayratı (hayırları) emrederler. Ve mâsiyetten, zillattan, hasedden, öç ve hınç almaktan, gıll-ü-gıştan, emânete hıyanetten, cimrilikten, hırstan, tama'dan vs. menhiyattan (yasaklardan) nehyederler (yasaklarlar) menederler. Oysa kendileri dünya sevgisi ve mevkii edinme sevgisi ile şehvet ve haram içinde tamamen mahlûkata yönelmiş ve yapışmış olarak yaşarlar. Allahü Zülcelâl'e karşı şek ve şüphe içindedirler. Ama, Allah'dan gayrısından gelecek olanlara itimad ederler. Allahü Zülcelâi ise âyet-i celilede:
قُلْ بِفَضْلِ اللَّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
(Yûnus/58)
“De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”
Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: (De ki) Allahın fazl-ü-keremi halktan cem ettiklerinden daha hayırlıdır.
Allahü Zülcelâi ulemâyı bazı âyet-i celilelerinde vasıflandırmış ve aralarındaki farkları sarih ve vazıh bir şekilde ayırmış ve belirtmiştir. Biz ise bunlardan çok az bir kısmını zikredeceğiz;
هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَا يَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ
(Zümer/9)
“...De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”
Allahü Zülcelâi; hiç bilenlerle bilmeyen bir olur mu? Ancak ulu'l-elbab (öz ehli) bunları fehmedebilir.
ALLAH HİKMETİ DİLEDİĞİNE VERİR
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ ﴿٢٦٩﴾
(Bakara/269)
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Salim akıl sahihlerinden başkası iyi düşünemez.”
أَفَمَنْ يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ
(Ra’d/19)
“Öyle ya, Rabbinden sana indirilenin ancak hak (ve gerçek) olduğunu bilir kimse o âmâ (kör) olan kişi gibi midir? Ancak selim akılların sahihleridir ki iyice düşünür (idrak eder).”
وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ
(Âli İmrân/7)
“İlimde yüksek payeye erenler ise: Biz ona inandık hepsi Rabbımız katındandır, derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünemez:”
إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
(Fatır/28)
“Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar, şüphesiz ki Allah daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.”
Yukarıdaki beş ayette geçen ulu'l-elbab, lûb ehli, öz ehli, kalb ehlidir. Hikmette ulu'l-elbab... Kur'an-ı Kerim'in müteşabih ayetlerinde yine ulu'l-elbab... Yoksa bu müteşabihatta çok kimseler yoldan çıkarlar. Tefekkür yönünden yine kalb ehli... İlim yönünden de yine kalb ehli... İşte bu ayetlerde açıkça bildiriliyor ve ilim, hikmet ve basireti kalb ehline atfediyor... Yani batını ulemaya atfediyor. Ancak Allahü Zülcelâl'den haşyet duymak şartıyla... Çünkü eğer ilim ile birlikte haşyet varsa senin lehinedir, yararınadır. Yoksa aleyhine ve zararınadır. İlim olduğu zaman havfullah da olması lazım. Çünkü artık bilmiyor değil... İnceliğini biliyor... Gelecekteki hal durumunu ilmiyle çok güzelce biliyor ve anlıyor. Buna rağmen perdeliyor da kendisini gaflete gömüyor. Ne duyar ne de fehmeder. Halbuysa ilim bunlara daha fazla malumat veriyor. Bilmeyenlerin bu kadar malumatı yoktur. Gelecekte kıyametin halini vs... Onun için ilim geleceğini etkiliyor ise lehine değil ise aleyhinedir. Onun içindir ki, ulu'l-elbab müstesna şahsiyetlerdir.
اللهم وفقنا لما فيه الخير والرضاء
“Allah'ım... Bu ayetlerdeki hayratlara ve rızana bizi uygun kıl...” Âmin...
Tekrar asıl mevzuumuza dönelim. Allahü Zülcelâlin izni ve inayeti ile...
TARİKATA İNTİSAB ETMEK GEREKLİ MİDİR?
Sual: Her bir mümin üzerine bir tarikata intisab etmek vacib midir? Gerekli midir?
El-cevab: Evet. Nasıl ki bütün müminler dininde ve dünyasında faydalanmak için ibadat ve muamelat ilimlerini öğrenmeleri gereklidir. Yani, nasıl ki diğer zahiri âlimlere ihtiyaç duyuluyorsa dinin hüküm, emir ve nehiyleri vb. için zahiri âlimlere başvurulması zaruridir. Neden? Çünkü, zahiri ilimde böyle olduğu gibi hal ilminde yani tasavvuf ilminde, edebi de, esrarı da öğrenebilmesi için bir tarikata intisab etmesi üzerine zaruridir.
ASHAB DÖNEMİNDE TARİKAT VAR MIYDI?
