MÜRŞİDLERİN VASIFLARI VE ALİM OLMALARI

 

Kardeşlerim;

Şimdi sizlere gerçek bir mürşidin vasıflarından bahsedelim ki dikkat edebilesiniz. Bir mürşid nasıl olunca bir mürşid olur. Zâten kâmil bir mürşidin halini anlatacak devreye biz henüz gelmedik. Bunu İmam-ı Rabbâni gibi zatlar anlatabilmiştir. Yine Şahı Nakşibend, Gavsu’l Azam, Seyyid Ahmede’r Rüfai, Hasani’ş Şâzeli gibi büyük zâtlar bu hususda çok harikalar konuşmuşlardır. Kâmil olan mükemmel olan zâtlar müstesnâdr. Ancak noksan mürşid olduğu takdirde esâsen zararı menfaatinden fazladır. Ancak böylesi bir kâmil mürşid olmayınca şimdiki gibi halkı irşada gelince bunlara mürşid diyemiyoruz da yol göstericidir. Bu vasıflara haiz değilse yol göstericidir. Mürşid denilince haliyle müridin mâneviyat hallerini keşfiyat durumunu, terbiye yönünden kabiliyet ve istidad sahibi bir mürşid olması lâzımdır. Öyle değilde diliyle cevarihi ile zahiren adeta âlimlerin hocaların anlatışları gibidir. Yol tarif eder. Yol tarifide halisâne Lillahi olursa evet, Rabbimiz sevablandırır. Allahü Zülcelâl nezdinde hiçbir şey zâyi olmaz hâşâ… Halisâne lillahi değilde İmam-ı Rabbâninin vasıflandırdığı gibi eğer kendini dünya tamah ve hırsına vermiş veya müridin servetinden ve varlığından bir yarar sağlamak fikri ve görüntüsü varsa o da kendisi için helâktır. Zira, sizlere birkaç hadis serdedelim de bunları artık elbirliğiyle düşünelim. Bir kere mürşidin evvelâ âlim olması lâzımdır. Öyle değilde diliyle cevarihi ile zahiren adeta âlimlerin hocaların anlatışları gibidir. Yol tarif eder. Yol tarifide halisâne Lillahi olursa evet, Rabbımız sevablandırır. Allahü Zülcelâl nezdinde hiçbir şey zâyi olmaz hâşâ... Halisâne lillahi değilde İmam-ı Rabbâninin vasıflandırdığı gibi eğer kendini dünya tamah ve hırsına vermiş veya müridin servetinden ve varlığından bir yarar sağlamak fikri ve görüntüsü varsa o da kendisi için helâktır. Zira, sizlere bir kaç hadis serdedelim de bunları artık elbirliğiyle düşünelim. Bir kere mürşidin evvelâ âlim olması lâzımdır. İlmi olması lâzımki, düzgünü doğruyu seçebilsin. Eğer ilmi yok, cahil kendini doğrudan doğruya sofuluğa vermişse bu misilli kimse zâten şeytanın oyuncağıdır. Cahil bir sofu şeytanın oyuncağıdır bunu kesinlikle böyle bilin. Bu kimseye de tâbi olup uyulmaz. Çünkü insanı zındıklığa iletir. İtikad nedir, ehl-i sünnet ve’l cemaatın itikadı nedir bilmez. Fıkıh yönünden, ibadet ve muamelâtı de bilmez. Tasavvuf edeb ve edebiyatını da hiç bilmez. Tasavvuf akaid ve tevhidini de bilmez. Âyet ve hadislere müttâli değildir. Artık kendi kendine tasavvurlarla şeytanın oyuncağı olmaktan başka da bir yolu yoktur. Onun için kardeşlerim bu anlattığımız hususu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın müsbet olan hadisleriyle teyid edelim. İmam-ı Ali (kv) den mervi’ olan hadisde Cenab-i Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

من ازداد علما ولم يزدد فى الدنيا زهدًا لم ينال من الله الابعدًا

 Başka rivâyette de:

من ازداد علما ولم يزدد فى الدنيا زهدًا لم يزدد من الله الابعدًا

Hadis meâli:

Kim ki ilmi ziyadeleşti, ilmi çok okudu fakat dünyadaki zahidliğide ilmi nisbetinde artışlı olmaz ise okuduğu ilmi kendisine Allahü Zülcelâlden uzaklaşmasına sebeb olur. Uzaklaştırmasını da aynı şekilde fazlalaştırır. İlmi fazlalaştıkça zühdününde fazlalaşması lâzımdır. İlim nisbetine göre eğer zühdü fazlalaşmazsa o zaman bu ilminden menfaat değil, Allahü Zülcelâlin fazlı, keremi, ihsanı, rızası ve rahmetine yaklaştırıcı değilde uzaklaştırıcıdır oldukça. Zühdüde ilmiyle beraber fazlalaşmadıkça ilmi onu Allahü Zülcelâlin fazlından ihsanından uzaklaştırıyor. Peki bu ilim neye yaradı o zaman? Yararını bertaraf edince Allahü Zülcelâl’e yaklaştırmayıp engelleyince ve uzaklaştırınca. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi ilimden korusun. Aslında ilmin hatası yoktur. Esâsen âlim olduğu halde zühdü daha henüz dünyaya dönüktür. Leş üzerine çöktüğü gibi hala dünya sevgisi devam etmekte ise ilmi aleyhine oluyor. Onun için Abdullah ibni Müberik’i haklı görüyoruz. Öyle buyuruyor: “Hayret ediyorum ve acayibime gidiyor ki bir kimse ilmi olduğu halde dünyaya nasıl meyleder?”

İşte yukardaki hadise dayalıdır. Eğer ilmi öğrenmişde, ilmi kendisini Allahü Zülcelâl’e yaklaştırmıyorsa uzaklaştırıyorsa dünyaya olan meyli sebebiyle bu ilminin ne yararı olur o zaman. İnsan buna hayret etmez mi? Aceb etmez mi? İşte Mübârek onun için öyle söylüyor.

Esâsen mürşidin âlim olması da şarttır. Eğer âlim olmazda cahil olursa aralarındaki farka bakınız, şeytana oyuncak olmamak için Cenab- ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

فقيه واحداشد على الشيطان من الف عابد

Fakih olan, yani fıkhını bilen, akaidini, usülunü, hadisini, tefsirini, ahkamlarını iyi anlayan, dünya mâhiyetini, şeytanın nefsin mahiyetini bilen gerçekten alim olan fakih olan bir kimse şeytanın kabzasına veya mekrine kendini kaptıracak bu mümkün olmadığı gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: “Şeytan anlatılan misilli bir fakihi kandırabilmek için bin tane abidi kandırmaktan çok daha şiddetlidir.” Bir fakihi kandırabilmek için o kadar çok güç ve şidded kullanıyor ki bin abid basitten gelir, fakat bir fakihi haklayamaz buyuruyor. Abid dediğimiz ise mürşidler güya irşad makamına gelmiş şeyh olmuş ibadette olan kimseler ki cahil de demiyor. Bir fakih bin abidden buyuruyor. İbadet ehli olmasına rağmen fıkhı olmadığından şeytana oyuncak oluyor. Hülasa bizi insan haline getiren esâsen ilimdir. İlim, Allahü Zülcelâl’in sıfatlarından bir sıfatıdır. İlim ile işlerimizi sağlayabilir, yolumuzu seçebilir sapık akidelerden kendimizi kurtarabiliriz. Ehli sünnet ve’l cemaatın fırka-i Naciye durumuna getiren ilimdir. Zira Aleyhisselâtü ve’sselâm Enes İbni Malikten mervi şöyle buyuruyor:

العلماء أمناؤالله على خلقه

Ulemâ, halk üzerine Allah tarafından gönderilmiş bir ümena durumundadır. Allahü Zülcelâl’in emir ve nehiylerini, ahkâmı İlâhi bunlar vasıtasıyla bilinir ve anlaşılır. Onun için bunların emin durumda olmaları lâzım. Emin olan insanların emanete gayet riâyet etme sorumlulukları vardır.

Bir hadiste şöyle buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

العلماء امناؤ الرسل مالم يخالطواالسلطان ويداخل الدنيا فاذا خالطواالسلطان وداخلواالدنيا فقد خانواالرسل فاحذروه

Ravisi: Her iki hadisde Enes İbni Malik ve Sufyani Sevridendir ve senedleri hasendir.

