ŞEYTAN - NEFİS İNSAN VE ANASIR-I ERBA’A
Kardeşlerimiz,
Bu geçmiş bölümlerde ale kaderil imkân yani mümkün olduğu kadar Vahdeti vücûd, Vahdeti şühûd kısımlarını, bunların terakkiyat yönlerini anlatmaya gayret ettik.
Şimdi ise insanoğlunun varoluşu Adem (as) var olduktan sonra şeytanın foyası er ve geç ortaya çıkıp kendisine secde etmedi lanete müstehak oldu ve cehennemin esfelesine gitti. Tabi bundan dolayı buna insanoğlu sebeb oldu diyerek insanoğluna düşmandır. Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ
(Fatr / 6)
“Şeytan sizlerin düşmanmızdır, onu düşman olarak ittihaz ediniz. Zira o kendine mal olan uyan kimseleri cehenneme iletir,” dâveti cehennemdir.
Anasırı Erbaa; toprak, su, hava ve ateştir. Şeytan kendisi ateştendir. Adem (as) topraktandır. Toprak ile ateş arasındaki fark şudur; ateş daima alevlidir, havaidir, gözü yükseklerdedir. Fakat toprak ise devamlı tevazu gösteren, devamlı ayaklar altında bulunan nesnedir. Her atılan şeyi kabul eder. Karşı olmaz, herşeyi kabul eder, yutar ve herşey de ondan olur. İçinde iyiside olur, habiside olur. Bu meyanda insanoğlu ateş unsuruna benzerse, ateş yönü galib gelecek olursa, şeytanı" yönü galib olduğuna delildir. Eğer toprak unsuruna tâbi olacak olursa, tevazu sahibidir, gerçekten insandır insanlık vasfı ağır basar. Toprağın yanıbaşında hayatın olabilmesi için birde su vardır. Toprak galib gelirse sakindir, kinci olabilir; ama tevazu yönünden çok tevazuludur. Dolayısıyla su gibi olması en güzel tarafıdır. Hava galib gelirse onun da istikrarı yoktur, estiğinde daima ateşi alevlendirir. Mübârek zâtlar iki yönü galib olunca bu tercihli ve güzel kısmıdır diyorlar. Maii ve Turabi. Su hayat vericidir. Toprak ise tevazu ve zillet ve fakriyet yönünden bunu tercih ederler.
Rabbimiz bir de nefis vermiş. Daima rububiyet davasında bulunur. Şeytan şehvani ve küfre iletmeye çalışır da fakat enaniyet davasında bulunmaktan Allah’a sığınıyor. Allahü Zülcelâl âyeti Celilesinde şeytanla alâkalı olarak şöyle buyuruyor:
إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
(Haşr/16)
“Ben Rabbül âleminden korkarım,” Şeytan söylüyor bunu Şeytan nefis kadar cesur değildir. Nefis enâniyet sahibidir. Nefisde daima enelik (benlik) vardır.
Bunun hakkında da Cenâbı Rasulullah buyuruyor ki:
اعدى عدوك عدوك الذىبين جنبيك
Düşmanların arasında sana ençok düşman olan iki yanın arasında bulunan nefsindir. Rasulullah küffar cihadından dönerken şöyle buyuruyor:
رجعنامن جهادالاصغرالى جهاد الاكبر : قالوا يا رسول الله واى جهاد اكبر من هذا قال جهاد النفسى
“Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” Ashab, “Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bundan büyük cihat olur mu?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “en büyük cihat nefis cihadıdır” buyurdu.
Nefis hakkında Ebu Hasenil Şazeli şöyle buyuruyor: Ey kardeşim dikkatli ol, şeytanın cür’et edemediği nesneye sen cür’et etme. Nedir bu? buna dikkat ediniz. Şeytan nefsin cür’et ettiği kadarına cür’et edemedi. Nefis ne yapıyor, mürşidliğe, hidâyete, salâha dönüştürme yönünden terbiyeye kalkıyor, enâniyetini ortaya koyuyor. Ancak “Allah’ın emri olursa bunda enaniyet, nefis söz konusu değildir. Ancak ben halkı salâh ediyorum. Hidâyete dönüştürüyorum. Şu yönden imanını kuvvetlendiriyorum diyorsa, bunların hepsi nefsin enaniyetindendir. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun. Ebu Haşanı Şazeli “bu şekilde cür’et etmek şirktir” buyuruyor. “Allahü Zülcelâl’e ait olan sıfatlara girişme” diyor. Anasırı erbaadan vücutla nefis her ikisi de letâiftir. Letâifi sebâ dır. İmamı Rabbani Hz. leri bu iki lâtifeyi geçip re’sen kalb lâtifesine başlıyor. Bahusus sâdâdı Nakşibendiye Meşrebi Sıddıkiye ve Sahabe yolu esasen budur. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabını bu yöntemle yetiştirmeye başlıyor. İlk olarak birinci lâtife hemen üçüncüsü olan kalb vücudun reisi, hükümdarı durumundadır.
الاان فى الجسد مضغة اذاصلحت صلح الجسد كله واذافسدت فسدالجسدكله الاوهى القلب
Bundan önceki hadislerde geçtiği gibi bu et parçası salâh olursa, bütün vücud âzaları salâh olur, eğer bu fesada uğrarsa, bütün vücud fesada uğrar. Onun için Sâdât-ı Nakşibendiye ilk olarak kalbten başlamışlardır. Kalbin ise âdeta bir arş yani berzahi bir durumu vardır. Yani insanoğlunun kalbi adeta bir arş gibidir. Arş ise teceliyâtı sıfat makamdır. Kalb de tecelliyât makamdır. Böylece âlemi Nasut’ta yaşıyoruz. İnsanoğlunun yaşadığı âlem âlemi nâsutdur. Üzerimizde ise Alemül Melekut vardır. Bu her iki alemde alemul halkdır arşa kadar. Ondan ötesi Âlemul emr. Aslında RUH âlemi emirden başlıyor. Zira bunlara Alemül Emr’den başlıyor. Ruh, sır, hafi, ahfa hepsi Alemül Emr’in dahilindedir. Alemül Emr demek muradı İlâhiye doğar demektir.
Ayeti Celile’de Cenâbı Hak:
الاله الخلق والامر
Allahü Zülcelâl hem halkı’da hem emride Allah Zülcelâl’a aittir. İşte birisi Alemul halk arşa kadar öteside Alemül Emr’dir. Burdan muradı ilâhiyye gelir. Ruh, sır, hafi, ahfa da bu terâkkiyat Alemül Emr’in ötesinden başlar, nereye kadar gidiyorsa artık Allah bilir. Bu küçük âlem dediğimiz küçük alem yani kalb ile alakalı bu arşa kadardır. Bundan ötesi nereye kadar gidiyorsa Allahü âlemu bimuradihi. Ancak Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın verdiği malûmata göre Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu küçük âlem hakkında buyururken, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ
(Bakara / 255)
Allahü Zülcelâl göğü de, yeri de vüsat etmiş, istiap etmiş, kabzasına almış olan kürsi anlatırken vüsatini bu şekilde anlatmıştır. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yeri ve göğü kürsiye nazaran çöle atılmış bir halka gibidir. Bunlarla beraber kürsi ile beraber bunların hepsi arşı azim karşısında o da çöle atılan halkanın cesameti neyse o haldedir. Azamet ve büyüklüğü böyle kıyaslanır. Kürsi yedi göğün üstünde cennetin tabanındadır. Cennet bunun üzerine kurulmuştur.