Zira ashab-ı kiram devresinde her iki ilme de sahib idiler. Yani hem ibadatı, muamelatı öğrendikleri gibi tasavvuf yönünden de ahvali ve edebiyatı da öğrenirlerdi. Allahü Zülcelâl'e ve Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı ve halk arasındaki edebiyatı da öğrenirlerdi. Allahü Zülcelâl'e karşı edebi iyi olursa ona ne denebilir? Allahü Zülcelâl'e karşı edebsiz olur, O’nu saymazsa görüyorsunuz türlü türlü hallere düşerler. Hâlbuki Rabbısına karşı adabı olsaydı O'ndan sakınır, çekinir, utanır ve böyle yollarda yürümez ve böyle hallere girmezlerdi. Yine insanda Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı da adabı olmazsa ha haşarat ha da o kimse ne farkı var ki?... Öylesi insanın yaptığını haşaratta yapmaz. O sebeple eğer edeb olmazsa insanoğlu insanlıktan çıkıyor. İlmü'l-edeb şarttır şart!.. Bu ise ancak gerçek tarikatla mümkündür. Gerçi şu anda tarikatlar yoldan çıkmış ise hata bu hale getiren şuursuzlarındır. Tarikat ne yapsın? Hâlbuki tarikat Hazreti Sıddık (ra)'a verilen bir sır ki Sıddık (ra), eşrefül evliyadır. Onun yoluyla gelen bir sır bir yol iken insanlar şimdilik bir takım dalavereler, fırıldaklar çeviriyorlarsa tarikatın hatası nedir ki? İlmi de bu hale getiriyorlar. İlmin hatası nedir? Kur'an'ın hatası nedir hâşâ? Ancak edebin dışına çıktıktan sonra ücûb, kibir vs. şeylerle Allahü Zülcelâl'in kelâmına karşı tenzih gerekirken bir mülevvesat (pislik) haline getiriyorlar. Tarikatta da böyle, ilimde de böyle, Kur'an'da da böyle! Onun için hatanın büyüğü edebsiz oluşlarıdır.
EDEB İLMİ
Abdullah ibn-i Mübarek buyuruyor ki: “Az bile olsa edeb öğrenmek üzerimize vacibdir. Çünkü az da olsa edebli ilim, edebsiz olan çok ilimden hayırlıdır.” Boşuna buyurmuyor Mübarek; “İlla edeb!” diye “Mutlaka ve mutlaka ilimden önce edeb!” diye... Her ilimden önce edeb öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanın Rabbısına, Rasülüne, insanlara ve kardeşlerine karşı edebi bilmesi de lâzımdır. Oysa bazı âlimler var ki yırtıcı gibi. Bunlar neye yararki!.. Adabdan yoksun vahşi gibi... Onun için Abdullah İbn-i Mübarek; İlimden önce az da olsa adabı esas alıyor. Çünkü adabı olursa ilminin değerini ve kıymetini bilebilir ve ilminin gereğini yerine getirir.
Tahkik ehli buyurmuştur ki: Kim ki, esbaba (sebeblere) ve harakata ta'n (ayıplama) ve itiraz ederse, Sünnete tan ve itiraz etmiş olur. Yani esbab mucibelerine başvurmadan “sebebde ne imiş” derse o zaman sünnete tan etmiş ve karşı gelmiş olur. Çünkü esbab sünnete uygundur. Esbab mucibeleri (sebeblerin icab etmesi) sünnettir.
Kim ki, tefvizü'l umura, tevekküle ve sebeblerin müsebbebi (sebebleri ortaya çıkarana) olan Halikına tan ve itiraz ederse Allahü Teâlâ bizi korusun, imana tan ve itiraz etmiş olur. Allahü Zülcelâl'in sebeblerin müsebbebi olduğunu bilmek lâzımdır. Azamet ve kudretini bilmek şarttır. Hareket ettirdiyse kim durdurabilir. Durdurduysa kim hareket ettirebilir. Kim hareket etmesine sebeb olabilir. Esbab harekete bağlıdır. Zahirîdir. Tevekkül ise haldir ve batınîdir. Hal sahibi olan edeb sahibi olan Rabbü'l Erbab (celle celalühü) karşısında itirazı olamaz. Zahirî ve batinî olsun, ilmü'l muamelat olsun, ilmü'l ahval olsun her ikisi de kitap ve sünnetle sabit olup gerekli bilgileri ve malumatları vardır...
Mürid olsun, talebe olsun her ikisinin de üzerinde lâzım olan, kendisine gereken ibadat ve muamelat ilminde âlim olan birini, edeb ve hal ilminde ise arif olan bir üstad seçmesidir. Her iki vasfada birlikte sahib olan birisi olur ise bu daha da fevkalâdedir. Çünkü, fıkhı bilir de tasavvufu bilmezse sert olur, başlar şuna buna... Kendine mağrurdur, ücûbu vardır, kibri vardır. Arbedecidir. Sert konuşur, tekebbür sahibidir ve nefret ettiricidir. Sevdirici değildir böylesi kimseden ise bir fayda gelmez. Yok eğer tasavvufu var da fıkhı olmazsa o zaman da cahil sûfî olur ki zındıklığa girer. Bilemez ki neresinde yarar neresinde zarardır. İmanı bilmez küfrü bilmez! Bundan dolayı iki ilim de birlikte olursa fakıh ve edeb sahibi sûfî olursa ilmü'l şeriat ile ilmü'l hâl birleşirse bu kimse tahkik ehlidir. Böylesi zât bulunursa mutlaka tercih edilir.