Hadis meali:

Âlimler nasıl ki Cenâbı Hakkın mahlûkatı üzerinde Allahü Zülcelâl’in emniyetçileri olduğunu buyurmuştur. Zira Allahü Zülcelâl’in nizamı, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın nizâmnâmesi âlimler yoluyla geliyor, onun için emniyetçi durumları vardır. Bu âlimlere güvenilir ve itimat edilir. Fakat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burada bir şart koyuyor ki; Âlimler sultanların kapılarında bulunmadıkları ve dünyaya fazla meyi etmedikleri takdirde, dünyaya karşı fazla tamahı ve hırsları olmadıkça bunlar rasullerin emniyetçileridir. Ama sultanların kapılarında bulunur, bu kapılara meylederler heves ederlerse, ayrıca dünyaya fazlaca tamah ve hırsları doğacak olursa bunlar rasullere ihanet etmişlerdir. Bunlardan hazer ediniz. Kesinlikle hazer etmek lazım.

Bir başka hadis:

من احب دنياه اضر بأخرته ومن احب آخرته اضربدنياه فآثروامايبقى على ما يفنى

(رواه امام احمد والحاكم عن ابىموسى الاشعرى سند صحيح)

Şöyle buyuruyor Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Kim ki dünyasına fazla muhabbet eder, aşkla şevkle dünyaya bağlanırsa ahiretinden o nisbette uzaklaşmıştır. Ve kim ki ahirete meyleder, aşkı muhabbeti âhirete yönelik olursa o nisbette dünyasından uzaklaşmış olur. Çünkü bu ikisi birbirine zıttır. Birisi şarkta diğeri garbta olan iki nesneden birisine yaklaştıkça ötekisinden uzaklaşıyorsun demektir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın tavsiyesi, baki olan, ebedî olan hayatı, fani olan hayata mutlaka tercih ediniz, buyuruyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

لاراحةلمؤمن دون لقاء ربه عز و جل

 “Mü’min’e bu dünyada Rabbisine mülâki oluncaya kadar rahat yoktur.” buyurduğuna göre Rabbisine mülâki oluncaya, rahatı rahmana kavuşuncaya kadar burada rahat olmadığına göre fani, gelip geçici olan dünyanın, ahirete nisbetle ne değeri olabilir? Allahü Zülcelâl bizlere şuûr versin. Bizlere muin olsun.

Bir başka hadis daha:

Bir kimse gelip Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den bir talebte bulunur “Ya Rasulullah bana bir tavsiyede bulun ki Allahü Zülcelâl’de beni sevsin insanlarda sevsin.”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi beyan eder:

ازهد فى الدنيا يحبك الله وازهد فى ما فى ايدالناسى يحبك الناسى

)رواه ابن هاجه والحاكم والطبرانى والبيهقى فى لشعب عن صعدبسند صحيح (

“Dünyada zahid ol ki Allahü Zülcelâl seni sevsin. Demek ki dünyada zahid olsa, Allahü Zülcelâl’in muhabbetini celbeder; aksi olursa, hırs ve tamahkâr olursa, Allahü Zülcelâl’in muhabbetini celbedemeyecek. Ve halkın elindeki olan mala mülke de hiç göz dikme, o mala meyletme, emel etme, tamah etme, hırs etme, bundan uzak dur, müstağni ol. Bu minvâl üzere yaşarsan halk da seni sever.”

Çünkü sıfatı böyle olan insanda hased olmaz, hırs ve tamahtan hâlidir. Böyle olunca da zühde girmiş demektir. Onun için mal mülk, sadece ihtiyaç duyulduğunda ihtiyacını gidermek için kullanılır. Bunun dışında ona karşı bir sevgisi ve hırsı yoktur.

Zira zahidler hakkında âyeti celilede şöyle buyuruluyor:

لكيلا تأسوا على ما فا تكم ولا تفرحو بما آتاكم

Elinizdeki varlıklar yok olacak olursa bundan esef etmeyiniz.

Elinize çok büyük mal ve servetler geçerse bununla da ferah duymayınız. Varlığına ferah, yokluğuna da esef etmeyin. Zahidlerin halleri böyle olup nisbetleri ve tartıları bu âyet-i celiledir.

 

Kardeşlerimiz;

Umarım ki bu gibi âyet ve hadisleri gözönüne getirdiğinizde maddeleri uyarıları veya tavsiyeleri düşündüğünüzde bir mürşidin maliyet ve muhteviyâtını ortaya kor. Az ve çok bir seçenek imkanı olabilir. Onun için ilmi olmayan bir cahil ise hiç bir şeye yaramıyor. İlmi varmışda zahid olmazsa yine bir şeye yaramıyor ve uzaklaştırıcıdır. Dünyaya fazla sevgi bağlamış ahireti uzaklaştırmıştır. Fıkhı, bilgisi ve malûmatı çok kaliteli bir ilim sahibi olmayınca sadece görüntüsü olan ibadetleri varsa zaten cahil sofu şeytanın maskarası denilen şeydir. Böylesi bu şekilde ibadet eden sadece abidliği ile kalandan bin tanesi de olsa hiç bir yararı yoktur. Şeytana oyuncaktır.

Gerçek âlimler ise esâsen Allah (Celle Celaluhu) ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın emniyetçileridirler. Emniyetçiler ise emânete hiyanetlik etmezler. Hakiki alim olunca böyledir. Eğer Allahü Zülcelâl’e ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a hiyanet etti ise sanada hiyanet eder. Çünkü artık bundan sakınacak şahsiyet değildir. Allahü Zülcelâl ve insanların muhabbetini ise zühde münhasır kılmıştır Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Allahü Zülcelâl’in Muhabbetini celbedecek olan kişinin dünyada zâhid olması lazımdır. Hülasa dünyanın çirkefliğini artık anlamış oluyoruz. Rabbımız cümlemizi şerlerinden korusun. Âmin...

 

Kardeşlerimiz;

Arifler tarafından dünyayı vasıflandırdıkları bazı birkaç kelime anlatıp noktalayalım. Dünya ile alakalı husus anlaşıldı ise ne âlâ. Yok eğer bu ana kadar anlaşılıp fehmedilmedi ise hiçde edilmez. Bilen için bir kelime dahi hikmet olarak kabul eder.

Hazreti Selmani Farisi (ra) Ebu’d Derda (ra)’ya şöyle yazar: “Kardeşim; dünyadan hazer et, zirâ dünyanın misâli yılana benzer ellediğinde yumuşaktır fakat zehiri öldürücüdür.”

Hazreti Ma’ruf-u Kerhi şöyle buyuruyor: “Eğer arifler kalblerindeki dünya muhabbetini çıkartmamış olsa idiler bir taatı bir ibadeti Allahü Zülcelâl'e karşı halisane ve safiyane işlemeye muktedir olamazlardı.” diyor. Dünya muhabbeti kalblerinde olsaydı muktedir olamazlardı ama çıkarmışlarda öylelikle muktedir olabilmişlerdir, halas olabilmişlerdir. “Hatta arifin kalbinde bir zerre dahi dünya muhabbeti bulundukça katiyetle bir secde dahi salimü’l kalb yapmakta muktedir olamazlar” diyor. Bunu çıkarmadıkça Allahü Zülcelâl'e yapılan secdeyi dahi salimü’l kalb halisâne olarak yapmaya muktedir olamazlar diyor. Demek ki dünya o kadar da çirkef ki kalbde bir zerresi bulunsa dahi bir secdeyi bile salimü’l kalb halisâne ve safiyâne yapmakta muktedir olamıyorlar. Bunu söyleyen Ma’ruf-u Kerhi gibi bir şahsiyettir. Ma’ruf-u Kerhi vefat ettikten sonra bazı zatlara Allahü Zülcelâl tarafından bazı görüntüler olmuş ki: “Bu benim Ma’ruf’tur, benim Ma’ruf’umdur. Ölüşünde, kabrinde, mahşerinde hiç kendini bilmez. Çünkü muhabbetimle şükran (sarhoş) olarak bu dünyadan bu şekilde çıkmıştır. Bunun sekrini sahva (ayıklığa) dönüştürmek için benim cemâlimdir. Cennete varıpda cemali bâ kemâlime mazhar olunca o zaman ayıkmış olacaktır” buyuruyor.

Ma’ruf-u Kerhi’nin yetiştirmiş olduğu Sırrı Sakatî Hazretleri de der ki: “Alimler dünyayı efaî (en zehirli yılan) olarak görmeleri lâzım. Eğer hazer eder çekinir ve korunursa zehirinden kurtulurlar selâmete çıkarlar. Yok eğer yaklaşım yaparlarsa, dünya mülevvesatına girişirlerse dünya denen yılan onları zehirleyip öldürür.”

