İMAMI RABBANİ HZ.LERİNİN 171. MEKTUBU

 

Aziz Kardeşlerim:

Bu bölümde de Mubârek İmâmı Rabbâni'nin mektûbatında İmâmı Tahiri Bedehşi'ye yazmış olduğu 171. Mektubu üzerinde duracağız. Zîra bu mektubun çok fâideli ve uyarıcı bir durumu vardır.

Esâsen mürşidlik hakkında, mürşid diye bağlanacağımız zât hakkında onda bulunması lâzım olan evsaf hakkında gerekli malûmatı veriyor. Bizim de öteden beri Şeyhimizde vasıflandırdığımız aynı vasıflar ve aynı tez olduğunu görmekteyiz. Mürşidin nasıl olması gerektiğini, şeklini ve şemâlini, sîret ve durumunu hangi tezi seçmesi gerektiğini îzah ettiğinden fâideli olacağını umarak size bu mektubtan bahsetmeye çalışacağız.

Hattâ mürşid hakkında bahsettikten sonra mürşid ile mürid arasında câri hâdiseleri de açıklamıştır. Bu husus hakkında da kısaca duracağız. Bunları anlatmamızdaki gâye İmâmı Rabbâni'yi meth u senâ etmek değil, çünkü o bundan müstağni durumdadır. Zira Allahü Zülcelâl onu ve onun kardeşlerini ve böylesine zâtları mevhibi ilâhisi ile mücehhez kılmıştır. Kerem ve ihsânını bol vermiştir. Tercüme hallerini okuyanlar bilirler. Bunlara inancımız ve itikadımız tamdır. Bunda hiç şüphemiz yoktur.

 

TASAVVUF EHLİ İÇİN İLMİN GEREKLİ OLUŞU

 

Ancak bâzıları bunu inkâra kalkışarak, zaman târikat zamânı değil, devir târikat devri değildir diyorlar. Halbuki târikat dediğimiz şey evvelâ ilim, sonra âmel, sonra da hakîkattir. Yâni insanoğlu sorumlu olduğu şeyi evvelâ bilmesi öğrenmesi gereklidir. Bu ilimdir ve şarttır. Zâhirî ilimleri öğrenmek lâzım ve bu ilmi öğrenmek mecbûridir. Bu ilimde farzı ayın olan miktârı olduğu gibi, farzı kifâye olduğu miktarı da vardır. Bu ilmin bilinmesi gerekli olan farz yönleri ve miktarları olduğu gibi vâcib, sünnet ve müstehab olan yönleri ve miktarları da vardır. Esâsen ilim her fert üzerine farzı ayındır. Ama bunun bir miktarı, bir haddi hudûdu vardır. Bu miktar herkes için aynı değildir. Üzerine farz tahakkuk ettiğinde namaz kılacak kadar ilim ve namaz hükümlerini bilmek, öğrenmek herkes üzerinde farzı ayındır. Zekât vereceği bir devreye gelindiğinde onu da nasıl ve ne kadar vereceğini bilmesi farz-ı ayındır. Oruç hakkında da gerekli olan hususları bilmesi farzı ayındır. Yâni kişinin sorumlu olduğu, kendisine âit hususları bilmesi lâzımdır. Bu ilim herkese farz-ı ayındır.

Fakat bir belde de ihtiyaç duyulduğunda kendisine başvurulması için dinî hususları çok iyi bilen, usul ve fürû'a vâkıf, fetvâ makâmında olan bir fâkihin bulunması farzı kifâyedir. Nasıl ki namaz kılabilecek kadar ilim sâhibi olmak, fâtiha ve diğer zammı sureleri bilmek her ferde farzı ayın olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'i baştan sona kadar ezberlemek de bir beldede bir kişiye farzı ayın, diğerlerine ise farzı kifâyedir. Yâni o beldede bir hâfızın bulunması ile diğerlerinin üzerinden hâfız olmak sâkıt olur. Diğerlerinin hâfız olması şart değildir. Kendi namazını kılabilecek kadar ihtiyacı olan zammı sureler Fâtiha ve diğerlerini öğrenmek farzı ayındır.

Hülâsa ilim bu, bu ilmi öğrendik. Bu ilmi öğrenen âlimler, bu ilimleri ile âmil olmadıkları takdirde bu ilim kendi aleyhlerine hüccettir. Yarar değildir. Allahü Zülcelâl bunun hesâbını sorar. Bilmeyene bir defâ sorar. Kulum niye öğrenmedin diye. Fakat ilmi olup da âmil olmayanlara da yedi defâ sorar. Hattâ bu soruş öylesine celalli bir halde olur ki âdeta yüzlerindeki etleri dökülecek hâle gelir. Nasıl ki vâizlerin vaazlarında "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?" diye âyeti kerimeye dayanarak söyledikleri gibi, Allahü Zülcelâl'in huzûrundaki sorguda aynı değildir. Bilip de âmil olmayanların sorgusu bir olmayıp bilenler çok daha sorumludur. Bu sebeple burada okumayalım, âlim olmayalım şeklinde bir teşvik yok, bunu demek istemiyoruz. İlim Allahü Zülcelâl'in sıfatlarından bir sıfattır. Cennete girileceği zaman şehidler, gâziler, âbidler velhâsıl cennete girecek olan bu vasıflara hâiz şahsiyetlerin, biz cennete girmeyi hak ettiğimiz fiilleri yaptık, ama bunu âlimler öğretti bize, biz bunları lâzım diyecekler. Çünkü biz onların sâyesinde bunları bulabildik, diyecekler. Bir de ayrıca âlimlere, "durun bakalım, sizin bir de şefaat etme yetki ve hakkınız vardır," denir.

Zîra şefaat etme yetkisi evvelâ enbiya, sonra ulemâ, daha sonra da şehidlere âittir.

Hülâsa İmâm-ı Rabbâni Hz. mektub sâhibine yâni Tahiri Bedahşi'ye şöyle buyuruyor ve uyarıyor:

اعلم ان اللازم لامثالنا الفقراء اختيارالذل والافتقار

Yâni, ey oğul, bil ki bizim gibi ve bizim emsâlimiz olan fukara zümresinin sorumlu olduğu şu vasıf ile vasıflanması şarttır. Nedir acaba bu Vasıf? Bu vasıf zillet ve iftikar'dır. Yâni zillet ve fakriyattır. Bu vasıf ile vasıflanmaları lâzım ve bu yöntemi kullanmaları lâzım. Hz. Şâhı Nakşibend de, "Biz ne bulduysak meskenet, fakriyyat, acziyet ve zillet yolunda bulduk." buyuruyor.

Mubârek Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsâmeddin Ks. dahî Şeyhimize yazmış olduğu icâzetnâmenin sonunda diyor ki "Hâdimu'l-Fukara Ali." Yâni fukaraların hizmetçisi Ali, sâdece Hâdimu'l Fukara diyor. Başka bir unvan kullanmıyor. Seyyid, şeyh, ğavs gibi hiç bir debdebeyi kullanmıyor. Bizim Şeyhimiz de bu fakire yazdığı mektubunda "Siirt'in Doğan Mahallesinde oturan Alâaddin Aydın." diyor. Sâdece adı ve soyadı başka hiç bir vasıf kullanmıyor. Sâdece bu.

 

Aziz Kardeşlerim,

Seyyid Ahmed-Er-Rufâiyi, Gavsu'l Âzamı ve diğerlerini araştırın, umûmiyetle fakriyyat ve zillet ile yollarına devam etmişlerdir. Yolları budur. Zîra bu yol Hakk'a varan, Hakk'a giden yoldur. Bu yolda bunun dışında başka bir nesne geçersizdir. Bu yolda makam, mevkii, fazla mal-mülk servet, debdebe, fazla ilim sâhibi, fazla ibâdeti varmış, bunların fazlalığı, yâni bu işlerin çokluğu ile övünülmez bu yolda. Arbedelerin hepsi geçersizdir bu yolda. İlmin, ibâdeti fazlalığı bu yolda pek geçerli değildir. Çünkü ittihaz ettiğiniz yol, azm ettiğiniz yol Hakk Teâlâ Celle Celaluhu'nun kapısına varıyor. Allahü Zülcelâl'in kapısında ise rütbe, makam, mevkii, ilim, amel ile gitmek, bunlarla ona ulaşmak geçerli değildir. Cenabı Hakk bu gibi şeylerden müstağnidir. Bu yolda kulluk vasfı ile, kul olma vasfı ile vasıflandığın an Allahü Zülcelâl'in rızâsını celbedersin. Muhabbetini celbedersin işte o zaman.

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ

(Tevbe / 60)

Zira Allahü Zülcelâl sadakaları fikir ve miskinlere tahdit etmiştir. Bunlara tahsislidir. Her ne kadar âyeti Kerime zekât ile Alâkalı olsa da Allahü Zülcelâl'in fazlu keremi ve ihsanı da bu gibi yöntemlerle veriliyor. Yoksa arbede ile giden; ilmine, ameline, rütbesine güvenerek gideni icâbında kabul bile etmez. Allahü Zülcelâl'in ikrâmı, ihsanı şöyle dursun, bu gibi vasıflara güvenip o kapıya varanı icâbında reddeder. Onu için kul vasıfları ile Allahü Zülcelâl'in sıfatları arasında mutlaka tahdid vardır. Allahü Zülcelâl kul sıfatı ile vasıflanarak gelen insanı sever, kul sıfatı ile geldiği zaman da ikrâmını esirgemez. Ama rubûbiyet vasıflarından her hangi bir tânesi ile vasıflanarak geleni ise kesinlikle sevmez. Bu gibi halden hoşlanmaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Teadde" liği sevmez.

والله لايحب المعتدين

bu benzeri âyetler çoktur. Cenâb-ı Hakk teaddeliği (yani haddini aşanları) sevmez. Nitekim bâzı zâtlar diyorlar ki: "İslâm dini beş esas üzerine binâ edilmiştir. Eğer altıncısı olsaydı o da haddini bilmek olurdu."

 

Hulâsa Kardeşlerim,

Sâdât-ı Kiram efendilerimizin tamâmı bu yöntemi kullanmışlardır. Hattâ Şeyhimiz de öteden beri anlattığımız gibi vasıfları hep bu yöndedir. Esâsen gerçekten Meşrebi Sıddıkıye budur. Zîra Hakk kapısında bu minval üzere olunursa, işte o zaman terakkiyat mümkün olabilir, terekkiyattın olabilmesi için meskenet içinde, fakriyyat ve zillet içinde olmak lâzım ki bu mümkün olsun. Hattâ mektubta devamla buyuruyor ki:

والتضرع والالتجاءالى الحق

Tazarru ve iltica ettiğin yol, kastettiği yol, Hakk yoludur. O yola giderken hatırından, hayâlinden Hakk'ın gayrisi ne varsa çıkaracaksın. Hatırında hayâlinde sâdece ve sâdece Hakk Teâlâ Celle Celâluhu olacak. Hakk yoluna yakışmayan mâsivâyı, niyyet ve hayâlinden tamâmen atacaksın. Zîra o yola mâsivâ yakışmaz. Hakk ve subhânehu ve teâlâya giden yolun başlangıcında evvelâ ilmen çalışırsın, sonra târikat yoluyla cehd u cühûd edersin.

Zira Rabbü'l-Âlemin:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا

(Ankebut / 69)

"Kim ki bizim yolumuzda cehd u cühûd ederse hidâyete erdirir, yolumuzda onlara teshilât gösteririz." buyuruyor.

Yine:

من جد وجد

"İnsan cehd ederse yâni ciddiyetle ararsa, girerse, yürürse aradığını bulur." denilmiştir. Onun için Hakk yoluna giden, o yolda yürüyen kişi başta fakriyyat ve zilletle yürür, ve böylece tazarru ve iltica ile Allahü Zülcelâl'e iltica ederek Hakk kapısında Hakk yolunda giderse, işte o zaman Hakk'a varabilir. İşte o zaman ihsan makâmına varabilir. Bu makam ihsan makâmıdır.