İHLAS SIRRI
Hikem sahibinin buyurduğu: İşlenen âmeller heykel gibi dururlar ve bunları hareket ettirecek olan nedir acaba? Bu heykel sırru'l ihlâsdır. İhlas dediğimiz zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a soruyorlar: “İhlas nedir, Ya Rasulullah?” Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Selem)’da cevaben: “Ben ihlası Cebrail'e sordum o da Mikail'e o da İsrafil'e o da Ruhu'l Akdes'e o da Allahü Zülcelâl'e sormuş. Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:
الا خلاصى سر من اسرارى اقذفه فى قلوب من يشاء
“İhlas Benim sırlarımdan bir sırdır ki, onu dilediğim kimselerin kalbine veririm.” buyuruyor. Bundan dolayı ihlas dediğinde; eğer, Allahü Zülcelâl kalbine ihlası verdi ise o zaman bu kimse bir şeyler yaparken “aman kimse görmesin, Allah için olsun, gösteriş olmasın” diyor. Fakat tabiki tahkik ehli ihlasında ötesinde halasa dönmüştür. Kalbinde verilen ihlas, halasa dönerek sumâyı, riyayı, gösterişi bilmezler ki, yapsınlar! Umumiyetle ne yaparsa yapsınlar halen, amelen yaptıklarında Allahü Zülcelâl'den gayrisini görmezler. Çünkü kalbine ihlas nuru girmiş ve o, artık halastır. Başkasına masivaya değer vermek gibi şeyler üzerlerinden tamamen kalkmış ve yok olmuştur esasen...
Onun için Hikem sahibi: “Ameller bir heykel gibidir ki ne işlersen işle böyledir. Ve onu harekete geçiren ruhuna verilen ihlas sırrıdır.” buyuruyor.
Sual: Allahü Zülcelâl'in mümin kullarına Allah yolundaki meşayihlere tâbi' olmak ve yaklaşmak hususunda bir emri var mıdır?
Cevab: Evet... Allahü Zülcelâl: Ey iman eden kimseler evvela ittakullah (Allah Korkusu) yanınızda bulunsun ki o sizi yaramaz şeylere karşı kalkan gibi korusun. Havfullah (Allah korkusu) ile olan kimse, kimseden çekinmez ve bir şey de istemez. Nahoş şeyler ile arasına Allah korkusu hicab (perde) olur ve Onu Ondan korur. Böyle olun bir de Sadıkin olanlarla beraber olup mahiyetine girin buyurmaktadır.
يا ايهاالذين آمنو ا اتقو االله و كو نو امع الصادقين
İşte bu sarih nasda da görüldüğü üzere Allahü Zülcelâl mümin kullarına takvayı, sıdk ehlini iltizam etmelerini, mahiyetleri ve tasarrufları altında olmaları ve onları imkânları kadar âmelleriyle ve halleriyle onları taklid etmelerini emretmektedir. Bu Allahü Zülcelâl'in bize vasiyeti tavsiyesi yani emridir.
واتبع سبيل من اناب
Allahü Zülcelâl Onlarla olan, onları seven, onların dostu ve yardımcısı olan, onları muhafaza edenleri bu ve emsali sıfatlarla vasıflandırmıştır. Aklı selim kimseler için bazı ayetlerde beyan edilen bu hususlar aleni ve açıkçadır. İrşada yeterlidir. Basiret ehli için kifayet eder. Hani ne derler: “İnanana sivri sinek saz, inanmayana davul zurna az...”
Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'in nassı olan şu ayet-i kerimenin de onlara sorun diye emrediyor. Bilmediğinizi zikir ehlinden sorunuz buyuruyor.
فاسئلو اهل الذكر ان كنتم لاتعلمون
Hadis-i şerifte ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: سلوا اهل الشرف عن العلم فان كان عندهم علم فاكتبوه فانهم لا يكذبون
Hadis Meali: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Şeref sahibi, ilim sahibi olanlara ilim yönünden sorun, eğer kendilerinde varsa esirgemezler. Sorunca da yazınız çünkü onlar şeref sahibidirler, yalan söylemezler.” Yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Hadis vs. yazmak istediğinizde şerefli kimselere sorun ve cevabını da yazın onlarda yalan olmaz. Şereflerini koruma meziyetleri vardır. Hem esirgemez, hem cömert hem de şereflidirler ve yalan onlara yakışmaz buyuruyor.
سلوا الصالحين
)رواه امام احمد وابو نعيم (
Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Sulehalardan sorun.” Ravisi İmam-ı Ahmed ve Ebu Naim. Yahi Salihlere sorun ki onlar esirgemezler ve yalan da söylemezler.
