بسم الله الرحمن الرحيم

 

Değerli Kardeşlerimiz;

Bu kitap Muhterem Hocamız Muhammed Sıddık Hekim’in (Siirt’li Hoca Efendi) Fırka-i Naciye ve Hükümleri hakkında yapmış olduğu sohbetlerin Fırka-ı Naciye Cilt 1 olarak yayınladığımız kitabın hacim olarak büyük olduğundan istifadesi kolay olsun diye bölümlere ayrılarak kitapçıklar haline getirilmiştir. Faidenin tam hasıl olması için kitapçıkların tamamının okunması gerekmektedir. Bu kitapçıklar sohbetlerin yazıya aktarılmış hali olduğundan, kitaplara bölünmesi esnasında konu tam olarak bitmediğinden, aynı konu bir başka kitapta da geçmektedir. Buna yaparken meydana gelen hatalar bize ait olup; önce Muhterem Hocamızdan sonra da bütün kitapları okuyan kardeşlerimizden özür diliyoruz.


 

 

İÇİNDEKİLER

 

Kur’an-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîf’lerin Önemi

Rasulullah’a Tabi Olmanın Önemi

İlk Halk Ediş (Yaratılış)

Ehli Sünnet Vel-Cemaatin Kararı

Ehli Tahkikin Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hakkında Söyledikleri

Elest Âlemi, Birinci ve İkinci Ahd-ü Misâk

Mi’rac Hadisesi

Ervâh Âlemi

Nefis ve Rûh

Hakim-i Tirmizi’ye Göre Ruh

Sekerât Hali ve Melekü’l- Mevt

Kabir Âlemi ve Telkin

Ölü Hakkında Hüsnü Zanda Bulunmak

(Ölüleri Hayırla Yâd Etmek)

Allahü Zülcelâl’in Merhameti

Vefat Eden Kimsenin Kul Borcu

Zekât-Namaz-Oruç Keffareti-Yemin-Nezir Borcu, Sadaka (Bunlar Fakirin Hakkıdır)

Mü’minlere Maddi-Manevi Yardım

Ölünün Ruhuna Kur’an Okumak

Kabir Halleri

Kabirde Ruhların Makamları

İmam-ı Nesefi’ye Göre Ruhların Durumları

Kul Borcu

Müslüman’ın Kalbine Sürur Koymak

Bitiş Duası

 

 

 

MUHAMMED SIDDIK HEKİM

(Kuddise Sirruhu)

 

1921 yılında Siirt ili Şeyh Halef mahallesinde dünyaya geldi. 6 yaşında iken âmâ bir hafızdan dinleyerek, eline hiç Kur’an-ı Kerim almadan hafız oldu. Şeyh Muhammed-el Hazin’in evladı Alâaddin AYDIN’ın sohbetlerini dinleyip duasını alarak, memleketinden ayrılıp, 1947 yılında Korkuteli ilçesine geldi. Ezher Üniversitesi mezunu meşhur Hafız Yoylu Müftü’nün ısrarı üzerine bir yıl Korkuteli’nde kalarak hatimle namaz kıldırdı. Kendisine bugüne kadar önüne kimseyi geçirmediği sorulduğunda “Bugüne kadar kendi ayarımda okuyana rastlamadım. Bu kişiye Allah öyle bir kabiliyet vermiş ki ben onun yanında hiç kaldım.” demiştir.  Muhammed Sıddık Hekim, Hafız Yoylu Müftü’nün tüm ısrarlarına rağmen 1948 yılında Kumluca’ya gelmiştir.

 Kumluca henüz nahiyedir, çok fakirdir. Hafız olunca kendisini Eski Cami’ye imam ederler. Hafızdır, fakat Arapça ve Türkçe dahil okuma yazması yoktur. Hutbeye çıkmadan önce bir kitabı okutur, anında ezberler ve harfiyen hutbede tekrarlardı. Bunun bu şekilde devam edemeyeceğini görünce, kendi kendine okuma yazmayı öğrenmeye karar verir. Arapça ve Türkçe’yi bir gece çalışarak hem okuyup hem de yazacak hale gelir.

Elmalı Kütüphanesi’nden ve İstanbul’dan getirttiği Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Usül, Tarih kitaplarını bir defa okuyarak hıfzeder. Daha sonra Hacca gittiğinde, orada bulduğu orijinal eserleri getirip okur. Kütüphanesini yüzlerce cilt kaynak eserle zenginleştirir. Bütün bu eserleri bir defa okur ve hafızasına alır.

Kendisi “Ben hiçbir okulda veya Medresede okumadım, ümmiyim. Bugüne kadar Tefsir, Hadis, Akaid, Fıkıh, Usül, İslam Tarihi ile ilgili konularda hiçbir hocaya, hiçbir hususu sormadım, ihtiyaç da duymadım. Bu tamamen Allah’ın bir lütfu ve inayetidir. Elimdeki kaynaklar o kadar çok ki, çoğu alimler bunların adlarını bile bilmezler.” der.

Kumluca’da 12 yıl kadrolu imamlık yaptı ve hiçbir ücret almadı. 1960 yılında Antalya’ya gider, orada sohbet ve irşada başlar. Yıllarca Ramazan ayında hatimle namaz kıldırır. Kadir Gecesi gelince o gece teravih namazında Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okuyarak hatim eder. Bu hatime ait 7 saat süren teravih namazı kasetleri mevcuttur, fatihlik eden hafızların çoğu hayattadır. İslam tarihinde cemaatle sesli olarak teravih namazında bir gecede Kur’an-ı Kerim’i baştan sona hatmetmek kendisine nasip olmuştur. Bu bir nadirattır. Allah’ın lütfu inayeti Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın himmet ve bereketidir.

Antalya Yivli Minare Camisi’ndeki sohbetlerine devrin Diyanet İşleri Başkanları, Müftüleri, Müfettişleri gelmiş, kendilerinden fikir alış verişi yapmışlardır. Hac döneminde hacla ilgili içinden çıkılamayan konularda kendisine danışmışlardır. Mesned ve senetsiz asla hüküm vermemiştir.

Hiçbir zaman ilmini insanlardan esirgememiş, ilmini bir yem olarak kullanıp, dünyalığa alet etmemiştir. Onlarca, yüzlerce talebe yetiştirmiş. Talebe okutuyoruz verin edin diye bir şey söylememiş. Zaten imamlığı döneminde de hiç maaş dahi almamış. Ömrü boyunca vermiş ve almamıştır. Zaten Saadatlar da böyle yapmışlardır. Hz. Ebubekir Sıddık (Radiyallahu anh) piridir. Hz. Şeyh Alaaddin AYDIN zamanın Ğavsıdır, elbette onun her hususta vekil tayin ettiği Akdemül Hulefası Muhammed Sıddık HEKİM (Kuddise Sirruhu) öyle olacaktır. Hiç almamış hep vermişlerdir.

Mübarek hep buyururdu: “Büyük zatlar, vefatına yakın halk nazarından tamamen unutulur, kimse onu hatırlamaz olur. Varlığı ve yokluğu belli olmaz hale gelir.” Hayatında bunu böylece ispat etmiştir.

O bir gönül sultanı, Kumluca sevdalısıydı. Bütün emeli Kumluca’nın il olmasıydı, “Kumluca’yı il olarak inşallah görürüz” derdi.

Kendisini ziyarete giden yetkililere de dua eder, “Kumluca’ya koyduğunuz her bir taşı bana yapılan bir hizmet kabul ederim.” derdi. Gel gör ki kendisini Kumlucalı Alim yazın diye bizlere anlatırken, Kumlucalıların bundan bihaber olması eserlerinden bile bihaber olmalarına ne demeli? Allah O yüce zatın hürmetine bizleri bağışlasın. Onun himmet, hayrat ve bereketini beldemizden, ülkemizden esirgemesin. AMİN.

 

Alim ölünce alem ölür. Biz bunu Mübarek Hocamızı kaybedince anladık.

(İrtihali 04.05.2009)

Yayınladığımız bu eserler yıllarca yapılan çalışmaların ürünü olup, amacı itikadî bozukluklardan ve fitnelerden bunalan 21. asrın insanına her konuda ışık tutmak, Fırka-i Naciye’nin hükümlerini anlatarak dünya ve ahiret saadetine ulaştırmaktır. Bu eserlerin yazılmasına sebep olan asıl faktör; “İTİKADLARIN BOZULDUĞU, FİTNELERİN ÇOĞALDIĞI, ALİMLERİN AZALDIĞI BİR DEVREDE, İTİKAD BOZUKLUĞU KARŞISINDA SUSAN İLİM SAHİBİNİN ÜZERİNE ALLAH’IN, RASULULLAH’IN, MELEKLERİN VE BÜTÜN İNSANLARIN LÂNETİ OLSUN.” Hadis-i şerifidir.

 

Sebep bizden tevfik Allah’tandır.

