“DİN EHİL OLMAYANLARIN ELİNDE KALINCA O DİNE AĞLAYIN” HADİSİNİN İZAHI
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor.
لا تبكوا على الدين اذاوليه اهله ولكن ابكوا عليه اذاوليه غير اهله
Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Hakim Ebu Eyyübü Ensari, senedi sahihtir.
Hadis şudur: İslam dinine asla ağlamayınız ehlinin elinde bulundukça. Ne zaman ki gayri ehlinin eline düşerse işte o zaman ona ağlayınız. Demek ki haline ağlayınız. Din artık o hale düşmüş demektir. Onun için biz de bu şekilde cür’et ederek bu şekilde konuşabilmişiz. Rabbımız cümlemizi affetsin. Âmin… Zaman ahirü’z zaman devresi.
يقل اعلماءويكثرالقراء
Kurra (Kur’an okuyucuları) çoğalırda âlimler azalır. Esâsen Allahü Zülcelâl ilmi re’sen kaldırmaz. Vermiş olduğu hediyeyi azimeyi geri almaz. Ancak, ülemâ bulunmayınca ilim kendi kendine söyleyemez ki, söyleyecek şahsiyetler olması lazımdır. Ne ise… 1400 küsûr sene geçmiş hâliyle Fahr-ı âlem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) güneşi, gerçek hakikat güneşi Muhammed Aleyhisselâtü ve’s selam’ın zuhurundan bu yana 1400 küsûr sene geçince artık ahirü’z zaman peygamberi Aleyhisselâtü ve’s selâm… Tabiki arkasından bir başka peygamber de gelmez. Arkasından başka bir nizam da gelecek değil ya… Artık son olduğunu şuur sahibi her fert bilir. Bilmeyen artık ahmaktır. Onunda devâsı yoktur ve akibeti belâdır. Onlara da bir şey diyeceğimiz yoktur.
İşte İmam-ı Rabbâni mürşidlere bu uyarı ihtiyacı duymuştur ve irşad makamına gelecek olan şahsiyetlere terakkiyat devresinde neleri gerektiriyorsa ne gibi tavırlar alacaksa bunları anlatıyor. İrşad makamına oturunca, tabiî ki tarikat taleb edilecek, mürid kabul edilecek bu hususlarda tavsiyeler vardır. Müridi ne tavır ve ne yönle kabul edebileceğini anlatıp uyarıp yarar veya zararlarını ortaya koymuştur. Sonunda mübarek pek çok yerde:
حب الدنيا رأسى كل خطيئة
“Dünyayı sevmek hataların başıdır.” Hadisi şerifini bildirmiştir. Dünyayı sevmek hataların başı olduğu halde mürşid irşad makamına gelen bir kimse hiç bu seviyeye iner mi acaba? Onun mülevvesatına (pisliğine) girer mi acaba? Hem mürşid olacak hem de hataların başı olan dünya sevgisi kalbinde yerleşecek!..
Mübarek Abdullah İbni Mübarek’in buyurduğu gibi: Acayibime giden ve en acayib gördüğüm şudur ki; bir âlim ilmi okumuştur. İlmi biliyor. Dünyanın hal ve tavırlarını, maliyetini biliyor da buna rağmen nasıl oluyorda kendisini buna kaptırıyor. İlmi olmasa cahildir, fehmetmemiştir. İlerdeki akibeti ve mâliyeti ne olacak bilmeyebilir. Ama bir alim için bu hâle düşmesi gerçekten çok hazindir. Bu ise bir mürşiddir. Mürşid dediğimiz ilmi tebliğ etmek ayrı bir çeşittir, yol tarif etmek ayrı bir çeşittir ama mürşidlik makamına gelen bir kimse maneviyatını düzenlemiş olması gereken bir kimsedir. Öyle zahiri olarak; şunu yapacaksın, bunu edeceksin diye anlatmak bunlar ancak yol tarifidir. Az-çok bildikten sonra bunları herkes anlatabilir. Zaten bu hususlar yazılmıştır. Pek çok kitablar vardır ortada. Alel Hak ne ise doğrusunu anlatabilir dille cevarihle aklı olanlarda fehmederler dengesi düzgün olduktan sonra.