Yine Sırrı Sakatı Hz. şöyle buyuruyor: Bazı memleketlerde görüyoruz ki, o beldelerde öylesine şahsiyetler var ki, o beldedeki halkın o şahsiyetlere karşı çok sağlam ve salim itikadları var. halk onlardan bir şeyler umuyor ve halkın bu şekilde teveccühünü kazanmış ve tasvib edilmiş şahsiyetlerdir. Fakat kendileri maalesef helikinler (helâk oluculardan) dendir.

Cüneydi Bağdadi Hz. de şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin bakbakası (yaygın şöhreti) rütbesini aşıyorsa helikin (Helâk olucu) lerdendir. Bir kimsenin şöhreti mertebesini aşıyorsa kendisini helâk eder.”

Ulemâ zümresi hakkında da şöyle buyuruyor: Ulemâya gelince bunlar te’lifat ve tasnifatları sebebi ile meydana gelen ucûb ve gururları kendilerini helâke düşürür, helâka sürükler.

 

 

EVLİYAULLAHDAN ZENGİN OLANLARIN HALLERİ

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir. “Madem ki şöhret ve dünya malı bir veli için bu kadar tehlikelidir, o zaman bir çok evliya ve mürşidler için (ki bunlardan biri Gavsul Azam, Ubeydullahil Ahrar ve diğerleri) hakkında ne buyrulur? Bunların şöhretleri çok yaygın olduğu gibi birçoklarının mal varlıkları da hayli fazladır.” Filhakika sordukları doğrudur. Evvelâ Gavsul Âzam devresinde bir derviş Bağdad’a gelirken yolda gördüğü ve geçtiği yerlerdeki tarlaların, bağ ve bahçelerin kime ait olduğunu sorar. Sorduğu kişiler de Gavsul Azam Abdulkadiri Geylani’nin (ks) olduğunu söylerler. Derviş hayret ederek der ki, bunca mal mülke rağmen onca müridin hakkından nasıl gelebiliyor diyerek bu minval üzere Gavsul Azami ziyarete gelir.

Bu derviş bir gün Ğavsul Âzam ile hem konuşuyor, hem de yürüyorlar, konuşa konuşa giderken. Bir de bakıyorlar ki Bağdad’ın dışına çıkmışlar. Derviş sorar:

-Efendim nereye gidiyoruz

Ğavsul Âzam Hz.:

-Dünyadan çıkıp hemen gidiyoruz.

Derviş:

-Efendim, madem çıkıp gidiyoruz o zaman müsaade edin de benim yanımda getirdiğim teberim (keşkül), asam vb. var olanları alıp geleyim.

Ğavsul Âzam Hz.:

“-Ya derviş, sen bir asandan ve ufak tefek öteberiden dahi çıkamıyorsun, ben ise bu mal ve mülkleri bırakıp gidiyorum ya,” der.

O zaman derviş durumu anlar ve onun halinden ibret alır.

Ubeydullahil Ahrar (ks)’a gelince:

Yine bir derviş ki, bu dervişin bir tefi vardır. O tefi (defi) çalarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a ve sâdâtlara karşı medhiyeler söyler. Rufailerde olduğu gibi. İşte böyle bir derviş Hz. Ubeydullahil Ahrar’ın (ks) ziyaretine gider, yolda giderken tefinin halkalarından bir tanesi düşer. Tabi bu halkalar gümüş olduğu için üzülür ve bir hayli arar. Ama bulamaz. Semerkant’a varınca bakar ki her tarafta Ubeydullahil Ahrar’ın kahyaları var. vermiş olduğu öşürün miktarı bile bir hayli fazla, böylesine bir mal ve mülke sahib. Tabi derviş bu durumu görünce onun da aklından bunca mal ve mülke rağmen, bunca telâş içerisinde nasıl vakit bulup da müridanları ile meşgul olabiliyor ve durumlarını tetkik edebiliyor, diye geçer ve bunu düşünerek Ubeydullahil Ahrar’ın ziyaretine gider. Ve Ubaydullahil ahrar ile bir gün sohbet ederken Hz. Şeyh şöyle der:

- “Ey derviş, bu gördüğün mal mülk var ya işte bütün bu mal ve mülke, senin kaybettiğin o tefin halkasına ihtimam ettiğin kadar ihtimam etmem. Bu malın varlığıyla yokluğu benim için birdir, hiç fark etmez,” der.

Hülasa ariflerin dünya değilde cennet dahi olsa onlarla hiç bir irtibat ve alakaları yoktur. Çünkü mâsivâ (Allah’dan gayrisi) dan tamamen mücerrettir. Aşk ve muhabbetleri Allahü Zülcelâlden gayri bir nesneye yönelik değildir. Hattaki soluk alış verişlerinde dahi iki tane soluk boşa çıkarırda üçüncüsünde eğer “Allah” demezse istidraç kabul edip bundan afv dilerler...

 

MÜRŞİDLERİN VASIF VE TERAKKİYATLARI

 

Kardeşlerim,

Şimdi de mürşidlerin bazı vasıflarını, terakkiyat durumlarını anlatmaya gayret edeceğiz, bu yönde malumat vermeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle. Hemen bu konunun başında İmamı Nevevi’nin (çok muhterem bir zâttır) bu husustaki şu sözlerini aktarmak yerinde olur. Bu gibi kişilerin dünyaya karşı aldıkları tavır ve hallendikleri hal hususunda şöyle buyuruyor:

ان لله عبادالفطنا { طلقوا الدنيا وخافوا الفتنا{

نظروا فيها فلما علموا انها ليست لحى و طنا {

جعلواهالجة واتخذوا صالح الاعمال فيها سفنا

Allahü Zülcelâl’in öylesine fıtan yani akıllı, zeki, müdrik ve çok ferasetli geleceğini düşünen kulları vardır ki bu zâtlar bu dünyayı talâki selâse (üç telâk ile) boşadılar. Tekrar avdet etmeye yaklaşmaya ric’at hakkı tanımadılar. Neden? Çünkü basireti açık zatlar, (Basiret, bir baş basireti var birde kalb basireti var. Baş basireti dünya maişetini sağlayandır. Fakat kalb basireti geleceğini düşünen ve kalb basiretine sahip olan kişi geleceğini düşünen ve tefekkkür eden kişidir.) kalb basireti ile dünyaya baktılar ve bu dünyanın gelip geçici bir şeyden ibaret olduğunu, bu dünyanın bir köprüden ibaret olduğunu ve bir yanından öbür yanına geçilip atlatılacak bir deniz olarak gördüler.

لولاان الشياطين تحيمون على قلب ابن أدم لنظرواالى ملكوت السموات

Şeytandan mütevellit iğva ve masiyetler kalb üzerine bir perde olmasaydı gök alemini rahatlıkla seyredebilirlerdi. Böylesine keşif kabiliyetleri vardır. İşte dünyaya bu nazarla bakınca ebedî hayatı arzulayan, istikbali düşünenler bu dünyayı bir vatan olarak tanımadılar. Gel geçten ibaret olan bu dünyaya bel bağlamadılar, ama dünyaya giriş ve çıkışın da kolay olmadığını ifade ederek bu dünyayı bir denize benzetmişler. Bu denizi kat etmemiz, geçip aşmamız şart. Bu ise çok kolay değil, çok tehlikeli yerleri vardır. Böyle tehlikelerle dolu denizi rahatlıkla kat edebilmenin yolu, çaresi bir gemi hazırlamak lâzımdır diye buyurmuşlar. Dünyayı bir denize benzetmiş. Ameli Salihayıda o denizi geçecek gemiye benzetmişler. Bu tehlikelerle dolu denizi aşabilmek için binilecek olan gemiyi de, ameli salihat olarak görmüşlerdir.

Geleceği garantiye almak için salih ameller lâzım. Bu salih amellerin sayesinde, gemiye binip geçilen tehlikeli bir deniz gibi bu dünyadan rahatlıkla geçmişler, maneviyat yönlerinden hiç zorluk çekmeden, gayet teshilâtlı bir şekilde. Çünkü onların aşk ve şevkleri gelecekleridir. Bilhassa kalblerindeki Allah’ın muhabbeti, fuadlarındaki aşk, sır âlemindeki vecd ile bu coşku içerisinde Allahü Zülcelâl’in rızasına ulaşmak ve cemali ba kemâle mazhar olmak gayesi ile yaşamışlar. Gayeleri bu olunca, bu dünyadaki meşakkat ve zahmetleri çok basit görmüşler, gemi ile kat edilen deniz misali bu dünyayı, şu şekilde kat etmeye çalışmışlar ve buna muvaffak olmuşlar. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle.