Arş ise cennetin tavanıdır. Hem dünya, hem ahiret bu iki âlem Alemül Halk'ta yaşamış olacağız. Allah cümlemize Cenneti Âlâyı nâsib etsin. Alemül Emr’e gelince bu terakkiyat yolu ile evliyaların bileceği şeylerdir. Bunlar ise ruh, sır, hafi, ahfa. Bunları kat etmektedirler. Şunu da söyleyeyim ki; her velî buna kadir değildir. Evliyanın da terakkiyatları çeşit çeşittir. Bu saydığım makâmatlar hep bölümlüdür. Kalb dört bölümdür. Ruhda, Sırda, Hafide, Ahfada, bunların hepsi dört bölümdür. Bunların hepsini dürüp kat etmek gereklidir. Çünkü nefis ile Allahü Zülcelâl arasında yetmişbin hicâb vardır. Her birinde de onbin hicabı kat etmek gerek. Evliyaların terakkiyatlarının farklı oluşu şundandır. Kimi kalb bölümünün bir kısmını kat edebilir ve böylece ruh kısmına geçebilir. Bu da evliyaların istidadına göredir. Kimi ruh kısmını tekmil etmiştir, kimi sır kısmını tekmil etmiştir. Kimisi de hafi’de, ahfa’da kalabilir. Kalb’te ve ruhda da kalabilir. Onun için Evliya terakkiyatları istidatlarına, derecelerine göre farklıdır. Bunların seyrü sülûkları bu bölümleri terakkiyat ede ede devam eder. Ancak anlattığımız gibi Vahdet-i Vücud’tan kurtulup da Alemül Emr’i kat edip her bir tanesinin dörder bölümünü kat ederek kemaliyet kısmına ulaşabilir. Ahfa’nın dört bölümünü bitirirse tamamen, işte o zaman Alemül Emr’i kat etmiş olur.
Âlemül Emr’in o kadar bir azameti var ki. Şimdiki anlatmış olduğum Âlemül Emr karşısında Arş ile Âlemül Halk, denize nisbetle bir katre mesabesindedir. Allahü Zülcelâl’in azameti, kudreti insanoğlunun içindeki o cihazları ne hale getiriyor ki, Âlemül Halk ve Âlemül Emr’i kat edebilecek hale getiriyor, İmamı Ali’nin (kv) buyurduğu gibi insanoğlu cürmün çok küçüktür, ama Âlemül Ekber, yani büyük âlem, Âlemül emr, bu sende mündemicdir. Anlatmış olduğumuz bu letaifleri kat edişlerine göre Evliyanın birbirlerine karşı üstünlükleri vardır. İşte anlatılan beş letaifi tamamen tekmile eden bir zât Alemül Kuds’e atlamıştır. Bu kuds dediğimiz âlem kâmil olan zâtlar erişebilir. Bunlar tamamen Kerem ve İhsana kavuşmuş demektir. İmamı Rabbani’ye göre, bu âlemi aşan bir kimse İsmi Zahir İsmi Batın bunlar ikisi, her biri birer kanat olmak üzere artık uçmaya hazırdır. Dilediği yere kadar uçarlar, ihsana kavuşurlar. Hatta Rıza makarrına kadar. En üstün makâm Rıza makâmıdır. Bu makâma ulaşan için korku yoktur. Bu Alemül akdesi aşan kimselerin sırları kutsaldır. İşte böylelerine “kuddusi Sırrı hüi aziz” denir, işte bu “kuddusi” sır sahibi olanlara bu kelime harcanır. Yoksa her rast gelene bu kelime kullanılmaz. Sırrı kutsaldır diye bir şey yoktur.
Kardeşlerimiz,
Alemül Kuds’i aşan bir zât ne olur o zaman Şeyhül Hazin’e (ks) göre:
طيورىلهم جناحان : من نورسر القرأن
سراً لهم طيران : الى لقاء الديان
تنفذ من قطر الا مكان : تجول فى لامكان
Kendisi uçma kanatları ile uçuyor. Kur’an sırrı ile Şeyhül Hazin (ks) Mübârek Alemi Kuds’e karşı alemül emr’in bir katre olduğunu söylüyor. Alemül Emr’i kat etme imkânı vardır. Alemül Kuds’a gelince Lâmekan bir tayin tahdid diye bir makâm yoktur. Allahü alem bi muradihi. Gerçekten Şeyhül Hazin Hz.leri (Kuddusi sırrıhul Aziz) bu er meydanında büyük bir yiğitliği vardır. Lamekân kısmı cevelânlıdır, yani binekledir. Allahü Zülcelâl bizleri hem dünyada hem ahirette bu zatların himmetlerinden ve şefaatlarından mahrum etmesin. Âmin.
Burayı aşdıktan sonra kemaliyet, kemaliyetin ekmeli durumuna gelir. İşte bu makâmları kat eden zat kutbiyet makamına erişir. Esasen bu makâmlara gelecek olanlar, Hz. Resullerin mirasçılarıdır. Ülülazim olanların mirasçılarıdır. Bir ülülazim olan Rasulun bir kaç tane mirasçısı olabilir, fakat sonunda herhangi birine vazife verilirken, en ekmeli olan bir tanesi ğavsiyet makâmına geçer bunun da yardımcıları Kutbu medar, Kutbu irşaddır. Kutbu medar bir muavin durumundadır. Bir de bunların üstünde Muhammedil Velâye olan hilafet makâmı vardır. Gavsiyyet üzerine bir de hilafet vardır. Bu gibi şahsiyetler, aynı şekilde terakkiyet etmişlerdir. Ama birine fazlalık olarak bir vazife verilmiştir. Bundan dolayı bir üstünlüğü vardır. Âmir durumundadır. Ama İsa’nın kademi üzerine, ama Musa’nın kademi üzerine olsun veya İbrahim A.s’ın ... Hülâsa bu zatlar olmasa yeryüzü alt üst olur. Her zamanın bir manevî devlet ricali vardır. Hiçbir zaman bunlarsız olmaz. Olmadıkları an dünya alt üst olur. Yer yüzü beliyenin altında ezilir, alt üst olur.
لكل زمان دولة و رجال
Her zamanın bir manevi devlet ricali vardır. Hiçbir zaman bunlarsız olmaz. Bunlar olmadıkları an dünya alt üst olur. Yer yüzü beliyenin altında ezilir, alt üst olur.
Cenabı Rabbi’l İzze şöyle buyuruyor:
وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الْأَرْضُ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
(Bakara/251)
Eğer bazılarının yüzü suyu hürmetine olmasaydı, yer yüzü tamamen fesada uğrardı. İşte Allahü Zülcelâl bazılarına fazlu ihsanını verirken bu ihsanını umumileştirir. İşte burada bir kimsenin Kuddise Sırrıhul Aziz yani sır sahibi, bu minvâl üzere olabilir. Rastgeleye bu kelime kullanılmaz. Mübârek Şeyimize bir gün bir zümre ile alâkalı Şeyh Reşid, “bir kimse için Kudduse Sırrıhu diye söylüyorlar. Gerçekte bunda böyle bir şey var mı diye sordular, bunu kendileri birbirleri arasında çok kullanıyorlar, gerçekte bu böyle midir, Allah Lillah aşkına senden başkası beni tatmin etmez, acaba bunlar gerçekten sır sahibi mi değil mi?” Mübârek bu gibi şeylere taraftar değildi. Öyle şeyi açıp anlatmayı da hoş görmüyordu. Ama Şeyh Reşit de. - Bu zât Üveys Hz.lerinin orada bulunan ve ortaya hizmet eden bir zât, güzel bir şahsiyettir.- çok yalvarmış “efendim bu iş hayat müddetince benim kafamda yer yapacak, ne olursa olsun beni bundan kurtar, yani bunlara gerçekten Kuddise Sırrıhul Aziz demeleri haklı mı değil mi? Ben de tereddüd ve yanılgıda olmayayım” demiş. Mübârek karşıdaki telefon direğini göstererek “eğer bu direkte sır varsa, onlarda da vardır,” diyor. Mübârek bu konularda çok hassastır. Murakabeli, müsbet olarak anlayan ve bilen bir kimseydi. Hâşâ bir mümin bile yalan söylemez, çünkü bu iftira olur. Mübâreğin kast ettiği de bunların bu terakkiyat sahibi olmadıklarıdır. Bunun için bu konuları Alemül Kuds konusunu inceden inceye anlattık ki her rast gelene “bu Mübârek”, “Kuddise Sırrıhul Aziz” kelimeleri kullanılmasın diye. Evliya makâmı çoktur. Seviye ve makâmları birbirlerine benzemez. Âlemül emr dahi Âlemül Kuds karşısında diğer sayılan Âlemler bir katre mesabesinde kalıyor. Bunu iyice okuyup iyice anlamalıdır. Lamekan bu mekansızlık diyarını, mukaddes diyarı biz nasıl anlatabiliriz ki. Bunu ancak ehli olanlar, bunları anlayıp bilebilirler. Bunlar da bu geçtikleri güzelim makâmları dünyada bir benzeri yok ki misal gösterip anlatabilsinler. Gözün görmediği, kulağın duymadığı şeyler hangi hassa ile bunları anlayabiliriz ki. Hz. Sıddık şöyle buyuruyor:
الحمدلله الذى جعل العحز باالادراك ادراك
Hamdü senalar olsun ki, bir kul acziyetini ortaya koyarsa, çünkü Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de öyle buyuruyor:
انت كما اثنيت على نفسك
Sen nefsine senâ eylediğin gibisin. Methetmeye mümkün değildir. Çünkü halk Halikini nasıl meth etsin, nasıl fehmedebilsin. Hangi kul Cenâbı Haki hakkı ile bilebilir. Artık bunu burada noktalıyoruz. Rabbimiz bizi affetsin. Rabbimiz biz aciziz, müflisiz, sen bilirsin, bizleri affeyle. Vallahi bizler bu anlatılan şeylerin adamı değiliz, bunların katresine dahi sahib değiliz, ancak Mübâreklerin buyurduklarını dile getiriyoruz.