Ama mürşid dediğimiz zaman; Hak yoluna irşad edipde öncülük yapacakda ahlak-ı mezmumeyi (yerilen ahlakı) ahlak-ı mahmudeye (övülen ahlaka) değiştirecek. Kötü huyları iyileriyle değiştirecek. Velhasılı artık bir sürü geliştirme yönünden Allahü Zülcelâl ile mürid arasında olan hicabları giderecek ki ona vasil bir hale getirebilecektir. Mürşid dediğimiz; müridin terakkiyatında her haline muttâli olması şarttır. Eğer muttâli olamaz ise mürid noksan kalır. Kendi başına bilemez göremez ki, ne haldedir.
Nitekim misâl olarak vaktiyle Şeyh Ali Sebbağ Hazretleri ki byük bir zattır. Bir gün seyrü sülûk devrelerinde müridlerini kontrol etmek için gezerken hücrelerden birisinde bir tanesini ağlaya ağlaya bir hal olmuş görüyor. “Oğlum neden ağlıyorsun?” deyince, “Efendim ben ağlamayayım da kimler ağlasın.” “Neden evladım, ne olmuş ki anlat bakalım” deyince “Efendim, keşfiyatımda şöyle gördüm. Hak Celle Celâluhu tecelli vâki” oldu her taraf envar-ı ilahi ile doldu ne ağaç kaldı, ne bir nesne kaldı hepisi de secdeye vardı. Ben de varmak istedim de bir türlü eğilemedim, sanki karnımda bir şey dikeldi de beni secdeye hiç eletmedi, ben nasıl ağlamayayım? Benim halim ne olacak yoksa ale’l küfre olup imansız mı giderim ben bu secdeyi yapamadım.” Deyince Şeyh “Evladım pek mühimseme olur böyle şeyler, deyince mürid: “Efendim nasıl olur öyle şeyler her şey herkes her nesne secde ederken ben dışında kaldım benim için bir felâket demektir” deyip yine ağlamaya başlar. Şeyh bakmış ki mürid durmuyor ve fehmedemiyor “Evladım secdeye eletmeyen benim sırrımdır.” Diyor. “Aman efendim nasıl olur bu? Senin sırrın nasıl olur da beni bu gibi şeyden men edersiniz nasıl oluyor bu?” O zaman mübarek soruyor: “Sen bu nuru şu anda da görüyor musun?” “Evet görüyorum ama yine de secde edemiyorum” der. O zaman mübarek bir elini şarka, bir elini garba uzatıp iki cepheden bu mevcûd olan nur ubir perde toplar gibi toplamış ve iki eli arasına alınca “ALLAH!” deyince kapkara bir duman yükselmiş ve “oğlum, sen buna mı secde edecektin, İblisin habisin desisesidir bu! Buyuruyor. Ah kardeşlerim ah!.. Mürşid bu… Mürşidin, müridin durumuna böylesine muttali’ olması lazımdır. Mürid ne halde ne âlemdedir takip edip bilmesi lazımdır. Yoksa habisin öyle desiseleri vardır ki mürid değilde pek çok meşayihin seyr-ü sülûk devresinde bile iflahını kesmiştir mel’un… Allahü Zülcelâl bizleri şerrinden korusun. Âmin…
