ŞÜHUT ERBABI VE RU’YETULLAH

 

Kardeşlerimiz,

Hz. Şahı Nakşibend’in, İmamı Rabbani’nin ve bu misilli zâtların belirttikleri şudur: Hayalimizde tasavvur ettiğimiz şey ne olursa olsun, kulaklarımızın duyduğu gözlerimizin gördüğü nesne ne olursa olsun, bunların hiçbiri Allahü Zülcelâl’in ayni değildir. Nasıl tasavvur edersek edelim, Allahü Zülcelâl bunun gayridir. Zira bu tasavvurların tamamı mahlûktur. Cenâbı Hak ise bu gibi şeylerin tamamından münezzehtir. Çünkü mahlûkun düşünebileceği şeylerin tamamı mahlûktur. O bizim tasavvurlarımıza hiçbir şekilde benzemez. Haşa güneşe benzetsek güneş ne ki?.. Cennetten herhangi bir nesne çıkıp gelse şu güneş o nesne karşısında bile hiç hükmünde kalır. Onun için bu gibi tasavvurlarla hayalimize getirdiğimiz hiç bir şeye Allahü Zülcelâl benzemez.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ

(Şura/11)

Allah’ın misli, hiçbir benzeri yoktur. Zira Allahü Zülcelâl Hâlıktır. Diğer şeyler ise mahlûktur. Hâşâ Hâlık mahlûkun sıfatına, şekline girmez. Bu hususu böyle bilmek gerekiyor.

Ancak şühûd ehli zâtların da bu göz basireti ile müşahedeleri mümkün değildir. Hatta Hz. Musa'ya dahi

لَن تَرَانِي

(Araf/143)

“Sen beni asla göremezsin” buyuruyor.

Hz. Musa bu dünyada bu gözler ile görmek istedi biraz naz yaptı ise de bu baş gözleri ile görmek imkânsız olduğu için Allahü Zülcelâl bu şekilde buyurdu. Onun için bu anlatılan şey (yani Rü’yetullah) sırrın ötesi Hafi, hatta Hafi’nin ötesi Ahfa’dır. Bunun ile alâkalıdır.

فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى

(Taha/7)

“O gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.”

Tabi Ahva’nın ne derecede olduğunu bilmiyoruz ki.. Ama insanoğlunun Rabbimiz öylesine teçhiz etmiş, öylesine harika cihazlar vermiş ki, akıllara durgunluk veriyor. Onun için biz bu halleri şühûd ehli olan zâtlara bırakıyoruz. Fakat Peygamber olmasına rağmen Hz. Musa’ya bile “Len terani” diyor Allahü Zülcelâl.

Nasıl olur da şühûd ehli için böyle deniliyor denirse?.. Evet, doğru, aslında Musa (as) dünya gözü ile görmek istediğinden Allahü Zülcelâl dünya gözü ile göremezsin buyuruyor. Yoksa değil ki Musa (as) gibi Peygamber, Evliyaullah dahi bunu görmeye muvaffak olabiliyor. Hz. Sıddık (ra)’ın nefes verirken ciğerlerinden yanık kokusu kebab kokusu gelmesi şühûd halinin bir alâmetidir. Onun için bu şühûd halini kimse inkâr edemez edenler bedbahttır. Bu sebeple Allahü Zülcelâl’i baş basireti ile görebilmek ancak cennette nâsib olur. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyeti ile Allahü Zülcelâl cümlemize nâsib etsin.

Mü’minler cennete gireceklerinde tabiki vücudlarının cennete dayanabilmeleri için yapılacak tadilattan sonra, Allah’ın vereceği göz nurundan sonra, ki bu nur Allahü Zülcelâl’in nurundandır, bu nur ile nurunu görebiliyor. Nitekim Cenâbı Rasulullah da miraç âleminde, bu dünyada değil kalıbı arşın daha ötesinde olarak bununla müşerref olmuştur.

Cennet arşın altında olmasına rağmen oraya varınca görebiliyor. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise kendisine has olarak Rabbimizin verdiği cihazlar ve vermiş olduğu nur ile kendisini görmüştür. Bunda şüphe yok, bu ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a has bir durumdur. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ferdî bir makâmı vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ikinci bir benzeri yoktur. Yalnız bu dünyada Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın bile görmesi muhaldir. İşte bu şühûd hali böyledir. Kâmil mürşid kimdir? bildiğimiz kadarıyla onu da anlatmaya, tarif etmeye çalıştık. Nakıs ve sahte olanı da sanırım anlamışsınızdır. Mürşidlerin nasıl kabiliyet sahibi, merhametli, cömert olduklarını gücümüz yettiği kadar anlatmaya çalıştık. Yoksa derebeyi gibi de değil, particilik gibi de değil, milletin sırtında yük olup külfet vermek de değildir, milletin yüklerini hafifletmek için gelmişler mübârekler esâsen.

Ebul Hazenişşazeli Hz. nin buyurduğu gibi: “Evlâdım biz yük olmak, yükü ağırlaştırmak için gelmedik. Biz yükleri hafifletmek için geldik.”

Allahü Zülcelâl nasıl ki Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir. İşte bu zâtlar da yolunda gittikleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın tezini kullanıyorlar. İşte mürşidler böyle bir yöntem kullanırlar.

Allahü Zülcelâl kullarını ayırmıştır, şöyle buyuruyor, Kur’an-ı Kerîm’de:

اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ

(Şura/13)

“Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”

Allah’ın kulları arasındakilerden bazıları ictibah ehlidir. Bunları cezb yolu ile yetiştiriyor.

Diğerleri de,

ويهدى اليه من ينيب

Bunların hidayet yönleri de inâyeti ile peyderpey, kademe kademe hizmet yoluyla uğraşa uğraşa gelişebilirler.