HZ. GEYLANİ’YE GÖRE ĞAVSİYYET MAKÂMI
Kardeşlerimiz,
Ğavsiyet makâmında olan zâtlardan bir tanesini teberrüken anlatmaya ve öğrenmeye çalışalım. Başta Ğavsul Azam Hz. Şeriftir, Lâtiftir, Azizdir, (ra) ve (ks) şöyle buyurmuş:
Soruyorlar, “efendim ğavsiyet makâmına gelmiş bir kimse acaba ne gibi bir hali ve hükmü vardır, keşfiyatı nasıldır, makâmı ne?” Mübârek şöyle buyuruyor: “Ğavsiyet makâmında olan bir kimse hükmü ve makamı onaltı âleme mütevehcihdir. Bu dünya ve ahiret âlemi Alemül Halk dediğimiz bir âlemdir. Bunun dışında daha onbeş tane âlem vardır.” Şimdi bunu ğavsiyet makâmında iddiası bulunan şahsiyetlere havale edelim.
Hz. Musa münacatında Rabbül İzzeye sorar. Ya Rabbi göğü ve yeri yarattığında şöyle bir hitabın vardır:
ثُمَّ اسْتَوَىٰ إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ
(Fussilet/11)
“İtaatkâr olarak veya kerhen benim emrime imtisal ediniz, Yer ve gök kendilerini itaatkâr olarak bildirdiler, eğer itaatkâr olmayıp da ikrah etseydiler, itaati red etseydiler bunları ne yapardın” diye soruyor.
“Ey Musa! Benim mer’alarımdan bir dâbbe gönderirdim, yeri ve göğü bir lokmada yutardı.” Dikkat ediniz kardeşlerim, mer’alarımdan bir mer’adan bir dâbbe gönderecek de yeri ve göğü bir lokmada yutacak.
NEBİLER VE VELİLER ARASINDA DERECE FARKI
Kardeşlerimiz,
Fazlaca zihninizi yormayalım, Ğavsiyet hususunda teberrüken Gavsul Âzam Hz.leri
ile ilgili muhtasarca bir cümle ortaya getirdik, bu bölüme son vereceğimiz için gayet kısadan anlatmaya çalışacağız, şimdi teberrüken Ahmedi Rufai Hz. lerinin verdiği malûmatı dile getirelim. Mübârek önce Enbiyaları anlatmıştır, çünkü bunlar yer yüzünün halifeleridir. Bunlar halkı Allahü Zülcelâl’e vuslat ettirmek için aracı olarak göndermiştir. Allah’ın yer yüzünde halifeleridir. Gök âleminde himmetleri vardır. Kalbleri arşî durumundadır. Bunların tıynetleri dahi cennettendir. Onun için bunlar masum kimselerdir. Bunların mertebeleri yüce ve yüksektir. Bunları böylece belirtmiş. Esasen Veliler ve Enbiya arasındaki mertebe farkı da şöyle belirtiyor: Veli ile Nebi arasındaki mertebe farkı üçyüz altmış sekizbin mertebedir. Nebiler yok olunca Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ümmeti gelince tabiki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ümmeti enbiyaların mirasçılarıdır, fakat Mübârek şöyle buyuruyor: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mertebesinin diğer enbiyalar üzerine fark yönünden ne sayı ne dereceye girer, bu mahbubiyyet makâmıdır. Enbiya arasındaki mertebesinin sayısı yoktur. Sonsuzdur. Enbiya arasındaki fark ise bir Sıddıkin zümresi var, bir de Salihin zümresi var. Sıddıkin zümresinin Piri Hz. Sıddık (ra) dır. Bu zümreye gelince diğer evliyalar arasındaki fark bin yüz elli ikidir. Tabi bunların Sıddıkin olsun, Salihin olsun belli bir mertebeleri vardır. Her devrin kendine göre bir devlet ricali vardır. Bu böylece devam edip gitmektedir. Gayemiz olan Kutbiyet ve Ğavsiyet makâmına gelince Kutbiyetin bir bidayeti var, bir de camiiyeti var. zamanının devlet ricali Kutb-ul-Câmi’ makâmında olmayabilir. Hz. Musa’nın Hz. İsa’nın veya Hz. İbrahim’in kademi üzerinde bulunan yüksek bir zât kutbiyet makâmında olabilir. Çünkü kutbiyetsiz ğavsiyetsiz olmaz. Her zaman bir devlet idaresi mevcuddur. Dolayısıyla Kutbiyet makâmının ihtidasında tam ellibin derece mertebesi vardır, mertebe itibariyle. Fakat Kutbül Camiye vardığı zaman ki Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kademi üzerine olan zât demektir. Bunun mertebeleri seksensekiz bin onaltıdır. Bu nihayet kısmıdır, nasıl ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyaların bütün mucizelerini cem edip topladıysa Kutbul Camide bunların bütün mertebelerini cem etmiş bir şahsiyettir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mirasçıları olan büyük zâtlar da bütün Evliyanın keramet ve mertebeleri diğer zâtlara göre, diğer zâtlarınki sanki yerde ise Mübârek zâtın Gavsınki göklerdedir. Bütün yapılan işlemler bu ğavsiyet makâmında olan zâtın bilgisi dahilinde olur. İnsan âlemi değil Meleküt âleminde de zâtın kontrolündedir. Hatta ki levhi mahfuzdan gelecek olan mukadderat onun kontrol ve murakebesindedir. Gelecek olan belâ ve musibetler kaderi mübrem midir? yoksa kaderi muallâk mıdır? Eğer muallâk kısmından ise dikkat ediniz kâinat bundan istifade eder. Bunlar naz ehli olduğundan bir belânın, musibetin define ve refine çalışırlar. Eğer mübrem bir kader ise, değişmesi mümkün değil ise bunu da halkın üzerine gelecek olan ağırlığı hafifletmeye çalışırlar ve evliyalar bu ağırlığı tamamen paylaşırlar. Güç nisbetine göre taksim ederler. Zamanın Gavsı, Kutbu Medar, Kutbu irşad, ebdâller, Evtâd, Nücebâ, Nukâbâ, hep bunların üzerine hafifletmek için taksimata geçilir. Hatta bazen çok ağırdır. Evliyaların takatlarının üstünde ise o zaman müminlere de güç nisbetine göre bir parça birşeyler isabet eder.