Benzeri bir hadise daha. Bir mürşidin bir müridi vardır. Fazlaca yakınlık gösterir gelir gider sevgisi saygısı oldukça yaklaşımlıdır. Fakat birkaç gün geçmiş de gelemez olmuş. Şeyh “araştırın acaba neden gelmiyor?” deyince “Efendim pek görünmüyor artık evinde uzlete girmiş vs.” diyorlar. “Gidin kendisine sorun ki varsa bir noksanlık falan gereken şeyleri yapalım, eğer bir özrü arızası varda, dışarıya çıkamıyorsa yardımcı olalım gereken ne ise yapalım yapabileceğimiz bir şey var mıdır, sorun hele” Gitmişlerde gelenlere “Şeyhimizden Allah razı olsun Allah başımızdan eksik etmesin sayesinde ber kendime bir şeyler buldum Allaha şükürler olsun bu bana yeter” demiş. “Nedir? Nedir? Nedir?..” diye ısrar etmişler. “Ben yatsı namazını cennette kılıyorum” demiş. Böyle deyince gelişler Şeyh efendiye söylemişler. “Yatsı namazında cennete varıyor da orada kılıyormuş” diyorlar. Şeyh de Allah, Allah ne güzel şey bu. Şu halde biz bu kimseye gidelim” diyor. El birliğiyle müridin yanına gitmişler. Şeyh efendi varmış yanına bakmış ki derdi falan kalmamış ferah içindedir. Çünkü Yatsı namazını artık cennette kılıyor. “Aman evladım siz bu hale nasıl nâil oldunuz ama aramızda az çok bir hukuk vardır velev ki bir gecelik olsa dahi benide birlikte götürsen olmaz mı? Deyince karşı olamamış ve “olur efendim” diyor. Müridi götürmek için gelen vasıta her ne ise vakti gelince geliyor. Şeyh efendi ile birlikte binmişler gitmişler. Vardıkları yer çok güzel ve süslü her bir şeyler vardır ve cennet dedikleri yer oluyor. Yatsı namazını kılmışlar. Tabi yatsı namazını kıldıktan bir müddet sonra artık geri dönmeleri gerekiyor. Vesâit gelince şeyhine “Efendim vasıtamız geldi buyurun gidelim bizi götürecek” diyor. Şeyhi ise “Ah evladım ben senin gibi her gün gelemem ki, bu gün nasib oldu hiç olmazsa gelmişq iken bir de sabah namazını kılalım da öyle gidelim. Sana ne mutlu böyle hergün gelebiliyorsun. Ama ben artık gelemem bu gün olmuş iken bir de sabah namazını kılalım da gidelim” diyor. Tabi gelen vesâit ısrar ediyor “İllâ gidelim yoksa burada kalırsınız” diyor. Ama şeyhinin emrini de kıramıyor mürid. Böylece mecbur olmuşlarda sabah namazından sonra gelmesine… Sabah namazı fecir doğduktan sonra baksalar ki bir çöplük içerisindeler mülevesat pislik her taraf “Evladım senin cennet dediğin bu mu idi. İşte bunlar şeytanın desiseleridir.” diyor.
Kardeşlerim; mürşid, mürşid olacak, kendi başına yürüyecek olursa şeytanın aradığı şeylerdir bu haller. Mürşid müridlerini güdemiyorsa onun çobanlığınada mürşidliğine de yazıklar olsun!..