İmam-ı Ahmed bazı giderdi de Haris-i Muhasibi, Maruf-ı Kerhî, Bişr-i Hâfî gibi zatlara bir şeyler sorardı, insanlar İmam-ı Ahmed'e “Sen neden bu gibi kimselere sormaya gidiyorsun, neden buna ihtiyaç duyuyorsun, sen zamanın imamısın ve ilmin ise çoktur.” derlerdi. O ise cevaben: “Evet, sizin dediğiniz gibi ibadet ve muamelat gibi ilimlerde ihtiyacım yoktur. Velakin Allah ile olan edeb ve marifet ilmim çok azdır.” derdi. Ve bunun yanında “Selu's şalinin: Salihlere sorun” hadisi şerifini zikrederdi: “Allahü Zülcelâl'in marifetini, edebini öğrenmede ihtiyacım vardır.” derdi.
Ebu Hamzatü'l Baydadî, İmam-ı Ahmed devresindedir. Ve İmam-ı Ahmed ilk zamanlarda oğlunu uyarır da: “Oğlum Abdullah, böyle kimselerin meclislerinde bulunma, çünkü bunlar ilimden yoksun işi dervişliğe vermiş kişilerdir yanlışlık yapabilirler.” derdi. Oğlu ise gidip gelmeye devam ederdi. Kendisi de durumu tetkik etmek istedi meclislerine gitti. Gitti ama gidiş o gidiş... Konuşmalarına mestü hayran oldu... Her şeyler yerli yerince... Namaz vakti namaz kılınıyor, vakti vaktinde... Boşa geçen hiçbir anları yoktur. Her anı değerlendiriyorlar. Bu halleri görünce hayran oldu. İşte böylece çokça gidip gelmeye başlayınca soruyorlar: “Sen bunlardan ne öğreneceksinki, soruyorsun?” diye. “Söylediğiniz doğru ama, onların fehmettiğileri gibi Marifetullahı ve edebi ben daha henüz fehmetmiş değilim ve buna ise ihtiyacım vardır.” buyuruyor. Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın “salihlerden sorunuz” hadisini zikrederdi...
İşte Ebu Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimi Sufi vs. o devrede idiler. Esasen ashab-ı kiramı (ra), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirmiştir. Tasavvuf nazar işidir. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sahabeyi bir odaya oturtup da 40 gün falan diye bir şeyler yoktur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın karşısında nazarına karşı bir saat bulundu mu sahabesi durumuna gelir ve aynı zamanda kalb perdesini de giderirdi. Kalbin üzerinde şeytandan gelen kir, pas gibi pürüzler ve perdeleri giderdikten sonra o zaman zaten gök alemlerini kalb basireti ile rahatlıkla seyredebilir. Levh-i mahfuzu görür, mevtaların halleri bunlara kapalı değildir. Zira Aleyhissalâtü vesselam öyle buyuruyor: Eğer kalbin üzerine şeytanın getirdiği perdeler olmasa esasen kalb basireti ile melekût âlemini seyreder. Evet bir kimse ehl-i küfür halde iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya geldi mi kalbler aynalar gibi karşı karşıya oldumu, Hak batılın karşısından yansıtma yaptı mı onun üzerindeki perdeleri yok eder. Onun için sahabeler her iki ilimde de (ilmü'z zahir, ilmü'l batın) Zül cenaheyn, iki kanatlıdırlar. Ama ne zaman ki; tabiin, tabiin, tabiin derken İmam-ı Ahmed devresinde Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimî Sufî vs. var oldular... O zaman âlimler ikiye bölündüler. Bir kısmı, dünya hevesi olanlar kadılık vb... istiyorsa meliklerle oturup kalkmaya ve akılları fikirleri fetva vermeye çalışır oldu... Tabiki gerçek tasavvuf ehli meliklerle falan oturup kalkmazlar. Ebu Hanife de İmam-ı Ahmed de kadılıktan kaçındıkları için neler çektiler neler!..
İLMİN İKİYE AYRILMASI
FÜRÛ-USÛL ve HAL-EDEB İLMİ
Onun için ilim ikiye bölündü. Birisi fürû' ve usûl ilmi diğeri ise hâl ve edeb ilmi... Tabi tasavvuf erbabı dünyayı sevmediler. “Bütün hataların başı dünya sevgisidir.” Hadisini bilenler ve hiç unutmayanlar için hataların başı dünya sevgisi ise sen de dünyayı seviyorsan senden ne hayır bekleniri düstûr edindiler. Böylesi olanın ilmi ne kadar yararlı olabilir? Dünya cife (leş) iken dünya, makam ve mevki sevgisi ile hırs ve tama' içinde ne elde edilebilir haktan ve hayırdan yana?
Gerçek âlimlerin iki vasfı vardır. Hem Allahü Zülcelâl'in kullarına hem de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine emin olarak gönderiliyor. Ama nasıl? Sultanların kapılarından içeri girmedikleri takdirde... Sultanların kapılarına heves edip varırlarsa hem hain hem de haramidirler. Onun için ilim iki şekilde ortaya çıktı. Edeb ve terbiye yönünden Rabbısına karşı devam ettirmek isteyen kişi dünya muhabbetini ne etsin? Çünkü iki zıt bir arada cem' olunmaz. Hangi muhabbet galip ise öbürü kaçar. İşte sufîlik böyle ayrıldı ve ortaya çıktı. Yoksa sahabede ikisi de bir kişide birlikte idi. Hem zahiri hem de batını ilim...