 

Hacı Salih Gürkan Camii

İmam Hatibi

Süleyman ÇELİKKAYA

 

 


 

 

 

بسم الله الرحمن الرحيم

 

الحمد لله رب العالمين و به نستعين  {الحمد لله الذى اطلع فى سماء الأزل شمس انوار معارف النبوة المحمدية  {وأشرق من افق اسرار رسالة مظاهر تجلى صفات الأ حمدية{  احمده على ان وضع اسا سى نبوته على سوابق أزليته{  ورفع دعائم رسالته على لواحق أبديته { واشهدان لااله الاالله وحده لاشريكله  الفرد المنفرد فى فردانيته باالعظمة والجلال  {الواحدالمتوحد فى وحدانيته بإستحقاق الكمال والجمال{  واشهد ان محمداً عبده و رسوله الذى قيل فى حقه فانت رسول الله اعظم كائن { وانت لكل الخلق باالحق مرسل { عليك مدار الحق اذ انت قطبه{ وانت منارالحق تعلو و تعدل  {فؤادك بيت الله دار علومه{ وبابٌ عليه منه للحق يدخل  ينا بيع علم الله منه تفجرت{ ففى كل  حى منه لله مَنْهَلُ محالاً يحول القلب عنك{  وإنَّنى وحقك لا اَسْلُ وَلا اتحول عليك صلوات الله منه تواصلت صلاتا اتصالاً عنك لاتنفصل صلىالله وسلم عليك يا سيدنا  يارسول الله


 

KUR’AN-I KERİM ve HADİS-İ ŞERİFLERİN ÖNEMİ

 

Aziz Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde, özellikle fırka-i nâciyenin hükümlerini anlattığımız eserde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in meziyyetlerini anlatmaya çalışmıştık. Hatta o eserin bir bölümünü sırf Rasüllüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e salavat getirmek ve değişik salâvatlara ve salâvât hakkındaki hadislere ayırmıştık. Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı sevgi ve muhabbetin nasıl olması gerektiğini izâh etmeye çalışmıştık. Orada biraz mücmel olarak anlatmıştık. Ehemmiyetine binâen, bâhusus Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine bir saldırı kampanyası başlamış olduğundan, bu mevzû’yu biraz daha açmak, o hadisleri de daha iyi anlaşılması için izâh etme ihtiyâcı hasıl oldu. Çünkü bazıları; Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine itimât etmiyor. Aynı zamanda reddediyor. Kur’an’a ihtimâm ediyorlar da hadisleri kabul etmiyorlar. Zira hadislerde insan katkısı varmış, onların bizlere ulaşmasında aracı olarak insan olduğundan, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da beşer olduğundan hadisi şeriflere karşı çıkıyor, kabul etmiyor.

Evet, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) insan olmasına insandır. O da bizim gibi beşerdir. Fakat o insan-ı kâmildir. Hem de en mükemmelidir, kâmilin de ekmelidir. Eğer bir şeyin kabülünde veya reddinde insanı aradan çıkarırsak, onun aracılığını kaldıracak olursak o zaman ortada inanılacak hiçbir şey kalmaz. Hadisi şerifler şöyle dursun, Kur’an dahi kalmaz. Kur’an da, hadis de bizlere tamamen insan yoluyla, onun aracılığıyla bizlere kadar gelmiştir. Allahü Zülcelâl’in kelâmı olan Kur’an nasıl ki elçi vasıtasıyla, Rasül yoluyla bizlere ulaşmışsa; hadisler de yine onun ümmeti olan, Ona kalben ve ruhen bağlı olan, ilim, zekâ, zabt ve adalet yönünden emin ve herkes tarafından kabul edilen âlimler ve muhaddisler tarafından bizlere ulaşmıştır. Bunların yalan üzere olmaları da mümkün değil. Zira muhaddislerde aranan şartlardan biri de budur. İşte böylesine emin ve güvenilir zatlar tarafından cem edilip bizlere nakledilmiştir hadisi şerifler.

Eğer, efendim biz hadisi şeriflere karşı çıkmıyoruz. Mevdû’ hadisler var, onun için böyle konuşuyoruz diyorlarsa, bu mâzereti öne sürüyorlarsa, bu özürleri kabahatlerinden daha büyüktür. Zira bu hususta bir ömür tüketen, bu ümmete bu hizmeti yapan zatlar hadislerin senetlerini belirtmiş, hangi hadisler sahihtir, hangileri mevdû’dur bunları tek tek ayıklamış ve bu hususta ciltlerle kitaplar telif etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen bu zâtların yaptıklarını görmemezlikten gelip sanki bu mevdû’ hadisler bu güne kadar bilinmiyormuş da bunları kendileri bulmuş gibi bir hava oluşturup, hadisi şeriflere karşı olan güven ve itimâdı sarsmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların bulduğu ve ortaya çıkardığı tek bir mevdû’ hadis yoktur. Bu mevdû’ hadisleri bulup ortaya çıkaran yine İmam-ı Buhariler, Tirmiziler, Nesâiler’dir. Allahü Teâlâ’nın rahmeti üzerlerine olsun.

Bazıları da Mir’ac’ı inkâr ediyorlar. Bazıları da Mi’raç rûhen vuku bulmuştur, bedenen değildir, diyorlar. İşte, bu ve benzeri hususlarda muazzam bir yozlaşma olduğu gözden kaçmıyor. İşte bu gibi kimselerin Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in hadislerine dil uzatmaları ve Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakkındaki edeb dışı ithamları hiç hoş değil. Bunlar bu gibi isnat ve ithamlarla sadece kendilerine yazık etmiş olurlar. Cenab-ı Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hiçbir şey yapamazlar. Çünkü Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ekrem kılan Allahü Teâlâ’dır. Ona kıymet ve değer veren Allahü Zülcelâl’dir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) meziyetini kavrayanlar, ona canımız fedâ olsun demişlerdir. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususa işâret ederek buyuruyor ki: Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, beni görmek için, aşkından ve muhabbetinden dolayı bir defa görmek karşılığında, tüm varlığını fedâ eder. Ben bu kardeşlerimi görmek arzusundayım, buyuruyor.

Ashab-ı Kirâm da: Ya Rasulallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz? diyorlar. Hayır, siz benim Ashabımsınız. Fakat ahir zamanda öyle kimseler gelecek ki bana karşı aşk ve şevkleri vardır, beni bir defâ görmelerine karşılık mal, mülk ve servetlerinin tamamını verirler, buyuruyor.

İşte bu gibileri de vardır, Elhamdülillah bu zamanda. İşte bu sebepten dolayı bu mevzuya biraz daha eğilmek, bazı hadisi şerifleri biraz daha açmak istiyoruz. Zira Rabbimizin bize vermiş olduğu nîmeti azîmesi Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem).

Rasülümüz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nasıl bir nîmeti azîme ise, bizler için ona ümmet olmak yine nîmeti azîmedendir. Kâinatın Güneşi ve en hayırlısı, en şereflisi olduğu gibi kâinatta her şeyin ibtidası odur. Her varlık onun sayesinde var olmuştur. Bu meyanda ruh yönünden de böyle olduğunu anlatmaya çalışacağız, oldukça. Varlığın varlığına sebebi vücud,  Onun varlığı olduğunu izaha ve isbâta çalışacağız. Ama nankörler görmezler, o başka…

Nitekim Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in kendi devresinde dahi onun hakikatını görmeyenler oldu. Zira müşrikler onu gördü. Onların arasında, içinde yaşadı. Fakat onlar, Onun Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yönünü göremediler. Bu tarafını idrâk edemediler. Bâsiretleri olmadığından Ona Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur, dediler. Bâsiretleri kapalı olduğundan bundan ötesini göremediler, göremezlerdi de. Zira Allahü Zülcelâl Kur’anı Mübininde şöyle buyuruyor:

فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

(Hac/46)

“Baş gözünün görmemesi ile kişi gerçekte kör sayılmaz. Asıl körlük kalb gözünün kör olmasıdır.” En beteri de budur. Zira bu gözlerde ve bu gözlerin görmesinde kâfirler de bize müşterektirler. Aynı bu baş gözleri onlarda da var. Dünya mâişetlerini bu gözlerle onlar da temin etmektedirler. Aklı mââşa sahiptirler, fakat aklı mââdleri yoktur. Böyle olduğu için onlar Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakikatini göremiyorlar. Bunu görebilmeleri için kalb basiretlerinin olması lâzımdır. Bu kalb basireti hakkında Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şöyle buyuruyor:

لولاان الشياطين يحيمون على قلب ابن آدم لنظروا الى ملكوت السموات

Şeytanların getirdikleri perdeler kalb üzerine basireti kapatmasalar; rahatlıkla gök âlemindeki olan melekleri ve benzeri şeyleri görebileceklerdi…

Nasıl ki insanın gözünün önüne bir perde çekildiğinde insan bir şeyi göremez. İşte bunun gibi şeytandan mütevellit mâsiyet, günah da kalb bâsiretinin önünde bir perde olur ve görmeyi engeller. İşte bu gibi günahlar perde olmasaydı melekut âlemini rahatlıkla seyrederdi insanoğlu.