İhsan makâmı daha önce de anlattığımız gibi:

الاحسان ان تعبدالله كأنك تراه فان لم تكن تراه فانه يراك

İhsan makâmı esâsen Şühûd hâlidir. İbadet ederken Allahü Zülcelâl seni, sen de Allahü Zülcelâl'i görürcesine ibâdet etmektir. İbâdeti böyle yapmaktır. Durum böyle olunca mâsivâ kişinin kalbinde, hatırında, niyetinde olmaz. Olması da asla yakışmaz, olmaması gerekir. Çünkü huzûrunda bulunduğun Azimu'ş-şan olan Allah (Celle Celâluhu) Her şeye kâdirdir. Her ne ihtiyacın olursa onu karşılama, verme, ihtiyacını giderme gücüne sâhibtir. Dünyâda ve âhirette her an, herşeyi kendisine muhtaç olduğumuz her soluk alıp vermede kendisine muhtaç olduğumuz Allah (Celle Celaluhu) Kâdiri mutlaktır. Böyle olunca mâsivânın kalbte, niyette ne işi var ki? Yakışmıyor ki hâşâ. Mâsivâ, kişinin yolunu hedefini durdurur, saptırır. Onun için Hakk yolunda yürüyen, Hakk'a yürüyen kişinin bu şekilde olması lâzım. (İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor ve diyor ki:)

والاء نكلسار داءماً

Dâimâ kalbin kırık olacak. Yâni dâimâ mahzun bir durum olacak kalbinde. Çünkü, mü'minin kalbi dâimâ yaslı bir halde olmalıdır. Kalbler dâimâ inkisarlı, kederli bir halde olmalı. Allahü Zülcelâl'e karşı hakkıyla ubûdiyeti yapamadığımızdan müteessirlik ve bundan dolayı üzüntülü bir hâli olması lâzım. Çünkü imtihan sahasındayız. Bu inkisarlık ve mahzunluk cennet ve cehennemden dolayı değildir. Rızâi İlâhiyeyi tahsil bakımından Rabb'imizin muhabbetini celbedelim derken, hedefinden saptırır mı? Rızâ-ı bâriyi tâhsil yönünden muhabbeti ilâhiyi celbedeyim derken acaba gadabı ilâhiyyeye dûçar mı oluruz endişesi içerisinde kalbi kırık ve mahzun olmalı. Zîra bir çok haller var bu yolda. Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz.

İşte Şeyhu'l Hazin'e "Hazin" diye buyururlar. Esâsen Hazinlik rütbesini, künyesini alabilen bir kimse... Şeyh Muhiddin-i Arabi, bu rütbenin üstünde bir rütbe aramak muhaldir, diyor. Yâni hazinlik rütbesinin üstünde bir rütbe yoktur diyor.

 

Hülâsa; İşte mürşidin bidâyeti ve nihâyeti, yâni başlangıç ve varabileceği yere kadar bu sıfatlarla vasıflanması lâzım. Böyle olursa o mesâfeyi katedebilir. Çünkü böylesine bir hal Rızâi İlâhiyi, Muhabbeti İlâhiyeyi celb eder. Bu hâlde olursa kişi, Allahü Zülcelâl onu ehli ictibâ, ehli istifa eder. Ne kadar böyle aciz, fakir, inkisar, ve tavâzu hali bu minval üzere olursa Rabb'imiz merhâmetini celb eder. Bu hal terakkiyâtı mümkün kılar. Böyle bir durumda keşfiyat olduğu gibi daha üstünde şühud hâline gelir. Hattâ makâmı ihsan durumuna gelir.

İmamı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

واداء وظاءف العبودية والمحافظة على حدود الشريعة ومتابعة السنة السنية على صحبها الصلاة والسلام والتحية

İşte o zaman ubûdiyyet vazîfelerine gâyet dikkatli olacaksın, hatta şeriatı ğarranın hududlarına harfiyyen riâyet edeceksin, bilhassa Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine harfiyyen tebaiyyet (tâbi olma, uyma, arkası sıra çekme) göstereceksin. İşte bu hâle gelen bir kimse Allah'tan gayrısını görmez, mâsivâdan ayrı kalmış demektir. Nasıl olur da bu haldeki kişi ubûdiyetinde bir eksiklik bırakır. Şeriatı ğarranın hududlarına nasıl olur da tecâvüz edebilir. Çünkü bu Allahü Zülcelâl'in emri, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in tertibidir. Allahü Zülcelâl emretmiştir. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i de ahkâmları tertip ve tanzim etmiştir. Bu şekilde Âyet ve Hadislere dayalı olan şeriatı ğarraya harfiyyen uyar ve tatbik eder. Hududlarına riâyet eder. Kulluk vazîfesini yerine getirmek için gücü ve kuvveti nisbetinde çalışır. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine ittiba (uyma, arkasından gitme) ile de Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e de ümmetlik vazifesini hakkı ile gücü nisbetinde yerine getirir.

Allahü Zülcelâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e karşı muhabbet olunca ve böyle bir muhabbetle vuslat ve irtibat kurunca kendisini dâima Rabb'imizin nazarı altında olduğunu bilen, dâimâ Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in rûhaniyyetinin hükmü altında olan bir kimse şeriata ve sünnete muhalif düşünemez. Hâşâ.

İşte İmamı Rabbani, hakîkî mürşid bu minval üzere olacak diyor. Zîra kendisi bu hâle sâhibtir ki, bu şekilde olması gerektiğini görüyor ve müşâhede ediyor ki bu şekilde ilân ediyor. Bu hususları belirttikten sonra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e salât ve selâm getirerek mektubun devâmında şöyle buyuruyor:

وتصحيح النيات فى تحصيل الخيرات  وتخليصى البواطن وتسليم الظواهر

Bu sünnet meselesine gelince: Ehli tarik, şeriatı ğarranın hududlarına ve sünneti seniyyeye çok riayet ederler. Bâzı şaşkınların, târikatın ne olduğunu idrak edemeyen zavallıların dediği gibi ehli tarik, şeriat ve sünnetin dışında yaşayan, şeriattan çıkan, ona gerek duymayan bir topluluk değildir. Allahü Zülcelâl bizi de böylesine şaşkınlardan bu gibi mürşidlerden korusun. Âhir zaman fitnesinden bizleri emin eylesin. Âmin...

Halbuki şeriat, Allahü Zülcelâl'in emri ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in nizâmnâmesidir. Çok ihtimam ve saygılı olmak lâzım. Şeriatı basite almayalım. Çünkü, şeriat ve tarikat birbirine zıt şeyler değildir.

Hatta İmamı Malik Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:

من تفقه ولم يتصوف فاليتفسق  { ومن تصوف ولم يتفقه فاليتزندق  

Kim ki, tasavvufa kalkışırda, tasavvuf yolunu tutarda, fakat fıkhı yoksa bilsin ki zındıkadan hali değildir.

Bir kimse sadece fıkıh ilmi okur da tasarruftan haberi yoksa, tasarrufa ihtimam etmiyorsa, tasavvuf edebiyatından haberi yok ve bu yönde mütalâsı yoksa, bilsin ki fısktan hâli değildir. Çünkü inkarcıdır. Enaniyet sahibidir. Fehmedemediği şeyi edebi öğrenmek lâzımdır. Çünkü edebi bilmeden öğrenilen ilim hiçbir şeye yaramaz.

Abdullah İbni Mübârek'in buyurduğu gibi: İlmi öğrenmeden evvel en önemlisi edebi öğrenmektir. İlmin fayda vermesi için edebi öğrenmek şarttır. Kim ki edeb ve fıkhı öğrenmeden tasavvufa kalkışırsa, tasavvuf yoluna girerse bilsin ki Zındıkadan hâlî değildir.

Onun için ehli tarik:

من تفقه وتصوف فااليتحقق

Yani hem fıkıh bilir, hem tasavvufa girer, ikisi de olursa o zaman hakikat ehli olur, hakikat ehli budur. Çünkü fıkıh da lâzım tasavvuf da lâzım. Esasen hem ibadeti, muamelâtı, akvâlini, hâl ve harekâtı öğrenmek lâzım. Aynı zamanda bunlar ila hallenmek lâzımdır. İşte bu bildikleri ile hallenmek de tasavvuftur. Tasavvuf onun halidir. Mesela: İmamı Rabbani'nin anlattığı zillet, iftikar ve benzeri haller, ki bu haller kesinlikle zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet göstermek değildir. Hâşâ İmamı Rabbani'nin anlattığı o fakriyyet ve zilliyet hâli ancak ve ancak Hak kapısında ve Allahü Zülcelâl'e karşıdır. Yoksa (Allahü Zülcelâl'den başkasına boyun eğmek, onun önünde halden hale girmek değildir.) Allahü Zülcelâl'den başkası olursa, onların karşısında azizdir.

Bir defâsında Hasâni Basriye demişler ki : "Efendim, sizde biraz kibir eseri görünüyor, biraz kibirli hâliniz var." O da buna karşılık diyor ki: "Hayır, bizde kibirlilik yok Elhamdulillah, bizde azizlik var." Azizlik ise:

وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَٰكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ

(Münafıkın / 8 )

Yâni, İzzet Allahü Zülcelâl'indir, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'indir ve mü'minlerindir. Mü'minler azizdir. Devlet kapılarında, makam, mevkii sahihlerinin karşısında, zenginlerin karşısında tevâzu, bunlar kendisine azizlik getirmez. Tam aksine zillettir. Bunlara karşı tevâzu, insanı aziz kılmak şöyle dursun, tamâmen rezil ve rüsvay eder. İmâmı Rabbânî'nin kastı sâdece ve sâdece Hakk kapısında ve Hakk'a karşı iftikâr ve zilletliktir. Çünkü, Hakk kapısında zelil bir halde bulunmak aslında azizliktir. Başkalarının kapısında zelillik ise rezilliktir. Onun için bu husûsu çok iyi anlamak lâzım. Yoksa öyle her yerde devlet ricâline, zenginlere her olur olmaz yerlerde tevâzu göstermek, böylesine bir görüntü sergilemek izzete değil, rezâlete sürükler insanı.

Rasûlullah'ın Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyurduğu gibi:

من تواضع لغنى لأجل الغناء ذهب ثلث دينه

Kim ki, bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dininin üçte biri gider. Allah korusun, dîninin üçte biri kaybolur. Bunu iyi anlayalım, yanlış fehmetmeyelim. Allah dostları, böyle makam sahiplerine karşı azizdirler. Hakk kapısında zillet ve iftikâr, halk kapısında ise aziz hâlindedirler. Fakriyyat ve zillet işte budur, böyledir.

Şeriata ve Sünneti Seniyyeye ittiba ve riâyet ise, sanılmasın ki ehli Tarik, şeriat'a ve sünnete muhaliftir. Ehli tarik, bu ikisinde zerre kadar dahi muhaliflik görse, bu muhalifliği katiyyetle hoş görmezler.

Ubeydullahi Ahrar buyuruyor ki:

"Rabbim bana yüz kerâmet verse, bu kerâmetlerde şeriata karşı zerre kadar muhaliflik görsem bu muhalifliği kat'iyyetle hoş görmem ve bu kerâmetlerden Allah'a sığınırım. Ama hem kerâmettir, hem de şeriata uygun görülüyorsa bunu Rabbimin bir nimeti olarak kabul eder, Rabbimin kerem ve ihsanına teşekkür ederim" diyor. Yani tarikat, şeriata muhalefetin bir şekli ve yolu değildir. Tarikat ehli, şeriatın harfiyyen tatbikine çalışır. Sünneti seniyyeye riâyet eder. İşte bu şekilde oluşa bu yolda terakkiyât hasıl olur.

Zira Âyeti Celile:

قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي

(Yusuf/108)

"Habibim, söyle, ben ve bana tâbi olanlar Allah'ın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederiz." Yani ben ve bana tâbi olanların davet metodu da aynı şekilde basiret üzeredir. İşte Mürşid de kâmil bir mürşid olunca basiretli bir şekilde davet eder. İlim sâhibi olur, onunla âmel eder. İşte onun bu hâli tarikattır. Terakkiyatın husulü bu yöndendir. Terakki edebilmenin en güzel yolu budur. Bu hali Rabb'imizin rızasını celb edince o zaman Allahü Zülcelâl ikram ve ihsanını esirgemez. Bundan dolayı da onu ihlâs sahibi kılar.

 

İLİM - AMEL - İHLAS

Âmel ilimsiz olmaz. İlimle âmel etmek kâfi değildir. Âmelin de ihlâslı olması lâzımdır. İşte bu makam, makâmu'l-ihsandır. İnsan bu makâma gelince ki bir Hadisi Kutsî'de bu makam hakkında şöyle buyuruluyor:

الا خلاصى سر من اسرارى اقذفه فى قلوب من احببته من عبادى

Yani: "İhlas benim sırlarımdan bir sırdır. Kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim." Burada kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim buyuruyor. İşte insan bu seviyeye gelip ihlâs sâhibi olunca o zaman halâs olur. Böyle oluncada İhlâs değil halâs olur. Halâs ise kurtuluş demektir. Kalb kendine teslim olmuştur. Kalbi selim sâhibi olmuştur. Envâri ilâhi ile mücehhez olmuş. Kalbde böyle hâkimiyet kuruncada bu hâle gelen kalbte mâsiva tamâmen yok olur.