Nitekim Hikemül Ata sahibi şöyle buyuruyor:

قوم اقا مهم الحق لحذمته.{ وقوم اختصهم بمحبته.

(Hikemül Ata Beyit/68)

كُلًّا نُّمِدُّ هَٰؤُلَاءِ وَهَٰؤُلَاءِ مِنْ عَطَاءِ رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاءُ رَبِّكَ مَحْظُورًا

(İsra/20)

“Hepsine onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de ahireti isteyenlere de) Rabbiniz ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbin ihsanı kısıtlanmış değildir.”

Allahü Zülcelâl’in öyle bir kavmi var ki bunları hizmet için kendisine hizmet için ayırmıştır, ve bir kavim de vardır ki bunlar ihtisas ehlidir. Allahü Zülcelâl bunları sevmiş, bundan dolayı da tahsis ehli kılmıştır. Yani bu kavmi de kendi muhabbetine tahsis etmiştir. Onun için Şahı Nakşibend Hz. Bizim tarikatımızın bidâyeti diğer tarikatların nihâyetidir buyurması, aslında cezb yönündendir. Yoksa Nakşi’nin bidâyeti diğerlerinin nihayeti ise Nakşi’nin nihayeti nerelere varır diye bir şey aklımıza gelebilir. Esasen her iki yönden de yani her iki tarikat yoluyla da son haddine yetişebiliyor. Kendi kabiliyet ve istidatına göre. Hangi Nebi’nin mirasçısı ise aynı mirasçının son haddine kadar varabilir. Bu cezb haline ise, bir misâl olarak asansörü verebiliriz. Nasıl ki asansörle yüksek yere çok rahat ve kestirme bir şekilde çıkabiliyorsa buna benzer bir şekilde cezb yoluyla çıkan asansörle çıkan gibidir. Hiç bir tarafa, yöne sapmadan direkt olarak gideceği yere gider ve hedefine varır. Ötekisi ise asansörle değil de merdiven basamaklarını yürüyerek çıkan gibidir. Uğraşa uğraşa çıkar. Seyrü sülük yani seyir yoluyla, seyrederek gider. Seyrü sülük sahibi böyledir. Hangi tarikat olursa olsun seyrü sülük bu şekildedir. Yalnız cezb yoluyla Nakşi’de fazladır. Çünkü Hz. Sıddık’ın meşrebidir, bu ashabın yoludur. Bu yol da cezb yoludur. Nazar hali ile yetişeceği yere varmıştır, yetişmiştir.

Onun için farz edelim ki aynı rütbeli iki kişi bunların birinde cezb hali vardır, istidadı da o yöndedir. Diğeri de seyrü sülük yoluyla hizmet ede ede çıkacaktır. Bunlardan cezb hali olan çıkacağı mesafeyi doğrudan doğruya asansörle çıkar, seyrü sülük ile uzun zamanda çıkılacak yere bu çok çabuk çok kısa bir zamanda çıkar. İşte bidâyeti, nihâyetidir, dedikleri budur. Seyrü sülûktan gaye de cezb ile çıkanın çıktığı yere gitmektir. O da oraya çıkacak, bunlar bazen çıkışlarında ve inişlerinde birbirlerini seyrederler. Cezb halinde çıkmakta olanla seyir halinde olan birbirlerini o katlarda görür, birbirlerinden haberleri olabilir. Asansörle çıkan merdivenlerden çıkanın nerde, kaçıncı katta olduğunu bildiği gibi merdivenle çıkan da asansörle çıkanın nasıl çıktığını, nerde olduğunu gördüğü bildiği gibi.

Fakat inerken seyrü sülük ile çıkan çok çabuk iner, âdeta cezbelinin çıktığı gibi. Fakat cezbe hali ile çabuk çıkan inişte yavaş yavaş iner, çünkü seyran halindedir. Seyirden mahrum olmaz, inişte nerde, hangi katta ne var oralar seyrederek iner. Şunu da kabul etmek lâzım ki, cezb hali ile çıkanın inişi yavaş olsa da çıkış kadar zor değildir. İnerken de rahat bir şekilde iner.

 

NAKIS VE EHİL OLMAYAN MÜRŞİTLERİN İBRET ALINACAK HALLERİ

 

Kardeşlerim,

Bu hususların ancak bu kadarını bu şekilde anlatmaya çalışıyoruz ki daha rahat fehmedebilesiniz diye. Mürşidlerin hallerini anlatırken Ebul Hazenişşazeli Hz.'den mervi bir hikâyeyi sizlere nakletmek istiyorum. Zira mürşid seçme bakımından çok faideli olup, bir ip ucu verir kanaatindeyim.

Şeyh Abdurrezzak-ı kebir’den nakletmiştir. Çok büyük bir zâttır. Bir gün yabancı birisi huzuruna gelmiş, ziyaret maksadı ile huzurunda bulunuyor. Fakat Mübârek feraset ehli olduğundan bu yabancı gariban kimseye “Nereden geliyorsun?” diye sormuş. O da “Efendim, Tunusluyum, Tunustan geliyorum” diye karşılık vermiş. O Mübârek zât da, “Evlâdım Tunustan buraya gelmendeki sebeb nedir, buradan nereye gideceksin, üzerinde garip bir hal görüntüsü var, halini bana anlatır mısın?” diyor. O da “Efendim, ben Tunus’ta devlet ricâlinden idim. Bir hayli şöhretim vardı, halk arasında sayılan sevilen bir şahsiyet idim. Her gelene yardımcı olmaya çalışırdım. Hiç bir şeyi esirgemez yardımda da bulunurdum. Bir hayli zengindim. Dört evlilik yapmış, dört hanımım vardı, devlet yönetiminde de yüksek bir kademeye sahib idim. Buna rağmen tasavvuf ehline karşı çok büyük sevgim ve saygım vardı, böylesine bir halde iken günün birinde tasavvuf erbabı birini bulsam, kendisine aşkla şevkle bağlanırım diye bir hevesim vardı, böylesine bir halde iken günün birinde Tunus’a bir mürşid geldi. Ben de aradığımı buldum diye rabbime şükrederek buna intisab etmek istedim. O mürşid benim halimi bilince, öğrenince; bana, “yok sen bu hal üzere iken yol katedemezsin ve aradığına da nâil olamazsın. Onun için bu gibi mertebelere sahib olarak devlet kademesinde böylesine yüksek yerlerde bulunmakla bir yere varamazsın. Evvelâ bunları bırakacak, bunlardan ayrılacaksın,” dedi. Ben de:

-Peki efendim, madem ki böyle emrediyorsun, ben bu mertebelerden vazgeçiyorum dedim.