İşte İmamı Nevevi bu zâtları, bu minvâl üzere belirtmiştir. Rabbimiz cümlemizi bu gibi zâtlarla haşru eylesin.

Gerçi bu gibi zevât ile haşr olmaya lâyık değiliz, ama onları bize sevdiren Allahü Zülcelâldir. Bu sevgimizden dolayı Allahü Zülcelâl onlarla beraber olmayı bizlere nasib etsin. Kardeşlerim, burada mühim bir mesele var. İmamı Rabbani Hz. mektublarında belirtiyor. Tarikatı telkin etmeye cevâz verdiği birisine yazıyor. Buradaki cevaz sadece tarikatı telkin için verilen cevazdır. Yoksa icaze’i mutlaka değildir. Zira İcâze’i mutlak olan mürşid Allahü Zülcelâl’in, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ve sâdâtların tasvibi ve izni ile olur. Böyle olunca da o mürşid istiklâl sahibidir. Fakat böyle istiklâl sahibi olmayıp da Şeyhi tarafından, tabi Şeyhi vücudan her tarafta gezemez, bulunamaz, dolayısıyla bir aracı olarak kâliben bir kimseyi ehil görürse tayin eder, tarikat vermek için görevlendirir. Bu tamamen o kişinin istidadına bağlıdır. Kimisi etrafının çoğalması, etrafının, kitlesinin çoğalması peşinde koşar, kimi maddiyat yönünü arzular, kimisi de âdeta particiliğe dönüştürür. Yani işi tamamen menfaate döker.

Yani şeyhinin emretmediği, müsaade etmediği şeyleri de kendi enaniyetinden yapmaya başlar... Halbuki bu tarikatı âliye çok naziktir. Başka bir şeye benzemez, Allahü Zülcelâl korusun. Bu dünyada çarpmasa da ahirette insanı feci çarpar. Eğer sâdâtlar bir kere tard ederlerse, onun hesabını vermek çok zor olur. Daha önceki mektubunda da belirtmiştir. Mübârek yine diyor ki (211 inci mektubunda): Bir müridin gelişinde tarikattan gaye ferah, sürür duymak değil, çokluğu gaye edinmek hiç değil. Dükkanı genişletmek değil. Böyle çokluktan adetin artması diye bir hevese kapılma, böyle bir heves doğduğu takdirde bu senin harabiyetine bir delildir. Zira Allahü Zülcelâl’in kulları üzerine tasarruf etmek, ancak ve ancak Allahü Zülcelâl’in izni ile olur. Allahü Zülcelâl şöyle buyurur:

لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَىٰ صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

(İbrahim/1)

Allahü Zülcelâl’in Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi emri budur. Allahü Zülcelâl’in izni ile olduğunu ilan ediyor.

İnsanları zulumetten nura çıkarmak için “Allah’ın izni ile” şartını koymuştur Allahü Zülcelâl. Allah’ın izni olmadan kendi enaniyeti ile bunu yapanın harabiyetine delildir, İmamı Rabbani Hz. devamla buyuruyor ki, bu misilli bir kimse vefât ettiğinde Allahü Zülcelâl şöyle hitab eder; “Ey kulum sen misin meşihat hırkasını giyip de Şeyh olarak kullarımın üzerine irşad için, terbiye için çıkan?”

“Evet Ya Rabbi” diyor.

“Peki bu kullarımı irşad için başvurmadan, evvelâ kendi kalbinizi bana yöneltseydiniz, bu kullarımı da bana bıraksaydınız daha iyi olmaz mıydı?” diyor. Demek ki izinsiz olarak bu gibi şeylere yeltenmenin zararı menfaatinden çok. Eğer bu menfaati olsaydı Allahü Zülcelâl bu şekilde hitab edip böylesine tehdid de etmezdi. İşte bu misilli kimselerin akibetleri böyle olur, Allahü Zülcelâl cümlemizi korusun.

 

Kardeşlerimiz,

Diyeceksiniz ki biz bunu nasıl seçip anlayacağız? Mübârek zâtlar şöyle buyuruyorlar, “eserlerimiz halimize delildir” diyorlar. Yani bıraktıkları eserler, nasıl ki Mimar Sinan’ın bıraktığı eser onun mimarlığına, haline bir delildir, kimse karşı çıkmaz, herkes kabul eder, herkes saygı duyarsa, Şeyhin geride bıraktığı, mürid olsun, halife olsun, kitab ve benzeri eserler de bu zevâtın hallerine birer delildir.

Eğer, geride bırakılan eserin hali harab durumda ise, bu onun tasarruf yapamadığına ve güdemediğine bir alâmettir, Allahü Zülcelâl hepimize bu muhterem zatları seçebilmemiz için şuûr versin.

Seyyid Aliyülhavas bile bundan dörtyüz sene evvel hakikî mürşidin çok az olduğunu, âdeta kimya durumuna geldiğini belirtiyor. Birçok muhterem zevat da eğer hakikî bir mürşid bulamıyorsanız, en güzeli Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çokça salavat getirmek olduğunu söylüyor ve bunu tercih ediyorlar. Zira selef (geçmiş meşayih) dahi kendi devrelerinde çok defa şikayetçi olmuşlardır nerde kaldı bu günümüz ve bunu şöyle ifadeye çalışmışlardır.

Eshab dönemi, Tâbiîn dönemi, kardeşlik bakımından bir ağacın yaprakları gibi, bu yapraklar da âdeta bir ipek gibi idiler. Şimdi ise ipek gibi yaprakların yerini dikenler aldı. O yapraklar birer diken oldu. Ya şu zamanımızda gittiğin gördüğün, ipek sandığın kimseler bile dikenden de zararlı çıkabiliyor. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibilerden muhafaza buyursun. Âmin...

Zamanının kutbu olan Seyid Ahmet er Rufâi (ks) şöyle buyuruyor:

“Siz bu tarikatı Aliyyeyi, şeyhliği, mürşidliği ne sanıyorsunuz. Babadan ecdattan müteselsile olarak gelen bir şey mi sanıyorsunuz? Yoksa bir bitaka, bir vesika vermektir mi sanıyorsunuz, taç giymeyi veya birisinin bir ükkez, bir post vermesi ile mürşid olunur mu sanıyorsunuz? Değişik ve zahiri süslerle, kılık kıyafetlerle şeyhlik olacağını mı sanıyorsunuz? Hayır, Vallahi böyle değil. Allahü Zülcelâl bunlara, bu gibi şeylere bakmaz, Allahü Zülcelâl senin kalbine bakar, ne zaman ki kendi nuru o kalbe girecek, ne zaman kendi marifeti hayrat ve bereketi o kalbe girecek diye kalbinize bakar.” diyor. Amma, maalesef Allah’ın nuru ve marifeti girmeyip bu gibi kılık ve kıyafetlerle, taç ve benzeri şeylerle kalbin açılması şöyle dursun, bunların hepsi birer hicab durumuna gelirler kat kat olup katmerleşmiş perdeleri. Eğer bu gibi şekilcilikle, kılık ve kıyafetlerle bu iş olmuş olsaydı, bunu herkes yapardı.”

İşte mürşidlik keremi İlâhiyedir. Yoksa bu gibi kılık kıyafetlerle bu işin olacağını söylemek Allah’a iftiradır. Mevhibeyi İlâhiyedir. Yoksa taç ile taht ile olacak şey değildir. Daha evvel de belirttiğimiz gibi:

ومن ا ظلم ممن ا فترى على الله كذباً

kendisinde böyle birşeyler olmadığı halde, kendisinde bir varlık varmış gibi davrananlar Allahü Zülcelâl’e iftira etmiş demektir. Dolayısıyla bundan daha zalim bir kimse olamaz. Rabbimiz böyle riyakârlardan muhafaza buyursun.

Zira Allahü Zülcelâl’in nazargâh yeri insanın kalbidir. İnsan kalbinin, niyetinin ihlâs derecesine göre ameller kabul edilir.

انالله لاينظر الى صوركم واموالكم ولكن الله ينظر الى قلوبكم واعما لكم

Allahü Zülcelâl suretinize ve mallarınıza bakmaz. Surete, mala insanoğlu kanar. Haşa Allahü Zülcelâl böyle birşeye nazar etmez. Allahü Zülcelâl kalblerimize bakar ve o nisbette de işlemiş olduğumuz amelleri de kalbimizin halisâne durumuna göre geçerli olur. Kalbimizin halisâne durumu yoksa zâten amellerimiz geçersizdir.