Bundan gaye millet bu beliyye altında ezilmesin. Cenâbı Hak buyuruyor ki:
وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الْأَرْضُ
(Bakara/251)
Eğer yer yüzündeki mevcud varlık birinin, diğerlerinin yüzü suyu hürmetine olmasaydı, yer yüzü tamamen fesada uğrardı. Fakat bazılarının sayesinde Rabbimizin fazlı azimdir. İşte Allah bu fazlı keremi bu kullarına verince diğer insanlar da bundan faydalanacaklar, belâ ve musibeti hafif şekilde atlatacaklardır.
Hatta Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Bir salih kulun etrafındaki komşulardan kırk ev, gelecek olan belâ ve musibetlerden bu salih kulunun yüzü suyu hürmetine def olunur, bunlar esasen birer kimyadır. Bunlar olmasa, yer yüzü alt üst olur. Esas idâre bunlardandır. Yanlış anlamayalım, mânevî devlet idarecileri bunlardır. Her asrın, zamanın bir devlet idarecisi vardır.
كل زمان له دولة ورجال
Her asrın devlet ve ricali vardır. Bir asra bağlı değildir. Yirmidört saatlik ğavsiyet makâmında kalanlar vardır. İcabında elli sene dahi bu makâmda kalanlar vardır. Tabi bu allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanıdır, devir daim eder, değişebilir. Münavebelidir.
Hülasa kardeşlerim, bunların yeryüzünde bulunmaları bir eman durumundadır. Allhü Zülcelâl hayrat ve bereketlerinden faydalandırsın...
ŞEYH ŞAZELİ’YE GÖRE KUTBİYYET VE ĞAVSİYYET
Kardeşlerimiz,
Kutbiyyet makâmı azizdir. Ğavsiyet makâmı nefistir. Ebul Haşanı Şazeli Hz. leri kutbiyet iddiasında bulunanlara karşı şu delilleri ortaya koyar: Onbeş madde ortaya koyar ki, ilk olarak Allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanından kendisine Rahmet, İsmet, Hilâfet ve Niyabet verilir. Rahmet hem kendisine Rahmet olmakla bereber halka da merhamet nazarı ile bakmak; İsmet ise Cenâbı Allah koruyucu olacak inayetini hiç esirgemeyecek. Ayrıca da Hilâfet makâmına getiriyor, Âdem (as), Davud (as)’a Hilâfelik ünvanı verildiği gibi bu şekilde hilâfet ünvanı verilmiş olması lâzımdır. Ayrıca niyabet yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın da vekilliğini yapacak.
Bunları yaparken Hameletil arş imdadına yetişecek, yardımcı olacak. Kendisi o kadar keşfiyata haiz olacak ki Sıfatın ihatasına haiz olacaktır. Âlemül Emr’den Âlemül Halka gelen icraat ve işlemleri keşfiyatı ile görebilecek, ayrıca da Allahü Zülcelâl zâtı cemali bâkemaline mazhar olacak, Vahdeti şühud durumuna gelecektir. Birde Allahü Zülcelâl kendisine öyle bir güç verecek ki insanlar ve cinler arasında hüküm verebilecek, karar neyse uygulayabilecektir. Bir de bundan ötesi Esmaülhüsnâdan dört esmâya bağlıdır. Huvel evvelü vel ahiru ve zahiru vel batınu. İşte kainat evvelden ahire kadar bu dört esmanın hükmü altında yürütmektedir. Evvel ibtida nereden başlayıp nereye kadar gidecek, bunları görecek, sonunun ne olacağını bilecek, aynı zamanda bunların sırlarını, zuhuratını keşfedebilecek ve görebilecek, esasında bu dört sahabe, bu dört esmanın imamlarıdır.
Hz. Sıddık (ra):
“Evvel” sırrının, yani هوالاول isminin imamıdır çünkü:
مارأيت شيـاً الاورأيت الله قبله
Ne gördüysem illâ evvel allah’ı gördüm. Çünkü Allah vardı, bunları var etmişti.
Hz. Ömer (ra):
“Ahir” sırrına yani
ما رأيت شيـاًالاورأيت الله بعده
sahibtir.
Ne gördüysem, ancak gördüğüm şeyden sonra Allah’ı gördüm.
Hz. Osman (ra):
ما رأيت شيـاًالاورأيت الله معه
“Zahir” sırrına sahibdir.
Her gördüğüm eserde Allah’ın bir eseri, bir sanatı vardır.
İmamı Ali (ra):
“Batın” sıfatına sahibtir.
ما رأيت شيـاًالاورأيت الله فيه
“Her ne gördüm ise onda mutlaka Allahü Zülcelâl’in sırrını gördüm.” buyuruyor.
Ebul Haşanı Şazeli’nin bunları ortaya getirişi, bu isimlerin altında muhteviyattır. Faslını, kesmesini, birleştirmesini devamını, kesilmesini bunları bahsediyor. Evliya esasen İsmü’l Zahir ve İsmü’l Batın arasında yürümektedir.
Terakkiyatları bunların sırları ile alâkalıdır, ama çok üstün kademeli olan Rasullerin' niyabetliğini yapan bu zevatlar İsmül Evvel, İsmül Ahir’den bir nebzecik haberleri vardır. İşte bizim gibi acizin yapabileceği Ebul Haşanı Şazeli’nin anlattığı bu vasıfları ortaya koymaktır. Rabbimiz bizi böyle zâtların hayrı bereketlerinden faydalandırsın. Âmin.
Kardeşlerim,
Abdulvahhabi Şaranî döneminde yaşayan, Ebul Fadıl Ahmedi Hz.lerinin şu sözlerine dikkat edelim. Allahü Zülcelâl’in de fazlu kereminden üç mertebe vardır ki bunları tahsis eylediği ricalleri yiğitleri vardır. Bunlara tahsisli ve uygundur. Ne yazık ki bu gün tasavvufa kendini nasbetmiş kişiler, bunlara sahib çıkıyorlar, uğraşıyorlar, kendilerini buna lâyık görüyorlar. Bunlar ise hakları olmadığı halde iddiada bulunuyorlar. Bu üç mertebe şudur;
1- Telkinüz zikir: Zikri telkin etmek. Tarikat vermek.
2- Hırka giydirmek
3- Sarık sarıp ucunu uzunca bırakıp arkaya salmak. Azbe denilen şey.
Bu üç mertebenin ince sırları vardır, bu üçünün de hakikî ehilleri vardır. Maalesef günümüzde bu, ehli olmayanların elindedir. Ve haksız olarak böyledir.
Şimdi bunların izah ve hikmetine gelince: Birincisi: Lailahe illallah zikir telkinini edecek olan zâta Allahü Zülcelâl öyle bir güç ve kuvvet vermiştir ki, bunun yanında onlara çok imkân vermiştir, aynı zamanda bunların hali de kemâlül hal durumundadır. Böyle bir kimse böyle bir şahsiyet olmalıdır ki bu zikir telkini yapabilsin. Bunu müridine telkin ederken öyle bir kuvvet hali olmalıdır ki “Lâilâhe İllallah” ilmini kendisine aktarma edebilmeli, Adem As’dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a gelinceye kadar, tüm ilimler Kelimeyi Tevhidin dahilindedir, bundan doğuyor, bu minvâl üzere telkin ederse, bir daha hayat müddetince, ilim yönünden ilim aramaya asla bir daha ihtiyaç duymaz.
Nitekim Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmamı Ali (ra) ile diz dize gelip kendisine üç defa “Lâilâhe İllallah” diye buyurduğu zaman kendisi İmamı Ali’den (ra) dinlediği zaman İmamı Ali (ra) öyle bir hale geldi ki, Fenâ fi’l efâl, Fanâ fi’s sıfat, Fenâ fi’z zât, tamamen bu üç kademeyi aşmış ve öyle bir ilime sahib olmuştur ki, İmamı Ali (ra) coşkun bir devresinde dedi ki: “Size öyle ilimler söyleyebilirim ki Cebrail ve Mikail’in bile bilmediği ilimlerden.” Abdullah İbni Abbas İmamı Aliye: “Amca oğlu Cebrail ve Mikail’in bilmediği bir ilim nasıl olur,” “kardeşim Cenâbı Rasulullah’ı Cebrail As. ile miraca giderken Cebrail As. bir yere vardı da “Kıf ya Muhammed” dedi, -yani burada dur.- ben buradan öteye bir adım dahi atamam, atarsam yanarım, dedi. Peki buradan ötesinde ne gibi haller oldu. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Allahü Zülcelâl arasında ne gibi ilimler geçmiştir. İşte ben bu ilimlerden bahsediyorum. Bahsedeceğim, işte bu Kelimeyi Tevhid’in sırrıdır.