Hülasa İmam-ı Rabbâni Hazretleri mürid hadisesini belirttikten sonra dünyayı ortaya getiriyor ve dünyanın vasıflarını enterasan ona uygun ve layık kelimeler kullanarak sıralamış… Tabiki bu sözleri elbette hali hazırda kendiside dünyanın bu mülevesâtına bulaşmış ise ağır görebilir ve bahane de bulabilir. Zirâ okuyanların hepsi de inançlı olup İmam-ı Rabbâni’nin hal durumunu fehmetmeyen kimseler tasvibde etmeyebilir karşıda olabilirler. Onun için dünya ile alakalı birkaç âyet-i celile ve ahadis-i nebevîye ve diğer sadatların dünya ile alakalı buyurdukları kelimeleri anlatmaya gayret edeceğiz. Allahü Zülcelâl bizlere alel hak ne ise rızasına uygun olan kelimeleri nasib ve müyesser eylesin. Âmin…
Allahü Zülcelâl Zuhruf Suresinde şöyle buyuruyor:
وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَّجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِّن فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ﴿٣٣﴾ وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ ﴿٣٤﴾ وَزُخْرُفًا وَإِن كُلُّ ذَٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ [1]
(Zuhruf / 33-34-35)
Allahü Zülcelâl, eğer bu insanların hepisi bir ümmet olarak olmamış olsa idi kafirlere bu dünyayı tamamen bağışlayacaktım. Bu dünyanın zevkini sefasını altınını gümüşünü cevherini veripde kapıları tavanları sedirleri koltukları tahtları keyf edecekleri her şeyleri kendilerine bağışlar verirdik buyuruyor. Ancak insanoğlu ayni cinsdendir. Ayni huyları ve ayni fikirleri vardı. Ayni anasır-ı Erbaa dan (toprak-su-ateş-hava) mütevellidir (meydana gelmiştir) İnsan beşerdir melâike değildir. Eğer onlara tamâmen veripde bunları mahrum etse idik o zaman olabilir ki zayıf olan kimseler onlara meyleder de o bölüme gayr-i Müslim tarafına meylederler ve Allah bunları daha çok seviyor ki vermiştir diyerekten bu gibi akıl noksanları fehimleri kısır olan kimselerden dolayı dünyayı tamamen onlara veripde bunları mahrum edemiyorum ancak nisbetine göre onlara gıpta etmeyecek tarzda bunlara da idâre yönünden veriyorum. Fil hakika bu gfibi mütezahrifat ancak kafirleredir. Mü’minlere gelince onların ki gelecektedir. Dolayısiyle Allahü Zülcelâl zaten dünyanın kendisine kıymet ve değer vermemiştir. Kafire verdi ise sevdiğinden de değildir. Eğer sevdiğinden verseydi nebilere verirdi. Esâsen malı sevdiğine de sevmediğine de verir. Karun’a da Firavuna da vermiştir. İstidraçtır ve gıbta edilecek bir şey yoktur. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da dünya malına kıymet vermemiştir. Hatta şöyle bir hadisi şerif vardır:
عن رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال لو كانت الدنيا تعدل عند الله جناح بعوضة ماسقى كافرا شربةماء
Ravisi: Tirmizi ve ziyaü’l Mukdesi senedi sahih. “Gerçekten dünyanın kıymet ve değeri Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar kıymete haiz olsaydı kafire bir yudum su bile vermezdi” Demek ki o kadar da kıymetsiz ki kafire olduğu gibi veriyor.
الدنيا سجن المؤمن وجنة الكافر
Ravisi: İmam-ı Ahmed, Müslim, Tirmizi ve İbn-i Mâce, Süleymandan senedi sahih. “Dünya mü’min için bir zindan kafir ise cennettir.”
Kâfir olan kimse cennet olarak dünyaya razı oluyorsa daha ne olacak. Ama mü’min için gelecekteki gerçek cennet va’di karşısında bu dünya zindan ne’vindedir. İsterse nasıl dönerse dönsün. Ama kafire gelince nasıl olursa olsun onun cenneti nev’indendir. Burası ona göre cennettir. Ve Allahü Zülcelâl kâfire istidraç olarak bir şeyler veriyor.
Şu âyet-i celilede bulu ilân ediyor:
مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاءُ لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلَاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا [2]
(isra/18)
Bir kimse müstakbeli (geleceği) düşünmeyip sadece acil olarak yaşadığı anı tercih eder ve bununla kendini bağlarsa arzuladığına nail olur buranın yaşamını yaşar ancak geleceği tamamen iflastır. Akibeti cehennemdir. Zira bu aceleciliği sebebiyle bugünkü hayatını geleceğine tercih ederse akibeti bu olur. Başka bir âyet-i celilede de:
مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ[3]
(Şura/20)
Bir kimse ki, ahret için hırslı olur da oldukça oraya meylederse, oraya cehd-ü cühûd ederse Allahü Zülcelâl onun arzu ve istekleri nâsib olur ve müyesser olur fazlası ile…
وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍ
(Şura/20)
Şayet dünya hırsına tamamen kendini verir ise onu tercih ederse hırsı arttıkça artar ve ahret nâsibini bu dünyada bitirmiş olur ve ahrette bir istihkakı kalmamış demekir.