Müşriklerin bu bâsiretleri perdeli olduğundan, bâsiretleri kapalı olduğundan “Ebutâlib’in yetimidir” dediler de daha ötesini göremediler. Medine-i Münevvere’de de münafıklar aynı durum üzere idiler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’i bihakkın kabul etmedikleri için inanmış görünüyorlardı. Bundan dolayı münâfıklar Allahü Zülcelâl’in gazabını kâfirlerden daha çok celbettiler ve:

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا

 (Nisa/145)

Kıyâmette gidecekleri yer esfeli safilindir. Onlara nusret edecek, yardım edecek hiç kimse de bulunmayacaktır. Onların esfeli safilin olmalarının sebebi de budur. Zira hayatları müddetince Allahü Zülcelâl’i kandırdıklarını sanarak, bu inanca sahip olarak yaşadılar. Halktan çekindikleri kadar Allahü Zülcelâl’den çekinmediler.

Allahü Zülcelâl hepimizi bu misilli kimselerin şerrinden korusun. Bizlere mûin olsun, tevfikatıyla refik eylesin,  bizi hakkı hak bilip hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin. Âmin.

 

Aziz kardeşlerim;

Bu şekilde düşünmeleri ve söylemeleri yeni bir şey de değildir. Böyle söyleyenler kendilerinden öncekilerin sözlerini aktarmaktadırlar. Biliyorsunuz ki 73 fırkadan 72 si sapık sadece 1 tanesi Fırka-i Nâciyedir. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

ان هذا صراطى مستقيماً فالتبعوه ولاتتبعوا السبل فتفرق بكم عن سبيله ذالكم وصاكم به لعلكم تتقون

Bir gün yere ortaya düzgün bir çizgi çizmiş “İşte bu dosdoğru yol benim yolumdur” buyurup sonra bu düz çizginin sağ ve soluna başka çizgiler çekmiş ve “Benim yolumdan çıkış yapıldığı takdirde ister sağından ister solundan her gittikleri yolun başında da bir şeytan vardır” buyuruyor. Artık, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yolunun, düstûrunun ve nizamının dışına çıktığı takdirde işin içinde mutlaka şeytan vardır.

Kardeşlerim; Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisine ve sünnet-i seniyyesine kendisine bağlı saymayan ve bağlanmayan bir kimse Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olarak Onu Allahü Zülcelâlin nebisi ve rasulü olarak tanımadıktan sonra acaba ona karşı ne yüzle çıkacaktır? Bir şey söyleyecek dili olur mu? Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nizamnâmesine kendisini bağlamıyor, kendisini hiçte tasdik etmiyor, sünneti seniyyesini ve buyurmuş olduğu hadislerini tamamen saf dışı ediyorsa bu kimseye ne diyeceğiz biz? Yâni, bu kimseye bir künye verecek durumda değiliz. Verecek bir künyede bulamıyoruz. Birşey söyleyemiyoruz. Ümmet-i Muhammedin mensubu desek, öyle ise o zaman Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) getirdiği sünneti seniyyesine ve buyurduğu hadislerine bağlanması şarttır. Biliyorsunuz ki Yahudi ve Nasaraların hepsi de bir nebinin ümmetleridir. Nebilerini çok sevenleri olmuş da hatta “Allahın oğludur” demişler. Halbuki müslümanda olduğunu iddia eden bu kimse ise kendi resülünü sevmek şöyle dursun rafd ediyor (reddedip bırakıyor) tamâmen saf dışı edip kendisini rasülüne bağlamıyor. Peki, Âdemden (as) bu ana kadar geçen sürede gelen her insanın bir dini ve bir peygamberi vardır umumiyetle. Bir i’tikadı vardır, bir bağlılığı vardır mutlaka. Evet bazen aşırı gitmişlerde ifrat edip “Allahın oğludur” demişler. Fakat böylesine rafdedip, kıymet ve değeri yokmuş gibi haşa yapmamışlar. Bu kimse ve benzerlerine bakıyoruz da hiç çekinmeden açıkça Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) saf dışı edip kıymet ve değer vermiyor. Getirdiği yasa ve İslam Dininin muhteviyatına kendisini hiçde bağlamıyor ve dışında kalıyor.  Diyeceksiniz ki bu profesör, Kur’ana da sahib çıkıyormuş. Peki, Kur’ana sahib çıkıyormuş da haşa Allahü Zülcelâl Kur’an-ı azimü’şşanı Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) değilde bu şaşkın kimsenin kendisine mi vermiş? Kur’anı yine Cenab-ı Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yoluyla almamış mıdır?  Bu şekildeki inancı ile “Kur’ana bağlıyım” demesi aslında ona hiç bir yararda getirmez. Bir kerre Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  hadislerini tanımadıktan sonra  onun yoluyla gelen Kur’anı tanımanın ne anlamı olur?  Kur’anda Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aracılığı ile olmuştur. Onun aracılığı ile gelen Kur’ana sahib çıkmış da Onun kendisinden gelen sünneti seniyyesine ve sözleri olan hadislerine sahib çıkmıyorsa ne denir bu kimseye? Esâsen ayni söz ve ayni kelâmda Rasulullahın fem’-i Şerifinden (ağzından) çıkıp meydana gelen bir Kur’anı azimü’ş şandır. Allahın kelamıdır. Yoksa bu kimsenin kendisine doğrudan doğruya başka bir kur’an mı gelmiş de ona mı sahib olmuş? Sanki babasından miras kalmış da “Ben otururum, okurum ve aklımla birşeyler çıkarırım vs.” deyip âdetâ kitabımızı bir oyuncak haline getirmiş. Allahü Zülcelâl bu sapıkların şerlerinden cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin.

Bu hususda Kur’anı azimü’ş şanı kendi akıl ve mantıkına göre te’vile kalkışanların varacağı yer mutlaka cehennemdir. Kelamullahı haşa oyuncak haline getirmişler de kimisi Fatihayı bestelemiş çalıp çığırıyor. Kimileri çıkıp “ben Kur’andan aklımla birşeyler çıkarıyorum, yorumlar yapıyorum mesajlar alıyorum” deyip; sanki, Cenab-ı Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bizzat yaptığı Kur’anın muhteviyatını ve inceliğini hadislerle anlatıp halkı tenvir etmesi gibi; bu misilli dangalaklarda ortaya çıkıp, ayni tezi bir nebi gibi kullanarak Kur’andan tahliller yapacak ve halka yeni bir din gibi anlatacaklarmış! İşte böyle yapmak istemektedirler. Bunun ise ne demek olduğunu biliyorum ve çok şaşırıyorum bunlara. Evet, Rafizîler nübüvvet davası güdüyorlar. Ama herhangi bir şahıs adına değilde, nübüvvetin İmam-ı Aliye (ra) olmasını dava ediyorlar.

Aslında bu şaşkın kimseler esâsen Kur’an-ı Kerime hakikâten bağlı bile değiller. Kur’ana bağlı oldukları iddiaları dahi müsbet değildir. Çünkü, Kur’anı azimü’ş şanın bir çok âyetlerinde Allahü Zülcelâl, Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bağlı olmayı, sünnetine uymayı ve itaat edib isyankâr olmamayı emreder. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) emrini ve itaatini kabullenmek şartı vardır bir kerre. “Allahü Zülcelâli seviyorum” diyorsa Onu sevmesi Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevmesine bağlıdır. Kesinlikle Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevmeyen Allahü Zülcelâli de sevmez. Bu olacak iş ve vakı’a değildir. Çünkü, Allahü Zülcelâlin göndermiş olduğu elçisine saygı duymayan, sevmeyen, getirdiği hükümleri tanımayan ve uygulamalarını kabul etmeyen kimseye nasıl olur da Allahü Zülcelâl sahib çıkıp kulum der? Bu hal içinde bulunurlarken Allah bizi sever mi sanıyor bu ahmaklar? Hâşâ ve kellâ. Teşbih olmasın ama, bir devletin bir elçisi bir ülkeye gönderildiğinde o elçiye gösterilen ihtimâm, verilen kıymet ve değer elçinin gönderildiği devletin vakarıdır. Allahü Zülcelâlin elçisi olan Aleyhisselâtü ve’s selâm hem de resüllerin resülü iken. Diğer nebiler Onun devresinde gelseler idi Onun naibi olurlardı ve müstakil risâlet ve nübüvvet davasına kalkışmazlardı. Hz. İsa (as) teşrif edeceğinde yine niyâbet makamında gelecek ve resül olarak Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bağlı olup onun düstürunu yürütecektir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir taneciktir. Rabbımız onu bir tâne yaratmış ve “Habibim” buyurmuş, iman dahi onun nurundan var olmuştur. Kâinat ona muhtaç ve medyundur. Kainattakilerin tümünün ona saygı duyma mecburiyetleri vardır. Onun varlığıyla var oluyor herşey ve herkes. İnanın ki ilk olarak onun nurundan var olmuş ne varsa. Bu husus Fırka-i Nâciye adlı kitabımızda iyice anlatılmıştır.