Sonra da “bu malından mülkünden ayrılacaksın, bu kadar mal mülk ile bir yere varamazsın, bundan da vazgeçeceksin, bu senin terakkiyatını engeller” dedi. Ben de “peki efendim, ondan da vaz geçiyorum” dedim ve vazgeçtim. Bütün malımı mülkümü dağıttım, diyor. Bunu müteâkib “bu dört hanımdan da vaz geçeceksin dedi. Bu dünyadan tamamen mücerret bir hale gelmen lâzım dedi. Ben de dört hanımı da boşadım. Ve o belde de tamamen bir garib haline geldim. Ne makâm mevki, ne mal mülk, ne de aile olarak hiç bir şeyim kalmadı. Bir müddet böyle kaldım ve devam ettim. Fakat o mürşid geldi, geçti. Ben ise üzerimde hiçbir hal değişikliği hissetmiyorum. Çok daha perişan durumdayım. Giden mal mülk hepsi helâl olsun, amma en ufak manevî emmare dahi göremiyorum. Halim bu,” der. Bu kişi bu şekilde kendi hal ve derdini anlatınca Şeyh Abdurrezzak’ı kebir öylesine üzüldü ki bu haline ve şu kelimeyi kullandı:  قتله الله (Katelehullah) Allah böylesine mürşid olanları katletsin. Bunlar milletin başına belâdır. Basiretsiz dava sahihleridir. “Benim! Diyorlar. “Mürşidim, Şeyhim” deyip ortaya çıkıyorlar.

 

Kardeşlerim; işte bizleri mahveden bu gibilerdir. Tasavvufu ele ayağa düşürüp tasavvufluktan çıkaran bu gibi basiretsiz dava sahihleridir. Daha önceki bölümlerde izaha çalışmıştık. Kur’an-ı Kerim’de Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي

(Yusuf/108)

“ben ve bana tâbi olanlar, Hakkın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederler,” buyurmuştu.

İşte bu gibi basiretsiz dava sahihleri insanı böyle perişan duruma getirirler. Kişiyi her şeyden mahrum ettikleri gibi manevî yönden de hiçbir hayırları dokunmaz. Bu Tunuslu da böyle birisine tesadüf etmiş. Hiçbir hayrını görmediği gibi bari hiç olmazsa bu son dönemimde hac farizamı yerine getireyim diye yola çıkmış. Belki vefatım da bu kutsal topraklarda olur diyerek Tunus’tan ayrılıyor ve niyeti de bir daha Tunus’a dönmemek. Hülâsa, Mübârek Şeyh Abdurrezzak Hz. buyuruyor ki: “Evlâdım, sen zaten yorulacağın kadar yorulmuşsun. Sen burada bizim yanımızda kal da hacca gidecek kafile hazırlanıp gideceklerinde seni de onlarla beraber göndeririz.” diyor. O kişi Mübârek Şeyhin misafirhanesinde kalmış, ne zaman ki hac kafilesi hazır olmuş, onlarla bereber onu da göndermiş. Yalnız hac dönüşü yine buraya dön diye tenbihatta bulunmuş. Hac vazifesinden sonra bu zâtın yanına döner. Mübârek zât ona müjde verir ve der ki: “Evlâdım, senin fütühat devrin gelmiş. Senin sadakatla yapmış olduğun şeyleri Rabbimiz mükâfatlandıracaktır” diyerek şu vasiyette bulunur: Tunus’a gideceksin. Tunus’a varır varmaz seni karşılayacaklar. Eskiden dağıttığın mal ve mülkten fazla hediyeler getireceklerdir. Eski saygı ve sevginin daha fazlasını göstereceklerdir. Rütbe ve makâm ne teklif ederlerse fazlasıyla alırsın, sen oraya varır varmaz senin hanımlarınla evlenenler hemen onları boşarlar. İddet müddetleri dolunca sen de onları tekrar alırsın, elinden çıkan her ne varsa fazlasıyla sana gelecektir. Ondan sonra fütühatı umarım diyor. Ve böylece Tunus’a uğurlatıyor.

Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyeti ile sanki ilân edilmişcesine Tunus’a varır varmaz Tunus halkı onu karşılar. Evvelki servetinden daha fazla servet sahibi olur. Daha yüksek rütbelere kavuşur. Eski ailelerini de alır ve fütühat başlar. Tabî ki haliyle kendisinde harikalıklar hissediyor.