الظدان لايجتمعان

Zîra iki zıt bir arada cem olmaz. Bundan dolayı o kalbin, mâsivâ ile olan irtibatı tamâmen kesilmiştir. Bu hâle gelen bir kalb sâhibi mürşidi kâmil durumuna gelebilir. İşte mürşidi kâmiller böyle kalb sâhibidirler. Onların yolu ve o yoldaki tezleri böyledir. Bu yoldan giden ve bu şekilde olanlar mürşidi kâmil olabilir.

İmâmı Rabbânî Hz. mürşidi kâmilin nasıl olması gerektiğini, onda bulunması gerekli vasıfları ve nasıl bir yol tâkip edeceğini anlatmaya devam ediyor. Kendisi gibi fukara ehlinin, ki bu zâtlar kendilerinden hep fukara diye tâbir ederler (daha önce izah etmiştik), bu yolda hedeflerine varabilmek için zillet ve iftikarı seçmeleri ve Hakk kapısında en geçerli işin bu olduğunu beyan buyurmuştu. Dolayısıyla buradaki zilletden gâye, kula kula olmak değil, aziz ve gani olan Allahü Zülcelâl'e karşı zillet olduğunu söylemiştik. Zira Allahü Zülcelâl aziz ve ğanîdir. Böyle olunca kulun da zelil ve fakir olması gerekir. Toprak ile Rabbul erbab karşı karşıya gelince,

رب الارباب والتراب

bu ikisi karşılaştığında böyle bir hâl meydana gelir. Çünkü biri yâni Allahü Zülcelâl Rabbu'l-Erbab, diğeri kul ise turab'tır. Rabbu'l-erbab ve't-turab.

وتخليصى البواطن وتسليم الظواهر

diye buyurmuştur. "Vet tadarru ve ilticâu ile'l-Hakk Celle Celaluhu Subhânehu teâlâ." Peki tadarru ve iltica' ve Hakk yolunda olan bir kimse başka bir kimseye baş vurur mu? Yanlış olur zâten. Tabi kimin yolundaysa O'na başvurur. Hakk yolcusu tadarru ve ilticasını Allahü Zülcelâl'e yapar. Zira Allahu Zul-Celâl yolunda olan kimse hedef saptırdığı takdirde duraklama olur. Onun için iltica edeceksin, tadarru yapacaksın, herşeyi ondan bekleyeceksin. Bu minval üzere müşâhede ederse Allahü Zülcelâl hoş görür ve daha da rahmetini ve rızâsını celb eder. Yolunda bu hal sâhibi olacaksın. Aynı zamanda mübârek şöyle buyuruyor:

والانكساردائما

Dâimâ kalbin kırık, mahsun durumda olmalı. Kalbinde bir varlık hissetmek değil de yokluk acziyet ve zillet içinde kalbi de gayet mahsundur. Çünkü mü'minin kalbinde dâimâ yas eden bir nesne vardır, dâimâ mahzun ve kederlidir. Ama münâfık kalbinde sanki düğün yapılıyor. O sebeble İmâm-ı Rabbânî mü'min kalbini öyle vasıflandırıyor. Böyle olmasını tavsiye ediyor. Hakîkaten mü'min kalbi mahzundur neden zira mü'min hiçbir zaman hüzünsüz, kedersiz olmaz. Zîra bu dünyâ imtihan diyarıdır. Veyâhut ta kendisinin revan olduğu Hakk yolunda tard mıdır veya kabul müdür? Bir çok haller var bu yolda. Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe, imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz. Mübârek devam eder.

واداءوظائف العبو دية رالحافظة على حدود الشريعة و متايعة السنة السنية على صاحبها الصلاة والسلام التحية

Ubûdiyyet vazîfelerini harfiyyen muhafaza etmelidir. Aynı zamanda şeriatı ğarranın hudûduna uygun olarak. Rasulullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine de mütebeat, tâbi olmalı, belirtmeli. Filhakika Hakk yolunda revan olan bir kimse Allahü Zülcelâl'in dâimâ murâkabesi altında yürüyen, revan olan ubûdiyyete bir kusur mu eder? Bu mümkün müdür? Çünkü; hayâlinde, kalbinde, rûhunda hep Allahü Zülcelâl... Böylece Allahü Zülcelâl'in istilâsında olan ubûdiyyette noksanlık yapamaz. Esâsen noksanlığa gaflette olunduğu için cesâret edebiliyor. Ama bu misillu kimseye asla cür'eti yoktur hâşâ. Çünkü dâimâ Rabbısını aceba kabûliyet mi etti, yoksa tard mı etti düşüncesindedir. Rabb'ısına her an ilticada olup beşeriyetin gücü nisbetinde şeriat-ı ğarraya çok ihtimam ederler. Hudûduna riâyet ederler. Kimin huzûrunda olduğunu bilir, Şeriat-ı ğarrada noksanlık yapmamaya çalışır. Aynı zamanda Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'ın Sünnet-i seniyyesine de tâbi olur. Allahü Zülcelâl'i seven O'nun Rasûlünü sevmez mi? Habîbinin sünneti seniyesine de yine Allahü Zülcelâl'in Habibi diye aynı kıymet de değeri verir. Harfiyyen uymaya gayret eder.

تصميع النيات فى تهصل الخيرات و تخليص البواطن وتسليم الظواهر

Yâni yapılan hayratta (hayırlı işler) niyetini sağlam ve hâlisâne yapması gerekir. Zîra hâlisâne yapılmayan ibâdetler geçerli değildir. Mâlî, bedenî her ne çeşit hayır ve ibâdet olursa olsun, Allah katında geçerli olabilmesi için niyetin tam ve hâlisâne olması lâzımdır.

Çünkü Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

لايقبل الله عمل العبد الا ما خلصىله

Yani "Kulun ameli hâlisân, Allah için olmadıkça Allah onun amelini kabul etmez."

Çünkü Rabb'imiz bizden hulûsu (Hâlislik, saflık, doğruluk, yalan ve hileden uzak olma) kalb ile ibâdetin hâlisâne olmasını ister. Zîra Rabbimiz kulun kalıbına bakmaz, kalbine bakar. Kalbinde hâlisâne bir hal varsa, o ibâdet ve hayır Allah için yapılmışsa ancak o zaman geçerli olur, yoksa nifaktır. Allah korusun. İşte İmâmı Rabbânî'nin,

وتحليص البواطن

"Kalbinizi halâs duruma getirin." demesi de bundan dolayıdır. Çünkü Kalb imamdır. Kalıp ise cemaattir. İmamın namazı sağlıklı ve ihlâslı olursa ona tâbi olan cemaatın namazı da tam ve sağlıklı olur. Cemaat imama uyduğundan, ona tâbi olduklarından imamın namazının geçerli olup olmadığı çok önemlidir. (Binâenaleyh) nazargâhı ilâhi kalbtir, kalıp değildir. O kimsenin kalbi halas durumuna geldi ise, kalıbına pek o kadar ihtimam etmez, çünkü kalıp halkı kandırabilir, kalıbının görüntüsü ile halkı yanıltabilir. Bu sadece halk için geçerlidir. Hâlık için geçerli değildir. Onun için diyor ki:

وتسليم الظواهر

Zâhiri de Hakk'a teslim ol diyor. Şekli, şemâili, giymesi, kıyâfeti, cübbesini abasını tacını postunu bu gibi şeyler Hakk'a değil. Hakk celle celâluhu bunlara bakmaz. Hakk'ın bakacağı kalbin hakîkaten teslim olup olmadığıdır. Bu ise hakâkaten emmâredir. Kişi zâhirine ihtimam etmiyorsa halka gösterme ve kendini beğendirme yönünden halkı kandırma yönünden veyâ çeşitli formüllere baş vurursa bu kimsenin kalbinin halas olduğu kesinlikle yanlıştır. Hâlis değildir. Çünkü halas durumuna gelen bir kalbin bedenine tamâmen hâkimiyeti vardır. Kalb için vallâhi beden hangi kıyâfette hangi halde olursa olsun hiç farketmez. İster en pejmürde gezer isterse en âlâsı ile gezer, fark etmez. Ancak bu günümüzde bâzı kimseler vardır. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi hallerden korusun zâhiri kıyâfetlerle kendilerini halka beğendirmeye çalışıyorlar ve o şekilde halka kendilerini tanıtmaya çalışıyorlar.

 

Kardeşlerim; kalb tamâmen halas durumuna geldi ise kalıbı esâsen Allahü Zülcelâl'e teslimdir. Halk onların hayallerinden tamâmen çıkmıştır. Halk beğenmiş beğenmemiş mühim değildir. HÂLIK celle celaluhu mühimdir. O beğendikten sonra halk hoş görmüş görmemiş, sevmiş sevmemiş etraf olmuş olmamış fark etmez böylesi şahıs için. Zira Rabbımızın kaza-kader irâde ve meşiyyeti altında yaşayan bir şahsiyettir. Teslim olmuş, halas olmuş... Onun için Rabbımızın hükmü ve icraatı altında yürümektedir. Halkın hayalleri bile üzerlerinden geçip gitmiştir. Halkı mühimsemezler. Halkın tamâmı etraflarında olsada farketmez. Veyâhut etraflarında hiçbir kimse olmasa da fark etmez.

Seyyid Ahmed Rufâi Hazretlerinin buyurduğu gibi: Halk iki bölüm olsa bir bölümü beni güzel güzel itriyatla kokulandırsalar ve hoş hallerli görünseler, öbür bölümüde demir taraklarla benim vücudumu cildimi tarayıp mahvetseler hiç farketmez. Ne öncekileri severim ne de sonrakilerden ikrah ederim asla!.. Çünkü tasarrufu Allahü Zülcelâl'den görünce halkın kendilerine ait bir güçleri yok ki... Yaptıran aslında Allahü Zülcelâldir. Dilerse halkı etrâfında toplar, dilerse hiç kimseyi onunla berâber etmez. Dilerse kabulliyet izhar eder. Dilerse kabûliyet izhar etmezde o kimseyi görenler kerih görüp hoşlanıp sevmezler Mesele budur! Esâsen sevdiren Allah... Sevdirmeyen de yine Allahü Zülcelâl. Hepisi Allah. Aziz edende Allah, zelil edende Allah! Herşey El Muizzu Allah, Ve'l Muzillu Allah Allah... El Hafidu ve'l Rafiu Allah, Allah... El Basıtu ve'l Kabıdu Allah, En Nafiu ve'd-Darrau Allah... Hepsi böyledir. İşte Allahü Zülcelâli böyle bilen kalbini istila eden ve mâsivayı kalbinden yok eden kimse inanınki bu gibi hallere hiç ihtimam etmez. Dâima huzur içindedir.

İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

ورؤية العيوب ومشاهدة استيلاءالذنوب والخوف من انتقام علام الغيوب

Kişinin kendisini daima ayıplı olarak görmesi, her yönüyle ve her anda... Aynı zamanda zünûb (günah) ve hataları o kadar çok hâle gelmişler ki âdeta istilâ etmişler bilince Havfullah (Allah korkusu) kendisini etkiler. Allah'dan korkar. Zîra Allamu'l guyub olan Allahü Zülcelâl'in intikamından korkar hazer eder, titrer. Neden kardeşlerimiz, neden acaba? Zira Havf-i ilâhi her hikmetin başı olup öyle buyuruyor:

رأسى الحكمة مخافة الله

Her hikmetin başı Allah korkusudur. İnsanı Havfullah istilâ etmeyince... Hattâki şöyle söyleyebiliriz. Büyük zâtlar üzerinde Allahü Zülcelâlin bir nebzecikde olsa Kahhar tecelliyatı vardır ki bu tecelliyat kendisine zarar vermeyip sâdece nefsi üzerinde tesiri olur. Ve Kahhariyet sıfatı altında nefsini mahviyet durumuna getirir. Kendisini de acziyet fakriyet zillet ve illete düşürür. Ve dâima kendini ayıblı görür. Hatalarını çokluğundan dâima melûl melûl bir duruma getirir. Esâsen bu Allahü Zülcelâl'in lütuf ve keremidir. Kuluna yardımdır. Kuluna yardımcı olunca nefsini bu şekilde ezer ve neticesi nefsin kendisini, Emmâre -Levvâme - Mülhime - Mutmainne değilde, Râziyye - Merdiyye durumuna getirir. Ve neticesi Zekiyye durumuna gelir. Kendisine yardımcıdır nefsinden herhangi bir zarar gelmez artık.