لايقبل الله عملً عبد الاما خلص له

Kalbi halisâne lillahi olmadıkça onun amelini asla kabul etmez.

Onun için kalbimizi esâsen sağlıklı, sıhhatli olduğu zaman mâsivadan tamamen feragat edersek işte o zaman Allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanına mazhar oluruz. Yoksa böyle kandırmaca olduktan sonra kalbimiz bu gibi hicablı olup mâsivâ ile kendi kendimizi kandırdık ise Allahü Zülcelâl bizleri korusun, hakkı hak bilip Hakka tâbi’ olan, batılı batıl bilip batıldan içtinâb eden kullarından eylesin. Âmin...

İmamı Rabbani Hz. leri Ubeydullahı Ahrar’dan naklen 210’uncu mektubunda buyuruyor ki:

“-Vallahi Allahü Zülcelâl fazlı kereminden nice vecd haller -ki Evliya ile alâkalı haller- her ne çeşit olursa olsun, eğer, ehli sünnet akidesinin terazisine konduğunda bir noksanlık olursa bu gibi verilen keramet ve vecd halleri benim için tamamen şekavet ve hizlân kabul ederim diyor. Yani böylesi halleri kendim için hem şekavet kabul eder, hem de hizlâna düşmüş kabul ederim kendimi. Hizlân demek başı boş kendi başına kalmış Allahü Zülcelâl’in inâyeti yok ve kulunu başıboş bırakmış felâkete terk etmiş demektir. Yani hem şekavet kabul ederim hem de hizlâna düşdüğünü kabul ederim” buyuruyor. “Eğer Rabbimiz ikram ve ihsanından bir kerâmet verse bu da ehli sünnete muvafık olursa, işte buna da yüzbinlerce defa şükür ederim diyor. Değil mi ki ehli sünnet akidesine muvafıktır, velevki bir tane olsun kerâmetlerin tamamından mahrum kalsam da gam yemem,” diyor.

 

Kardeşlerim,

Bu çok ibret alınacak bir haldir, çok dikkat edilmesi gereken bir husustur. Mübârek tarik ehli, Ehli Sünnet Velcemaat’a karşı ne kadar titiz ve ona ne kadar değer veriyorlar. Öyle rastgele uyduruk şeyleri yoktur, kendi akıl ve mantıklarıyla da değildir. Bunu sadece Ubeydullahi Ahrar buyuruyor değil. Hangi zata başvurursanız vurun, erbabı olanlar umumiyetle bunu tavsiye ederler. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yasasıdır. Bunun üstünde bir şey yok. Bu sebeble ehli Sünnet Vel cemaat’ın hilâfına olan şeyler, tasavvurlar, tarikata yakışmayan şeylerdir. Tarikat ehli, ehli sünnet vel cemaata değer vermezse, vermiyecekse kim değer verecek? Onun için tarikat ehli, tarikat erbabının ziynetleri, ilimleri ve ehli sünnet akideleridir. Hâşâ Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a muhalefet asla, kat’a düşünülmez. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın Fırkayı Naciye diye buyurduğu, ben ve ashabımın gittiği yoldur, diye buyurduğu ehli sünnet velcemaat budur. Fırkayı Naciye budur. Nasıl muhalif olunabilir? O Fırka-i Naciye ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

اناواصحابى عليها

Benim ve ashabımın bulunduğu minval üzere ehl-i sünnet ve’l cemaat bu şekildedir esâsen. Bu şekilde kıymet ve değer vermek lâzımdır. Bu hususta İmamı Rabbâni’nin (ks) 253 üncü mektubunun biraz olsun üzerinde durmak istiyoruz. Çok önemli mevzulara değindiği için dikkatinizi çekiyorum. Çünkü kâmil bir mürşidin halini ve durumunu buradan anlayabiliriz. Yoksa mürşidsiz, şeyhsiz, sahibsiz bir şekilde bu gibi şeylere kalkışmanın ne gibi tehlikelere yol açtığını anlamış oluruz. Hiç bir şey başı boş olarak kendi başına yetişmez, hangi dalda, hangi branşta olursa olsun, mutlaka kendisini yetiştirecek şahsiyetler olması lâzımdır. Kendi haline öyle oturduğu yerde insan yetişmez. Öyle uydurma, derme çatma şeylerle bir kimsenin yetişmesi mümkün değildir. Bu yetişmenin de yolu yöntemi vardır. Bu böyle basit bir şey değildir. Nasıl olur da bu Mübârek tarikat böyle uyduruk şeylerle böylesine basit görülebilir. Her bir işte aracı olarak başvurulan eğiticiler, yetiştiriciler ve bunlarında formülleri vardır. Nasıl olurda tarikatı böylesine başı boş sanırlar? Kendi kendine uydur uydur bir şeyler yürütmeye kalkıyorlar. Haşa böyle bir şey en azından inanın ki abes olur haşa...

İşte Mübârek İmamı Rabbani (ks) bu mektubunda bu durumlardan bahsediyor, aslında bu, Şeyh İdrisi Samani’nin İmamı Rabbani’ye sorduğu bir soruya cevab mahiyetindedir.

“Efendim ben şahsen öyle bir hale gelmiş durumdayım ki, yere baksam yeri bulamıyorum, göğe baksam göğü dahi göremiyorum daha ötesi arşı kürsi’yi, cennet cehennemi göremiyor, var olduklarını bulamıyorum. Bir kimsenin yanına gitsem, onu dahi göremiyorum. Kendi vücudumu dahi göremiyorum. Ancak ve ancak Vücûd Allahü Zülcelâl’in varlığıdır.

لا موجود الا الله

Başka hiç bir nesne yok diyor, bu hale gelmiş durumdayım. Bazı zâtların dediği gibi bu hal kemaliyet durumudur. Çünkü Allahü Zülcelâl varlığı ile her tarafı istilâ etmiş, mâsivâ yok. Peki bundan ötesi nereye gitti ki? Onun için bazı zatlar diyorlar ki, “Artık bunun arkasını aramak mahaldir yani gerekmiyor.” Eğer filhakika böyle ise ben bu hali buldum. Ama daha öte bir hal var ise malumatınızı ve yazmanızı diliyorum, diyerek Mübârek İmamı Rabbani’den malûmat istiyor. Mübârek cevaben şöyle buyuruyor:

- “Ey bu tarikata hizmet etmiş evlâdım. Senin anlatmış olduğun bu haller kalbin telvinatındandır, yani kalbin halleridir. Kalb henüz istikrara kavuşmamıştır.”

Çünkü kalbin, Âlemül halk ile Âlemül emir arasında bir berzahı durumu vardır. Bazı anasıra dayanan halleri vardır. Onun için senin kadem bastığın bölüm hemen hemen havayi unsuru durumundadır. Kalbin makâmlarından dörtte birini kat edip, geçmek üzeresin. Bu bölümü geçmekle beraber diğer üç bölümü de kat edeceksin, birer birer müstakil olarak. Bu dördünü bitirdikten sonra ruh bölümüne geçersin. Ruh bölümü de kalbte olduğu gibi dört kademelidir. Bu kademelerin de kendilerine göre dereceleri makâmları halleri vardır. Ruhtan sonra sır gelir. O da aynen dört bölümdür. Ondan sonra gelen ahfa, o da dört bölümdür. Bu latifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır. Her birini ayrı ayrı geçeceksin. Bu minval üzere bu dereceleri kat edeceksin. Bu lâtifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır. Her birini ayrı ayrı geçeceksin. Tay edeceksin. Yâni dürerek atlayıp geçeceksin. Bu minvâl üzere bu dereceleri kat edeceksin. Bu lâtifelerin birinci kısım birinci bölümleri meselâ kalb ve ruhun bir bölümü, bunlar esasen henüz daha esmâ kısımlarıdır. Ondan sonra sıfat zillerini de geçeceksin. Ondan sonra bu beş letâyifi emri dörder dörder, yani yirmi kademeli olarak bunları kat ettikten sonra o zaman tecelliyâtı zâta yaklaşmış olursun. Bundan sonrası o zaman tecelliyâtı zât’tır. İşte bu makâmda itminânı nefs hasıl olur.

Burada hasıl olan kemalât yanında önceki kemalât hiç kalır,” diye buyuruyor, İmamı Rabbani Hz. leri.