Fakat şimdilik bize düşen görev şudur ki; anlattığımız şekildeki Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sünnet-i seniyyesine, hadislerine ve nizamnâmesine bağlanmayan bu kimseler bir künye aramaktadır. Bunlara mesnede dayalı bir künye bulmalıyız. Öyle ya İsevî desek değiller, Musevî desek değiller. Şu değil, bu değil de peki ne olmalı künyeleri? Asla Muhammedî de değiller. Hadislerini ve sünnetlerini beğenmiyen, Ona bağlanmayan, sözünü ve emrini dinlemeyen, getirdiği yasasını tanımayan bu kimsenin demek ki Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bağlılığı yok ki nasıl Muhammedî diyelim? Bu kimse açıkca saf dışı olur İslamdan. İşte olacağı budur.

Çünkü, mâdem ki Allahü Zülcelâl subhanehü teâlânın Kur’anından bahsediyor ve kabul ettiğini söylüyor eğer sözünde ciddiyet ve samimiyet olmuş olsa idi, O Kur’ana iyi kulak verirdi eğer kurşun dökülü değilse.

Vaktiyle Yahudiler Aleyhisselâtü ve’sselâma gelip: “Ya Muhammed biz Allahı senden çok daha fazla severiz ancak seni resul olarak tanımıyoruz” derlerdi. Allahü Zülcelâl ise Kur’anında cevab veriyor: “Onlara deki Habibim, eğer gerçekten Allahı seviyorsanız bana tabi’ olun”

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي

 (Ali İmran / 31)

Hakikaten Allahü Zülcelâli seviyor ve bunu isbat etmek istiyorsanız bir kerre evvelâ resülüne tabi’ olunuz. Tabi’ olunuz ki, sevdiğinizin isbatı budur. Onun için buyuruyor: “Habibim onlara söyleki gerçekten Allahü Zülcelâli seviyor iseniz bana tabi’ olun ki Allahda sizleri sevsin.” İşte esas mesele budur. Bizim Kur’anımızın hükmü budur. Bu yolunu şaşırmışlar ne diyecekler?

Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tebâiyyet muhabbet saygı ve getirdiği emirlerine ve uyguladığı sünneti seniyyesine uymak şarttır, şart... Bunun dışına çıkanlar isteseler de istemeseler de islamdan saf dışı olanlardır. Allahü Zülcelâl böylelerine asla sahib çıkmaz. Dünyada ahirette hayrda görmezler esâsen. Bedbaht insanlardır. Yahudilere gelen cevabdan bir hisse kapsalar bâri...

Rasulullah, Allahü Zülcelâlin elçisidir ki; Ona saygı duymamak, sünnet ve hadislerine uymamak, risâletini inkara yeltenmek Allahı inkardır ve Ona inanmamaktır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) haşa kendisinden birşey söylemiyor ve kendisinden birşey söylemediğinin isbatı şudur ki; Allahü Zülcelâl Habibini bu gibi töhmetten iftiradan kurtarmak için Kur’anı azimü’ş şanında:

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى { إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى

(Necm / 3-4)

“O arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” Arzu ve hevesine göre konuşmaz buyurup habibinin hevâsından konuşmadığını tasdik ediyor. Söylediği sözler ve hadisler kendi nefsinden hevâsından değildir. Tamamen vahy kısmındandır. Allahü Zülcelâl Habibini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) burada be’rat ettiriyor. Bu gibi töhmet ve iftiralardan kurtarıyar. Asla kendi hevâyi nefsiyyesinden konuşmuyor. Mutlaka Allahü Zülcelâl tarafından mâlûmât veriliyor. Ama Cibril (as) vasıtasıyla ama doğrudan doğruya vahy yoluyla geliyor da konuşuyor. Kendisinden hükümler çıkarıyor da değil. Kur’anı Kerim kendisine nâzil olmuş ise de, Kur’an mücmeldir. (Kısa ve az sözle anlatılmış, öz) Mufassal (uzun açıklanmış) değildir. Tafsilatlı değildir.

Hatta bazı kimseler “Biz, Kur’anda buluruz” demişler. Kur’anda hangisini bulacaksınız? Mesela; öğlen namazının teferruatını, rekatlarını, yapılması gerekenleri, oruç, hac, zekât vs. hakkındaki teferruatın hangisini bulabiliyorsunuz? Kur’anda bulunda gösterin bakalım. Bulabiliyor musunuz ki “Bize sadece Kur’an yeterlidir” deyip de sünnetine ve hadisine bağlanmıyorsunuz? Bu nasıl mümkündür? Üstelik Allahü Zülcelâl bizzâtihi Habibinin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetkili ve salahiyetli olduğunu bildirirken. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) her emri mutlaka yapılır nehyide asla yapılmaz. Neden mi? Bakınız Allahü Zülcelâl ne buyuruyor?

مااتاكم الرسول فخذوه ومانهكم عنه فانتهوا

“Rasulüm sizlere ne getiriyorsa ne emrediyorsa hemen sahib olunuz yerine getiriniz emrine itâât edib işleyiniz. Bir şeyi de yasaklayınca ictinab ediniz ve asla yapmayınız.” Yâni söylediklerine harfiyyen uyunuz. Dikkât ediniz Allahü Zülcelâl Habibi Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mertebesini, kıymetini, değerini ve hukukunu açıkça ilân edib hakkında bize açık seçik malûmât veriyor. Bunda şüphe edecek şudur, budur diyecek bir şeyde asla yoktur. Habibine karşı saygılı ve edebli olmayı getirdiği emir ve nehiylere sahib olmayı emrediyor ve ilân ediyor. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hiç bir şeyi kendi nefsinden hevasından getirmiyor. Allahü Zülcelâl tarafından gelmektedir. Diyebilirsiniz ki peki, birileri çıkıp da dinlemezse Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) safdışı görürse hadislerini vs. yok sayarsa ne olur? Ne mi olur, bakınız âyet-i celilede:

وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا

 (Nisa / 14)

“Kimde Allaha ve peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, Onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar, Onun için rüsvay edici, aşağı düşürücü bir azab vardır.”

Allahü Zülcelâl kendisine ve Rasulüne karşı isyankâr olan hududunu aşan kimsenin varacağı yeri ilân etmiştir. Allahü Zülcelâlin ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hududlarını çiğneyen ve aşan bir kimse ki ister inkâr edip isyan etsin ama aşırı gidip azgınlık yapsın, herhangi halde olursa olsun cehennemde ebedî olarak sonsuz kalırlar. Halidine (sonsuz daim, ebedi) cehenneme girip de hiç çıkmayacak kimseler olurlar. İşte Kur’an hükümleri.

Kardeşlerim, bu kimseler gerçekten Kur’ana değer vermiş ve kendisini ona bağlamış olsaydı zâten Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadis ve sünneti seniyyesi dışında kalmazlardı. Çünkü, Allahü Zülcelâl elçisi olarak gönderdiği, emir ve hüküm ve salahiyetler verdiği resülünü dinlemeyen kimseye yâr olur mu? Bu mümkün mü, hâşâ ve kellâ...  Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetkili resülü olarak gelmiştir ve tabi’ olmakta keyfî değilde mecburi ve şarttır. Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tanımayanın sonu mutlaka esfeli safilindir. Başka hiçbir yolu yoktur bunun.

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا

 (Nisa / 115)

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”

Muşakkaka yâni, muhalefet yapacakları takdirde doğru cehennem... İster Allahü Zülcelâle ister resülüne isterse ikisine isyan etsin aynı şeydir ve doğrudan cehennemi boylar. Allahü Zülcelâlin gönderdiği Habibim buyurduğu resülüne saygı duymayıp da Allahü Zülcelâle saygı duyuyormuş bu geçerli olur mu?

Allahü Zülcelâl Gayyurdur Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı olan nahoşluk hallerini asla kabul etmez.

ان الله غيور يحب الغيور

“Şüphesiz ki Allah gayyurdur ve gayyurları sever.” Böylesine elçisini gönderecek te beşerriyetin içinden seçilmiş tek Habibi olarak nahoş şeyler söylenmesine haşa rıza mı gösterecek sanıyorlar? Evet, diğer elçileri de harika şahsiyetlerdir ayrı güzellik ve özellikleri vardır. Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) beşerriyet içinde bir tâne olup emsâli yoktur. Çünkü, risâleti umumîdir. Yâni Âdemden (sa) kıyamete kadar gelip geçecek olan tüm insanlık aynı vakitte gelmiş olsalar Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hükmü altına girerler. Diğer resul ve nebilerde Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tabi’ naibler olurlardı. Biz söylemiyoruz Kur’an ilân ediyor. Ama nerede insaf ehli olupda araştıracak?

Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) emirlerine muhalefet etmeme hususunda âyet-i celilede:

فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَنْ تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

 (Nur / 63)

“Bunun için, peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahud kendilerine acıklı bir azab isabet etmekten sakınsınlar.”

Hazer etsinler, sakın ha sakın emirlerine muhalefet etmesinler diye Allahü Zülcelâl uyarıyor ki eğer emirlerime muhalefet ederlerse hem fitney-i âzimeye düçâr olup düşerler hem de şiddetli ve elim bir azabı çekmeyi hakederler. Zira, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) insanların tümüne resul olarak gönderilmiştir. A’raf süresi 158. inci âyetinde de risâletinin umumî olup, nasın kâffesine gönderildiğini ilân eder. “De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir, o öldürür. Öyle ise Allah’a ümmî Peygamber olan Rasulüne -ki O, Allah’a ve O’nun sözlerine inanır.- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.”