Onun için ayıpların zenblerin çokluğunu dâima görmek hususunda imâm-ı Rabbânî'nin ufak bir mektubu vardır. Bir kimse tarafından soruluyor ve diyor ki: "Efendim, filan kimse şöyle söylüyor: Yirmi senedir geçirdiği vakit süresince sabah akşam amel sâhifeleri gelmektedir ki hiçbir hatası olmamak şartıyla yâni hiç hatâya rastlanmıyor. Yâni bu kimsenin geçirdiği 20 senelik devre içerisinde sabah ve akşam sahifeleri Allahü Zülcelâle arzedilir. Kendisinden meydana gelen işlem netîceleri arzedilir. Bu işlemler içerisinde bir tek hatâ bulunmamak üzere bu minval üzere olunca işte bu kimse kâmil bir mürşiddir diye tabir ediyor. Siz buna ne dersiniz?" diye soruluyor.

Tevcih edilen soruya İmâm-ı Rabbâni şöyle cevab verir:

- Vallâhi bu fakirin hâli yirmi senedir ki, sabah ve akşam bu fakirin sâhifeleri meydana getirilip arz ediliyorsa, Vallâhi işe yarar bir tek kelime, bir tek cümle dahi bulamıyorum, göremiyorum. Kendimi her an olarak herhalde hatâlı ve ayıplı olarak biliyorum ve görüyorum. Hattâ hafaza meleklerinin sağ taraftakilerini durgun, sol taraftakileri ise hatâları yazmakta olduklarını müşâhede ediyorum. Benim fikrim, benim inancım, benim hâlim budur, diyor. "Vallâhi eğer bu fakir şu anda kendisini bir Frenk kâfirinden daha iyi ve üstün görüyorsa, Allahü Zülcelâlin marifeti bu fakire haram olsun," diyor. İşte hakikî mürşidlerin Rabb'lerine karşı durumları, halleri yöntemleri budur, böyledir.

 

Kardeşlerimiz Rabbi Teâlâ Celle Celâluhu Azim olan Allah kulunu ni'metleri içinde gördükçe... Bizim size anlatacak olduğumuz şeyleri belki de dinlememiş olabilirsiniz. Kardeşlerimiz, diyebilirsiniz ki nasıl oluyorda İmam-ı Rabbâni gibi bir şahsiyet 20 sene müddetince kendisini dâima hatâlı ve ayıblı görmüştür, hiç bir iyiliğini görememiş ve aynı zamanda Frenk kâfirlerinden dahi kendi hâlini iyi görmemiştir? Nasıl bir haldir bu?..

Kardeşlerim işte bu hal Allahü Zülcelâl'in Kurbiyyetine ve vuslatına bir delildir. Çünkü her zaman kendisine söyler ki:

اين التراب و اين رب الارباب

Türab nerede? Rabbü'l Erbâb nerede? Rabbü'l Erbâb ile toprak karşı karşıya gelince toprağın bir emmâresi bir varlığı bir haysiyeti mi olur? Methedecek bir hali bir yararı mı var, Rabbu'l Erbab'a karşı!..

Nitekim Cenâbı Hakk bir âyette:

وَإِن تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

(İbrahim / 34)

Allahü Zülcelâl'in nimetlerini saymaya yeltenirseniz sayamazsınız. Fakat ne çâre ki insanoğlu zalim ve keffardır, inkarcıdır, görmemezlikten gelir.

Bir başka Âyette ise:

وَإِن تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ

(Nahl /18)

Burda da Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız sayamazsınız. Allah Ğafur ve Rahim'dir. Şükürler olsun ki burada Ğafur ve Rahim diye buyuruyor.

Bir Âyette de:

فاذكرونى اذكركم

Yani "Beni anın ki ben de sizi anayım." Bir de :

وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ

(Bakara Suresi /152)

"Nimetlerime şükredin, göremezlikten gelmeyin." Tekfir'in bir mânâsı da Hakkı örtmektir. Bundan dolayı nimetleri görmemezlikten gelmek de küfrânı nîmettir.

Hülasa, biz nimet olarak yediğimiz içtiğimiz şeyleri görüyoruz. Daha ötesine aklımız ermiyor ve basiretimiz görmüyor. Fakat bu Mübârek zâtlar bu yüce makamlara varınca Allahü Zülcelâl'in nâmutenâhi olan kudret ve azâmeti karşısında, bunca nîmetleri karşısında zavallı bir kul, Rabbu'l İzze (Celle Celaluhu) karşısında kendisini nasıl iflâs etmiş, sıfır bir halde görmesin. Rabbu'l-İzze'ye (Celle Celaluhu) hakkıyla kulluk yapabilmesi için, bunca nimetlere hakkıyla şükredebilmesi için ne yapması lâzım? Nasıl bir yöntem kullanması lâzım ki bu vazîfeleri yerine getirebilsin? Bunlara hakkıyla lâyık olmak mümkün müdür? Hayâtı boyunca ibâdet etse dahî kulluk ve nîmetlere hakkıyla şükretmiş mi olur? Ama bizim avam sınıfına göre bir iki ibâdet yaptık mı cenneti almış gibi hükmederiz. Fakat Allah'ın nîmetlerine karşı şükrü hatırımıza getirmiyoruz. Aslında yaptığımız ibâdetler vs. ile cennete girmeye müstehak olduk kâbilinden değildir. İbâdette esas olan Rabbimizin üzerimizdeki nîmetlerine şükürdür.

Hz. Abdullah İbni Abbas'ın şu âyetin mânâsı hakkında buyurduğu gibi:

فاذكرونى اذكركم

"Beni anın, ben de sizi anayım." buyuruyor Allahü Zülcelâl.

Fakat:

وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ

(Ankebut Suresi / 45)

Allahü Zülcelâl'in anması bizim anmamız gibi değildir. Biz Allahü Zülcelâl'i tezekkür ederken o bizi tezekkür ediyor deme değildir. Hâşâ aynı seviyeli değildir bu anmak. Allahu Zul-Celâl'den gelen tezekkür, kuldan olan tezekkür gibi değildir. Allah'ın (Celle Celaluhu) tezekkürü ise, kendi kudret ve azâmeti nisbetine göredir. Kuldan olan tezekkür ise, kendi zavallılığına göre Allahü Zülcelâl'in tezekkürü yanında "hiç yok" hükmündedir. Şu çok önemli hususa dikkat etmemiz lâzım.

İblis Allahü Zülcelâl'e karşı cür'etkârlıkta bulunarak şöyle diyor:

ثُمَّ لَآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

(Araf Suresi/17)

"Senin kullarını öyle hâle getireceğim ki aslâ benden kurtuluşları olmayacak. Ben bunların önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından hücum edeceğim ve senin kullarının çoğunu sana şükretmekten alıkoyacağım ve göreceksin ki kulların çoğu sana şükürkâr olmayacaklar. Nimetlerin şükrünü ödemeyecekler. Nankör olacaklar." diyor. Fakat sana ibâdet etmeyecekler demiyor. Onun için bu nimeti azîmeler karşısında en çok hatâya düşülen yön bu yöndendir. Bu yönü tam olarak fehmetmiyoruz. Bu dünyâda verilen nîmetlere şükredebiliyorsak, bunu yapıyoruz. Ama bu Mubârek zâtlar Hakk kapısında vardıkları vuslat ettikleri o makamlarda neler görüyorlar ve neler müşâhede ediyorlar ki, o nimeti azîmeler karşısında kendilerini bu kadar bu kadar âciz, zavallı görüyorlar. Kendilerini böyle görmeyip de nasıl görsünler? Aksi mümkün müdür? Rabbu'l-Âlâ, Rabbu'l-İzze (Celle Celâluhuya hakkıyla kulluk yapmak öyle basit midir? İmkân dâhilinde hakkıyle şükrünü ödeyebilmek mümkün müdür? Sanıyoruz ki öyle ibâdetlerimizle cenneti satın alacağız, hayır bu böyle değildir. Şu önemli noktaya dikkat edelim:

- Mahşer günü mîzanın önünde her birimiz önünde her birimiz için doksan dokuz sicil vardır. Bu sicillerimizden otuz üçü nimetlere, otuz üçü hasenelere, otuz üçü de seyyielere tahsis edilmiştir. Hasene ile dolu olan siciller, nimet sicillerinden bir nimet karşısında bir hiç durumunda kalır. Bu haseneler Allahü Zülcelâl'in vermiş olduğu nimetlerden bir tânesi karşısında yok durumuna iner. Bir kul mizana gelirken ibâdetinden dolayı mağrur olarak gelirse, bir nîmet nîmetler sicilinden çıkar da ya Rabbi ben bu nimet karşılığımı hakkıyla isterim derse -meselâ bir göz nimeti- zîra otuz üç hasene bu göz nîmeti karşısında çok hafif kalır ve tamâmen iflas durumuna düşürür. Ve haseneler bu nîmetin karşılığını veremez. Bu durum insanı tamâmen iflas durumuna düşürür. Nimet bakar ki başka hasene kalmadı, aradan çekilir ve Rabb'isine der ki: "Ya Rabb'i karşılığımı bulamadım. Amma hasene diye bir şey kalmadı ki." Bir göz nîmeti karşısında hasenelerin hepsi gitti. Geriye ise sâdece seyyieler kaldı. Peki ya diğer nîmetlerin karşılığı, akıl, ağız, dil, nefes alıp verme nîmetlerinin karşılığı nasıl verilecek? Hani anlatılır, Cebrâil As. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e "Yâ Muhammed, bir âbid yetmiş yıllık ömrünü ibâdetle geçirdiği halde Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda Cennetime ne ile gireceksin, Amelin mi, yoksa Rahmetimle mi?" sorulduğunda "âmelimle" deyince, Allahü Zülcelâl göz nîmetinin karşılığını isteyince yetmiş yıllık ibâdeti yok olur. Çünkü o nîmetin karşılığı olamaz ve o zaman yalvarıyor o kul. "Ya Rabb'i Rahmetinle" der. İşte o zaman cehennemden kurtulur. Onun için Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

لايدخل الجنة احدبعمله: يا رسول الله ولاانت قال ولا انا الا ان يتغمدنيى  له برحمته

"Hiç kimse cennete âmeli ile giremez. Sen de mi Ya Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem? Evet ben isem dahî.... Âmelimle değil, Allahü Zülcelâl'in Rahmeti ile gireceğim, buyuruyor. Cennete amelimizle değil ancak ve ancak Allah'ın Rahmeti ile girebileceğiz.

İşte bu izah etmeye çalıştığımız âmeller, ni'metlere karşı şükürdür. Bu Mübarek zâtların basireti açık olduğundan bizim gibi kısır görmüyor ki, Allahü Zülcelâl'in ni'metleri karşısında bu hallere düşüyorlar. Bizim gördüğümüz önümüze gelen nimetleri yiyip içip ni'metleri sadece bunlar sanmaktır. Bazı kimseler şükretmek şöyle dursun Rabbisini unuttuğu gibi varlık kendisinden varidmiş sanıyor ve öyle diyor. Onun için Allahü Zülcelâl bizlere muin olsun. Bu gibi hallerden muhafaza etsin. İşte hakiki mürşidi kâmiller Rabbimizin müşahedesi altında olunca kendilerinde zavallılık, acziyet ve fakriyyetin dışında bir şey göremiyorlar Kendilerinde iflasdan başka bir şey bulamıyorlar. Rabbimizin hukukuna uygun olarak yapılan bir nesne dahi yok. Sıfır mı sıfır... Kendilerini iflas etmiş halde görüyorlar. Çünkü insanoğlu acizdir. Noksanlık yapar. Zira Azizlik ve Kemâliyet Allahü Zülcelâl'e aittir.