Keşfiyatı başlıyor, çok harika bir hale geliyor ve bir Cuma günü kürsüye çıkar ve şöyle buyurur:

ان ابابكر ما فضل عليكم بكثرة صلاة اوصوم ولكن فضل عليكم بشيئ وقر فى قلبه

Hz. Ebabekir’in (ra) sizden faziletli oluşu, namazının ve orucunun fazlalığı ile değildir. Onun faziletli oluşu kalbindeki vakar sebebiyledir. Onun kalbindeki vakar ki, onu Allahü Zülcelâl bilir. Yani imanın nuru, hidayet marifet nuru, yakinî nur yani şühûd hali olunca ki bundan dolayı Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):”Eba Bekrin (ra) imanı terazinin bir gözüne konsa, diğer ümmetinde imanı da terazinin bir gözüne konsa, Eba bekrin imanı racih gelir.” buyuruyor. Demek ki öylesine vakar, öylesine bir istikrar sahibi ki artık şühud halinin son derecesine gelmiş bir zât. Dolayısıyla o Tunuslu bunu kürsüde bu şekilde söylerken millet öylesine ağlıyor, öylesine coşuyor ki içlerinden ruhunu teslim edenler bile oluyor. Bu sözün böylesine onlara tesir etmesinin sebebi, bu sözün kendisi üzerinde de tecelli etmesidir. Çünkü bu kimse söylediği sözlerin aynisinin âmelini peşinen işledi. Ortada hiç bir şey yok iken bu yolun fedakârlığını yaptı da malından mevkisinden çıktı mücerred hale geldi. Nasıl ki Hz. Ebubekir (ra) her şeyini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yolunda feda etmişti ve Sıddıklık ünvanını hak kazanmıştı. İşte buna benzer bir şekilde bu da Allahü Zülcelâl için, Allah yolunda her şeyini fedâ etmişti. Fakat ne yazık ki ilk tesadüf ettiği kişi basiretsiz bir çıkmıştı. Bundan dolayı çok çilelere girdi. Eğer o ilk tesadüf ettiği kişi Şeyh Abdurrezzak gibi basiretli biri olsaydı bu gibi hallere düşmesine gerek kalmazdı. Nitekim Gavsul Âzam Hz. bile İbrahim İbni Ethem Hz. zamanında olsaydım, onun o debdebesinden, mertebesinden inmesine hiç bir gerek bırakmazdım, diyor. Demek ki Rabbimizin vaadinde varmış kaderinde varmış ve o da bu hale gelmiş. Tabi gerçek mürşidi kâmil olmuş olsa bu gibi mal mülk telef etmeden de aynı fütühat olabilir, nitekim işte bu kimsenin fedakâlığı ve samimiyeti karşısında Rabbimiz böyle bir zâta tesadüf ettirdi ki hem malını mülkünü avdet ettirdi, hem de fütühatla müşerref kıldı.

 

ŞAHI NAKŞİBEND’E GÖRE MÜRİDİN ÜÇ HALİ

İşte Şahı Nakşibend’in bu hususta         kullandığı ifade bunun isbatıdır. O da şöyle buyurur: “Mürşidin, bir müridin geçmişini, o anki halini ve geleceğini görmesi lâzım. Böylelikle tasarruf hakkı vardır. Yoksa tasarruf hakkı yoktur.” diyor.

İşte Gavsul Âzam Hz.nin İbrahim İbni Ethem hakkında buyurduğu bundan dolayıdır. Yeter ki mürşid basiretli olsun. Onun geleceğinin ne olduğunu bilebilsin. Allahü Zülcelâl’ın ona olan ilerdeki vaadini görebilsin. Böyle olursa ona hiç bir şeyden el çektirmeye gerek kalmaz. Allah’ın izni inâyetiyle.

İşte bu kişinin de geleceğinde bir fütühat görüntüsü vardır. Yeter ki basiretli olup onu görebilsin. İşte Şeyh Abdurrezzak vasıtasıyla evvelki halden daha iyi bir hale geliyor. Hem maddf, hem manevf olarak.

 

Kardeşlerim,

Mürşidlik karar ve hükümlerle, tahmin ve tasavvurlarla olmaz, değildir de. Gayet müsbet olmak lâzım.

Zira Cüneyt Hz. şöyle buyuruyor:

كلام الا نبياء عن حظور وكلام الصدقين عن مشاهدة

Demek ki sıddıkîn olan kimselerin kelâmları, konuşmaları mutlaka müşahede ederektir. Konuşmaları tahmini değildir. Öyle olsalar, yalancı olurlar.

 

 


 

MÜRŞİDİN BASİRETLİ OLMASI

Hazreti Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: Mürşid odur ki bir müridle karşı karşıya geldiğinde üç devresindeki halini keşfetmesi lazımdır. Nedir bunlar?

Geçmişi, geleceği ve o andaki hali... Hattaki bunları bilemiyorsa o mürid üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bunları bildikten sonra artık terbiyesine geçebilir. Yoksa nasıl terbiye edecek. Basiretsiz duruma düşer o zaman. İşte Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın “basiretli olarak tasarruf ederiz.” buyurduğu gibi. Geçmişi ezeldeki durumu nasıl, sonrası akibeti neye bağlıdır ve o andaki hali nasıldır bunları bilmesi şarttır. Bir doktor bile bir hastayı teşhis etmeden nasıl tedavi yöntemi kullanacak? Bir mürşid karşısına gelen müride böylesine muttali olması lazım ki tasarruf edebilsin.

Hatta Şahı Nakşibend Hz. devamında şöyle der: Mürşid böyle olacak, fakat ona gelen mürid candan bir muhabbetle, tam bir inançla, tam bir teslimiyetle bağlanır ve bağlandıktan sonra kendi halini bir teraziye koyarak tartar. Geçmiş devredeki hali ile o an içinde bulunduğu devredeki halini kıyas eder. Eğer Rabbimizin bir feyzi ihsan oldu ise, dünyada masivadan uzaklaşmış ise, Rabbisine karşı fazlaca aşk ve şevk doğdu ise, o müride böylesine bir zâta, mürşide tâbi olmak sohbet etmek farzı ayın durumuna gelmiş demektir. Mübârek Şah devam ediyor ve diyor ki: “Herhangi bir kimse bize karşı meylederse veya sevgisinin artışı ile bize intisab ederse, uzak olsun yakın olsun O kimse bilsin ki her an için gece gündüz şefkat menbaından kendisine mutlaka nazar ederiz. Nisbetini terbiye yönünden hiç esirgemeyiz. Yakında veya uzakta olsun hiç fark etmez. Ancak tarikata yakışmayan hallerden uzak durmak şartıyla. Allahü Zülcelâl’in inâyeti ile fazlu kereminden, ihsanından verdiğini hiç esirgemeyiz. Bunu bu şekilde bilsinler” diyerek müjdeler veriyor.