Bir başka âyet-i celilede de:
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
(Rum/7)
“Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü güzel bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.
Tabi böyle olunca, hâşâ Allahü Zülcelâl kimseye zulmetmez ki, adâletini icra eder, yapılan budur. Başka bir şey olmaz. Onun için umumiyetle bu dünyaya gelenlerden kâfiri de var Müslümanı da var. Dünyayı ahrete tercih edenler olduğu gibi, ahreti dünyaya tercih edenler de var. Dünyada rahat olup ahrette hiçbir şey bulamayan, velhasıl bunlar böyle gelip böyle gidecekler.
Bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyuruluyor:
الدنيا دار من لا دار له و ما لا من لا مال له و لها يجمع من لا عقل له
Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Beyhaki, Aişe (ra) ve Abdullah İbn-i Mesud senedi sahih.
Hadis meali: Dünya bir meskendir. Dünyayı mesken olarak ittihaz eden bir kimse kendisini tamamen dünyaya verirse, gelecekte ahretteki meskenden mahrumdur. Aynı şekilde dünya malına da hırs ve tamah ederse, ahrette de yine maldan mahrum olur. Birbirine zıttırlar. Çünkü iflâs durumu vardır. Ayrıca mesken ve mal bakımından tek taraflı çalışan bir kimse ahretteki mal ve meskenden mahrum olur. Bu gibi kimselerin aklı yoktur, diye buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Bütün gücüyle tek taraf yani dünya için çalışanın, ahreti ihmal edenin aklı yoktur, ahmaktır. Bu, akıllı insanın yapacağı bir şey değildir, diyor. Tabi buradaki akıl “aklı maaş” demek değil, zira aklı maaş herkeste var. Maaş ve maişetlerimizi sağlamak, bu dünyanın fırıldaklarını, şeytanlıklarını çevirmek, herkesde mevcûd olan akılla olur. Ancak buradaki akıldan maksat “aklı meâd”dır. Geleceği hidâyet nuru ile gören akıldır bu. Rabbimiz hidâyet verdi ise sadece bu dünyayı düşünmez, ebedî saadet yeri olan ahreti düşünür. İşte bu akıl aklı meâddır. Akl-ı maaşda hepimiz eşit durumdayız.
Aynı mevzuda bir Hadis-i Şerif’de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
الدنيا حرام على اهل الاخرة والاخرة حرام على اهل الدنيا . والدنيا والآحرة حرام على اهل الله عزوجل
Ravisi: Deylemi Firdevsinde Abdullah İbn-i Abbas (ra) dan sened-i hasendir.
Hadis meâli: Ahiret ehli olma vasfına sahib bir kimseye dünya haramdır. Aslında dünyayı haram haline getirmedikçe, ahreti, ahret ehli olmayı sağlayamıyor. Dünyanın peşinde, fazla aşk ve şevkle koşarsa, bu halleri, ahret ehli olmalarına zarar verir. Onun için dünya ahret ehline haramdır. Âhiret de dünya ehli için haramdır. Zira bu ikisi birbirine zıttır. Bir tarafa kendini verir, o taraf için daha fazla çalışırsa, öbür taraftan mahrum olur. İkisi birlikte olamaz.