Başka bir âyet-i celilede ise:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا

 (Sebe’/28)

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve yarıcı olarak gönderdik...”

Senin risâletinin nasın tamamına hatta ki Rasulullah resulü’s sakaleyn olup insanlara ve cinlere de resüldür. Çünkü yarın mahşerde de genellikle Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tezi yürür. Ve herkes Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhtaçtır. Cinlerde yaratılmış ve onlarında müslüman olanları vardır. Ahkaf ve Cin sürelerinde anlatılıyor.

Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Cinlere Er-Rahman süresini okudumda kendilerinde bir acayiblik, coşkular ve ağlaşmalar ve feveran etmeler oldu. Sizlere de okudum da sizlerde öylesine bir heyecan göremedim.” Buyuruyor. Demek ki cinler çok daha fazla heyecanlanıp bilhassa “öyle iken rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız” geldikçe acayip hallere düşüp ağlaşmışlardır.

Bu hususlarda da hadis pek çoktur ama hadise kendilerini bağlamıyorlar ki, evvela İslâm dairesine girebilmeleri için Allah ve Rasülüne birlikte inanmaları şarttır. Hadisi şerifte de öyle buyuruyor. “Bir kimsenin Allah ve Rasulullaha olan muhabbeti öyle bir muhabbet ki karşısına ateşi koyupta ya bu ateşe girersin yada Allah ve Resülünü sevmiyorum dersinde kurtulursun deseler ateşe atlamayı tercih etsin” buyuruyor Aleyhisselâtü ve’s selâm. İnsan gerçekten hakiki iman ve ciddiyet sahibi olunca düşünmez bile. Nitekim Müseylemetü’l Kezzab bir müslümanı yakalayıp soruyor: Lâ ilâhe illallah Muhammede’r resulullah   ”sözümü duyuyor musun?”  “Evet duyuyorum” “Lâ ilâhe illallah Museylemetü’r rasulullah sözümü duyuyor musun?”  “Hayır, asla duymuyorum” diyor. İyice işkence yaptıktan sonra ateş yakmışlar ve içine atmışlar. Buna rağmen Hak, Haktır ki yanmamış Allahın izni ile. Ale’l hak olan hak yanmaz elbette. Allah ve Rasulune karşı bu şekilde ciddiyet, samimiyet ve fedakârlıkla muhabbet sahibi olanı Allahü Zülcelâl ateşinde yakmamıştır. O zaman etrafındakiler “bunu buralarda durdurma yoksa çok kimseler senin davandan vazgeçerler” deyince hemen onu Yemame’den çıkarmıştır. Zaman geldi Hz. Ömer (ra) devresinde bu kişiyi göstermişler ve anlatmışlar. O zaman Hz. Ömer (ra): “Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki Halilü’r Rahman’ın ateşe atılıp yanmadığı gibi ümmet-i Muhammedden de onun tezini uygulayıp inancı uğruna fedakârlık yapana kurban olayım” diyerek onu sevmiştir.

Kardeşlerim, bu hususta isbat delilleri pek çoktur. Kur’an mı dersiniz? Hadis mi dersiniz, sayısız deliller var. Bağlılığı varsa bir tanesi bile yeter. Ancak i’tikad ve inancı bozuk ve başka ise çuvalla olsa bile fayda vermez. Allahü Zülcelâl saptırdı ise ona kim hidayet edecek?


 

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: و من خالف جماعة المسلمين شبرا فقد خلع رقبة الاسلام

Hadis meâli: Kim ki müslüman camiasına bir karış muhalefet yaparsa islam hukunun dışına çıkmıştır. Boynundan çıkarıp atmıştır. Artık o hukuka sahib değildir.

 

Hadis-i Şerif:

يجيئ قوم يميتون السنة ويغلون فى الدين فعلى اولئك لعنةالله ولعنة اللاعنين والملئكة والناس احمعين

Hadis meâli: Bir kavim gelecek ki benim sünnetimi yok etmeye çalışacaklar. Niyetleri tamamen yok edib öldürmektir. Dine pek çok dalalet ve küfürde karıştıracaklardır. Hem sünnetlerimi öldürmek hem dinde bir muhalefet yaratıp bilinmedik şeyleri ortaya atacaklardır. Müslümanları sapıklığa ve küfre sevketmeye çalışacaklardır. Bu misilli kimseler Allahın, meleklerine ve insanların tamamının la’netlerine mûcib ve müstehak olsunlar.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: المتمسك بسنتى عند فساد امتى فله اجر شهيد

Hadis meâli: Ümmetimin fesada uğradığı bir devrede sünnetime sımsıkı sarılıp da onun muhafazasına ve işlenmesine çalışan bir kimseye şehid sevabı vardır. Allahü Zülcelâlin kendisine bir şehid ecri vereceğini va’dediyor.

İşte Aleyhisselâtü ve’s selâmın sünnetine karşı olan sevgi ve saygının ve sünnetiyle âmil olan kimsenin ödülü budur. Bazıları çıkıp sünnetleri öldürmek isterken karşılarında Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sünnetlerini ihya ve muhafazaya çalışan kimselere şehid ecri verileceğini ilan ediyor şükürler olsun. Allahü Zülcelâl bizlere hayatamızın sonuna kadar ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak Fırka-i Nâciye’de kılsın. Âmin.

 

Aziz kardeşlerim;

Bu haldeki kişilerle cidâli hadisle yapmak geçersizdir. Çünkü kendisini hadis bağlamamaktadır. Gûyâ, Kur’ana karşı bağlılıkları varmış, Eğer bu sözleri doğruysa saygısını isbat etmesi lâzımdır. Kur’an için ise, bu kişi bakınız neler söylüyor:

Bir tanesi Allahü Zülcelâlin halife kılacağına dair:

انى جاعل فى الارض خليفة

sorduklarında ise cevabı: “Yanlış tefsir böyle birşey olmaz” diyor. Halife kelimesi bizâtihi Allahın kelamıdır tefsir değil ki. Allahü Zülcelâl melâikelerine buyuruyor ki; “Yeryüzünde bir halife kılacağım.” Peki, bu böyle iken yanlış tefsirdir deyince ne oldu o zaman? Kur’an-ı azimü’ş şana karşı olup onu doğrudan inkârdır.

Hadis-i şerifde Kur’anın bir âyetini inkâr edenler için:

من جحد اية من القرأن فاقتلوه (فقد كفر)

Gerçi buna da hadisdir deyip bağlanmayabilirler. Kur’andan bir âyeti bile doğrudan doğruya inkara kalkışan küfre gider ve katline cevaz veriyor. Çünkü cühûd inkârdır.

Başka bir mevzu’da bize sorulan duyduğumuz bir şey:   تبت يدا ابى لهب  ile ilgili Ebi Leheb’in yerine daha güzel birşeyler konursa olurmuş. Peki eğer Ebi Leheb’i Kur’ana yakıştırmıyorsanız Kur’anda bu hususda çok benzeri vardır. Daha beteri Firavun vardır. Var, var... Kur’an Allah kelamıdır ve Âdemden (as)  kıyamete kadar bize malûmat vermiştir. İbret alsınlarda yarar-zarar ona göre bir ayar yapsınlar diye hepsinden bahsetmiştir. Kıyamet, mahşer alemi, cennet ehli, cehennem ehli anlatılmıştır. Kâfirlerin ebede’l ebedi cehennemde kalacakları “ebada” buyurulmuştur. İmanları sebebiyle cennete girenlerinde     خالدين فيها ابدًاsonsuz kalacakları anlatılmıştır. Âdemin (as) durumunu ve hadisesini, zürriyetini, evladlarının birbirlerini öldürmesini, Nuh’un (as) tufanı, İbrahim (as) devresinde Hud kavmini, Semûd kavmi, Lût kavmi, Şuayib kavmi, ve Firavun’un hallerini anlatmıştır.