Kardeşlerimiz, mürşid-i kâmil dediğimiz, Kelimeyi Tevhid’i telkin ederken mürid üzerinde hiç bir şey bırakmamasıdır. Tamamen Ledünni ilim sahibi olmalıdır ki Kelimeyi Tevhidin sırlarından ilimlerinden haberdar olsun. Zira “Lâilâhe” dediği anda yani nefi kelimesinin hükmü altında tamâmen üzerinde mâsivâdan hiçbir şey bırakmamak şartıyla “İllallah” ancak Allahü Zülcelâl’in sırrı envari İlâhi ve ilmi olursa, işte o zaman zaten esmaların tamamen sır ve nurları vardır. Bunları mürşidi kâmil verdiğinde beraberinde nur ve sırrı ile verir ki şeytanı tard edebilsin. Hem de terakkiyat yapabilsin. Eğer sırrı ve nuru vermediyse kuru bir kelimedir. Bunlar şeytanı tard edemediği gibi terakkiyat da yaranda olmaz. Belki çarpar da zarar görür. Bazılarını çok zikirleri sebebi ile çarpıldıklarını gördük. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun. İşte o İmamı Ali (ra) ki “Tevrat’tan, İncil’den, Zebur’dan sizlere tamamen bahsedebilirim. Eğer Besmele üzerine konuşup yazacak olursam, yetmiş deve yükünü doldururum.” Bunların hepsi, Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) telkininin eseridir. Herkes aynı seviyede olmaz da, bu telkin hususunda hiç olmazsa bir nebzecik eseri olmalıdır.
İkincisine gelince: Allahü Zülcelâl Şeyh’e öyle bir güç kuvvet vermelidir ki, tasarruf sahibi olmalı, müridine hırkayı giydirirken evlâdım bu üzerindekileri cübbeyi hırkayı her ne ise tamamen çıkar, bu elbiseyi üzerinden çıkartırken tamamen kötü ahlâkları, zemimeleri de çıkartır. İşte bu güce sahib olmak, zaten önce Kelimeyi Tevhid’i telkin etmiş, sonra bütün kötülüklerin hırkasını da çıkarmış, kendisi müride cübbe giydirince, bütün kötü ahlâklarını da çıkartıp, ahlâkı hamide hırkasını giydirmiş oldu. İşte bu minvâl üzere hırka giydirilir ve bu minvâl üzere hırka çıkartılır. Ahlakı zemimesi Ahlakı Hamide ile değiştiriliyor. Artık bu mürid ölünceye kadar ahlâkı zemime tedavisi olmadan Ahlâkı Hamide üzerine devam eder gider. İşte bu minval üzere hırka giydirilir, bu minval üzere hırka çıkartılır. Bu zatlar havadan cıvadan konuşmazlar, gerçekleri konuşurlar. Çünkü öyle cereyan etmiş öteden beri. Hırka giymek bir görüntüden ibaret değil. Hırka giydirilecek güç tasarruf sahibi ola ki, nasıl ki nefiden ısbata atlatıveriyor, bu minval üzere Ahlakı zemimeyi Ahlakı hamideye değiştiriyor. Ve bundan sonra mürit ölünceye kadar bu ahlakı zemimeye karşı tedavi yöntemini kullanma ihtiyacı duymaz. Ebul Haşanı Şazeli de şöyle buyuruyor: Bir gece Kadir Gecesi idi. Cenâbı Rasulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rüyamda gördüm, bana şöyle buyurdu:
ياعلى طهر ثيا بك من الدنسى تحظا بمددالله فى كل نفس
“Ya Ali, elbiseni temiz kıl, elbiseni temiz edersen Allahü Zülcelâl’in envarından, her soluk alıp vermede Rabbimizin sana fazlu keremi kat- kat artar. Her soluk alıp vermede Rabbimizin mededi ilahisi yetişir.” “Ya Rasulullah elbisemi temizlemek ne demektir” diye sordum. “Ya Ali bil ki Rabbim senin üzerine beş hil’at verdi. Bunlar Hil’atil İslâm, Hil’atil İman, Hil’atil Tevhid, Hil’atil Muhabbed, Hil’atil Marifet. Allahü Zülcelâl sana bu beş hırkayı giydirmiş, elbiseni temiz tut demekten maksat ahlâkı zemimeleri tamamen yok et demektir. Ebul Haşanı Şazeli o zaman fehmettim ki, şu Ayeti Celile’yi daha iyi anladım:
يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ ﴿١﴾ قُمْ فَأَنذِرْ ﴿٢﴾ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ ﴿٣﴾ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ
(Müddesir/1-2-3-4)
Ne zaman ki bu elbiseler temiz tutulursa işte o zaman her lâhzada mededi İlâhiye yetişecek, aynı zamanda mezmum olan şeyleri üzerimizden çıkarmış, takva libâsı giydirilmiş olacaktır. Hem İslam hem İman hem Tevhid, hem muhabbet hem de Marifet libası giydirilmiş. İşte bunu giydirecek olanlar hakiki mürşiddir. Böyle olan bir mürşid mezmum olan hırkaları çıkartır, takva libasını giydirme gücü olmaz mı? Rabbimiz bu hil’ate müstehak olan bir müridi, ona o hil’ati giydirecek olan mürşide o güç ve kudreti vermez mi? İşte bunları söyleyen, hırka giyme işini anlatan Ebul Fadıl Ahmedi Mübârek bunları boşa söylemiyor. Hatta şöyle söylüyor: “Bu minval üzere giydirmezse Ariflerin yoluna istihzadır, o yola tecavüz etmiştir. Bununki sadece taklitçiliktir. Esas olan yukarıda anlattığımız gibi Ariflerin yaptığı gibi yapmaktır. Yoksa günümüzdeki gibi onların yaptığını taklit etmekle mümkün değildir. Ariflerle alay etmiş olurlar.
Üçüncü meseleye gelince; bunlar hepsi şartlı. Mübârek, benim şartıma göre diyor, böyle tabir ediyor. Bir mürşid bir müride sarık sararken sarığı sararda arkasında bir azbe bırakır. Bunun gayesi nedir? Bunun gayesi hep söylüyoruz mürşid yetişmiş kâmil olması lazım ki müridini muradına eletebilsin. Müridine zikri telkin etmiş, hırka giydirmiş hem de sarık sarmış. Sarık sarınca o zaman kemâliyet elde etmiş irşad edecek duruma gelmiştir. Sarığı sardığı zaman kendisine gelecek olan mevhibeyi ilahiden ikram ve ihsanları sarığın arkasında bırakmış olduğu ve âdetâ bir oluk hükmünde olan azbeden hayrü berekat akacak demektir. Ama muridanlara ama muhibbilerine verebilmek içindir ve sırrı da budur. Nitekim Marufu Kerhi Hz.leri Sırrı Sekati Hz.lerine bu sarığı sararken bu minvâl üzere sarmıştır. Bir gün Sırrı Sekati evin tavanını yaparken hatılın (Kirişin) bir tanesi kısa gelir, Mübâreğin arkaya bıraktığı sarığın ucu bu hatıla değince hatıl hemen uzar, böylece işi halleder. İşte bu bereket maddî ve manevî yönden vardır ve yürümektedir. Cenâbı Hak şöyle buyurur:
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
(Duha/11)
Nimetin tahdisi babından izhar etmek gerekiyor.