الظدان لايحتمعان
“İki zıt cem olmaz.” Ehlullah içinse her ikisi de haramdır. Ehlullah muhabbet ehlidir. Bunlar Allahü Zülcelâl’in vahdaniyetine kendileri Tevhid ehlidir. Kalbleri Muhabbetullah ile doludur. Muhabbetten öteye, kalbin iç tarafı fuad dediğimiz kısım aşkullah ile doludur. Muhabbetten daha üstün bir aşk vardır. Bu da Allah’ı (Celle Celaluhu) hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaktır. Aşktan daha ötede bir de vecd vardır. O da sırdır. Ayrıca daha ötesinde de bir aşk var, çünkü aşk:
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَىٰ
(Necm/11)
“(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” buyuruyor Cenabı Hak, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hakkında.
Esasen fuad kalbin iç kısmıdır. Bu da aşk yeridir. Bu aşk sebebi ile keşfiyat zuhûr eder. Keşfiyat hasıl olunca bunun üstünde de şühûd halidir. Keşfden şühûda geçer. Keşf ve şühûd halini bulan bir kimse, dünyaya zerre kadar değer vermez. Hatta nun yanında artık ahiretede (cennet-cehennem) hiç ihtimam etmez. Çünkü onun bir tek gayesi vardır. O da Allahü Zülcelâl’dir. Tabi bu halde olan bir kimse üzerinden, dünya ve ahret muhabbeti silinir. Yaptığı işlerde ibadetlerde ne cennet sevgisi, ne de cehennem korkusu olmaz. Sadece Rızai İlâhiyi gözetir. Ve cemalullahı düşünür. Çünkü öyle bir hale getiriyor ki Cemâli bâ kemâle mazhar olmanın dışında bir gayesi olmaz.
Bir Hadisi Şerifte daha şöyle buyuruyor Rasulullah:
الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ما اُبْتُغِىَ به وجه الله عز وجل
(رواه ابونعيم و ضياء المقدسى بسند صحيح)
Dünya aslında lânete müstehaktır. Zaten Rabbimiz de rahmet nazarıyla bakmamıştır. Dünya ile alâkalı olan, dünyaya bağlı olan nesnelerle de lânetlenmiştir. Yalnız bu dünyada Allah Azze ve Celle için yapılan işler müstesna. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Allahü Zülcelâl için yapılan işleri istisnâ ediyor. Çünkü Nebilik de Rasullük de, Velilik de, Firavunluk da, Nemrutluk da hep bu dünyadadır. Dünya ile alâkalı olanlar mel’undur, lânete müstehaktır.. Ama Allahü Zülcelâl için hâlisâne olarak lillahi yapılan her ne olursa olsun, yemek içmek dahi olsa, bunlar müstesnâdır.
Bir başka Hadiste şöyle buyruluyor:
الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ما اُبْتُغِىَ به وجه الله عز وجل
(رواه الطبرانى)
Bu da aynı şekilde dünya mel’un, dünya muhteviyatı da lânete müstehak ve mucibdir. Ancak gaye ve emeli Allahü Zülcelâlin rızası için olan, bu yönde olanlar müstesnadır.
Bu hususta bir Hadis daha:
الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ذكرالله وما واله وعالماً اومتعلماً
(رواه ابن ماجه عن ابن هريرة)
Yine aynı şekilde dünya ve dünya ile alâkalı olan şeyler tamamen lânete müstehaktır ve mucibtir. Ancak Allahü Zülcelâl’in zikri, Allah için olan ibadet ve ta’atlar müstesnâ, bir de alim ve müteallim yani öğretici ve öğrenici müstesnâdır.
Bir başka Hadiste:
الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا امر باالمعروف اونهى عن منكر او ذكرالله تعالى
)رواه البزار عن ابن مسعود بسند صحيح(
Dünya ve dünyada olanlar da lânetlenmiştir. Mel’undur. Ancak, emri bil ma’ruf nehyi anil münker ve Zikrullah müstesna bırakılmıştır.