O zamanlar nebileri uyarırlardı, dinlerlerse dinlerler, dinlemezlerse Allahü Zülcelâl helâk ederdi. Öyle cereyan etmiştir ve vakı’a budur. Onun için Kur’anda Musadan (as) bahsediliyorsa mutlaka Firavun da anlatılmıştır. “Ebi Leheb” kelimesini Kelamullahında kullanan Allahu Zülcelâldir. Bu şaşkınlar Ebi Lehebi beğenmiyorlarsa yarında Firavunu beğenmez ve istediğini yaparsa Kur’anı da yok eder. Demek masiyet işleyen Ebi Leheb’i, Firavunu vs. Kur’andan çıkaracaksın sonra da dönüp “Kur’anda yok ki” diyeceksin. Bunları Kur’anın dışına at ve sonra “Kur’anda bulun getirin” de. Kendisini müctehid zanneden bu zavallı adam birde kalkıp “Kur’ana bağlıyım Kelamullahı kabulleniyorum” diyebiliyor! Allahü Zülcelâl bizlere şuûr versin. Çünkü şuûr olmadı mı ne söylediğini ne yaptığını bilmez. Ne demektir ki “Ebi Leheb kelimesini kaldırıp daha güzel bir kelime gelsin” demek? Kur’andan bir âyet inkâr etmiştir ve الجدال باالقرأن كفر    “Kur’anda cedelleşmek küfürdür.” Allahü Zülcelâlin kendisine ait olan Kur’an-ı azimü’ş şanın bir kıymet ve değeri vardır. Allahü Zülcelâl baştan sona her hadiseyi, kıyametten sonrasını dahi anlatır. Cennete cehennemde, kafir de mü’minde, yalancıda sadıkta, hepsi de gelir. Musada (as) geçer Firavunda geçer. Ancak hepside Allah kelâmı olduğu için hepsinede harf başına 10 sevâb verir. Cömerd olan Allahü Zülcelâl kullarına böyle harf başına 10 sevâb veriyor ki okusunlar yararları olsun diye. Kelamının okunması için bir tergibtir bu 10 sevâb.

Bu kişiler bazı kelimeleri Kur’ana yakıştırmıyorlarsa bu cühûddur ve küfre girerler. Kur’anı azimü’ş şanda Zakirûn-Mezkûrun vardır. قل هوالله احد   dediğin zaman hem Allah kelamı oluşundan sıfatıdır. Hemde içinde Allahın zatı zikredildiğinden dolayı iki faziletlidir bu âyet. Ebi Leheb’i okursan sadece Allah kelamı oluşundan bir fazileti vardır. İkisindede Zakirun zikreden Allahü Zülcelâldir. Ama zikredilenler farklıdır. Birisinde Allahü Zülcelâlin zatından, diğerinde ise bir müşrikten bahsedilmekte dolayısıyla mezkûrun değişiktir. Her ikisinide okuyunca harfleri başına 10 sevab alırsın. Rabbımızın va’di budur. Yeter ki Allah, Lillah için oku. Hatta kıbleye karşı oturur abdestli olarak saygılıca okuyacak olursan İmam-ı Ali (kv) nin buyurduğuna göre 25 sevâb alırsın. Eğer manasını fehmedib, tefekkürle inceliğini, hükümlerini harikalıklarını inceden inceye düşünerek dilinle ve kalbinle olursa o zaman 40 sevâb alırsın... Namazda okunan Kur’an’a ise harf başına 100 sevâb alırsın. Bu hususda bin incelik vardır ki, bir kimse manasından bi haber bilemiyor, ayni zamanda acemîdir okurken kekeleyerek okuyabiliyor, mâhirde değil ve müşkilât içinde heceleyerek okuyorsa ama Allah Lillah için okuyorsa mâhir olandan daha fazla sevab verir ona. Çünkü zahmeti daha çok çabası ve ciddiyeti vardır. Bazı kimseler vardır ki “İyice okuyamayanlar Kur’an okumasın yanlış olursa olmaz” derler.  Bu zümreler isterler ki Kur’an okunmasında kendi kitablarını okusun halk. “Manasını bilmeden Kur’an okunmaz” diye kararlar verip düzgün okumayanlara hiç cevâz vermezler. Maksadları kendi zümrelerinin kitabları satılsın okunsun ve halk sömürülsün.

Halbuki Aleyhisselâtü ve’s selâm Allahü Zülcelâlin büyük bir lütfûnu haber verip buyuruyor ki: Kur’anı azimü’ş şanı düzgünce okuyan okur. Ancak Kur’anı okumaya aşk-ü-şevki olup yanlışlarla da olsa okumaya çalışıyor, eğitim alamamış ve dili alışmamış yanlışlarla da olsa okuyor. İşte o zaman görevli bir melek Kelamullahdan yanlış okunan kelimeleri düzeltip inzâl olduğu gibi huzura çıkarıyor. Kimse, çıkıpta; “yanlış okursan hiç okuma zarar gelir” diyemez. Çünkü, “okumak istiyorum ama yanlışlarım var” diye Allahın kelamından uzaklaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Kur’anı düzgünce okuyorsa mesele yok. Ama yanlışları olursa Allahü Zülcelâl lütfen ve merhameten melekler halketmiş onların işi yanlış okunan Kur’an kelimelerini noksanlıklarını giderip fazlalıklarını çıkarıp huzura düzgünce çıkarır. Bu böyledir ama bahsedip durduğumuz ma’lum şahıs gibileri çıkarda bizi hadisler bağlamaz derse ve hadislere inanmazsa sözümüz inananlaradır.

Bu kimseler gibi rastgele çıkıpda kelamullahı tahrif etmek kimsenin haddi ve hukuku değildir. Bir âyet dahi olsa cühûd eden kafirdir. من جحد اية من القرأن فقد كفر    Hatta tevbe istiğfar etse dahi katli had olarak gereklidir bir âyeti bile inkâr ederse...

 Kardeşlerim, Kur’an Allah kelamıdır ve azizdir. Böyle canlarının istedikleri gibi yanlış te’vil ve benzeri şeylere asla gelmez. Hâşâ bir âlet gibi oynamalarına Allahü Zülcelâl razı gelmez. 

من فسر القرأن برأيه فليتبوأ مقعده من نار

 “Kur’anı Kerimi kendi rey’ine göre tefsire kalkışan cehennemde yerini hazırlamış olur.” Allah kelamını bu şudur, şu budur gibi hadis vs. ye başvurmadan kendi akıl, mantık, tasavvur ve rey’ine göre te’vile kalkışmak asla olamaz ve Kur’an böylesi bir kişinin inhisarına giremez. Kur’anı azimü’ş şan öyledir ki; denizler tamamen mürekkeb olsa ağaçlarda kalem olsa Meleklerde yazıcı olsa künhünü (aslını, hakikatını) esâsen yazamazlar. Çünkü Kelamullahdır.

En son duyduğumuz bir şey daha... “Namazda Fatihayı bilmiyorda Arabça okuyamıyorsa meâl okusun” diyor. Haşa ve kellâ. Fatiha öyle bir fatiha ve o kadarda kıymetli ki, Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki; “Fatihayı bir kefeye koysan, Fatihasız Kur’anı da Elif-Lam-Mim’den Nas’a kadar olan kısmı 7 kerre karşı kefeye koysan dahi Fatihanın dengi olamaz.” Fatiha ümmü’l Kur’andır. Fatiha bir acayibtir. O kadarda oyuncak haline getirilemez. Fatihada Allahü Zülcelâl ile kulu arasında bir harikalık vardır. Hadis-i Şerifte:

قسمت الصلاة بينى وبين عبدى نصفين فنصفهالى ونصفها لعبدى ولعبدى ماسئل فاذاقال الحمدلله رب العالمين قال الله حمدنى عبدى فاذاقال الرحمن الرحيم قال الله اثنى على عبدى فاذاقال مالك يوم الدين قال الله مجدنى عبدى فاذاقال اياك نعبد واياك نستعين قاالله صدقت عبدى اوكذبت عبدى

Allahü Zülcelâl Fatihayı kuluyla aralarında ikiye ayırdı. Kul “Elhamdulillahirabbi’l âlemin” deyince Allahü Zülcelâl: “Kulum bana hamdeddi” kul: “Errahmanirrahim” deyince; Allahü Zülcelâl: “Kulum beni senâ etti” kul: “Maliki yevmiddin” deyince; Allahü Zülcelâl “Kulum beni temcid etti”  kul  “iyyake na’budu ve iyyâ keneste’in” deyince ise; eğer kul sadakatla söylemiş ise Allahü Zülcelâl: “Sadakta ya abdi, doğru söyledin ey kulum” buyurur. Kul doğru söylemiyor ise “kezebte, yalan söyledin” buyurur. Eğer “Sadakta ya abdi” buyurduysa arkasından gelecek istek için Allahü Zülcelâlin va’di vardır. Kul ne ister?  اهدنا الصراط المستقيم   Kul, kendisininde sırat-ı müstakim ehlinden olmasını diliyorki; Allahü Zülcelâlin ni’metiyle şereflenmiş olan kişilerin yolu olsun, صراط الذين انعمت عليهم diyor ve  غير المغضوب عليهم ولاالضالين diyerek gazabına uğramış ve dalalete düşmüş kimselerin yolundan olmasın diliyor. olmayayım diyor.

İşte Fatiha böyle bir Fatiha olup dururken okunsun mu okunmasın mı ne demek? Böyle bir Fatihayı besteleme meselesi nedir ve acaba bu kimselerin vicdanları nasıl kabullenmiştir? İ’tikad ve inançlarının Allahü Zülcelâle bağlı olduklarını söyleyenler haram olan bir çalgı ile söyleyip çalabiliyorlar. Çalgılar içinde sadece tef’e ve delbek’e cevaz verilmiştir. Oda ilan etmede kullanılmıştır. Diğerleri tamamen muharramattır. Ben 60 küsur sene evvel Erzurum ile Muş arasında bir beldeye ki adını  söylemiyeyim bir düğünde bizâtihi Fatihayı bu şekilde okuduklarına şahid oldum. Hem çalgı çalıyorlar hem de “En’amte aleyhim” kısmını söylerken “Hadicetu’l kûbrâ, Fatimetü’z Zehrâ” diye söylüyorlar. Ne zaman ki “Gayri’l Mağdubi aleyhim veladdalin”e gelince “Ebu Bekir ve Ömer’e” dönüştürüyorlardı. İşte böylesini de dinledim. Nasıl oluyorda bunlar olabiliyor?