 

Kardeşlerimiz, İmamı Rabbani Hz. şöyle buyuruyor:

Her ferd şunu iyi bilsin ki şeriat ve hakikat müttefik ve müttehitdir. Hiçbir farkı yoktur. Birisi mücmel; birisi de mufassaldır. Şeriat mücmeldir. Hakikat mufassaldır. Birisi gaybidir, birisi Şühudîdir. Birisi ilmel yâkîn, birisi hakkal yâkîndir. Birisi teklifatla diğeri ise hevesle ve aşkla yapılır. Çünkü bizzat ayanen görünür. Hülâsa tarikat denilince bunu bir antika olarak görmeyelim. Tarikat, Şeriatle hakikat arasında bir vuslattır. Bir yoldur. Şeriat ilmel yâkîn, tarikat aynel yâkîn, hakikat ise hakkal yâkîndir. Eğer bunun üzerinde bir noksanlık doğacak olursa bilsin ki bu onun kendi noksanlığındandır. Yoksa hakikaten şühûd erbabı olduktan sonra şeriatın bizzat menbağından hakikatin dışında hiç bir şey görmez. Ne kadar kâmil olursa o nisbette kemaliyetini daha iyi fark eder. Şeriate bir kıl kadar muhalefet edildiği takdirde hakikaten de uzaklaşmış demektir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Kâmil Mürşidin fütühat yönleri açıktır. Bu mürşidler ezelden mücehhez kimselerdir. Çünkü hep ruh üzerine cereyan eder, gelişir, gelişen Kâmil mükemmel bir hale geliyor. Gelişmeyen de etrafına çok zahmet ve meşakkat verir, çok zararı dokunur. Hem dünyası, hem de ahireti çileli olabilir. Allah’dan dileğimiz Aşık ve Muhib olan kimselere ve cümlemize kâmil bir mürşid nasib ve müyesser eylesin. Değil ise daha önce anlattığımız gibi Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çokça salavat getirmek evlâdır. Zira kıyamet günü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile livaü’l hamd sancağı altında buluşmaya sebeb ve vesiledir.

 

 


 

MÜRŞİTLERİN TERBİYE METODLARI

 

Kardeşlerimiz,

Mürşid demek bir yönden de mürebbi demektir. Allahü Zülcelâl ile kul arasındaki engelleri ve manileri kaldırıp kulu Allahü Zülcelâl’e kavuşturmak için müridi terbiye eden kişi demektir. Bu vuslatta vasıta olan şahsiyettir mürşid. (Hatta) Rablık vasfına şeytan bile girişememiştir. Çünkü Şeytan şöyle diyor:

إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

(Maide /28)

Yani Rabbül Âlemin olan Allahü Zülcelâl’den ben korkarım diyor. Çünkü Rububiyyet vasfını kendisine mal etmek bir kimseye çok zordur. Bu sebeble mürşidlik bir nevi terbiyecilik, mürebbiliktir. Bunu geliştirmek için sorumluluğu vardır. Allahü Zülcelâl sorumlu tutar. Onun için mürşidlik çok zordur. Fakat Rabimizin emrivakisi ile gönderilmiş ise, Rabbimiz lâyık görmüş ve kullarına hizmet etmeyi emretmiş ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da tasvib etmiş ise bunlar müstesnâ. Bunlara hem Allahü Zülcelâl, hem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), hem de Sâdât da yardımcı olurlar. Desteklerler ve canla başla kabul ederler.

Hülâsa, Tariki âliyyenin çeşit çeşit yöntemleri vardır. Esasen seyrü sülük meselesi insanın “evvelâ” لا اله الاالله demesidir. Yani Allahü Zülcelâl’den başka ilâh olmadığını, Uluhiyyetin ancak Allahü Zülcelâl’e ait olduğunu ilân etmektir. Amma denilebilir ki herkes bunu yapıyor, söylüyor. Evet herkes söylüyor, fakat Allah’tan gayri başka birisinde de varlık hissediyor, bir menfaat hissediyorsa aracılığı değil de bizzat Allahü Zülcelâl’den gayrıya yöneliyor, ondan bir şey bekliyor umuyorsa: Meselâ, falan kimse olmasaydı benim hayatım sönmüştü; falan şöyle yapmasaydı, vermeseydi ben mahvolmuştum gibi, veya falan kimse benim kaderimi değiştirdi veya kaderimle oynadı gibi lâfları telâffuz ederse, işte bu uluhiyyette bir karışıklık meydana getirmektir. Onun için bunlar çok ince noktalardır ki “lailahe illallah” dediği zaman uluhiyyet ancak Allahü Zülcelâl’e aittir demektir. Eğer bir nimet bir kimsenin eliyle, aracılığıyla geliyorsa, bu kulları aracı olarak kabul etmek gerekiyor. Zira Mün’im Allahü Zülcelâl’dir. Bu bütün yönleri ile böyledir. Kadir Allah’dır. Mün’im, Mecid, Hâlık sadece ve sadece Allahü Zülcelâl’dir. Hayat veren, Allahü Zülcelâl’dir. “Falan doktor olmasaydı ben ölmüştüm. Eğer ben yaşıyorsam onun sayesinde yaşıyorum.” demek doktoru ilâhlaştırmaktır. Dolayısıyla bu da şirktir, küfürdür. Bu gibi incelikleri iyi düşünmek ve imanı sağlıklı ve sıhhatli bir hale getirmek lâzımdır. Uluhiyet denildiği zaman tamamen Cenâbı Hakkı zâtıyla, sıfatlarıyla kabul etmek lâzım. Evvelâ bunu bu şekilde bilip böyle inanmak lâzımdır.