 

 

Kardeşlerim,

İşte tarikat bu, insan öyle başı boş kendiliğinden yetişmiyor. Başında böyle bir mürşidin olması lâzım ki, gibi halleri görebilsin, kontrol edebilsin. Çok uzaklarda olsa da uzaktan kumanda edebilsin. Bu minvâl üzere seyrü sülük anında, cezbe devresinde bunlar tamamen mürşidin murakebesi ve kontrolü altında olması şarttır. Aksi takdirde çok tehlikeli yönleri vardır. Hülâsa, bu beş letaifi ve her letaifin dörder bölümünü aşmadıkça selâmetü’s sadır olmaz. İnsan halâs durumuna çıkamaz. İşte bundan sonra hakikî İslâm ile müşerref olup kâmil bir Müslüman olabilir insan. Hatta şuun dahi vardır, yani tecelliyât esma, tecelliyâtı sıfat, tecelliyâtı şuûn ondan sonra tecelliyâtı zat. Yani en sonunda tecelliyâtı zât...

Bu terakkiyât hususunda mürşidin rolünün ne kadar elzem olduğunu, bu mürşidin ne kadar kâmil ve ekmel olması gerektiğini, öyle rast gele her kişinin işi olmadığını, biraz olsun anlatmaya gayret ettik. İnşallah bir şeyler anlamışızdır. Dolayısıyla bu yalnız tasarrufta değil, her branşta geçerlidir. Zira bir branşta, bir dalda kişinin hakkı ile yetişmesi için o daldaki ehil kişilerin, erbâbının yanında yetiştirmesi için o daldaki ehil kişilerin erbabının yanında yetişmesinin zaruriyetini takdir edersiniz. Bilhassa keşfiyatla, bu gibi hallerle hiç bir alâkası olmayan kimse mürşidliği nasıl yapabilir, kendine bile medârı olmayan bu gibi zavallıların, başkalarına nasıl faydaları olabilir ki? işte, mürşid, dediğimiz gibi oturduğu yerden kumanda ile, murakebe ile müridin seyrü sülük devresini herhangi bir yöne saptırmadan hedefine ulaştıran zâttır. Zira seyrü sülük devresindeki bunca kademler, dereceler, makâmlar vardır. Bunların hiç bir tanesi inanın ki kendi kendine olmaz. Eğer kendi kendine yapacak olursa, buna imkân yoktur, olduğu yerde sayar, terakkiyat edemez, yürüyemez.

Hatta Abdülazizi Debbağ Hz. leri buyuruyor ki:

Salik seyrü sülük anında bir çok Enbiya, Evliya makâmları görür. Eğer Salik Hz. İsa’nın makâmını görürde ona meylederse nasrâni olur, feylesof olur, zındıka olur. Acayib bir hale gelir. Onun için mürşid müridini hiç bir tarafa saptırmadan tek hedefe yöneltir ve en tehlikeli badirelerden onu geçirip Allah’a (Celle Celaluhu) kavuşturur.

 

Kardeşlerim,

Eğer Hallacı Mansur’un başında böylesine kâmil bir mürşid olsaydı, böyle bir hale düşmezdi. Ama Kaderullah böyle. Gavsul Âzam bizatihi kendisi buyuruyor. “Vallahi Hallacın zamanında olsaydım, elinden tutar o makâmdan atlatırdım,” diyor. Çünkü o halden kurtarmak, o makâmdan atlatmak mürşidin işidir. İşte mürşide olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkıyor. Nitekim bu terakkiyâtlardan sonra kemâliyet bulur. Tecelliyâtı esma ve sıfat ve şuûndan sonra tecelliyâtı zâta varır. Tecelliyâtı zât makâmının yanında o ana kadar olan terakkiyâtlar ve dereceler muhit denizinin bir katresi, damlası mesabesindedir, diyor İmamı Rabbani. Bundan sonraki hal şühûd halidir. Esasen tahkik budur.

Gayesine nail olmuştur. Huzur ve rahat buradadır. Selâmettüssadır bu makâmdadır. Hâlâs durumuna gelmiştir. Nefis bu makâmda itminan hale gelmiştir. Bu makâm istikrarlıdır, sahuvdur. Değişen bir şey olmaz, çünkü rengârenk hali yoktur hâşâ, bu hususta şöyle buyuruyorlar:

لان شمسى الذات ما لها غروب

Yani zât güneşi için gurub, batmak yoktur. Gelgeç yoktur olamaz, ama tecelliyâtı sıfat berkidir, bazen var olur, bazen de yok olur, değişir. Ama tecelliyâtı zât asla değişmez. Bu halleri ancak bu halde olan zevk erbâbı anlayabilir. Hülâsa İmamı Rabbani Hz., Muhammed Ali Hüsameddin (ks), Şahı Nakşibend gibi büyük zevât Cenâbı Rasulullah’ın kesin olarak mirasçılarıdırlar. Bilhassa Nakşi tarikatı Hz. Sıddık’ın meşrebi olduğu için bunların terakkiyâtları, kat ettikleri merhaleleri kat eden diğer tarikatlara mensub zâtlar nadirattandır. Hatta Ğavsul Azam Nakşi olmadığı halde Allahü Zülcelâl kendisine fazlu kereminden vermiştir.

Nitekim Ebu Saidil Harraz sabah kalktığında Hz. Sıddık’ın abasını, hırkasını üzerinde görmüştür. Halbuki kendisi ne Kadiri, ne de Nakşi tarikatında değil, adı geçmiyor. Onun için bu Allahü Zülcelâl'in bir vergisidir. “İllâ ve illâ şu tarikat sebebi ile olur” diye bir şart yoktur.

Yalnız Nakşi tarikatının lideri Hz. Sıddık (ra) olduğu için Hz. Sıddık’ın gördüğü terakkiyâtı, kat ettiği merhaleleri şühûd yönünden emsâli ve benzeri yoktur. Diğer tarikatların bir çokları tecelliyâtı berki ile iknâ olur ve bununla yetinirler. Bu sebeble bu zâtların istisnai bir halleri vardır. Nitekim bu telvinat yönünden İmamı Rabbani bu mektubun sonunda diyor ki, kalbin nasıl ki bu halleri oluyorsa, ruhun da aynı halleri olabiliyor, hatta bir tanesi seyrü sülük devresinde bu ruh makâmında iken “Hak diye, ilâh diye otuz sene ruhuma taptım, kulluk yaptım” diyor. Şühud halini buldum diyerek tam otuz yıl ruhuma kulluk yaptım diyor. Demek ki Allahü Zülcelâl’in lütfü ile bunu bu halden birisi kurtarmış ki bu halin şühûd hali olmadığını bu şekilde söylüyor.

Yine 169 uncu mektubunda İmâmı Rabbâni şöyle buyuruyor; Mübâreğe soruyorlar: Falan şeyh kendi kendine şöyle der, “Allahü Zülcelâl ile aramda has, hususi bir halim var. o has halim devresinde eğer şeyhim araya girer aracılık yaparsa, şeyhimin başını keserim” diyor. Bu hususu sorarlar. Nasıl böyle bir şey olur mu, bu nasıl bir cürettir? Mübârek cevaben:

Bu zât şeyh olması hasebi ile biraz edebli, daha itinâlı olsa iyi olur. Çünkü şeyhine karşı kullandığı bu kelime biraz ağırdır. Bir taraftan da haklıdır. Mübtedi olan bir kimse ile Allahü Zülcelâl arasında büyük hicablar vardır. Evet Allahü Zülcelâl bizlere şah damarımızdan daha yakındır, ama mülevvesat, mülevvenat bizi hicablıyor ve uzaklaştırıyor. Dolayısıyla şeyh bir aracıdır, talibi matluba yetiştirmek için aracılığı da; bu gibi mülevvasat halleri, seyrü sülûkunu engelleyecek, durduracak veya zarar verecek halleri yok edecek, o yoldaki engelleri kaldıracak işte bu zât mürşiddir, aracılığı da bu şekildedir.