Onun için kardeşlerim; Aziz olan Kelamullahın bazı kişilerin ellerinde ve dillerinde çeşit çeşit âlet edavat durumunda olması hiç yakışıyor mu? Herkes güya aklına göre birşeyler yapıyor. Meydanda boş ya. Halbu ise dinimizde akıl ve mantık diye bir şey yoktur. O ancak Hz. İsa (as) devresinde Sokrat ve benzerleri “bizim risâlete ihtiyacımız yok biz akıl ve mantıkımızla buluruz” demişlerdir. Nitekim bizde de günlerce dinledik ki “Bizim dinimiz akıl ve mantık dinidir” diyerekten kürsülerden hemde din adamı geçinenler ilân etti durdu. Halbuki bizim dinimiz mesned dinidir. Düşünün bir kerre Allahü Zülcelâl bizleri ayni sistem mi yaratmışdır? Hiçbir tanemiz diğerine benziyor mu? İcabında ikiz doğuyorlar asla tıpatıp benzer olamazlar.

Çünkü Allahü Zülcelâlin yaratışı fabrikasyon değil ki, bir fabrikadan çıkmış gibi tıpatıp akıl ve mantıklarımız eşit olur mu? Ne kadar insan varsa o kadar akıl ve mantık var. Peki o kadar çok sayıda da din mi olsun yani!.. Âdemoğlunun çok büyük kıymet ve değeri vardır. Onun için bir parmak izi dahi hiç biri diğerine benzemiş değildir bu ana  kadar. Bu Allahü Zülcelâlin bir hikmeti ve azametidir. Onun için her bir kişinin aklıyla mantıkıyla Kur’anı te’vile kalkışmak kesinlikle yasaktır. Aslında onları küfre eletir başka da bir şey olmaz.

 Nitekim İmam-ı Ali (kv) Abdullah ibn-i Abbas’ı (ra) Haricilerle münazaraya gönderirken: “Amucaoğlu Kur’an ile mücâdeleye girme. Çünkü Kur’an sonu olmayan bir şey. Muayyen bir şeye bağlanacak durumda olmaz. Kur’an bu, Allahın kelamı, ilmi sonsuzdur. Onlar derler ki bizimki doğru, sende dersin ki bizim ki doğru,  her ikinizde zarara girersiniz. Ama sünnet yoluyla olacak olursa o zaman onları mağlub edersin.” Buyurmuşsa da Hariciler sünnetle münazarayı kabul etmemişler “illa Kur’anla olacak” demişlerdir. Güya Haricilerde Kur’ana bağlanıyorlar. Bakın bakalım Hariciler kimdir ve nasıl Kur’ana bağlanıyorlar güya... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Harici zümresi ateşin köpekleridir. “Kilabu’n nar” buyuruyor.

Hülasa kardeşlerim; Kur’anı azimü’ş şanın o kadar kıymet, değer ve azameti var iken, “namazda nasıl olursa olsun, okuyabilirsin” diyebiliyor. İster meâl oku, ister esas duruşda dur! Bize böyle elettiler. Halbuysa:

لَا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ { تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(Vakıa/79-80)

(Ona ancak temizler dokunabilir. O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.) Bu ancak mutahhar, tertemiz kimselerin tutabileceği bir kitabdır. Cünûb yada benzer halde elle tutmayı kesinlikle yasaklıyor. Mutahhar kimdir? Namaz kılacak halde olandır. Mutahhar olmazsa namaz kılamıyor çünkü, Kur’an okuyamıyor. Cünûb olan kimse Kur’an okuması mümkün olmayınca namazda kılamıyor. Halbuki cünübkende meâl okuyabilir. Bu apaçıktır. Rabbi’l âlemin tarafından gelen bir kelamıdır Kur’an-ı Kerim. Kutsaldır ve bu şekilde basit bir kitab gibi kullanılamaz haşa ve kellâ. Kur’ana karşı olan saygısızlık sahibine karşı saygısızlıktır. Onun için kim bu cür’eti gösterip de buna kalkışacaksa artık gelecekte mâliyetinin ne olacağını kendi düşünsün.

Gelelim namaz hususunda anlattığımız gibi Allahü Zülcelâlin Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu hadis-i Kudsîsinde; “Namazda Fatihayı kulum ile benim aramda iki bölüm kıldım, biri benim biri de kulumundur”, buyuruyor. Allahü Zülcelâl Fatihanın okunmasından çok hoşlanır. Çünkü ümmü’l Kur’andır. Ehli olanın Fatihadan çıkarabileceği çok çok mana ve muhteviyat vardır. Namazda Kur’anın okunması ittifakla farzdır.

Namaz Kur’ansız asla olamaz ve böyle bir fetvâ asla verilemez. Kur’ansız namaz olsa olsa oyuncak olur. Müslümanları kandırıpta bu hale düşürmeye hiçbir kimsenin hakkı da yoktur. Meâli kim yapmış meâl halabanın işidir. Hâşâ Allahü Zülcelâlin kelamının yerini tutabilir mi? Allah aşkına düşünün bir kerre tutar mı? Düşünün de insafa gelin. Kimin bu meâl? Kim yapmış bunu? Velevki Buhari bile olsa Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisleri olmasına rağmen kelamullahın yerinde onun eşiti olamaz. Namazda Kur’an yerine hadis bile okusa olmaz iken sen nasıl olurda rastgele birisinin meâli ile namaz olur dersin? Kimbilir kimin meâlini söylüyor onu da bilemiyoruz? Esasen halabanın birisinin. Cüretkârlık yapıp söylemiştir yazmıştır ve kendi aklına, mantıkına, davasına ve mensubu olduğu fırkasının inancına göre uydurmuştur muhakkak. Onun için böylesi bir namaz İslam namazı olmaz.

Hatta, bir zaman güvenilir bir şahsiyet diyor ki: Bir kimse gelmişde “efendim Fatihayı bilmiyorum” demiş. O da o halde “meâl oku” deyince o kimse “Meâlde bilmiyorum” demiş. “O zaman meâlde bilmiyor isen hazır ol durumuna gelde şöyle bir dakika durup beklersen namazın olur” diyor. Vallahi eğer namaz kendisine kılınıyor ise bu sapık adam, tabi ki kendisi kabul edebilir. Kendisi için saygı duruşu yetebilir. Fakat, Allahü Zülcelâl için yapılacak olan bir namazda ise harfiyyen yapılması gerekenden çıkamaz ve bir açıklık da verilemez. Nasıl gerekli ise öyle kılınır. Namazda mutlaka Kur’anın olması lazımdır. Kur’anda Fatihanın okunması farzdır diyen iki mezheb vardır. Diğer ikisi ise vacibtir derler.

Kardeşlerimiz, biz bu acayiblikleri ne duyduk ne de gördük. Nasıl ki, Ebrehe Kâbenin varlığını çekemedi de Yemendeki kendi yerinde bir benzerini inşa’ etti. Fakat halk ayni seviyede bilmeyip yine de Kâbeye hücûm edince Mekke’deki Kâbeyi yıkmaya azmetti. Bu kimselerde İslam dinini bu minvâl üzere yıkmaya saldırıyorlar. Bunların hıncı; Allahü Zülcelâle mi, Rasulullaha mı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Sünneti seniyyesine mi, Hadis-i şeriflerine mi, İslam dinine mi bilemiyorum. Hınçları nereden neyesine geliyor da neleri alt üst etmek istiyorlar? İnanınki böylesi bir fitne ve fesada daha böylesi kimse cür’et etmemiştir.

Allahü Zülcelâl bizleri şerlerinden muhafaza etsin, şuûr versin, mûîn olsun, tevfikatıyla refik eylesin, cümlemizi hüsn-ü-hatimeler ihsan eylesin. Âmin.

Etraflıca düşününce görüyoruz ki esâsen dinde tahrifat için gönderilmiş başkada işi olmayan birisidir. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, Ebrehede, Kâbeye gelen gidenin çokluğunu çekemedi, müşerref ve kudsal bir yer oluşunu hafsalasına sığdıramadı da yıkmaya karar verdi geldi ve esfeli safiline gitti. Bunların sonu böyle olur.

Hali hazırda durum budur. Dinimizi yıkmak tamamen yok etmek için akla hayale gelmeyen, bu ana kadar duyulmamış,  geçmişde de o kadar fesad, felâket ve feceatlar olmuş ama böylesi hiç görülmemiş yollara başvuruyorlar. Esâsen neden ve kime karşı yaptıklarını bir türlü fehmedemiyoruz. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sünnetlerini tamamen yok sayıp hadislerine hiç bir yer bırakmamış bir kimsenin kendisi hangi fırkadan ve kimin ümmeti gerçekten belli değil.