) لا موجودالاالله (

 

VAHDED-İ VÜCUD HALİ

Mevcud yok ki illâ Allah’dır, güya nereye bakarsa baksınlar Allahü Zülcelâl’i görüyorlar. Allahü Zülcelâl’den başka mevcud yok diyorlar. Buda vahdeti vücuttur. Ve bu çok tehlikelidir. Başka tarikatlarda çokça bu yöntem vardır.

 

Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde anlattık. Bir kimse terakkiyatta daha kalb latifesinde, onun da birinci çeyreğinde iken vahdeti vücud haline gelmiştir. “Mevcûdatı yok illâ Allah vardır.” halide gelmiş demektir. Peki bu olur mu? Eğer bunları ilâh olarak kabul etmişse bu kişi Felâkete adım atmış demektir. Tongaya basmıştır. Nitekim bu haldeki bir kişinin ilâh diyerek kendi nefsine, ruhuna otuz sene taptığını anlatmıştık. Peki bu kişinin hali ne olacak. Aslında bu hal kalb latifesinde olduğu gibi RUH ve SIR lâtifesinde de olur ve vardır. Hafi latifesinde de olur. Sıfata zât zannıyla tapar bir hale gelebilir. Eğer bu halde ise yine tevhid tamam değil demektir. Allahü Zülcelâl’e Vahidun dediği Ahadun dediği zamanda eğer sıfat kısmından telvinat olup şuüd-ü zat diye inanıp bu şekilde görürse yine tevhid olmamıştır. Sıfatîdir ve zatî değildir.

Onun için bu vahdeti vücut çok tehlikeli bir yöntemdir. Hatta Ebayezid’in dahi bu devrede söylediği:

سحانى ما اعظم شانى

gibi çok tehlikeli sözleri hep vahdeti vücut devresinde olduğunu gösterir. Hallacı Mansur da bunun gibidir. Allah’a şükür Ebayezid’in son dönemlerinde, “Yarab seni hakkıyla bilemedim.” diye beyanı vardır. İnşallah o hali son devrelerinde geçmiştir.

Onun için bu hususta bu tarikatın piri ve bu tarikatın en büyüğü olan Şahı Nakşibend Hz. ki İmamı Rabbani Hz. leri dahi “bu sözünden dolayı ben onun talebesi Müridi sayılırım” diyor.

Şahı Nakşibend Hz. nin buyurduğu şudur:

كلما يكون مرنيا اومسموعا اومتخيلا اوموهوما فهو غيره تعالى

 ينبغى نفيه بحقيقة كلمةلا

Yani her hangi bir varlık görülüyorsa veyahut duyuluyorsa yahut hayalinden geçiriliyorsa veya tevehhümünden geçiriyorsa bunlar asla ve kat’a Allah değildir. Zira Allahü Zülcelâl bu gibi hallerden münezzehdir. Bu gibi şeyleri, halleri Lâ kelimesinin hakikati ile nefyetmesini ve lâ kelimesinin hükmü altına alması lâzımdır, nefi hükmü altına alması lâzımdır.

Zira Kur’an-ı Kerim’de

ليس كمثله شيئ

buyuruluyor. Yani Allah’ın misli hiçbir şey olmadı ve Allahü Zülcelâl’e benzeteceği şey ancak mahlûktur. Binaenaleyh mahlûk Hâlıkı tasavvur edemez, tahayyül edemez onu bir şeye benzetemez. Hâşâ.

İşte Vahdeti vücudda kişi bu gibi tehlikelere basıyor ve diyor ki

لا موجودالاالله

Esasen mevcud yani var olan nesnelerin tamamının ademine yokluğuna karar ve hüküm veriyor. Halbuki mevcûd vardır.

Meselâ Güneş doğduğunda yıldızlar görünmez. Yıldızlar yoktur, demek doğru bir şey midir? demek mâsivâyı yani Allahü Zülcelâl’den başka şeyi hayalinden, fikrinden, kalbinden çıkarmaktır. Yoksa mevcûdatı yok etmek demek değildir. Onun için mahlûkatın mevcûdiyeti vardır. Allahü Zülcelâl var olduğu gibi onun yarattığı mevcûdat ise Allahü Zülcelâl’nın mahlûkatıdır. Yarattığı şeylerdir. Bunlar adem (yok) edilemez. Ma’dum değildir, vardır.

Hz. Şahı Nakşibend’in: “Bizim tarikatımızın bidayeti diğer tarikatların nihayetidir.” buyurması bu yöndendir. Başkalarının Allahü Zülcelâl tüm mahlûkatın ademine çalışıp “Lâmevcüde illalah”a çalışması ve kendisi de bir istiğrak durumuna gelip mevcudatı mahlûkatı yok durumuna getirip her şeyi Allahü Zülcelâl olarak görmek hâşâ her şeye Allah demeye götürür insanı. Allah korusun bunun sonu zındıklığa varır. Bu çok tehlikeli bir durumdur.

Vahdetil vücud Şeyh Muhiddini Arabi Hz.leri (Allah rahmet eylesin) Mübârek bu yönden çok uğraşmıştır, ve fehmedemedikleri bir çok (husus) vardır. En güzeli Şahı Nakşibend Hz. lerinin tezidir. O da, “La mevcude illallah” demek (kalbten) masivayı yok etmektir. Allahü Zülcelâl’den gayrı herşeyi (kalbten) silmek yok etmek demektir, isterse sıfatı olsa dahi onu da yok edip tamamen Allah’ın vahdaniyyetine kendisini bağlamaktır. O da

لااله الاالله

dır. Bu nefinin altında (kapsamında) yani Lailehe’nin nefi tahtında, hükmü altında her varlığın nefi vardır. İllallah ile ancak ve ancak Allah müstesna demekle Alllah’dan gayrı hiç, ama hiçbir ilâh olmadığının tasdikidir. Zira Laileheillallah’da hedef tekdir, birdir.