“Hem sûfî hem de dünyadan sakınmıyor, veya ilmi ziyade oldu ama zühdlüğü hiç artmadı ve dünyadan da sakınmıyor ise o zaman o ilim Allahü Zülcelâl'e yaklaştırıcı değil de uzaklaştırıcıdır” diyor. İki sınıfın ayrılması böyledir, padişahlarla birlikte olan kişi nasıl kâmil sûfî olacak. Hatta Sufyânî Servi “Bazen diyorlar ki, efendim ben oradayım da bazı mazlumlar gelirse yardımcı oluyorum falan... Sor bakalım Harun Reşid'in ya da ötekisinin arzuladığını durdurabilmiş midir? Bunlar sadece şeytanın desiseleridir.” diyor. Nitekim Halid-i Bağdadî Hazretleri de mektubunda belirtiyor ki: “Devlet senin keyfini arayacak diye bir şey yoktur.”
İşte gerçek tasavvuf ehli amir, ümerayı görmeden kendi hallerinde yaşadılar. Ve yine Şâfi (ra): “Tasavvuf ehli olanlar, ilmin başını, reisini almışlardır. Emrin tümü onların yanındadır. O ilim ise takvatullahu teâlâ'dır, Muhabbetullah'dır, Mârifetullah'dır. İşte onların yanında olanlar! Çünkü bir nesneyi çok severse hep onu anar, ona bakarsın. uhib olan habibini sevdiğini çok anar, diğer şeylere karşı kör ve sağır olurlar... Bunlarda da Muhabbetullah olunca diğer nesnelere karşı hem kör hem de samıt (dilsiz ve sağırdırlar. Zikirleri de hep Allahü Zülcelâl'dir. Bir kimsenin Tarik ehline karşı ciddiyetle saygısı, sevgisi ve inancı var ise o kimseden kendiniz için dua taleb ediniz. Çünkü o kimseler müstecab duadırlar. Duaları kabul olunur.” diyor.
İBRAHİM HAVVAS HZ. VE KALBİN BEŞ İLACI
İbrahim Havvas Hazretleri ise: “Kalbin ilacı 5 dir ki:
1- Kur'an-ı Kerim'i tedbirle okumaktır. Gereken saygıyı göstererek, mânâsını düşünerek okumak. Yoksa şimdilerde olduğu gibi de değil! Kur'an üzerinde cedelleşmek ise küfürdür. “Ahir zamanda; kâfir, münafık ve müminde aynı zamanda Kur'an üzerine cedel ederler” buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Tedbirle demek, halisane olarak. Allah kelâmıdır deyip saygılı ve tefekkür ederek tertil ile Allahü Zülcelâl'in bir sıfatı olduğunu bilerek okumaktır. Yok eğer manasını hiç bilmiyorsa o zaman hiç olmazsa Allah kelâmıdır ve azizdir diyerek saygıyla kıymet ve değer vermek lâzımdır.
2 - Batnın hali olması. Karnın aç tutulması gerek. Çok yemek zekâya ve anlayışa engel olur. Onun için ashab-ı kiram (ra) ancak ihtiyaç giderecek tarzda yerlerdi. Aşırı gitmezlerdi. Yemeninde hafif olması çok güzeldir.
3 - Gece Namazı: Gece kalkıp da teheccüd namazı kılmak.
4 - Gece yarısı seher vaktinde kalkıpta Allahü Zülcelâl'e tazarru etmek inleyip sızlamak. Allahü Zülcelâl seher vakti birinci semâya tenezzül eder. Tabi hâşâ Allahü Zülcelâl için yer tayini yoktur. Ama, tabi insan için o yücelere çıkma imkânı olmadığı için Allahü Zülcelâl tevazu' göstererek mağfiret sıfatları birinci göğe gelirde seher devresinde ahü emin edenleri, bir ihtiyacı olanları bekler ve dinler. Bu ise bize bir örnektir. Bu bir şefkat ve merhamettir. Seher devresinde bu harikalıklar olurken biz aslında alt üst edilmeye müstehak iken o sübyanlara (bebeklere), hayvanlara ve seherde inleyenlere bakıyor ki ne hataları vardır ki... İşte bu gibiler sayesinde, gelecek olan belâ ve musibetleri kaldırıyor üstümüzden...
5 - Bilhassa sûleha (salihler) ile meclis kurmak, onlarla haşrü neşr olmak. Çünkü Allahü Zülcelâl onların sayesinde de pek çok faydalara nail edecektir.
KAÇINILMASI GEREKLİ ÜÇ SINIF
Sehl ibn-i Abdullah: “İnsanlardan 3 sınıf vardır ki bunların sohbetlerinden hazer edip kaçınınız;
1- Gafil cebabirlerin sohbetinden kaçınınız ki; kendisi aslında gaflet uykusunda iken işi cebbarlığa vermiş ücûb ve gurur içindedirler ki onların meclislerinde oturmayınız.