İmamı Rabbani mektubuna devam ediyor:

واستقلال الحسنات وان كانت كثيرة واستكثارالسيـات وان كانت يسيرة

"Haseneler ne kadar çok olursa olsun onları az görmek, hiç görmek;

Seyyieleri de ne kadar az olursa olsun anları da çok görmek lâzımdır." Çünkü insanoğlu ancak bu şekilde kendi haddini bilmiş olur. Yoksa hasenelerin çokluğu gözönüne getirilirse bu gururlu olmayı meydana getirir. Münafık bir kimse haseneyi önünde, seyyieyi arkasında görür. Fakat Mü'min kişinin haseneleri arkasında, seyyieleri göz önünde olur. Sanki üzerinde bir kaya varda başına inmek üzeredir. Allahü Zülcelâl'in korkusu altında ezilir. Zira Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

اللهم انىاعوذ بمعافاتك من عقوبتك وبرضاك من سخطك وبك منك سبحانك لااحصى ثناء عليك وانت كما اثنيت على نفسك

"Allahım ikabından affına sığınırım. Gadabından rızana sığınırım. Senden sana sığınırım. Seni mehtü senam kabil değil, seni ancak sen bilirsin, seni başka hiçbir kimse fehmedemez." İşte Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) Rabbisi karşısında böyle yalvarıyor, böylesine eziliyor.

 

Aziz Kardeşlerim,

Hasaneler ne kadar olursa olsun en güzel tarzda işlenmiş olursa olsun bunda sakın herhangi birşeyler yaptım diye sanma. Seyyieleri (kötülükleri) de ne kadar az olursa olsun kendini töhmet altından da çıkarma. Seyyieleri hafife alma. Velevki en az olsalar dahi. Neden kardeşlerimiz? Zira hasene işlerken Halikû'l Kevn olan Rabbu'l ibad olan Allah (Celle Celeluhu), Rabbü'l erbab olan Allah yoktan var etti kainatı ve eserimiz yok idi var etti. Bu kainatı bizler için musahhar kılmıştır. Bu kadar çok ni'metler karşısında neler işlemiş olursak olalım neticede a'ciz kullarız ne işleyebiliriz ki?.. Rabbü'l İzze (Celle Celaluhu)nin azametine layık olan bir ibâdetimiz mi olabilir. Veyahutta hukuklarını ödeyecek tarzda bir işlem mi yapabiliriz? Nimetlerinin şükrünü yapabilecek hale mi gelebiliriz? Yapabilir miyiz bunları? Acziyet ve fakriyetten gayri halimiz olamaz ve kendimizi sıfırdan kabul etmemiz lâzımdır. Çünkü bu hukuk ve ni'metler karşısında hele bilhassa mürşit olan zât çok daha geniş bir basiret sahibi olunca, şu mükevvinata müşahede ettiği harikalar karşısında Rabbımızın karşısında âciz bir kulun zerre bile olmadığını anlar ve anlatır. Ne işlerse işlesin hatta hayatı müddetince secdeden dahi kalmasa bile yine de birşey yapmış veya işlemiş değildir.

Seyyie kısmını da gelince esasen işlenmiş olan seyyie, bunca ni'met varlıkları karşısında hangi insan bir beşer ve mahluk olarak cür'et ederde, Halikına karşı birşeyler işleyebilir? Muhalefetlik yapabilir? Bu cür'etkârlık değil midir? Ve hepside cehaletten doğmuyor mu? Hakikaten görüyorsa, anlıyorsa ve biliyorsa mahlûk halikına karşı isyan mı eder? Buna imkân mı olur? Tabi çok enterasandır ve dikkat edin ki şuur içinde olan mahlûk halikına karşı isyan ve seyyieye cü'ret edebilir mi? En ufak bir şey dahi olsa...

Allahü Zülcelâl "Ey kulum namaza çağrıldığında geç kalktın, namaz vakti geldi davet olundun da başka şeylerle meşgul olup lakayd davrandın ve namaza geç kaldın. Neden böyle yaptın, beni o kadar da basitten mi gördün ve meşgul olduğun hallerden daha mı noksan gördün. Beni onlardan daha zayıf mı gördün?" Hâşâ... Onun için bu kadar dahi sorsa cevab veremeyiz. Nasıl cevab verilir ki?...

Hikemû'l Ata'da şöyle buyuruluyor.

لا صغيرة اذاقابلك عدله : ولاكبيرة اذاواجهك فضله

Sanma ki Allahü Zülcelâl'in huzuruna vardığında eğer adaletin hükmü tecelli ederse inanın ki karşısında bir zerrecik cevab veremezsin ve kurtuluş da bulamazsın. Bereket versin ki; lâkin ne kadar büyük hatan olursa olsun Allahü Zülcelâl'in fazlı ile kurtuluş olur. Çünkü adaletle olunca hakkıyla yapabilme imkanımız ve gücümüz yoktur. Hele bilhassa yapmayı bertaraf etde birde karşısında olup muhalefet işlemek olursa artık nasıl neticelenir bilemem.

İmâmı Rabbâni mektubuna devamla:

وكراهة الشهرة

Şöhretten hazer et, şöhret heveslisi olma, şöhreti hoş görme. Neden kardeşlerimiz? Çünkü, insan bir kul olarak cenâb-ı Allahü Zülcelâl karşısında kendisinde bir şöhret mi görür. Zîra şöhret âfettir.

Şâhı Nakşibend Hz.   الشهرة آفة  "Şöhret âfettir" buyuruyor.

Halvetten bahsederken de:

الخلوة شهرة والشهرآفة

Bir Şeyh, bir mürşidin halvete girmesi bir mağaraya girmiştir, bir eve girmiştir, tek başına halvet durumuna bürünmüştür bunların hepisi de onu şöhrete sevkeder. Şöhret ise âfettir. Onu için diyor ki:

الخلوة فى الجلوة

Yâni esas halvet halk içinde halk arasında olmandır. Kalıbın halk arasında halkla olacak, kalbin Rabbınla ile olacak. İşte Dârencümend denilen kabadayılık budur.

Abdulhâliki Gücdüvâni'ye göre halvet: Kalıbın halk arasında gezecek, fakat kalbin HÂLIKından ayrı kalmayacak.

İşte gerçek halvet budur. Bundan hiç bir şekilde şöhrette doğmaz. Hiçbir antikalıkta doğmaz. Çünkü dâimâ halk arasında gördükleri şahsiyettir, ama halvet diye bâzı yerlere kapanmalar, gizlenmeler, değişik kılık kıyâfetler halkın dikkatini çeker, bir ayrıcalık hâli varmış fikrini doğurur. Nazarı dikkati çeker. Dolayısıyla bunlar şöhrete giden yollardır. Bunlardan kaçınmak lâzımdır. Zîra halkın içinde onların dertleri ile dertlenen bir mürşid, kendi başına uzlete çekilen bir mürşidden çok daha efdaldir. Ve bu hadistir.

İmamı Rabbani devam ediyor:

وقبول الخلق

Halkın teveccühünü kazanmaktan, halkın sana yönelmesinden zevk alma, haz duyma, böbürlenip ucûblanma, bu da tehlikelidir. Bundan da kaçınmak lâzım bilhassa.

Zîra Ebu'l-Haseni Şâzeli Hz. leri şöyle buyuruyor:

من اقبل على الخلق قبل خمود نار بشريته سقط من عين رعايةالله تعالى فاحذر هذا الداء العظام

Kim ki, halk kendilerine yönelmiş, elini öpmeye başlamışlar, fakat bu kişi henüz kemâl devresine gelmemiş, henüz beşeriyet ateşi sönmemiş olduğu halde halkın etrâfında toplanmasıyla yetiniyorsa, Cenâb-ı Hakk'ın Hak nazarından sâkıt olmuştur, buyuruyor. Kemâliyyet olanlar müstesnâ. Çünkü bunların beşeriyyet ateşi sönmüştür. O ateş nûra dönüşmüştür. Ama henüz bu hâle gelmeden, kemâliyyet bulmadan halkın etrâfında toplanmasıyla mürşid olduklarına kanaat getirip bununla yetinenler, işte bunlar helâktadır. Allahü Zülcelâl'in hak nazarından sâkıt olmuştur, helak olmuşlardır. Ve kendilerini helâka düşürmüşlerdir. Bunlardan hazer edin, buyuruyor.

Bu gibi vasıflarla mürşidlik yapmaya kalkışanlar bilsinler ki kalblerinden mahlûkat sevgisini çıkarmadıkları takdirde o kalblere HÂLIK nûru girmez. Çünkü HÂLIK ve mahlûk bir arada yaşayamaz. Mümkün değildir. İki zıt bir arada olamaz. Kalb mâsivâdan âri bir hâle gelmiş ve HÂLIKın nûru yerleşmiş ise mahlûk sevgisi oradan çıkar. Bu hâle gelen bir kalb halkın rağbetinden, kalabalık olmasından haz duymaz. Eğer bu gibi hallerden haz duyuyor ve bundan dolayı da bir böbürlenme varsa, henüz o kemâliyete ermemiş de maalesef helâka doğru gidiyor demektir.

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

قال عليه الصلاة والسلام بحسب امرئ من الشران يشار اليه باالاصابع

فى دين اودنيا الامن عصمه الله تعالى

Bir kimsenin, dininden ve dünyâsından dolayı parmakla gösterilmesi böylesine bir şöhret ona şer olarak yeter amma dünyâ amma din yönünden. Ancak; Allah'ın ismeti altına girmiş olanlar müstesnâ. Bu Allah'ın ismeti altına girmiş olanlar, bunlar kâmil insanlardır. Bunlarda beşeriyyet nârı nûra dönüşmüştür. Bunlar kâinat etraflarına toplansa da, yalnız başlarına kalsalar da farkeden bir şey olmaz. Bunlar hiç bir şekilde etkilenmezler. Esâsen onlar mahlûku ile değilde HÂLIK'ı ile meşguldürler. Fakat bu demek değil ki halkla ilgilenmeyecek, onlarla olan her türlü ilişkiyi kesecek, Bu dünyâya gelmiştir mahlûkatla da alâkası vardır.. Bu dünyâya gelmiş, aynı zamanda kendileri de mahlûkat ile berâber yaşıyorlar. Bunların vesilesi ile, sebeb olmaları ile menfaat ve zarar hâsıl olur. İcâbında hak yolu gösterir vs. bu gibi menfaat yönleri vardır.

Zîra Rasûlullah:

خيرالناسى انفع الناسى

"İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok menfaati dokunandır." Zamânı gelince halkı irşad etme görevi verilecektir. Ancak daha kemâliyet olmadan bu gibi hallerle kanaat getirip keyiflenerek bunu yeterli görüyorsa henüz kâmil değildir ve bu gibilerin maalesef akîbeti helaktir. Nasıl ki Kemâl sâhibi olmayan bir doktor, mîmar, mühendis, diplomat vs. faydadan çok zarar verirlerse, mürşidlik de aynıdır. Ehli olması ve erbâbından izinli ve icâzeli olması şarttır. Behemehal diploma alması gerekir. Esâsen erbâbından evvelâ Allahü Zülcelâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem olmak üzere. Nasıl ki Pîrimiz Şeyhimizin icâzetnâmesinde belirtildiği gibi Allah ve Rasûlu ve Nakşi - Kadiri sadatların emirleri mûcibince kendisi tarafından verildiği gibi...

Bu minval üzere olursa, bu gibi zâtların başımızın üstünde yeri var. Allahü Zülcelâl bu misilli zâtları çoğaltsın. Temennimiz budur. Kemâliyet bulmadan, daha diploma almadan kemâliyet bulmadan, beşeriyet ateşi sönmeden halkın arasında oturup mürşid olduğunu söyleyenlerden, faydadan çok zarar gelir, Allah Korusun.

Bir zamanlar Ebû Abbasi'l Mürsi Hz. lerine sormuşlar:

“Şam'da şöyle bir Şeyh var, şöhreti her tarafa yayılmış, bunun hakkında ne dersiniz?” Şöyle buyuruyor:

“Evet bu dünyâda görüyorum. Fakat gök âleminde hiç esâmesi yoktur” diyor. İşte onun için bundan daha büyük âfet olamaz. Zîra bir kimsenin şöhreti rütbesini aşarsa, bu onun için felâkettir, helaktir. Etrâfındakilerin hakkından gelemez ve bunlar için baş belâsı olur haklayamaz. Etrâfındakilerin irşad yönünü yerine getiremez. Dünyâ ve âhiretteki çobanlık görevini îfâ edemeyecekse, kendisine yazık etmiş olur. Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin.