“Lâ mevcuda illallah” gibi sözlerle mevcudatın ademine çalışmak her gördüğüne Allah diyecek hâşâ böyle değil, bu halin ne kadar tehlikeli olduğunu fehmetmek o kadar zor değil... Bu hal tehlikeli olduğu gibi çok da uzundur. Mahbubiyet muhtasar olanıdır Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın şu hadisinde gayet net olarak belirtiyor. Şöyle ki:

ان الله عز وجل اذااحب عبده ابتلاه فاذاصبر اجتباه واذا رضى اصطفاه

من احب لقاءالله احب الله لقانه و من كره لقاء الله كره الله لقائه

Ravisi: (imamı Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî.)

Kim ki Allahü Zülcelâl’e muhabbeti kendisine tamamen hasrederse ve mülâki olmayı isterse, Allahü Zülcelâl de ona mülâki olmayı sever, ama Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaya ikrah ederse Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaktan ikrah eder. Esasen Allahü Zülcelâl bunların kalblerini öyle bir hale getirmiştir ki kalbleri muhabbetle dolu, fuadları aşkla dolu, sırları da vecd ile doludur. Bu minval üzere olan bir kimse istifa ehlidir. Fikirleri, hayalleri, kalbleri mâsivâdan âridir. Düşündükleri tek şey şühud halidir. Cemâli bakemâle mazhar olmaktır.

İşte o zaman:

لامعبود الا الله

Vuslat buna deniliyor. O zaman vuslat bulmuş, mürşid olmuş, işte o zaman müridin muradı olmuştur. Çünkü mürid bir taleb sahibidir, bir muradı olmuştur. Çünkü, mürid bir taleb sahibidir bir muradı vardır. Murad ise müridin talebini verip muradı olmaktır. İşte böylesine yetişmiş bir zât bundan sonra müridlerine murad olur. Fakat bu hale gelmiş bir zât sanılmasın ki kendisinde bir varlık hissettin, çünkü huzur huzurullahdır. Bu huzurda öyle debdebelik, arbedelik geçersizdir. Ne ilmi, ne ibadeti, ne derecesi, ne de mertebesi yoktur ve geçersizdir. Çünkü Huzurullah büyük bir huzurdur. Orada acziyyet, fakriyyet ve mahviyyattan başka hiçbir şey geçmez. Kulun bütün vasıfları orada yok (hükmündedir.) O kapıya bu şekilde gidilir ve Rabbimiz de ondan sonra dilediği gibi tasarruf eder.

İşte ondan sonra Allahü Zülcelâl o kulunu irşad için gönderir. Kullarını irşad için emir verir, işte emrivâki budur. Yoksa kendiliğinden gelmez. Bu gibi zâtlar bu liyâkati kendilerinde görmezler, kendilerini buna lâyık görmezler, fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet etmesi için onu tasvib eder. İşte bu şekilde emrivaki ile gelenlere Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da daima yardımcı olur ve destek verir.


 

Kardeşlerim,

İşte, mürşidlerin ve tarikat ehlinin vahdeti vücud hakkında telaffuz ettiklerini kısa da olsa anlatmaya çalıştık. Az çok vahdeti vücud halini izah ettik. Nasıl tehlikeli bir hal olduğunu anlamışsınızdır.

 

VAHDETİ ŞÜHUT HALİ

Fakat vahdeti şühûd hali böyle değildir. Vahdeti Şühûd haline gelince kişi halâs durumuna gelir. Vahdeti şühûdun telvini yoktur. İstikrarlıdır. Güneşi hiçbir zaman yok olmaz. İşte mürşidin kâmili ve ekmel olanı şühûd olan mürşiddir.

 

Hülâsa: Daha önce anlattığımız gibi kişinin önce kalbi, Rab ile nefis arasındaki on bin hicabı yok etmesidir. Aynı zamanda kalbteki terakkiyet yönünden bölümleri dört bölüm, dört kademelidir. RUH, SIR, HAFİ de aynı şekildedir. AHFA’ya varıncaya kadar yani ahfanın gayrı diğerlerinde mutlaka sıfatın zılalı vardır. Ancak Ahfa kısmında şuûndan sonra şühud hali net olabiliyor, Ancak bu halde mürşid kamil ve ekmel olarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altına girip kurtuluş ve halas haline eriyor, bunu imamı Rabbani buyuruyor.

İşte bu makâmdaki zât ğavsiyyet makâmında olabilir, hatta onun üstünde olan hilâfet makâmında da olabilir. Bu tamamen onun kabiliyyet ve istidadına göredir. Çünkü bu makâm öyle kolay ulaşılacak bir makâm değildir. Bu makâmdaki zâtlar müstesna şahsiyetlerdir. Tabi bunlar da aynı seviyede değildir. Çünkü Hz. Sıddık’ın (ra) da şühûd hali var, diğerlerinin de şühud hali var, fakat aynı olduğu söylenemez. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altında yetişen ancak sıddıki meşrebden olması lâzım.

 

VELAYETİ SALİHİN VE VELAYETİ SIDDIKİN

Zira velâyet iki kısımdır. Biri velâyeti Salihîn birisi de velâyeti Sıddıkîn’dir. Bu anlatılan dereceye çıkabilmesi için ancak sıddıki meşrebden olması lâzımdır. Salihin olan zât bu dereceye yetişmez. Zira Kur’an’da da şöyle buyrulur:

مع النبيين والصدقين

Nebiden sonra hemen Sıddıkîn geliyor, bunlar esasen Resullerin mirasçılarıdır. Ulül Azim kısmındandırlar velâyetleri dahi Sıddıkîyedir.