2 - Mudahin olan kurraların sohbetinden uzak durunuz. Yani yaltakçılık yapan, nâme yapan, yalamalık yapan, bir dünya menfaati sağlamak için kendini beğendirmeye sevdirmeye çalışan mürâi olan kur'an okuyucularının sohbetinden uzak durunuz.
3 - Cahil mutasavvıfların sohbetinden de uzak durunuz. Tasavvuf adamı görüntüsü vardır ama cahildir. Kendisine bir tasavvuf lakabı takmıştır, etrafında avaneleri de vardır fakat kendisi tasavvuf ilminden bihaber ve mahrumdur. Cehalet içinde olanların kendisinden de sohbetinden de bir fayda gelmez isterse sakalı bir kucak olsun, gövdesi de dağ gibi olsun asla bir fayda getirmez!
Cüneydi Bağdadî Hazretleri: “Allahü Zülcelâl bir kulunu sevdiği ve hayrını dilediği zaman onu tasavvuf ehli olanlara ulaştırır. Mürid eder de hırs ve tama' sahibi ve mudahinin olan Kur'an okuyucularının ve mürâî âlimlerin sohbetinden men eder alı koyar. Tasavvuf ehline mürid kılar. Çünkü onlar ücûb, kibir vb. şeyleri bilmezler. Kendilerinde bir varlık da görmezler.
Bunlara mürid olan da edebi öğrenir ve hal sahibi olur. Mudahaneci okuyucu ile mûrâî olan alimin tama' ve hırsı olduğundan gözleri daima halkın üzerindedir. Riyakârdır, menfaatçidir ve yalamadır. Onun içinde Allahü Zülcelâl sevdiği kulunu bunların değil de dervişvâri ve kalender bir Allah dostuna iletiyor.
ابن آدم لك مانويت وعليك مااكتسبت وانت مع من احببت
Hadis Meali: “Ey ademoğlu, senin niyetine göre kesbedip kazandıkların lehine veya aleyhinedir. Ve sen sevdiğinle berabersin” Ey Ademoğlu, niyetine göre alırsın, kesbedip kazandığın niyetine göre sana yarar ya da zarar getirir. Bu dünyada kimi çok seviyorsan öbür âlemde de sevdiğinle beraber olursun. Onun için bir şey yapacaksan iyi düşün. Niyetin hâlisine değilse yaptığın hiçbir fayda getirmiyor ve aleyhinedir. Niyetin düzgün olursa lehinedir. Niyetine göre karşılığını alırsın.
اذارأيتم من يزدد فى الدنيا فادنو منه فانه يلقى الحكمة
Hadis Meali: Bir kimsenin dünyada zühdü olduğunu görürseniz o kimseye yaklaşın. Ondan zarar gelmez. Değil mi ki dünyada zâhiddir. Zira bu kimse Allahü Zülcelâl tarafından bir hikmet sahibi kılınmıştır ki;
يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا
(Bakara/269)
“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”
Allah dilediği kimseye hikmeti verir de kime hikmeti verdiyse çok çok hayırlar vermiştir.
انا شفيع لكل اخوين تحابا فى الله من بعثتى الى يوم القيامة
Hadis Meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: İki kardeş bu dünyada halisane lillahi başka bir gayeleri olmadan kardeşlik akdetmişler kardeş olmuşlar. Başka yakınlaşma sebepleri, hasebî, nesebî de yok, Allah için birbirlerini sevmişler. Bu iki kardeş birbirini Allah rızası için sevdiklerinden dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ilan ediyor: “Ben bir kere bu halde olanlara ba's olunduğum andan itibaren kıyamete kadar kimler birbirini Allah rızası için severse sevsin hepsine şefaatçi olurum.” buyuruyor. Gayeleri sadece ve sadece Allah rızasıdır. Bu ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vâ'di ve vasiyetidir. Çok muazzam bir müjdedir. Menfaat ve dalavere çevirmeden halis muhlis Allah rızası için kardeşlik yapanlara nimeti azimedir bu hadisi şerif...
انا جليس من ذكرنى
Hadisi Kudsî Meali: Allahü Zülcelâl buyuruyor ki: Beni kimler zikrederse ben onlarla otururum. Meclislerinde olurum. Beni zikredenlerin yanındayım. Çok harikadır bu...
VERÂ VE ZÜHD EHLİ
جلساء الله غداً اهل الورع والزهد فى الدنيا
Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kimler ki, bu dünyada verâ ehli ve zühd ehli olursa yarın kıyamet günü Allah Zülcelâl'in meclisinde yakınında olacak olan kimselerdir” Şart koşmuş verâyı ve zühdü... Verâ dediğimiz, haram şöyle dursun şüpheli olan şeylerden bile kaçınan, çekinen demektir. Ebu Bekin Sıddık (ra) öyle buyuruyor: “Bir çok helâl kapılar vardı ki biz onların (% 70) yüzde yetmişini şüpheye düşmeyelim diye terkettik.
اَلْاَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقينَ
(Zuhruf/67)
“Bu dünyada nice dostlar vardır ki o gün kıyamette düşman olurlar. Ancak muttaki olanlar bundan hariçtir.” Tabi bu dünyada dostlukların sebebi çoktur. Arbedeciler, derbederler, içkiciler, menfaatçılar vb. nedenlerle dostluklar kurarlar ve ayarlarlar. Allahü Zülcelâl ise ilan ediyor ki; Yarın mahşerde bu dünyada hiç birbirinden ayrılmayanlar, tamamen düşman olurlar da “sen sebeb oldun, yok sen sebeb oldun!” diye... Ancak muttaki olanlar, haramdan sakınan kimseler müstesnadırlar. Onların dostluğu ve kardeşliği devam eder. Cennette de yine buluşurlar sohbet devresinde... Şartı ise muttaki olmaktır. Diğerleri bugün burada sanki kardeş gibi nasıl hoş geçinip işe yaramaz işleri canla başla yaparlarken yarın kıyamette hiç geçinemezler ve birbirlerine düşerler. Buğuzluk başlar...
Nice Âlimde vardır ki muttaki olmaktan hep bahseder de kendisi hiç de uymaz, işte böylelerine cennete giden mensubları bağırıyorlar ki: “Ey üstadım biz senin nasihatlarınla irşadınla ve sayende cennete girdik ama senin ne işin var cehennemdesin?” derler de o kimse hasret çeker de: “Ah, ah! Ben söyledim sizler işlediniz de ben size söylediklerimi yapmadım ya!” der. Her zaman söylerim ya ilim çok kutsaldır, hoştur. Ancak ağırlığı ve sorumluluğu da vardır. Rabbımız bizleri ıslah etsin ve korusun... Âmin.
المرء على دين خليله
Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Kişi dostunun dini üzeredir. Yani kişi bu dünyada dostunu seçtiği gibi öbür âlem içinde faydası olacak kişiyi seçmesi lâzımdır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kişi dostunun dinine uyar, kişi dostu nasıl ise ona uyar.” buyuruyor. Çok kimseler düzgün iken birileri onları yoldan çıkarıyor. Çok kimseler de çapulcu idiler ama salihlerle beraber olup dostluk kurunca düzeldiler ve fevkalade hale geldiler. Sebeb nedir? Sohbet meselesi onlarla meclis kurdular.
المرء مع من احبه
Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kişi bu dünyada kimleri severse-yarın öbür âlemde de onlarla beraber olur.” Kim kimi severse kalbini kimlere bağladı ise yarın mahşerde de onunla beraber olacaktır. Kiminle muhabbeti olduysa onunla olacaktır. Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعِينَ ۞ وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ
(Şuara/100-101)
“Artık bizim için ne şefaatçiler (den bir kimse) ne de candan bir dost yok” Yarın mahşerde cehenneme giren kimseler tabi cehenneme bir çok kimseler girerler. Bazıları bir müddet sonra çıkabilir. Bazıları da hiç çıkamazlar. Tevhid ehli olanlar er ve geç çıkarlar. Ama nasıl çıkar biliyor musunuz? Tabiki cenneti ve cehennemi ehli olanlar doldurduktan sonra Allahü Zülcelâl Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e bir şefaat yetkisi vermiştir. Vakti geldiğinde Allah'tan öyle olacak ki, “Vah Muhammed, ah Muhammed ah Muhammed!” dediklerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sesi duyar. Tabi görüntüsü var. Cehennem ehli cennet ehlini gördüğünde ne büyük bir nimet olduğunun değerini biçemez. Çünkü cehennemin karşısında cennetin bitmez tükenmez nimetini görüyor. Tabi cennet ehli de cehennemin halini gördükçe nimet-i azimenin değerini anlıyor ve şükrediyor, işte cehennem ehli “ne yaptıkda bu hallere düştük” derler. Tevhid ehli cehennemde bazıları bir saat, bir gün, bir ay, bir sene gibi bazıları dünya ömrü kadar süreleri vardır. Onun için vakti geldiğinde hatırına gelir de: “Vah Muhammed, ah Muhammed” söylerler. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları duyunca: “Ya Rabbi, benim ümmetim bunlar” deyince Allahü Zülcelâl: “Ya Muhammed, senin tasarrufundadır. Şu kadar iman sahibi olanları hemen çıkar.” buyurur. Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat eder de çıkarır. Sonradan peyder pey Rasulullah'ın şefaatıyla çıkarlar. Arpa miktarı imanı olanı çıkar, buğday kadar imanı olanı hatta bir zerre miktarı imanı olana Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat edip çıkarınca cehennemde olan kafirlerin umutları kesiliyor. Biz burada nasıl sohbet ediyorsak halisane lillahi teâlâ muhabbetün fillahi alacak vereceksiz Allah rızası için sohbet ediyor isek yarın cennette de sohbet yerimiz “sûk-i muhabbet” vardır. Orada da inşallah Allah'ın izni ve inayetiyle böylece bir arada sohbet ederiz. Sohbet ederken de fikrimize gelir ki “filan kimseyi göremedik” diye hatırımıza geldiği anda “falan kimseyi göremedim özledim” dediği anda cehennemde bile olsa derhal gelir, derhal getirilir. Öyle ki, der demez cehennemden getirilir. Öyle ki cennetteki arzuladığın derhal olur, red yoktur, durgunluk yoktur. Fikrine getirdiğin hemen olur. Cennet ehli öyleki arzuladı mı hemen oluyor. Cehennemde olanı arzuladı mı derhal getiriliyor da bir daha geri dönmüyor. Bu şefaat değilde muhabbetlerinin sadakatlarının eseridir.