Daha evvel Ebul Haşanı Şazeli’nin dediği gibi:

شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب بل هو شيخك الذى ير فع بينك و بين الله الحجاب

Şeyh; yolu tarif eden, kapıyı müride gösteren kişi değildir. Şeyh, senin ile Allahü Zülcelâl arasındaki hicabları, engelleri kaldıran kişidir. İşte İmamı Rabbani mektubunda diyor ki, bu gibi hicablar, engeller Şeyhin vasıtalığı ile yavaş yavaş ortadan kalkar. Bunları ortadan kaldırır, ne zaman ki bu engeller gitti, “İşte sen, işte rabbin” dedi. İşte o zaman Şeyhi dahi olsa Allah ile arasına girmesi hoş görülmez, diye İmamı Rabbani hak veriyor. Zira bu misilli kimse esasen fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât bu üç kademeyi kat edip bakabillah durumuna gelince mâsivâyı kesinlikle hoş görmez, ne olursa olsun. Onun için:

لان شمسى الذات ما لها غروب

diye buyurdukları şühud halinde olan kimse aralarındaki şeyhi dahi hoş görmez. Nitekim Sıfatı berkiye, görüntüsü, berki olarak görünen şey zât tecellisi ise de hemen sıfatlarının arasına bir katkısı giriyor. Sıfat tecellisi girince de yetersiz görüyorlar. Bilhassa Hz. Sıddıkiye meşrebi sıfatiyeyi yetersiz görüyor. İllâ ve illâ behemâhal bakabillah, kemâliyetin ekmeli olup da Hz. Sıddık’ın şeref bulduğu şühûd halinin bir nebzesini arıyorlar ki öyle gelip geçici olmamak, mâsivâdan tamamen âri olmak için. Bunlar sıfat tecellisini tamamen bir zîl, gölge olarak görürler. Hülasa:

شمسى الذات ما لها غروب

Yani şühûd hali tamamen bekabillah durumuna gelince bilhassa Muhammedî Meşreb olan kimse, bunlar devamlıdır. Değişen bir şey olmaz. Yani araya başka hiçbir şey girmez. Onun için İmâmı Rabbâni Hz. 58 inci mektubunda da mürid ile mürşid arasındaki vakaları şöyle beyan eder ve der ki: Allahü Zülcelâl insanoğlunu yaratırken anasırı erbaa’dan var etmiştir. Dolayısıyla yedi letâif ve bu yedi letaifın kendine has bir özelliği vardır. Birinci lâtife aslında anasırı erbaa’dan var olmuş bir cisimdir. Cismin terbiyesidir. İkinci lâtife ise esasen nefistir. Bu iki lâtife Âlemül halktan var olmuş Âlemül halkta kaliben yaşıyor. Lâkin bir de beraberinde “âlemül emir” vardır, başta kalb olmak üzere İkincisi ruh, üçüncüsü sır, dördüncüsü hafi, beşincisi ahvadır. Beşi âlemi emir, ikisi alemil halk, böylece yedi letâyif olur. Ancak kalb diyebiliriz ki her ikisi ile irtibatı vardır. Zira kalbin bir berzahi durumu vardır. Bir arş mesabesindedir. Çünkü alemül emir arşın ötesidir. Alemül halk arşa kadardır. Yani sâdâtı Nakşibendiyenin terakki ve terbiye yönleri, seyrü sülük yöntemleri doğrudan doğruya ashab yolu ve yöntemleridir. Zira bu iki letâifi geride bırakarak doğrudan doğruya alemül emirden başlarlar. Yani kalbten başlarlar. Neden böyle olmuşlar? Çünkü Hz Sıddık’ın meşrebi budur, ashabın yolu da budur. Hz. Şahi Nakşibend de:

طريقنا طريق الاصحاب

Yani, “bizim tarikatımız ashab tarikatıdır” buyuruyor. Terakkiyat yönleri böyledir. Biliyorsunuz ki bu iki lâtifeyi kat etmek için riyazata girip, bedenen, nefsen uğraşa uğraşa kalbine yerleştirinceye kadar bir hayli vakit harcarlar. Fakat, Nakşibend Hz. lerinin bizim tarikatımız ashab tarikatıdır diye buyurduğu yani Sıddıki meşrebi ise doğrudan doğruya, resen kalbten başlıyor. Filhakika kalb salâha dönüştüğü takdirde zaten beden ile nefis bunun hâdimidir. Bunun hükmü altına girer. Zira Şahi Nakşibend Hz. lerinin “yolumuz ashab yoludur” buyurmasının sebebi şudur: Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ashaba karşı uyguladığı terekkiyat metodu, yöntemi, onların terakkiyatlarında takib ettiği yol, karşı karşıya oturup muvacehe ile yetiştirirdi, bir saatlik süre içerisinde kalbi tamamen salâha dönüştürür, hicabları tamamen yok eder, Mübârekler de keşfiyat başlar. Zira kalb keşfiyatı, haliyle Âlemül halkta bulunduğu gibi meleküt Âlemini seyreder ve arşa doğru dahi gider. Böyle olunca Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bir saatlik oturma ile Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o Mübârek nazarları ile ashabı yetiştirirdi. İşte Hz. Nakşibend’in “tarikatımız ashab tarikatıdır,” buyurması bu yöndendir. Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

الاان فىالجسد مضغة اذا صلحت صلح الجسد كله واذافسدت فسد الجسد كله الاوهى القلب

Vücûdda bir et parçası vardır. O salâha döndü mü vücûd salâha dönmüştür. Mâiyetindeki bütün azalar da tamamen salâha dönüşür. Eğer kalb fesada dönüşürse bütün beden de fesada dönmüştür. Kalb vücudda bir imam gibidir, bütün azalar onu fesad ve salâhına bağlıdır. Salâhta ise bütün azalar salâha dönüşür, fesadda ise bütün azalar fesada dönüşür. Onun için bu Mübârekler doğrudan doğruya kalbden başlayarak bu letaifleri her bir tanesinde Allahü Zülcelâl ile kul arasında onbin tane nurani, onbin tane de zûlmani hicab vardır. Böyle olunca yetmiş bin nurani, yetmiş bin zulmani hicab olmuş olur.

ان لله سبعين الف حجاب من نور وسبعين الف حجاب من ظلمة

 

NUR VE ZULMET HİCABLARI YEDİ LATİFE VE NEFSİN KISIMLARI

Allahü Zülcelâl’in yetmiş bin hicabı nurdandır. Yetmişbin hicabı da zulmettendir. Bu letaifi seb’a’nın her bir tanesini geçmek için onbin hicab kat etmesi lâzımdır. Hülâsa diğer tarikatlar nefisten ve bedenden bu yedi-yedi ondört hicabları kat eder, ondan sondan kalbe gelir. Fakat sâdâtı Nakşibendi’ye doğrudan doğruya kalbten başlayınca iki letâifi (Nefis ve beden) geride bırakır. Allah’ın izni ve inâyeti ile kalb salâha dönüşünce onlar da salâha dönüşür. Ruh ise, ruhun makâmı arştan ötesidir. O zaman ruhu da başlar, kalbin telvinâtı olduğu gibi ruhun da telvinâtı olduğunu söylemiştik ve ruhun telvinâtında şühûd haline geldim diye otuz sene kendi ruhuna ibadet ettiğini anlatmıştık. Onun için bu iki lâtife yani kalb ve ruhtaki tecelliyât tecelliyâtı sıfatiyedir. Kalb ve ruh Tecelliyâtı sıfatiyyenin gayrısına kabil değildir. Ancak sır letaifine geçersen o zaman şühûd başlayabilir, bu mümkün. Çünkü bu makâm arşın ötesidir. Bu İlâhi bir sırdır. Zira ruh ne kadar olsa da mahlûktur, fakat sır değişiktir. Ondan ötesi de hafi ve ahvadır. Bu üçünde (sır, hafi, ahva) şühûd oldukça farklıdır, aynı değildir, ilk olarak berkiden başlar, tecelliyâtı sıfat arasında zât peydah olur. Bunları yani her bir letâifin onbin hicabını kademe kademe, terakkiyat ede ede, derece derece bunları kat edinceye kadar, sırasıyla önce biri, sonra öbürü, taki sonuna varıncaya kadar bu minvâl üzere olur. Yoksa birden bire şühûd hali oluvermez. Hülasa bu her birinde onbin hicab vardır. Neticesi yetmişbin hicab zulmani ve nurani, bunları gidermeden kâmil ve ekmel kısmından sayılmazlar. Çünkü bu hicabları tamamen kat etmedikçe halas durumuna gelmez. Halâs durumuna gelen bir kimse ki bu halâs Allahü Zülcelâl’in bir sırrıdır, yani bu zâtların halâs durumları kendi teklifimiz ile niyetimizi tutarak halisâne Allah için olsun diye niyet etmek böyle söylemek değil. Bunlarınki gerçekten halâs hale gelmek, kalblerinden mâsivâyı tamamen yok etmek demektir, demek ki fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât, böyle olunca bekabillah durumuna gelmiştir. Yani Allahü Zülcelâl’den gayrisi kalblerinde bir lâhza dahi olmaz, olamaz hale gelmiş demektir. Kalbleri mâsivâdan tamamen ari ve bâridir. Ruhu da, sırrı da, hafisi de, ahvası da aynı şekildedir. Onun için halk arasında sadece ve sadece görüntüsü olan kalbtir. Nefsin zaten levvâme, emmâre gibi halleri tamamen bitmiştir. Teslimiyeti külli olarak râdiyeten merdiye durumuna gelmiştir. Zâtiye durumuna gelmiştir, artık kendisine zarar verecek bir durumda değildir, artık onun yularını eline almış demektir, nefsin üzerinde hakimiyet kurmuştur, işte bu hale gelen kimse mürşidi kâmil hale gelmiş, halkı irşada yetkisi olan kimse demektir. Bu da Allah Zülcelâl’in bir emridir. Ama bunların hepsini terakki ederken, terakkiyat yaparken bir arbede olarak değil hâşâ bir fakriyet, acziyet, zillet olarak yaparlar. Çünkü varacağı kapı Hak kapısıdır. Gaye Allahü Zülcelâl’e vasıl olmaktır. Gaye bu olunca burda arbedeye, debdebeye yer yoktur. Yetmişbin nurâni hicab dediğimiz aslında celâli olan hicablardır. Yetmişbin zulmani hicab dediğimiz de cemâli olan hicablardır. Zülmani dendiğinde öyle karanlık hicablar olduğu sanılmasın. Çünkü aslında celâlli olan hicablar bunlar yakıcıdır, bunlara kimse tahammül edemez, bunun karşısında hiç bir nesne var olamaz, ancak cemâl; celâlin haşmetini, yakıcılığını düşürür, tahammül edilecek hale getirir. Gazab ile rıza gibi... O yakıcı nurunu yaşanılacak hale getirir. İşte celâlin karşısında bu halin husulü için cemâl vardır.