 

Kardeşlerim,

Bu yolun yolcularının en yiğit olanlarından Hz. Şahı Nakşibend’den bu hususta bir iki nakil yapmak yerinde olur. Mübârek şöyle buyuruyor: “Bu kapıya geldiğimizde iki yüz kişi idik. Zillet ve meskenet içerisinde azmettim ve cehd ettim, bunları sebk (geçmek) etmekliğe azmim vardı. Bu yönden Allahü Zülcelâl’in inayeti ile sebk etmiş oluyoruz ve netice olarak nefsimi hiçbir nesne kalmadı ki yer yüzünde tüm mahlûkata arz ettim. Nefsimden daha zelil, daha hakir hiçbir nesne görmedim. Hatta insanlardan ve hayvanattan çıkan nesnelere dahi arz ettim. Umumiyetle nefsim kadar menfaatsiz olanı görmedim, Hatta bir köpek tersiyle karşılaştırdım. Burda biraz durakladım. Bunda menfaat görmezmiş gibi oldum. Hatırıma böyle bir şey geldi. Neticede nefsimin bundanda noksan menfaatsiz ve zelil olduğuna karar verdim. Yani hiçbir şeyi kendi nefsimden daha hakir, daha zelil görmedim,” buyuruyor. Bunun karşısında Allahü Zülcelâl’in inayeti sebk ederek bu fakire hatiften şöyle bir (nida geldi): “Ey kulum taleb et, Hazretinden taleb et.” O anda tevazuan dedim ki “İlâhi Rahmetinden, inayetinden bir katrecik.” deyince:

ان الله غيوريحب الغيور

“Allahü Zülcelâl gayretkeştir, gayreti sever.”

Karşılığında “Ey kulum kerimden bu kadarcık mı istiyorsun?” buyurdu. O zaman kendi yüzüme bir şamar (tokat) attım ve bu şamarın acısını günlerce hissettim diyor ve o anda “İlâhi Kerem ve ihsanından, rahmetinden, inayetinden denizler ver ki buna karşı tahammül için güç ve takat ver Yarabbi.” diye istedim ve Rabbimizin kerem ve ihsanına bu şekilde nâil oldum diyor. İşte bu gibi gayetkeşliği sebebi ile müridlerine de anlatırken diyor ki: “Bakınız ihmal etmeyiniz, ciddiyetle, zillet ve fakriyyatla bu yolla buna gayretkeşlik gösterip yücelmek ve teraki etmek için ayak basmanız gerektiğinde ayağınızı başımın üstüne koyun ve çıkın. Eğer gerektiğinde böyle yapmazsanız size hakkımı helâl etmem, yeter ki yücelmek için gayretkeş olun."diyor.

Yine şöyle buyuruyor Hz Şahı Nakşibend (ks): Benim Sâdâtların ruhaniyyetleri ile çok alâkam, ilgim vardır. Bahusus irtibatımın yirmi senesinden fazlası iki zâtın ruhaniyetinden hiç ayrı kalmadı. Bunlardan biri Üveysil Karani Hz. dir. Onun Ruhaniyyetine bağlılığım vardır. Diğer zât ise İmamı Muhammed İbni Aliyyil Hakimit Tirmizi’dir. Bu iki Zâtın yirmi seneden fazladır, bunların ruhaniyyetlerinden ayrı kalmadım, buyurarak Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur diyor:

له اعظم تأسيرفى الانقطاع التام والتجردالكلى عن العلا ئق الباطنيةو الظاهرية

Zira Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur ki mâsivâdan alâkayı kesme yönünden en tesirli bir kimsedir ve mücerred duruma getiriyor. Yani onun Ruhaniyyeti Hal ve mâsivâ ile olan alâkayı kesmekte büyük bir tesirat veriyor ki bundan mücerred bir hale getiriyor. Batıni olsun, zahiri olsun mâsivâdan tamamen irtibat ve alâkayı kesmeye tesir eden Üveys Hz. lerinin ruhaniyyetidir. Onun ruhaniyyetinin bu yönden çok tesiratı vardır. Mahlûkatın tesirinden kurtardı, imamı Muhammed bin Aliyyit Tirmizi’nin ruhaniyeti ise, yani bunun ruhaniyyeti ile beraber olmamın sebebi ise onun Ruhaniyyeti ile olmak insanda herhangi bir sıfat bırakmıyor. Onun ruhaniyyeti ile olan kendisinde kesinlikle hiçbir sıfat görmüyor, onun ruhaniyyetinin tesiri de bu yöndedir. Benlikten eser bırakmadı. İşte bu iki zatın ruhaniyetleri ile irtibat kurmuş ve bu iki zatın ruhaniyetleri ile yirmi sene muttasıf olmuştur.

Demek ki her ikisi de şühud erbabıdır ki insanı bu hale getiriyorlar. Zira bu gibi zâtlarla irtibat ve alâkası olan kimsede hiçbir şekilde mâsivânın tesiri olmuyor, olamaz da. Nitekim Mübârek Şeyh Alaaddin (ks) Hz. leri kendi Şeyhi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı olarak anlatırken her zaman söylerdi ve buyururdu ki: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks), kalbi ile Üveys’in kalbi aynıdır, eşittir, derdi. İkisi de aynı kalb sahibidir, derdi. Ancak aradaki fark Üveys’in Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a yakın oluşudur, buyururdu. Hz. Şahı Nakşibend’in ne demek istediğini buradan rahatlıkla anlamış oluyoruz. Mübârek Şahı Nakşibend’in şöyle bir nazmı vardır.

ان التعلق باالسوى اقوى حجاب

 والتخلص منه فاتحة الوصول

Yani mâsivâ ile alâkan bulundukça bu alâka fütuhatı engelleyen en güçlü hicabtır. Ne zaman ki mâsivâdan halâs olursan fütuhatın açıktır. Hatta ki vuslat ehli olursun, visâl ehli olursun.