Kardeşlerimiz,
Hz. Alaaddin’i Attar’ın sözünü hatırlıyoruz, hakikî mürşidin güç ve kuvvetinin nasıl olması gerektiğini hatırlıyoruz, fakat Mübârek bugün mevcûd olan sufiye yoktur diye bunu inkâr edecek olurlarsa bilsinlerki selefi salihine suizan etmiş olurlar, hem de kerametlerini inkâr etmiş olurlar. O zaman “Velâhavle Velâ Kuvvete illâ billehil Aliyyil azim” diyerek bu şekilde bağlıyor, Alaaddini attar’ın sözünü tekrar hatırlayalım: “Allahü Zülcelâl’in inayeti ile Hz. Şah’ın vermiş olduğu güç ve kuvveti mevcûd halka muvacehe kılsam, hepsini vuslat ehli kılarız.” demek ki bu kadar güç Mübârek’te mevcûddur. Allahü Zülcelâl’e şükürler olsun. Muhammed Vefanın Şeyhi şöyle buyuruyor; bir ârif maşrikta olsa hakikatlardan konuşurken hayır ve bereketlerinden mensubu ve muhibbin olan kimseler Mağribde olsalar dahi nasiblerini alabileceklerdir. Rabbimiz cümlemizi Hakkı Hak bilip Hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin. Âmin.
HACI ALAADDİN HEKİM’İN DİLİNDEN ŞEYH ALAADDİN (KS)
6.MENKIBE
Hacı Cuma Özhelvacı, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:
-Şeyh Alaaddin (ks) hayatta iken, HZ. dükkana attariye eşyası almak için İstanbul’a gitmiştim. Gereken eşyayı aldıktan sonra Siirt’e gelmek üzere idim. Cebimde de o zamanın parası ile 17 bin lira vardı, yemek yemek için, bir lokantaya girip masaya oturdum. Ancak lokantaya girerken, iki kişinin beni takip ettiğini anladım. O iki kişi de lokantaya girip, benim oturduğum masaya oturdular. Bu durum karşısında kendi kendime: “Param gitti” dedim. Çünkü o iki kişinin beni soyacaklarını anladım. O anda, kurtulma çarelerini düşünmeye başlarken, kendi kendime Şeyh Alaaddin’den (ks) başka bir çare bulamadım ve hemen aklıma o geldi. Kalbimle onu çağırdım. Benim kalben çağırmamla beraber, onu lokantanın kapısında beni çağırdığını gördüm. Yanına gitmek için masadan kalkarken, o iki kişi bana mani olmak istedilerse de, kendilerine: “Beni dışarıdan çağırıyorlar, tekrara dönerim” dedim.
Dışarıya çıktğımda hiç kimseyi bulamadım. Lokantadan uzaklaşıp, Siirt’li arkadaşlara Şeyh’i sordum. Onlar ise; Şeyh Alaaddin’in (ks) İstanbul’a gelmediğini söylediler.
Ben bu suretle o iki soyguncunun elinden kurtuldum. Siirt’e dönünce hemen Şeyh Alaaddin Hazretlerinin yanına gittim. Meseleyi ona anlattım. O ise, kendi kerâmetini gizlemek istedi. Sadece herşeyin Allahü Zülcelâl’den olduğunu söyledi.
7. MENKIBE
Hacı Musa (Hani) Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:
-Bir zamanlar ben ve birkeç kişi kervan ile Şeyh Alaaddin (ks) ile birlikte hacca gitmiştik. Medine-i Münevvere’ye vardığımız zaman, hepimiz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ziyaretine gittik. Ancak Şeyh Hazretleri şehrin dışında kalıp, bir türlü giremedi. Biz kendisine: “Niye girmiyorsunuz?” diye sorduğumuz zaman o bize; “Siz bana karışmayın” diye cevab verdi.
Nihayet bu durum böyle 8 gün devam ettikten sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ziyaretine gidebildi. Şeyh ziyaretini tamamladıktan sonra bize şöyle söyledi: “Ben bu Mübârek yerde Cenâb- ı Rabbimden şöyle rica ettim: “Ya Rabbi! Ramazan ayı dolayısıyla her gün cehennem ehlinden 70 bin kişiyi bağışla ve cennetine ihsan eyle. Bayram gecesi ise bağışladığn ve affettiğin sayısı kadar daha af eyle” diye rica ettim.
Cenâb-ı Rabbülalemin, benim bu duamı kabul etti. Ancak bağışlanan bu kişiler sadece hayatta olanlar değil, kimisi hayatta, kimisi ölmüş ve kimisi ise daha dünyaya gelmemiştir. Aslında ben Rabbimden her gün 100 bin kişinin affını isteyecektim. Fakat Ramazan’ın her gününün affı 60 bin kişi olduğu için 100 bin kişi diyemedim. Yüce Rabbime karşı hicab duyarak 70 bin kişi ile yetindim.
Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:
Ben bu meseleyi Şeyhin bizzat kendi dilinden işittim o bunu hazır olan cemaate anlatırdı. Hatta bir seferinde de Şeyhin gözleri ağrıyordu. Şeyhi hastaneye yatırmış, gözlerini ameliyat ettirmişlerdi. Ben ve birkaç kişi onun ziyaretine gitmiştik. Hastanede, bizim ziyaretimiz esnasında Mübârek Şeyh kalkıp yatağın üzerine oturdular ve tekrara bu meseleyi bize anlattıktan sonra: “Benim bu gözlerimi ameliyat eden doktor da bu bağışlanan kişiler arasındadır” dedi.
O zaman aramızda Hacı Fuad Çalpkulu da vardı, hacı Fuad defterini çıkarıp bunları hesaplamaya başladı. Şeyh Hazretleri, Hacı Fuad’a:
-Bunların hesaplanması için defter gerekmiyor ki, 30 gün X 70 bin kişi, iki milyon yüz bin kişi eder. Bunun bir katı daha dört milyon iki yüz bin kişi eder, diyerek Hacı Fuat’a şaka ettiler.
8.MENKIBE
Hacı Alaaddin Hekim diyor ki, Hacı Abdı Siloki bana şöyle anlatmıştır:
Benim Bakiro Köyü’nde davalı arazilerim vardı, bu arazilerin davasını halletmek için rahmetli Şeyh alaaddin Hazretlerine danışmak için gelmiştim.
Divanda oturuyorduk. Orda Sinep’li Hacı Abdülkerim Sancak da vardı, ben bu araziden bahsedince Şeyh Alaaddin (ks) bana: “Yarın Erbinö Köyü’ne git. Şeyh Zeynelabidin’e söyle, yarın buraya gelsin, beraber Kurtalan’a gidip arazi davalarını halledeceğiz” dedi. Hatta bu sözü bana defalarca tekrar etti, ben müsaade isteyerek kalktım. Şeyh Hazretleri benimle beraber kapıya kadar geldi. Kapıda tekrar bana: “Unutma ha” diye tembih etti. Ancak kapıdan dışarı çıkarken, Şeyh Hazretleri biraz düşündükten sonra beni tekrara geriye çağırdı ve: “Hacı Abdo! Yarın Erbine’ye gitme, çünkü; Şeyh Zeynelabidin bu gece meleklerle meşguldür. Bakalım yarına kadar Allah’ın hikmeti nasıl olacak” dedi.
Şeyh Hazretleri’nin bu sözleri beni çok üzdü. Ertesi gün Zeynelabidin'in vefat ettiğini duyduk.
Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:
Ertesi gün Şeyh Zeynelabidin’in vefatı üzerine Şeyh Alaaddin (ks) ile beraber Erbine Köyü’ne gittik. Şeyh Zeynelabidin’i defnettikten sonra, Şeyh Alaaddin (ks) kabri başına geçti. Eve dönünce bir kendilerine: “Kabrinin başında neden bu kadar az durdunuz? diye sorduğumuzda onun bize verdiği cevab şu oldu: "Çünkü babam yani Şeyh El-Hazin (ks) ve Şeyh Zeynelabidin’in babası olan Şeyh Fahreddin orada hazır olunca ben çekilip onlara teslim ettim” dedi.