İşte kâfirler biçâre kalınca: “Vah ki bize sadık, hamim bir dost olup da bizi buradan çıkaran olmadı.” diyorlar. Halbuki bu dünyada Allah rızası için sevişenler hemen birbirini hatırlıyor da cehennemde olan hemen çıkarılıp tadilattan geçirilip derhal getiriliyor cennetteki kardeşinin yanına. Gayri müslim için ise çok müşkilat vardır. Ne peygamberleri şefaat edecek ne de sadık bir dostları vardır ki onları oradan çıkarabilsin.
Katâde (ra) buyuruyor ki: mutlaka ve mutlaka cennette taleb edecek kimseler karşılıksız Allah için birbirlerini sevenlerdir. Ama birisinin başka yaramaz halleri vardır da cehenneme girmiştir. Ancak, birbirlerini sadakatla, ciddiyetle sevdiklerinden iyi tanır ve unutamazlar ve hatırlarından da çıkmaz. Görmeyi de arzu ederler. Birbirlerini muhabbetleri celbeder. Menfaat ve şefaatleri olur birbirlerine... Birisi umar, öbürüsüde hatırlar.
HİKEM'DEN BEYİTLER VE NEFSİNDEN RAZI OLMAK
Hikem sahibi öyle buyuruyor:
ولان تصحب جاهلاً لا يرضى عن نفسه خير لك من ان
تصحب عالماً يرضى عن نفسه، و فاى علم لعالم يرضى عن
نفسه؟ واى جهل لخاهل لايرضى عن نفسه؟
)حكم بيت (35
Eğer cahil ümmî bir kimse ile sohbet edersen ama bir şartla kibirli gururlu değil bencilliğide yoksa kendi nefsinden de razı değil ise, nefsinin esiride değil edebli ama câhil ise işte bu kimse ile sohbet etmek, âlim olupta kibirli gururlu benlik sahibi ve kendi nefsinden razı ve onun emrinde esiri olmuş olan âlimle sohbet etmekten çok daha iyi ve faydalıdır. Böyle olan câhilin sohbeti böyle olan âlimin sohbetinden daha iyidir. Çünkü böyle olan âlim, nefsinden razı benlik sahibi... Ötekisi ise nefsini ortaya atıyor acziyet sahibi enâniyeti falan yoktur. İşte böylesi cahilden zarar gelmez de böylesi âlimden zarar gelir. Bu nasıl âlim ki öyle diyoruz ki nefsinden razı... Bu nasıl câhil ki, câhil deriz ki nefsinden razı değil...
اصل كل معصية وغفلة وشهوة الرضا عن النفس واصل كل طاعة ويقظة وعفة
عدم الرضا منك عنها
)حكم بيت 35 (
Tüm masiyetin gafletin ve şehvetin aslı esası nefsinden razı olmaktır. Tüm taatin, yakazanın (uyanıklık) ve iffetin (afiflik temizlik) aslı esası ise senin nefsinden razı olmamandır. Bir kimse nefsinin esiri oldu mu, nefsi mâsiyet gaflet ve şehvete koşturur ve yaptırır normal hali budur. Yine nefsinden razı olmayanlar onun keyfine göre olmayanlar taat, yakaza ve iffete yönelirler...
لا تصحب من لاينهضك حاله ولايدلك على الله مقاله
Haliyle seni ayağa kaldırmayan söyledikleriyle de senin için Allah'a yol gösterip kılavuzluk yapmayan kimse ile sohbet etme. Yani, durumu hali konuştuklarıyla Allahü Zülcelâl'e delâlet gösteren kılavuzluk eden, yetiştirici, hal sahibi değilse Allahü Zülcelâl'i hatırlatıp tefekküre sevketmiyorsa onunla sohbet etme. Ama, kendi de öyle bir hali var ki hayran oluyoruz hallerine. Hali böyle iken kavli de daha dahada Allahü Zülcelâl'e seni sevkediyorsa, kılavuzluk ediyorsa ve Allah'a yaklaştırıcıysa ne âlâ ve onunla sohbet et... Yoksa, hali ve kavli bozuk kimsenin yanındanda geçme...
İşte bu zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler ki onlar, emren ve tergiben bizim Allahü Zülcelâl ve onun Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne ulaşmamız için, doğru yolu görmemize delillik, kılavuzluk etmektedirler.