Allahü Zülcelâl cümlemizi muvaffak ve müyesser eylesin. Âmine ya Muîn…
MÜRŞİTLERİN HALLERİ
Aziz Kardeşlerimiz,
Daha önceki bölümlerde İmam-ı Rabbâni’nin bir mektubunu ele almış,y kâmil olan bir mürşid ile kâmil olmayan mürşid arasındaki farkı İmam-ı Rabbâni’nin izah şekline göre anlatmıştık. Aynı zamanda mürşid ile mürid arasında nasıl bir muamele cereyân etmesi gerektiği izah etmeye çalışmıştık. Aynı zamanda dünya ile alakalı hadisleri serdetmiştik ve bu konuya açıklık getirmek için, Rabbimizin âyetlerini ve Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hadislerini vererek gücümüz nisbetinde anlatmıştık. Bundan sonra da aynı mevzuya biraz daha açıklık getirmek istiyoruz. Bir önceki bölümde dünya ile alâkalı ayet ve hadisleri belirttik. Bu kısımda ise yine mürşidi kâmilin kim olduğu, nasıl olması gerektiğini biraz daha anlatacağız. Mürşidi kâmil filhakika Allahü Zülcelâl’in tasvib ettiği bir kimsedir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ve sâdâtı kiramın da tasvibini almıştır. Bu misilli kimseye mürşidi kâmil denir. İmamı Rabbâni’nin mektubu bir uyarı mahiyetindedir. Zirâ kâmil olmayan bir mürşidden sakınılması hususunda çok hassas davranmış ve bu gibi kimselerden uzak durulmasını tenbih etmiştir. Bir mürid, mürşide intisap için geldiğinde mürşidin onu nasıl, ne şekilde kabul edeceği, etmesi gerektiği hususunda izah etmişti ve dünyadan da nasıl uzak durmamız gerektiğini açık bir şekilde bildirmiştir. Dünyadan uzak durmak demek dünyadan çıkmak, dünya ile tamamen alâkasını kesmek demek değildir. Daha önce belirttiğimiz ve Hadis-i Şeriflerle de görüldüğü gibi, dünyada istikbali kazanmak için hangi vasıflara haiz olması gerektiğini anlatmıştık. Zira ahreti kazanmak da dünyada sağlanır. Dünyadan çıkması demek, dünyanın sıfatlarını kendisine aşk ve şevkle, dünya hırsı ve tamah ile kendisini tamamen mezmum (ayıplanmış, yerilmiş, çirkin görülmüş, beğenilmeyen, makbul tutulmayan, ayıplı) dünya sıfatlarına vermemektir. Bu sıfatlardan uzak durması ve bunları gaye edinmemesi demektir. Yoksa dünyadan tamamen alâkasını kesmek demek değildir. Çünkü her fert, gelecekte ne bulacaksa onu bu dünyada temin edecektir. Zira bu dünya ezel âleminin bir kopyasıdır. Ezelde ruhen alınmış olan kararı, bu dünyada ceseden o işlemleri yapacağız. Rabbimizin kaza ve kaderi, irade ve meşiyeti burada sağlanacaktır. Onun için bu dünyada iki yol vardır. Bu iki yoldan birinin yolcusu olacak her fert.
فريق فى الجنة و فريق فى السعير
“Cennet fırkası, cehennem fırkası”
Bu iki fırkanın birisinden olacak mutlaka. Bu ikisinden birisini elde etmek de dünyada olur. Onun için bu dünyaya gelişimiz bir nimet olabileceği gibi ebedî azaba düçar olabilecek bir baş belâsı nekbet de olabilir. Allahü Zülcelâl cümlemizi dünyanın şerlerinden korusun, dünyada yapılabilecek hayrat ve saadet ne ise cümlemizi nasib ve müyesser eylesin. Âmin…
[1] Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşden yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerinden yaslanacakları koltukları da (hep gümüşden yapardık) Ve onları zinetlere boğardık. Bütün bunları sadece dünya hayatının geçimliliğidir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.”
[2] Her kim çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.
[3] Kim ki ahret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahrete bir nâsibi olamaz.