12. MENKIBE
Fiskinli Hacı Seyit Abdulalim, Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatıyor:
-Bizim Hasan adlı bir yeğenimiz vardı, anası bizim yeğenimiz, babası ise Mişarö köyündendir. Bu yeğenimiz 1950 tarihinde Kore Savaşına gönderilmişti. Orada epey zaman kalmış. Ama bize hiçbir haber göndermemişti. Biz çok merak içindeydik. Nihayet savaş bittikten sonra onunla aynı kıtada bulunan yine Hasan isminde başka bir Fiskinli daha vardı, o terhis olup köye geldi. Bir haber almak için terhis olan Hasan’ın yanma gidip yeğenimizin durumunu sorduk. O ise bize şöyle söyledi:
-Onunla beraber savaşıyorduk. Onun şehid olduğunu görmedim ama aniden gözümden kayboldu. Artık onu bir daha görmedim ve ondan hiç bir haberim yoktur, dedi.
Biz bu durum karşısında çok az umutla yeğenimizi bekliyorduk. Nihayet bir gün onun geldiğini duydum. Siirt’te Atatürk heykelinin karşısında onunla karşılaştım. Hemen sarılarak hasretimizi giderdikten sonra neden geç geldiğini sorunca yeğenim Haşan başından geçenleri şöyle anlattı:
-Dayıcığım! Biz Kore’de savaşın tam şiddetinde idik. Arazi ormalık idi. Düşman etrafımızı sarıp bizi ablukaya almıştı. Sonra da bizim kuvvetimizi ikiye böldüler. Bir de baktım benim her tarafım düşman. Artık hiç bir kurtulma çarem kalmadı. Son bir şans olarak yanımda bulunan içi boş ve oyuk bir ağacın içine girdim. O ağacın içinde iki gün iki gece kaldıktan sonra biri dışardan; “tak, tak” diye elini ağaca vurmakla berebar Siirt’in Arapçasıyla:
-Hasan, Hasan! Dışarı çık, arkadaşlarına gidelim dedi. Ben bu sesi duyunca dışarıya fırladım. Dışarıda nur yüzlü, güzel sakallı bir zâtı gördüm. Bu zât oraya bir taksi getirmiş ve bana:
-Taksiye bin gidelim dedi. Beraber taksiye bindik. Yolumuza devam ettik. Bu zâtın Siirt’li olduğunu konuşmasından anladım, ancak kim olduğunu varacağım yerde anlayacaktım. Nihayet Türk birliklerinin bulunduğu yere varınca o zât bana:
-Bak Hasan bunlar Türk askerleridir. Senin arkadaşlarındır. Burada in, dedi. Hemen taksiyi durdurdu. Ben taksiden indim. Yanına gidip kim olduğunu soramadan o zât taksiyle birlikte kayboldu, dedi.
Ben yeğenimle konuşurken baktım ki karşıdan Şeyh Alaaddin (ks) geliyordu. Yeğenim Hasan, Şeyh alaaddin Hazretlerini görünce şaşkınlıkla:
-Vallahi beni oradan kurtaran ve sana anlattığım gibi, beni taksisine bindiren bu zât idi. Hemen yanına koştu. Yeğenim Hasan güya ona olup bitenleri anlatacakmış; fakat Şeyh Hazretleri bu kerametini örtmek isteyerek, parmağını ağzının önüne koyarak “sus! Konuşma” diye işaret etti, ondan sonra kendi yoluna devam etti.
17. MENKIBE
Hacı alaaddin Hekim diyor ki:
Şeyh Alaaddin (ks) hayatta iken: Mehmet Şerif Ayyıldız ile fırıncı Hacı Şefik un almak için il il dolaşmış tek bir torba un alamadan geri dönmüşlerdir. Kurtalan'da Şeyh Alaaddin (ks) ile görüşürler. Durumu ona anlatırlar. Mübârek Şeyh, onlara Kırıkkale’ye gitmelerini söyler. Ziyaretten sonra ayrılırlar. Yalnız Hacı Şefik’in içine bir korku düşer. Mehmet Şerife şöyle söyler:
-Yahu bir tüfek değil, un alacağız. Şimdiye dek Kırıkkale’de un olduğunu duymamışızdır.
Bunun üzerine her ikisi birlikte tekrar Şeyhin yanına giderler ve durumu O’na anlatırlar. Mübârek Şeyh onlara:
-Biraz önce de size söyledim. Hemen şu trene atlayıp Kırıkkale’ye gidin, oradan bolca un bulacaksınız, der.
Mehmet Şerif ile Hacı Şefik hemen o terene binip Kırıkkale'ye giderler. Kırıkkale’ye sabahın erken saatlerinde varırlar. Çarşıda bir tek fırını açık olarak bulurlar. İçeriye girip selâm verdikten sonra, un almak için Siirt’ten geldiklerini söylerler. Burada un alabilecek bir yer olup almadığını sorarlar. Fırın sahibi kendilerine şu cevabı verir:
-Bu fırın sahibinin un fabrikası vardır. Buradan istediğiniz fiat ve kalitede un alabilirsiniz. Biraz sonra fabrika sahibi burayı denetlemeye gelecek, onunla görüşürsünüz, der. Bir iki saat sonra fabrika sahibi oraya gelir, onları arabasıyla fabrikaya götürür. Alışverişte anlaşarak iki vagon un alırlar. Bu alış-verişten epey kazanç sağlarlar. Ondan sonra da bir kaç sefer Kırıkkale’ye gidip un alırlar.
23. MENKIBE
Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:
Şeyh Bedreddin’in de hazır bulunduğu bir günde rahmetli Alaaddin (ks). Diyarbakır’a gidip orada ev yapacağını söyledi. Bunun üzerine ben kendisine şöyle dedim:
-Ya Şeyhim! Siz Diyarbakır’a gidip bizi burda tek başımıza bırakacaksınız. Siz olmazsanız biz burada sefil kalırız. Rahmetli Şeyh Hazretleri bana şu cevabı verdi:
-Ben Allah’ın emri olmaksızın tek bir taşı bile, bir yerden bir yere koymam.
27. MENKIBE
Yine Hacı Sıtkı, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:
Bir gün ben ve hanımım bir rüya görmüştük. Bu rüyamızı anlatmak üzere Şeyh alaaddin’in evine gittim. Onun huzurunda otururken rüyamzı ona anlatmaya niyet etmek üzere iken Şeyh Hazretleri bana şöyle dedi;
-Bir karı-koca aynı gece aynı rüyayı görüp de, bunların Şeyhi onların rüyalarını bilmez ise, o Şeyh kendi elini kimseye vermesin dedi. Ben o anda rüyamızı anlatmaktan vazgeçtim. Çünkü ben henüz anlatmadan o, cevabımı verince anlatmama gerek kalmadı.
29. MENKIBE
Şeyh Alaaddin Hazretleri Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatmıştır: “Tavilan’a gidişim ilk günleri idi. Bir gün süluka girmiştik. Baktım ki, iri kafalı bir yılan gelip boynumun etrafından dolanmak suretiyle kafasını yüzüme karşı kaldırdı. Yılan hıncından acayib sesler çıkarıyordu. O esnada Şeyhimiz olan Pir gelerek, o yılanı boynumdan çekti ve dizlerimin altına koydu. Ve dizimi üzerine iyice bastırdı. Yılan tekrar dizimin altından çıktı. Şeyhim ikinci sefer gelip yılanı aldı ve dizimin altına koydu. Yılan üçüncü sefer aynı şekilde dizimin altından çıkıp boynuma sarılınca bu sefer Şeyhim yılanı alıp götürdü.
Hacı Alaaddin Hekim diyor ki, Şeyh Alaaddin böyle anlatınca biz
ona:
-O yılan nefis mi idi? diye sorduğumuzda Şeyh Alaaddin Hazretleri
(ks):
-Hayır! Şeytan idi, dedi.