Şâhı Naşibend Hz.leri cemaatıyla bir yere gidiyorlarken, yolda durup dururken ağlamaya başlar. Gidecekleri yere varıncaya kadar bu ağlaması devam eder. Etrâfındakiler de her halde önemli bir vâkıa oldu ki böylesine ağlıyor diyerek gidecekleri yere varınca sormuşlar:

“Efendim ne oldu da böylesine ağladınız?”

Şöyle buyuruyor:

“Vallâhi kendi halime ağladım. Ben böyle binekli olarak sizi ve bu halkı böyle etrâfıma toplanmış olarak görünce utandım ve kendi hâlime ağladım. Eğer Allahü Zülcelâl'in setir perdesi kalkıp da benim hatâlarımı ve hâlimi görseniz değil ki etrâfımda olmak, bana selâm bile vermezdiniz. Fakat Allahü Zülcelâl bir lütuf olarak setir perdesini çekiyor da bizi insan sınıfından görüyorsunuz ve etrâfımızda oluyorsunuz. İşte bundan dolayı kendi hâlime ağladım” diyor.

İmâmı Rabbâni devam ediyor:

واتهام النيا ت والافعال وان كانت صحيحة مثل فلق الصبح

Niyetleriniz ve efaliniz fecir gibi apaçık, düzgün, sahih olsa bile, niyet efaliniz ne kadar hâlisâne olsa da kendinizi bağlamayınız, kusurlu ve kabahatli biliniz, ve:

و عدم الاعتناء باالاحوال والمواجيد  وان كانت مطابقة للواقع وعدم الاعتماد عليها

Meydana gelen haller ve vecd yönleri vâkıaya mutâbık da olsa şeriata muhalif olmasa da fazla ihtimam etmeyiniz. Bu gibi hallere îtimat etmeyiniz. Bundan gâye kendisinden sâdır olan bu gibi nesnelere ef'al, amel, mevâcid ve hallere fazla bağlanıp o hallere yöneldiği takdirde bir hicab meydana getirir, terakkiyâtı da durdurur, terakkiyâta engel olur. Onun için terakkiyat devresinde ne gibi haller meydana gelirse gelsin bunlara bağlanıp kalmaması lâzım. Hep Allah'a yönelmesi ve ona bağlı olması lâzım. Mâsivâdan âri bâri olarak yoluna devam etmesidir.

ولاينبغى ايضا استحسان مجردتأييد الدين وتقوية الملة وترويج الشريعة ودعوة الخلق الى الحق جل وعلا فان هذاالقسم من التأييد قديكون احيانا من الكفار والفجار وقال عليه الصلاة والسلام : ان الله ليؤيد هذالدين باالرجل الفاجر

 

İmâmı Rabbânî diyor ki:

-Bu dînin teyidi, şeriatın tervici yönünden, halkın Hakk'a da'veti yönünden çalışmak gerekir. Bunlar ihmal edilmeye gelmez. İmkân ve kâbiliyetine göre bu dînin teyidine çalışmak lâzım. Kemâliyet olsun noksanlık olsun. Ama az, ama çok. Fakat dînin teyidine, Milleti İlâmın kuvvetlenmesine, şeriatın tervicine, halkın Hakk'a da'vetine niyet ve azminiz olup çalışırken bu yönde bunları yapıyoruz diye gururlanmayın. Zîra bu hususta gururlanıp kendi enâniyetinizi ortaya koyarsanız bu dinin teyidi, şeriatın tervici, Milletin takviyesine bir yararı olmaz. Ve bunlar sizin elinizle sizin cehdu cühûd ve tasarruflarınızla olacak şeyler değildir!..

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:

Allahü Zülcelâl bu dînin teyidini ve İslâm Milletinin takviyesini ve şeriatı garrânın tervicini daha da gelişmesini dilerse, bunu fâsık fâcir bir kimse yolu ile de teyid eder. Buna kâdirdir. Zîra Kâdiri Mutlak odur. Onun için bunları yaparken kendi enâniyetinizi ileri sürerek böbürlenip gururlanmayınız, buyuruyor. Bu Hadis-i Şerifin sebebi vürûdu şudur: Sahâbe-i Kiram arasında çok ciddi şekilde cihad eden bir kişi vardı. Cihatdan döndüklerinde o kişiyi her zaman Rasûlullah'a methederlerdi. Rasûlullah da:

ان الله قادر على ان يؤيد دينه برجل فاجراوبرجل لاخلاق له

"Allahü Zülcelâl Kâdirdir, dilerse dînini ehli olmayan fasık, fâcir bir kimse ile de teyid eder." hadisini buyururdu. "Onu âlet olarak kullanır, dînini güçlendirir, bu mümkündür" buyururdu. Sahâbe bu kişinin cihadı ve cihad ederken takındığı ciddiyet tavrı karşısında hayret ederler ve geldiklerinde yine Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e ondan bahsederlerdi. Rasûlullah yine aynen buyururdu. Fakat günün birinde elinden aldığı bir darbenin acısına, ağrısına dayanamayarak bu kişi intihar eder. Gelip bu hâdiseyi Rasûlullah'a anlatırlar. Rasûlullah'da bu kişinin mü'min değil münâfık olduğuna işâret eden bu hadisi tekrarlar. O haller tamâmen gösteriş için, o şekilde cehdu cuhudu halkın kendisine gösterdiği rağbetten ileri geliyormuş. Halkın medhu senâsından çok hoşlandığı için bunu yapıyormuş. Ama sonunda intihar edince mâliyetini ortaya koymuştur. Ve gelip Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e anlattıklarında aynı hadisi:

ان الله قادر على ان يؤيد دينه برجل فاجراوبرجل لاخلاق له

buyurdu.

Allahü Zülcelâl Kâdir'dir, dilerse ahlâkı uygun olmayan bir kimse ile dîni ahlâka sâhib olmadığı halde hattâ fâcir-fâsık olmasına rağmen dînin teyyidine çalışıp güçlendirip geliştirir de. İstiyor ve tasvib ediyor da değildir. Rabb'ımız onu âlet olarak kullanabilir.

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Kulağınızı açın ve dinleyin, basiretinizi de şöyle bir gezdiriniz. Demek ki İmâm-ı Rabbânî devresinde de bu gibi haller mevcûd idi ki kimileri dînin tervicine (revaç bulmasına) çalışıp din gelişsin Kur'an okunsun, insanlar hidâyet yönüne yönelsinler veyâhutta îmanları güçlensin istemeleri yönünden bu gibi haller var ki ortaya getirmiş koymuştur. Yâni mürşidlere uyarıdır. Bu gibi şeylere kendinizi kaptırmayın diyor. Neden? Çünkü, sizin bulunduğunuz kapı tek kapıdır ve Hakk kapısıdır. Eğer Hakk kapısında iseniz “Efendim ben Kur'an okunsun, muhafaza olunsun diye böyle yapıyorum” dersen Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

(Hicr Suresi / 9)

Biz azimu'ş-şan zikr-i Hâkim'i biz indirdik muhafazası da bize âittir. Kur'an'ın muhafazası bizim gibi zavallılara düşmez. "Efendim, ben îman güçlensin diye cehd-u cühûd ediyorum" diyenlere gelince: Vallâhi'l-Azim kardeşlerim îman ezelden beri karâra bağlanmıştır. Hiç kimse bu günlerde bu hususda bir yenilik yapamaz. Ve Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

كتب الله فى قلوبهم الايمان وايدهم بروح منه 

İşte bu ezel hükmüdür ve îman husûsundadır. Küfür hususunda ise âyet-i celilede:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾ خَتَمَ اللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ وَعَلَىٰ سَمْعِهِمْ وَعَلَىٰ أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ﴿٧﴾

(Bakara Suresi / 6-7)

Vallâhi bu mühürü basdıktan sonra nezir ve beşir dahi gelse nitekim Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi arzuladığını yapamamıştır. Mümkün de değildir. Yâni insanoğlu olarak aczimizi ve bu zavallılığımızı ortaya koymak lâzımdır.

Hidâyet kısmına gelince ise, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde

من يهدالله فلا مضل له ومن يضلل فلا ها دى له

Allah bir kimseyi hidâyete şevketti ise, o gün için yâni ezel âleminde hidâyet sâhibi olundu ise Allahü Zülcelâl'in nûruna muvaffak kılındı ise müyesser olundu ise zâten nurludur ve bu dünyâya gelse dahi.

افمن شرح الله صدره للاءملام فهو على نور من ربه

Rabb'larından olan nurları ile zâten kalbleri şürûh eder ve buraya meyil eder. Yok delâlet kısmından ise,

ومن يضلل فلا هادىله

Bir kimse dalâlete müstehak olundu ise ona kimse hidâyet edemez. Çünkü bu Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi müyesser olamamıştır.

Daha başkasıda müyesser olamaz, diyeceksiniz ki ilim yürüsün din güçlensin vs. Allahü Zülcelâl her yönüyle Kâdir'dir.

Hulâsa İmâmı Rabbâni Hz.

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ

(Zümer Suresi / 3)

Din hâlisâne olarak lillâhi teâlâ, hâlisâne olan din Allah Teâlâ içindir. Ef'al hareket her ne olursa olsun, gâye hâlisâne bir niyetle Allah için olacak. Yoksa bu gibi başka terviclerle olmaz.

Hülasa, İmamı Rabbani'nin baştan beri anlatmak istediği, insanoğlunun haddini bilip acziyetini, zavallılığını idrak ederek Cenabı Hak karşısında kendisini bir hüküm sahibi, bir hidayet, bir nur sahibi, nur dağıtıcı, hidayet dağıtıcı bir Kur'an geliştirmeci, sanki Allahü Zülcelâl'e yardımcı gelmiş gibi haller ve tasavvurlardan tamamen korunmak gerektiğini beyan ediyor.

Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

(Kasas Suresi / 68)

Allahü Zülcelâl dilediğini yaratır. Yarattıkları üzerinde mutlak muhtariyeti olup, muhtariyet umumiyetle Allahü Zülcelâl'indir. Onların tasavvur ve ihtiyarlarıyla değildir. Muhtariyet Allah'a aittir. Zira Allahü Zülcelâl hiçbir şey meçhul değil, malumdur. Bize göre ise meçhuldür. Onun için ilmine göre yürütmek behemâhal. Ama dalalet ama hidâyet. Ama Kur'anın gelişmesi ama dinin tervici vs. bunların tamamı da Allahü Zülcelâl'in muhtariyetinin dahilindedir. Zira başka bir şekilde tasavvur edecek olursak kendisinden bir güç, kuvvet, tasavvur, fiil hidayet, dini geliştirme iman verme gibi şeylere kalkışırsa bu gibi tasavvurlar karşısında Allahü Zülcelâl uyarmıştır:

سبحان الله و تعالى عما يشركون

Noksan sıfatlardan münezzeh, Kemal sıfatı ile muttasıf olan Allah (Celle Celaluhu) ortaklığı kabul etmez. Onun için bu gibi tasavvurlar şirktir. Allahü Zülcelâl ortaklıktan münezzehtir.

Bir başka Âyette de:

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

(Araf Suresi / 54)

buyuruyor.

Yani Hâlikıyyet Allahü Zülcelâl'e ait olduğu gibi emir ve hükümleri de yine kendisine aittir. Zira O Rabbül Âlemindir. Yarattığı mahlûkatın emir ve hükümlerini başkasına havale etmez. Rab denildiği zaman ister bildiğimiz yönüyle olan terbiye şekli olsun, ister besleme yönünden olan terbiye olsun bütün ihtiyaçları Rabbimiz temin eder. Terbiye haddini bilmek yönünden de vardır. Beslenme yönünden de vardır. Tamamen Rabbimizin tasarrufu altında lâyık olduğu ne ise ona göre, çünkü Rabbimiz hiçbir şeye zerre kadar zulmetmez.

إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ

(Nisa / 40)

Hâşâ, Allahü Zülcelâl'in zerre miskali kadar dahi zulmü yoktur. Ancak mahlûkatı üzerinde tasarrufu vardır. Zaten onların hal ve ilimleri câri ilimleri ezelden beri kendisi biliyor. Projesi dahilindedir. Bizim gibi âciz insanların Allah'ın hükümlerine, takdirine karışmaya kalkışmak, gerçekten Allah'a ortak olma durumunu meydana getirir. Bu gibi hallerden Allah (Celle Celaluhu) bizleri korusun. Zira Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ

 (Beyyine / 5)

İnsanlar; ancak halisane olarak ibâdet etmek, kulluk vazifelerini ihlâslı bir şekilde yerine getirmekle emrolunmuşlardır. Hadlerini bilmek lazım. Kulluk hududunu aşmamak lâzım. Allahü Zülcelâl'in tasarrufuna ortak olmaya kalkışmak, kulluk hadlerini aşmaya yönelmektir. Onun için din Allah'ındır. Allah tarafından kemâle erdirilmiştir, hiç noksanı ve yanlışı olmayan bir dindir. Muhafazası da Kendisine aittir.