 

RASULULLAH’IN (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) DUASI

Cenâbı Rasulullah’ın buyurduğu gibi “Allahım ikâbından affına sığınırım.”

ان الله شد يد العقاب

Çünkü “Allahü Zülcelâl’in ikâbı şiddetlidir", buna nasıl tahammül edebilir ki, onun için ikâbından affına sığınırım diyor, ikâb celâlidir, af ise cemâlidir. Karşı karşıya getirmesinin sebebi budur. Yine buyuruyor ki, “Gadabından rızasına sığınırım.” gazab celâlidir, rıza ise cemâlidir. İşte hicablar bu nev’idendir.

Üçüncü derecede ise sıfatlar kalkıyor, zât kalıyor. Zât kısmına da gelince “Senden sana sığınırım, diyor”. Yani Celâlinden cemâline, heybetinden ünsüne sığınırım, diyor. İşte Âlemlerin Hâbibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) böyle buyuruyor. İşte hicabların zülmani ve nurani olmaları bu nevidendir. Hâşâ zulümat öyle karanlık kısmından değildir. İşte hakiki mürşid bu hallere haiz olan ve müridini buhale getirinceye kadar kontrol ve murakabe eden zât’tır. Mürşidin çok rolü olduğu gibi müridin de kabiliyet ve istidatına bağlıdır. Onun da istidatı olması lâzımdır ve ona göre yetişir. Hatta Musevî veya İsevî yani hakikaten onların mirasçılarından olacak olursa, İmâmı Rabbâniye soruyorlar. Mürşidin bunda dahli nedir diye. O da mürşidin bunda dahli şudur, eğer Hz. isa veya Hz. Musa’nın mirasçılarından ise hidâyetinde değil nihâyetine kadar ulaştırabilir. Mürşid, saliki bu makâmın bu makâmın nihâyetine kadar iletebiliyor. Fakat Musevî veya İsevî makâmların mirasçıları olan kimselerin şühudu net olarak bulmalarına imkân yoktur. Mutlaka ve mutlaka berki durumundadır. Yani sıfatlar arasında zât görüntüsü olabiliyor, diğer tarikatlar bu hal ile yetiniyorlar. Amma Nakşi tarikatı Sıddıkî meşrebinde şühûd nettir. Araya sıfat girmez. Hatta sıfatın ötesinde bir de şuun vardır. Sıddıkîye’de şuûn da olmaması lâzımdır. Şühûdun gayet açık ve net olması lâzımdır.

Bu şekilde şühûd haline gelebilmesi için asr içinde bir tane bulunsa, bununda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mirasçısı olması şarttır. Muhammedül Velâye makâmında olmayan bir zâtın buna kâbil ve imkânı yoktur. Bu istidâd sahibi değildir. İşte müridi bu hale getirmekte mürşidin rolü böyledir, ve vardır. Yetmişbin hicab nuranî, yetmişbin hicab zûlmanî, bunların hepsini kat ederken nefsinden onbin hicab uzaklaşıyor. Hak Celle ve Âlâ’nın Cemâline yaklaşıyor. İlk önceleri yetmişbin hicab nefsinden değil, Rabbisinden uzaktır. Çünkü mülevvesat içerisinde idi. Ne zaman ki nefis terbiyesini yapıp da râdiyeten, merdiye haline getirince Hak Subhanehü ve Tealâ’ya yaklaşım olunca Allahü Zülcelâl’le arasında olan nahoş şeyler tamamen yok olmuş demektir ve tamamen şühûd haline gelir. O zaman yetmişbin hicab nefsinden uzaklaşmış olur. Cenâbı Hak (Celle Celaluhu)’ın cemâline mazhar olması bu dünyada göz basiretleri ile mümkün değildir. Bunlar hep hafi, ahva durumu ile alâkalıdır. Ahva durumu ki ancak Meşrebi Sıddıkîye’ye sahibi olanlar ahva kısmına geçebilir. Ahva da böylesine incelikler vardır ki, şuûnda kalmaz, tamamen şühûd haline muvaffak olabilir. Kâmil bir mürşidin işte bu hale gelmesi lâzımdır. Kâmilin ekmeli olan mürşid budur. Yetiştireceği kişiyi de bu şekilde yetiştiriyor, fakat noksan bir mürşid olduğu takdirde vahdeti vücûd içinde debelenip durur ki kalbin vahdedi vücûd hali vardır. Ruhun da vahdeti vücûd hali vardır. Bunlarda bu hal vardır. Hattaki bu hal sırrındada vardır. Nedir o? O da zât değil de sıfatına tapar, bu sıfat kısmındandır.

Vahdeti vücûd demek:

لا موجود الا الله

Varlık tamamen yok olmuş, ancak Allahü Zülcelâl var demektir. Evet ama Zati değil sıfatidir. Veya efal kısmındandır. Kendi ruhuna otuz sene ibadet eden kişi gibi. Hülâsa bu vahdeti vücûddan kurtarıpta vahdeti şühûd haline gelmedikçe kâmil ve ekmel hale gelemez. Bir çokları meselâ Hallacı Mansur olsun, Hatta Ebayezid’in bile telâffuz ettiği bazı sözler vahdedi şühûd değil, vahdedi vücûd devresinde olduğunu gösteriyor. Ahfa kısmına gelmedikçe Vahdeti vücuddan kurtulamaz, zira zât diye sıfata yönelebilir. Zira ahfada sıfat olmadığı gibi şuûn dahi yoktur, net olarak o zaman şühûd tahakkuk edebilir. O zaman muvaffak olabilir, o zaman kâmil ve ekmel olabilir, işte Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın kademi üzere olan âlâkademi Rasul olan zât, Meşrebi Sıddıkiye’den olan zât ancak bu ahfa kısmında Vahdeti şühûda sahib olabilir..

اللهم انى اعوذ بمعافاتك من عقوبتك وبرضاك من سخطك و اعوذ بك منك

سبحانك لا احصىثناء عليك انت كما اثنيت على نفسك

و صلى الله و سلم على سيدنا محمد و على اله و صحبه اجمعين

 

Kardeşlerim,

Ağır bir yük ile karşı karşıyayız. Çünkü ehli olmadığımız için bunların tarifi çok güçtür. Ancak mübareklerin hayrat ve bereketi ile buyurduklarını naklediyoruz, aktarma ediyoruz. Fakat onuda beceremiyoruz. Bu işi anlatabilmek için biraz da ehli olmak lazımdır. Ama ne çâre ki bizim gibisine de düşmüştür. Hele bilhassa bugünümüzde ilmin azalması cehaletinde çoğalması sebebiyle artık anlatılacak şeylerin idraki kabil değildir. Ve anlatılacak içinde, anlayacak içinde çok zordur. Rabbimiz bizlere muin olsun, tevfikatıyla refik eylesin cümlemize şuûr versin. Âmine ya Muin.