38. MENKIBE
Tom Köyünden Hacı idris Nergiz, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:
“Birgün Bitlis’in bir köyünde ben ve Bitlis'li iki arkadaşım bir yerde toplanmıştık. Kendi aramızda sohbet ediyorduk. Her üçümüz de Şeyh El-Hazin’in müridi idik. Arkadaşlardan bir tanesi bize şu soruyu sordu: “Şeyh El-Hazin Seyit midir?”
Ben ve Arkadaşım beraber cevab verdik. Ben Seyyit’tir dedim. Arkadaşım Seyyit olmadığını söyledi. Diğer köylü olan arkadaşımız bize şunu söyledi: “Madem ki kesin olarak bilmiyorsunuz, bir şey söylemeyiniz susunuz, daha iyidir.” Böylece konu kapandı. Fakat ben bunun hakikatini öğrenmek için içimden Şeyh Alaaddin Hz. ne haber verdim. Ve bu niyetle o akşam yatağıma uzandım. O gece şu rüyayı gördüm. Merhum Şeyh Alaaddin (ks)’in ziyaretine gitmiştim. Şeyh Hazretleri odanın bir köşesine oturmuş yanında da nur yüzlü iki muhterem zât oturuyordu. Ben onu ziyaret etmek için yaklaşıp elini öpmek istedim. O esnada Şeyh Hazretleri Mübârek elini bana vermedi. Bana:
-İlk önce git şu iki amcanın elini öp dedi. Ben gidip o iki zâtın elini öptükten sonra Şeyh Hazretlerinin yanında oturarak Şeyh Hazretlerinden bu iki zâtın kim olduğunu sordum. Şeyh Alaaddin (ks) bana şu cevabı verdi:
-Bunların biri amcam Seyit Ahmet El Ruffai diğeri ise, amcam Seyit El Badevi’dir. Şeyh Hazretleri: “Bunlar amcalarımdır” dediğine göre Şeyh El-Hazin’gillerin Seyit olduğunu öğrenmiş oldum.
39. MENKIBE
Fırıncı Hacı Mahmut, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:
“Şeyh Alaaddin (ks) zamanında Kurtalan’da fırıncılık yapıyordum. Orada fırınımız çok güzel çalışıyordu. Bir gün Şeyh Alaaddin Hazretlerini çok özlemiştim. Onu görmek için Siirt’e geldim. Akşam üstü de tekrar Kurtalan’a dönecektim. Öğleyin Şeyhin ziyaretine geldim. Hal hatır sordum. Kendisi da hal hatır sordular. Özlemimi birazcık gidermiş oldum. Akşam üstü gitmek için Şeyh Hazretlerinden müsaade istedim. Şeyh Hazretleri: “Daha erkendir” dediler. Böylece akşam oldu. Akşam yemeğimizi de yedikten sonra tekrara müsaade istedim. Yine bana: “Biraz sonra git” dediler. Ben kendi kendime:
“Biraz sonra araba kalkmaz ki, hem bu akşam Kurtalan’a dönmezsem bütün işlerimiz kalır” dedim. Çünkü Kurtalan’da askeriyeye de biz ekmek veriyorduk. Ben gitmezsem askeriyeye ne diyecektik? diye düşünüyordum. Biraz sonra çayımız da geldi. Çayımızı da içtik, ama içerken sanki altımda ateş yanıyor. Böylece yatsı vakti de geldi, yatsı namazını da kıldıktan sonra yeniden meyve getirdiler, ama ben nerede ise meyveyı yemeyecektim. Çünkü benim hesabıma göre o akşam Siirt’te kalmıştım. Yatsı namazından sonra da belki bir saatten fazla geçtikten sonra baktım ki Şeyh (ks) “Mahmut! Kalk git” dedi. Ben hemen kalkıp çarşıya inip Kurtalan durağına geldim. Ama üzgündüm. Çünkü oralarda değil araba, insan bile yoktu. Çünkü kış mevsimi idi. Yerde kar da olduğu için herkes erkenden evine gitmişti. Ben durakta biraz bekledim. Yüzüm tutmadı, yoksa Şeyhin evine tekrar dönecektim. Bu düşüncede iken baktım ki, bir jeep yanıma geldi. İçerden bana: “Hacı Mahmut bin de Kurtalan’a gidelim” denildi. Arabaya bindim. Süleyman Çavuş’lardan Sabri arabayı kullanıyordu. Meğer ki Sabri bir dairede çalışıyormuş. O gece de Sabri’nin çalıştığı daire müdürünün oğlu bir yerden trenle Kurtalan’a gelmişti. Sabri de kendi müdürünün emri üzerine onun oğlunu almaya gidiyordu. Bu vesile ile beni görünce yanımda durup beni almıştı. Ben o anda kendi kendime şöyle dedim. “Ey Şeyhim, Allah senden razı olsun, senin bu arabadan haberin vardı, benim ise haberim yokru. Direkmen bana araba bulacağını söyleseydin, ben bu kadar merak etmeyecektim. Eğer o arabadan haberin olmasaydı, o araba yanıma nerden gelecekti” dedim.
40. MENKIBE
Melle Cevat’ın Kayınbabası olan Holanili Hacı bilal, Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatmıştır:
Birgün Merhum Şeyh Alaaddin (ks)’le beraber Hazreti Pir (Şeyh Muhammed Ali hüsameddin) (ks)‘in yanına, Erbil’e gitmiştik. Halifelerin amel yaptıkları odada idik. Ben de dışarıda duvarın dibinde oturuyordum. Baktım ki, uzaktan Hazreti Pir (ks) göründü. Biraz yaklaşınca Halifelerin başı sayılan Seyit Taha onu karşılamaya gitti. İkisi beraber gelirken Hazreti Pir (ks) Seyit Taha’ya: “Halifelerin durumu nasıldır?” diye sorunca, Seyit Taha şu cevabı verdi:
“Şeyhim! Hepside iyidir. Ancak Şeyh Alaaddin-i Çizeri bunların hepsinden daha iyidir” diye cevab verdi. Bunun üzerine Hazreti Pir (ks): “Ben de bunu biliyorum” dedi. Ben ve Şeyh Alaaddin (ks) orada dört aya yakın kaldıktan sonra memlekete dönmek için Hazreti Pir (ks)’den izin istedik. O da (ks) bize izin verdi. O arada Şeyh Alaaddin (ks) Hazreti Pir (ks) ‘e şöyle dedi:
-Bilal sizin duanızı rica ediyor, Hz. Pir (ks):
-Bilal-i Habeşi’yi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çok severdi. Bu Bilal da onun ismini taşıyor. Bu nedenle biz Bilal’i çok seviyoruz. Ben ise onu hem dünyada ve hem de öbür dünyada kardeş olarak kabul ettim dedi. Biz Hz. pir’i (ks) böyle dinlerken ben de Hazreti Pir’in (ks) simasını görmek istedim. Başımı kaldırıp yüzüne bakınca ne göreyim. Şakaklardan semaya kadar bir nur çubuğu yükseliyordu. O nuru görünce gözlerim o nuru görmeye tahammül edemedi. Artık ona bir daha bakamadım.
41. MENKIBE
Hacı alaaddin Hekim anlatıyor:
Hacı Abdi Aslan Hacca gitmişti. Hacc mevsiminin bitiminde beraber gittiği arkadaşlarımın hepsi döndüğü halde, kendisi dönmedi. Bayağı telaşlandık. Bunun üzerine annem ve teyzem Hazreti Şeyh Alaaddin (ks)’in yanına giderek durumu arzettiler. Hz. Şeyh Alaaddin(ks) onlara cevaben:
-Hiç telaşlanmayın, bugün Mekke’deki hastaneden taburcu oldu. Yarın da Cidde’ye geçecek, oradan da vapurla İstanbul’a gelecek. İstanbul’da dükkânı için sipariş verecek ve Siirt’e gelecek. Yarın da size ondan telgraf gelecek dedi. Aynen buyurduğu gibi oldu.
NOT: Menkıbeler Hacı Alaaddin Hekim'in “VELİLER İNSANLARIN YARDIMLARINA KOŞARLAR” İSİMLİ KİTABINDAN ALINMIŞTIR.