اليوم اكملت لكم دينكم واتممت عليكم نعمتى

Dininiz kemaliyetle tamamlanmış durumdadır.

Bir Âyetinde de nur kısmı için Allahü Zülcelâl:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

(Saf / 8)

Kâfirler her ne kadar kerih görürlerse görsünler, onu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Allah (Celle Celaluhu) mutlaka nurunu tamamlayacaktır, kemâllendirecektir. Bunun için Rabbimiz bunların hepsini kendi uhdesine almıştır. Bunlar bir kulun tasarrufu ile dönmeyecektir. Zira kul kendi âkibetinin ne olacağını bilmez ki, dinin âkibeti hakkında tasarrufta bulunsun. Onun için Allahü Zülcelâl'e tam bir teslimiyetle tefviz-i umurla hem kendimize hem ümmeti Muhammed'in tamamına taleb etmek en güzelidir. Zira Rasululiah buyuruyor ki: “Rabbimizin dualar arasında en çok sevdiği dua,

اللهم ارحم امة محمد رحمة عامة

duasıdır.”  "Allahım ümmet-i Muhammede umumen rahmet et."

 

MÜRİDİN İNTİSABI ANINDA MÜRŞİDİN TAKINACAĞI TAVIR

Kardeşlerim, buraya kadar İmamı Rabbani Hz. Mürşidin kemâliyyet yönleri ile noksanlık yönlerini ve alâmetlerini anlattı. Buradan itibaren mürşid ile mürid arasında olması gereken halleri anlatacak. Bu hususta buyuruyor ki:

وكلما يجيئ مريدلطلب الطريقة وارادةالانابة ينبغى أن يرى فى النظر مثل النمر والاسد وان يخاف من أن يرادبه مكيدة واستدراج

(Mektubat C.1. Sayfa)

Yani bir mürid tarikata girmek ve inâbe almak için mürşide geldiği zaman mürşidin o müridin gelişinden aslan ve kaplandan korkar gibi korkması, onun gelişine bu şekilde bakması gerekir. Mürşid, mürid ile karşılaştığında bu minvâl üzere olmalıdır. Mürşid bir aslanla veya kaplanla karşı karşıya geldiğinde nasıl bir hal oluyorsa, on akarşı nasıl bir ihtiyâtî tedbir alıyorsa bir müridle karşı karşıya geldiğinde böyle bir tedbir alması lâzımdır. Bir av yakalamış gibi değil de o müridin külfetini inceden inceye düşünerek, üzerine alacağı emânetin durumunu iyice düşünerek alması ve kabul etmesi lâzımdır. Bu minval üzere olması lazım. Yoksa o müridin ve halkın kendisine gelmesi, yönelmesi bir istidraç veya mekir midir diye bu müridden gelecek zarara karşı da çok ihtiyatlı davranmalıdır. Allahü Zülcelâlin himayesine sığınarak hıfzına sığınarak bu gibi mekideden veya istidraçtan korunmak için Allahtan yardım diler.

Hülâsa mürşid, müridi bu minval üzere kabul edecek ve onun gelişine bu şekilde bakılacak. Gerçekten o müridin bütün sorumluluğunu düşünecek ve üstlenecek mürşid, büyük bir külfete girmiş demektir. Zirâ irşad postuna oturan, kendisini mürşid olarak ilân eden zâta gelen kişinin bir kabahatı yoktur. Mürşid olunca haliyle gelip tarikata girecek, inâbe de isteyecektir. İşte böyle bir durumla karşılaşan bir mürşidin alacağı tedbir ve ihtiyati, İmamı Rabbani’nin dediği hal olacak. Eğer bu hal üzere değil de aksine:

فان وجدالفرح والسرور فى النفسى عند قدوم المريد

Müridin gelişinden bir ferah ve sürr doğarsa korkması ve ihtiyatî tedbir alması âdeta aslan gibi, kaplan gibi kendisini parçalayacak derecede bir ağırlık gelmiyor, altında ezilecek gibi hissetmiyorsa bilâkis bundan ferah ve sürur doğuyorsa nefsinde de müridin gelişinden fazlalık olmasından haz duyuyorsa ve kendisini de bu işlere ehil görmesi ki, zâten kendinde böyle bir güvence görmese zâten posta oturmaz. Kendini bilen böyledir. Zirâ bunlar bir emirle geliyorlar. Ama emirle de değilde esâsen kendisinden de kemâliyet olmadığı halde rastgeleye irşad makamına oturmuş gelendenr de haz duyup üzerine de ferah ve sürûr da duyuyor. Kendisinin takdir edildiğini revaçta olduğunu herkes koşup geliyor diyerekten mürşidlik yapanların karşısında İmam-ı Rabbani Hz. leri buyuruyor:

ينبغى ان يعتقده شركاً و كفراً

Bu gibi halle baş başa kalan mürşid için bu hem şirktir, hem de küfürdür. Allaha sığınırız. Neden acaba kardeşlerim neden acaba?.. Çünkü bilet irşadı ve hidâyeti hususunda Allahü Zülcelâl ile âdetâ müşterek bir hal görüntüsü vardır. Kendisinde de bir varlık görüyor. Kendisine de halk çokça geliyor, revaçtayım, demek ki halka fayda veriyorum. Halk faydalanıyor deyip âdetâ millet için bir elçi gibi olmuşda Rabbımızla müşterek bir hali var da, gelene nur dağıtıyor gibi… İmanı güçlendiriyor, hidâyet veriyor, salah durumuna getiriyor, kerâmet sahibi yapıyor ve benzerleri…

Bu yönlerden müridin gelişin çok haz duyuyorsa bu bir istidraç nev’idir. Veya bir makike’dir muhakkak. Eğer bir kemâliyet olmadıktan sonra zirâ gayrı ehli elinde ise esâsen Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا

(Nisa Suresi / 58)

Allahü Zülcelâl’in emri, emaneti ehline vermektir. Emânete ehil olmadığı halde kendisinin zavallı halini düşünmüyor da her gelen gideni kendisine lâyık görüyor. Kendisinden üstün başka bir kimseyi de görmüyor. Gelip gidenlerin çokluğundan haz duyuyor. Bu gibileri iyice  bilsin, itikat etsinler ki bu tavırları ve itikatları hem küfür, hem de şirktir. Mübârek İmamı Rabbani bu hususu Mektubatında bu şekilde belirtmiştir.

Hatta Ebu Musal El Eş’ari bir gün Rasulullah (Sallalahu Aleyhi ve Sellem)’a gelirken beraberinde birkaç kişi getirmiş ve Rasulullah’dan vazife istemişler.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de çok hiddetli bir şekilde: “Eba Musa vazife almak için beraberinde bunları nasıl getiriyorsun, vazife isteyene verilmez, biz ehil görürsek tayin ederiz, vazife isteyene değildir.” buyuruyor.

Zira Âyet-i Kerime de:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

(Enfal Suresi / 27)

“Allah’a Rasul’üne ve emanetinize ihanet etmeyiniz,” buyuruyor.

Rasulullah (Sallahu Aleyhi ve Sellem)’da bir Hadisinde: “Kim ki bir işe bir kimseyi tayin ederken ehlini daha lâyık olan olduğu halde onu değil de kendisine yakın olan, kendi sevdiği bir kimseyi tayin ederse,

  فقد خان الله والرسول والناسى جميعاً

 “Allah’a, Rasul’üne ve insanların cemisine ihanet etmiş olur.” buyuruyor. Emânet gayri ehlinin eline düştüğü takdirde de bunu da bahâne bulmayalım, çünkü ahirü’z zaman devresinde yaşıyoruz.

Diğer bir Hadisi Şerifte de:

اذاضيعت الامانة فانتظرالساعة قال كيف اضاعت الامانة يارسول الله قال اذا وسد الامرالىغيراهله فانتظر الساعة

 “Em’aneti kaybettiğiniz zaman kıyâmeti bekleyin.” “Ya Rasulullah emânet nasıl kaybedilir?”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Emânet ehli olmayanların eline düşerse işte o zaman kıyâmeti bekleyiniz, buyuruyor.”

Tabi ahir zamanda böyleleri çoğalır, zira bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor. Bizim yapabileceğimiz tek şey bu gibilerden Allahü Zülcelâl bizi korusun, duasıdır.

İmamı Rabbani bu gibi hallerin çaresini belirterek buyuruyor ki:

وان يتداركه باالندامة والاستغفار الى ان لا يبقى اثرمن هذاالسرور

Bu gibi hal karşısında akibinde çok nedâmet ve pişmanlık duyarak çok ta istiğfar getirmek gerektirir. Eğer şöyle az bir şey bile bu gibi hal vaki oldu ise ferah ve sürûr duydu ise, insan beşerdir bu gibi beşeriyet icâbı bir müridin gelişinde bu gibi hal doğacak olursa ardından çokça nedâmet pişmanlık ve çokça da istiğfar getirmelidir ki:

 الى ان لا يبقى اثر من هذالسرور بل الى ان يجيئ محل السرور والفرح الخوف والحزن

O kadarda nedamet ve pişmanlık duyacak ve Rabbısına o kadar yalvaracak ki, kalbindeki ve üzerindeki eseri gelen bu gibi hallerin giderilmesi için çokça pişmanlık duyup istiğfâr edecek. Hattaki üzerinde gelmiş olan ferah ve sürûru giderip eseri kalmayıncaya kadar ağlayıp sızlayarak pişmanlık duyacak.

Ne zaman ki bu ferah ve sürûrun yerinde tekrar Havf ilahi ve hüzün üzüntü gelecek ki Allahü Zülcelâl yardımcısı muini olur. Ama kendi varlığı ve benliği ile baş başa kalır ise Allahü Zülcelâl o almış olduğun müridi yardımcı olmadığı gibi, her noksanlığından da sorumlu tutar. Çünkü vazife gayri ehlinin eline düştüğü tekdirde esâsen kim ki tâyin ettiyse her bir noksanlık tayin edenin sırtına yükleniyor bir bölümü.

Hz. Ömer (ra) devrinde biri gelip de vazife istediklerinde “Ben sizin ağırlığınızı kaldıramam” diyerek vazifeye tayin etmezdi. Ancak o vazifeye tam ehil birisi olduğuna kâni olursa o zaman vazife verirdi.

 

Hülâsa, bu emânete ehil olmadan onu yüklenmenin çok ağır sorumluluğu vardır. İşte, mürşidin bu gibi durumlar karşısında takınması gereken haller bu şekilde olmalıdır. Zira İmamı Rabbani mürşid, müridin hallerini çok iyi bilmeli, diyor. Kabiliyeti istidâdı nedir? Onun hali cazb hali midir? Seyrü süluk halinde midir? Bu halleri çok iyi bilmesi lâzım, ve onun haline göre ona yardımcı olması gerekir. Mürşid, kendisin eteslim edilen emânetin hakkını verebilmeli, ters tepebilir, buyuruyor. Eğer böyle olmazsa (Mürşid ehil ve kâmil değilse), o müride bir gelişme, bir ilerleme olmaz.

İmamı Rabbani mektubunda bir tembihatta daha bulunarak diyor ki:

وينبغى ان يجتنب غاية الاجتناب عن ظهور الطمع والتوقع فى مال المريد ومنافعه الدنيا وية

Mürşitleri uyarıyor ki: Sakın sakın çok sakın ki, karşına gelen müridin eğer serveti varsa ve bu nazarla bakıp haz duyuyorsan, tamahın artışlı olarak buna tamah ve heves duyuyorsa ayni zamanda mevki ve mertebe yönünden de dünyevî menfaatleri bu müridin sırtından sağlayabileceksen ama malı, ama mevkisi… Ne olursa olsun dünyevi meseleleri hususunda bu müride tamah artışlı olur ve somurmaya başlarsan bil ki:

فانه مانع لرشدالمريد وباعث على كون الشيخ خرابا

Bu hallere düşen mürşid bilsin ki: Mürid bunun irşadından faydalanamaz, kesinlikle. Mürşid ise halini de maneviyâtını da tamâmen harabeye döndürmüştür. Zirâ hedefinden sapmıştır. Mürşid demek ne demek? Mürşid bu!.. “Kandırıcıdır” diye alnında yazmıyor ki… “Milleti somuruyor” diye yazmıyor da Mürşidim diyor. Yani milleti irşad edecek kişiyi Hakka varacak olan yola hiç olmazsa tarif edecek. Kapısına doğru yöneltecek… Ama maalesef Ebu Hasani’l Şazeli’nin buyurduğu gibi:

شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب بل هوشيخك الذى يرفع بينك وبين الله الحجاب

Şeyh o değil ki sana Hak kapısı şudur şöyle gidersin, şöyle olursun dille tarif eden değil de şeyh odur ki: seninle Rabbın arasındaki perdeleri yok edipde Allahü Zülcelâl’e vuslatında yardım ve hizmet edendir.

 

Kardeşlerim, eğer mürşid müridin maneviyâtını yüceltmeyecekse, Rabbına vuslat yönünden daha daha da yakınlaştırma daha daha hicabları gidermeyecekse, buna mürşid mi deniliyor şimdi? Bu mürşid mi? Onun için milletin servetine malına göz dikecekse ve buna karşı tamah ve hırsı doğacak olursa Allah aşkına bu adam bu niyeti karşısındaki

انم الاعمال باالنيات

Âmel ile bağlıdır. Niyeti bu yönden ise bu yönü bulur. Müridin parasını alır müstefid olur. Ama bu zavallı müridin bir hatası yok ki. Esâsen sorumlu olan mürşiddir. Çünkü kendisini mürşid ilan etmiş, şöhret sahibi olmuş bir kimseye irşad olayım diye gitmiş. Ama mürşid ise âdeta bir yol kesici gibi yâni buldukça somurmaya heveslidir. Bu yöntemi kullanıyorsa nasıl olurda mürid böylesi bir mürşidden faydalanabilsin. Buna imkân yok. Zirâ gâye Lillah değildir. Allah için değildir. Niyeti helisâne değildir. Mürid zavallı tamamen mahrumdur ve faydalanamaz. Şeyh ise zâten harabe durumuna gelir ve maneviyâtını yok eder. Allah korusun. Zirâ bir şeyh hakikaten velî değil kerâmet sahibi değil manevi mertebe derece sahibi değil ise kendini de ehil olmadığı halde ehil gibi gösterirse inan ki bu gibiler hakkında Allahü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyuruyor:

فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

(Kehf Suresi / 15)

“Allahü Zülcelâl’e iftira edenden daha zalim var mıdır?” Çünkü bunlar Allah vergisidir. Şahı Nakşibend de diyor ki: Bir derece bir mertebe davasını ve görüntüsünü yapmak isteyen halbuysa vasılda değildir ve bu dereceye sahip de değildir. Ama kendisini halka böyle tanıtmak için bu gibi tavır var ise bilsin ki o derece ve makamı bu dünyada göremez. Çünkü haram kılar Allahü Zülcelâl neden? Çünkü bu gibi şeyler Allah vergisidir. Allahü Zülcelâlin bir mevhibesidir. Ve o zaman da Allahü Zülcelâl vermediği halde verdi derse Allaha iftira eder hâşâ. Onun içindir ki; böylesi iftira sahibinden daha zâlim var mıdır? Diye buyuruyor.

İmamı Rabbâni mektubuna devam ederek buyuruyor ki:

فان المطلوب هناك كله الدين الخالصى الالله الدين الخالصى

Burada mürşidden matlub olan şudur ki, umumiyetle bu yolda halisane Lillahi Tealâ olması şarttır. Zira Allahü Zülcelâl’in dini halis dindir. Daha evvel bir çok hadiselerde de geçti. Allahü Zülcelâl’in halisane olmayan hiçbir ameli kabul etmediği, onun için bu Kutsal yolu, bu aziz yolu, bu aziz yolu bu gibi mülevvesattan uzak tutmak lâzımdır. Bu gibi dava, taleb ve hevesler bu yolun dışındadır.

Zira mektubunun devamında:

لا مجال للشركة فى جناب الحضرة الالهية بوجه من الوجوه

İmam Rabbâni ilân ederek diyor ki: Bu yol Hak yoludur. Hakka varan yoldur. Hakka varan yolda Haktan gayrı, Hakkın rızasından gayrı başka hangi yönden olursa olsun, Hakka vuslat mümkün değildir. Engelleyicidir asla vasıl olamaz. Onun için kasdın ve gayen Hak kapısına varmaktır. Yolunda revan olmaktır, rızasını celbetmektir. İhsan ve ikramına nail olmaktır. Eğer bu minvâl üzere bu gibi kudsal şeyleri mülevvesata dönüştürürse, bu gibi ortaklaşmaları Rabbımız asla kabul etmez. Çünkü halisâne Lillahi olmayınca herhangi bir âmel ve dava asla geçerli değildir. Şirk kabul eder Allahü Zülcelâl bunu. Ortaklaşma ile yapılan âmel için:

اناغنى عن الشركاء

“Müşterekçe yapılan âmelden ben mustagniyim, paylaşamam” buyuruyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Muaz İbni Cebel’e vasiyet ederken:

يامعاذ اخلص دينك يكفيك العمل القليل

“Ya Muaz; Dinini hâsisâne Lillâhi için yap. Hangi yönden olursa olsun va’zın, nasihatin irşadın hepisini Allah için yap ki az bir âmel sana yeter.”

İmamı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

واعلم ان كل ظلمة وكدورة تطرأعلى القلب فازالتها تتيسربا التوبة والاستغفار والندامة والالتجاألى الحق  سبحانه وتعال بأسهل الوجوه

Bil ki herhangi bir kalbe uğrayan herhangi bir zulmet, perde veya bulanık bulaşık çeşit çeşit yönlerden ki elbette beşeriz beşeriyet halimiz vardır ve bir melek değiliz. İnsanın behemehal az çok bir takım hataları olabilir ama günahı segair ama günahı kebâir. İmam-ı Rabbâni burada bir umud veriyor ve şöyle buyuruyor: Bu haller karşısında kalırsan tevbeye yönelirsin ki en kolay yolu budur. Rabbımızdan mağfiret dilersin. Nedâmet ve pişmanlık duyarsın. Hak kapısına iltica edersin. Burada bir umut vermiş İmamı Rabbâni Hz.leri. İltica derken bir istisnâ bırakmıştır. Bakınız Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a son sure olarak gelen Nasr suresinde:

وَاسْتَغْفِرْهُ  إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

(Nasr / 3)

“Mağfiret dile istiğfaretki Rabbın Tevvabdır.” Tevbeyi kabul eder.

الندامة من الذنب توبة

Nitekim Hadis-i Şerif’te: Zenbinden (günahından) nedâmet duymak bir nev’i tevbe sayılır.

التائب من الذنب كمن لا ذنب له

Yine Hadis-i şerif’te: Zenbinden tevbe istiğfar edenin zenbi yok demektir.

Bir başka Hadis-i şerif’te de:

من اذنب ذنبا فاحزنه لايكتب عليه شيئ

Kim ki bir zenb işledikten sonra kendisine bir hüzün gelir de pişmanlık duyarsa o zenb yazılmaz.

İşte bunlardan dolayı İmam-ı Rabbâni umud vermiştir. Ancak şu istisnayı bırakmıştır.

الاظلمة طرأت على القلب من طريق محبة الدنيا الدنية فانه تجعل القلب خرابا وازالتها فى غاية التعسر بل فى نهاية التعذر

İnsanın Rabbısıyla kalbi arasında bir çok perdeler olur ki birçok mâsiyet ve hatalardan doğabiliyor. Çünkü kalb eğer safiyâne bir hâle gelebilse perdeleri kaldırsa perdeleri yok olsa esâsen keşfiyata mümkündür. Hatta şöyle bir hadis de vardır.

لولاان الشيا طين يحيمون على قلب ابن آدم لنظروا الى ملكوت السموات

Eğer şeytanlardan mütevellid bazı hatalar isyanlar doğmamış olsa idi ki bunlardan olunca kalbin üzerine perdeler geliyor. Eğer böylesi perdeler olmasa idi âdemoğlu meleküt âlemini seyredebilirdi. Kalb nuru böyledir.

Onun için kardeşlerimiz, İmam-ı Rabbâni bunda umud vermiştir. Ayet ve hadisleri de verdik ancak bir istisna bırakmıştır ki oda dünya muhabbeti olmamasıdır. Dünya muhabbetinin giderilmesi ve zevâle ermesi çok güç ve zordur diyor. Dünya muhabbeti sebebiyle insanın kalbi tamâmen harabeye döner. Dünya muhabbetinin insan kalbini harabeye döndermesinin sebebi nedir?

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

حب الدنيا رأسى كل خطيئة

 “Dünyayı sevmek hataların başıdır.” Artık hataların başı olunca işte kalbi harabeye döndüren dünya muhabbetini kalbe yerleştirmesidir. İmam-ı Rabbâni bundan daha üstün bir şey bulup göstermiyor ve diğerlerinin kolaylıkla gösterilmesi mümkün fakat dünya muhabbetinin kalbden giderilmesi çok zordur ve zevâli çok güçtür buyuruyor. Kalbi adetâ harabeye döndürür.

 

Kardeşlerim:

Bu gibi şeyleri acâyib görmeyiniz. Bakınız Allahü Zülcelâl dünyayı yaratmış da bir defa için nazar etmiş ve bir daha merhamet nazarıyla bakmamıştır. Dünya denâetten (alçaklıktan) geliyor. Ancak yaratıp da bir kere nazar ettiği an dünyaya şöyle buyurmuş:

يا دنيا من خدمنى فاخدميه ومن خدمك فا ستخدميه

 “Ey dünya bana hizmet edene hizmetçi ol, sana hizmet edeni ise kendine hizmetçi kıl.” İşte dünyanın hali budur. Allahü Zülcelâl’in sevmediği bir nesnedir. Hoşlanmadığı bir nesneye meylederde kalbine yerleştirir isen Allahü Zülcelâl bunu hiçte hoş görmez. Çünkü sevmediği bir şeyi sevip kalbine yerleştiriyorsun.

Hatta şöyle bir Hadisler vardır: Âdemoğlu Sakaleynin (insan ve cin) ibadetini işlese de huzurullaha varsa, “Ey kulum benim sevmediğim yeli nasıl olup da kalbine yerleştirdin ve bana karşı tutup onu tercih ettin” dediği zamanda yüzündeki etleri dökülür. Bunu basit bir şey bellemeyelim. İmam-ı Rabbâni boşuna böyle buyurmuyor. Çünkü arkasından da devam ederek:

نجاناالله سبحانه واياكم من محبة الدنيا ومحبة ابنا ءها واربابها والا ختلاط بهم والمصاحبة معها فا نها سم قاتل ومرضى مهلك وبلاء عظيم و داء عميم

Allahü Zülcelâl bizleri ve sizleri dünya muhabbetinden korusun ve dünyanın çocuklarının muhabbetinden de korusun. Dünyanın çocukları, nasıl çocuklar anneleri tarafından beslenirse bunlar da gıdalarını bu yönden dünyadan alanlardır. Dünya erbabları ki; Rab gibi kibirli, servet ve mertebe sahibleri bunlardan da korusun. Bunların arasına karışıp bunlarla sohbet etmekten Rabbimiz bizi korusun, diye temenni etmiştir. Ve dünyayı şöyle vasıflandırıyor: Dünya ve dünya muhabbeti öldürücü bir zehirdir. Mühlik (helâk edici) bir marazdır. Azim bir belâdır. Umumi bir hastalıktır. Aynı zamanda bulaşıcı bir hastalıktır.

İmam-ı Rabbâni’nin mektubu burada son buldu. Bir kusurumuz oldu ise Rabbımız tamamen affetsin, İmam-ı Rabbâni kusurumuzu affetsin.

 

 

 

Aziz Kardeşlerimiz;

İmam-ı Rabbâni mektubunu dile getirmeye çalıştık. Bizim fehmimiz kısırdır ve haşa onların fehmettikleri gibi fehmedemeyiz. Biz kendi âcizâne kendi fehmimize ve dilimize göre anlaşılabilir hale getirmeye çalıştık. Rabbımız kusurumuzu affetsin. Zira bu zatların hallerini anlatıp dile getirmek bizim gibilere düşmemiştir ve düşmezde. Ancak şu hadisi ibret nazarıyla okuyalım ki bizim gibiler ne hallere düşer, o zaman hak verirsiniz.