Bu kimse Allahın kuluyum dese, o zamanda Allahü Zülcelâlin kelâmını oyuncak haline getiriyor ve saygı duymuyor. Fatiha yerine meâl oku diyor. Kendisinin mi kimin ise meâli, Allah kelâmı yerine oku diyor. Kul sözü ile Allah kelamını eşit duruma getirebiliyor. Öyle görüp öyle hükmediyor ve elbette şirk koşuyor. Allaha namaz kılacakmış da meâl okuyacakmış haşa ve kellâ. Bu kadar da dinimizi hafife almak yakışır mı düşünün bir kerre Allah aşkına...

 

اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا الاتباعه وارنا الباطل باطلا وارزقنا الاجتنابه

سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لا اله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك آمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ارحمنا.

 

 

İLK HALK EDİLİŞ (YARATILIŞ)

Bir hadisi şerif daha. Şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

عن جابر ابن عبدالله رضىالله عنه قال: قلت يا رسول الله بابى انت وامى اخبرنى عن اول شيئ خلقه الله تعالى قبل الاشياء

قال يا جابر : ان الله تعالى خلق قبل الاشياء نور نبيك من نوره .

فجعل ذالك النور يدور باالقدرة حيث شاءالله تعالى . ولم يكن فى ذالك الوقت لوح ولاقلم ولاجنة ولا نار ولاملك ولاسماء ولا ارض ولاشمس ولاقمر ولا جن ولا انسى فلما ارادالله سبحانه وتعالى ان يخلق الخلق قسم ذالك النور اربعة اجزاء فخلق من الجزء الاول القلم و من الثانى اللوح و من الثالث العرشى ثم قسم الجزء الرابع اربعة اجزاء

فخلق من الجزء الاول حملة العرشى ومن الثانى الكرسى و من الثالث بقية الملئكة ثم قسم الجزءالرابع اربعة اجزاء

فخلق من الاول السموات  ومن الثانى الارضين و من الثالث الجنة و النار ثم قسم الرابع اربعة اجزاء

فخلق من الاول نور ابصار المؤمنين ومن الثانى نور قلوبهم وهى المعرفةباالله و من الثالث نور انسهم وهو التوحيد لااله الاالله محمد رسول الله

(رواه حافظ عبدالرزاق بسند صحيح)

Hadisin kısaca meali şöyledir:

Cabir ibni Abdullah (r.a), Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile başbaşa otururlarken: Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), anam babam sana feda olsun. Allahü Zülcelâl eşyayı yaratmazdan evvel ilk olarak neyi yarattı, bana haber verir misiniz? diye bir istekte bulundu. O ara Cabir’in (r.a) babası vefat ettiğinden onun isteğini kırmayıp keyfini hoşetmek için, yerine getirmeyi esirgemedi.  Ve şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem); Ya Cabir, Allahü Teâlâ her şeyden evvel, ilk olarak senin mensubu olduğun, kendi zatının nurundan, Nebinin nurunu yaratmıştır. Her şeyden evvel.

Rasûlüllahın nurunu, kendi zatının nurundan var etmiştir. Ve bu nur öyle  cevelân etti ki kendi mülkünde, Allahü Zülcelâl’in âlemlerinde... Biliyorsunuz, 18000 âlem diye buyuruluyor. Bu nur nasıl cevelân ettiyse, nasıl olduysa onu ancak Allahü Zülcelâl bilir. Ne zaman ki, ne kadar cevelân ettiyse bu, sonunda Rabbımız mahlûkatı yaratmak murad edince, bu nuru dört bölüme ayırdı. Dört cüze böldü. Bu dördün birinci bölümünden kalemi, ikinci bölümünden levhi, üçüncü bölümünden arşı yarattı. Geriye kalan bir cüzü yani dördüncü cüzü de yine dörde böldü, kudretiyle. Bu dört cüzün birinci cüzünden hamele-i arş yani arşı yüklenen melekleri yarattı. İkinci cüzünden kürsî’yi, üçüncüsünden de diğer melekleri tamamen yarattı. Diğer bir dördüncü cüz kaldı. Tekrar bunu da dörde böldü: Birinci cüzden gökleri, ikinci cüzden yeri, üçüncü cüzden de cennet ve narı (cehennemi) yarattı. Kalan bir cüzü de tekrar dörde ayırdı. Bunun da birinci bölümünden mü’minlerin baş basiretini yani göz nurunu yarattı. İkincisinden âriflerin kalb bâsiretlerini, kalb nurunu yani mârifet nurunu yarattı. (Sadece onların kalb bâsireti açıktır.) Üçüncü bölümden Kelime-i Tevhid nurunu yarattı. Yani kelime-i tevhid’den nefret etmeyip de ona üns ve muhabbet duyuyorsa, bu ünsten meydana gelen nuru yarattı. Lâ ilâhe illallah Muhammedür rasûlüllahtan haz duyuyorsa…  Bu kelime-i tevhide sahip olan kişinin ne kadar hataları olursa olsun, hatalarından, günahlarından dolayı cehenneme girse de kelime-i tevhide olan üns ve muhabbetinden dolayı oradan çıkar. Hariciyye mezhebi, cehenneme giren bir kimse oradan çıkıp cennete giremez diyor. Halbuki ehli sünnet vel cemaatın kararı: (Hz. Ömer’in hutbesinde geçmiştir.) Kelime-i tevhide ünsiyet ettiyse, çıkar.

 

EHL-İ SÜNNET VEL-CEMÂÂTIN KARARI

Ehli Sünnet Vel-Cemââtın kararı:

لااله الاالله محمد رسول الله

Kelime-i tevhide ünsiyetinden dolayı bir nur sahibi ise, cehennemde ebedî kalmaz. Oradan çıkar ve cennete girer. Orada kalma süresi ise değişir, az veya çok. Bir gün, bir ay, bir sene hatta dünya ömrü kadar da olabilir. Allah bizleri korusun. Âmin.

Cehenneme gider dendi ise, bu cehennem tabakaları da aynı değildir. Şiddetli olması bakımından eşit değildir. Bu cehennemler içinde bir cehennem vardır ki bu cehennem tevhid ehlinin cehennemidir. Misâl vermek gerekirse; sefer taslarının en üstündeki tabaka gibi diyebiliriz. Bu cehennem tabakasına girenler, küfür pürüzleri giderilinceye kadar itikâdındaki bozukluk nisbetine göre orada kalır. Bu pürüzler giderilince çıkar, tadilât yapılır ve cennete gider. Yoksa bu kelime-i tevhidi getirenler, müşriklerin, kâfirlerin, münâfıkların gideceği cehenneme gitmezler. Bazı tefsir sahipleri, ki Şeyh Muhyiddin-i Arabi bunlardandır, bunların dediği gibi Cehennem sonunda kendi cehennemliğini yitirecek, icrâ ettiği fonksiyon son bulacak, şeklindeki görüşleri doğru değildir. Hâşâ. Çünkü cehennemin azabı günden güne şiddetlenir. Aynı zamanda ebedîdir. Nasıl ki cennetin nîmetleri ebedî ise, cehennemin azabı da ebedîdir. Yani tevhid ehlinin gideceği tabaka hariç, geriye kalan altı tabakası böyle ebedîdir. Bu tevhid ehlinin gideceği cehennem, sonunda cehennemliğini yitirir. Bir hapishâne düşünün ki,  umumi bir afla burada hiç kimse kalmayınca hapishâne olma meziyetini yitirdiği gibi, bu tevhid ehlinin gideceği cehennem de bu misillidir. Bazılarının te’villerinin yanlışlığı buradadır. Bazı zatlar keşfiyâtları ile bu tevhid ehlinin cehennemini ve durumunu görmüş, diğer cehennemleri de bunun gibi olacak sanmışlardır. Bu yanlıştır. Ehli sünnet vel Cemaatın ittifâkına ve inancına aykırıdır, muhaliftir, asılsızdır. Allah bizi hak yoldan ve rızasına muvafık olan inanç ve amellerden ayırmasın. Âmin.

 


 

Aziz Kardeşlerim,

Cabir bin Abdullah’ın (r.a) rivâyet ettiği hadiste Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in belirtmiş olduğu mahlûkun yaratılış sırasında ilk yaratılanın Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nuru olduğunu beyân ettikten sonra yaratılanları sıralamış. Birinci sırada kalemi, ikinci sırada levhi, üçüncü sırada da arşı sıralamış. Sadece arş hakkında ûlemânın ihtilâfı vardır. Arşın bunlardan evvel yaratıldığını söylüyorlar. Bunun isbatı bakımından da sıhhat bakımından çok sıhhatli ve sağlam hadis şudur:

قال الحافظ ايويعلى الهمدانى الاصح ان العرش قبل القلم لماثبت فى الصحيح عن عبدالله ابن عمر رضىالله عنهما قال : قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم : قدرالله مقادير الخلق قبل ان يخلق السموات والارض بخمسين الف سنة وكان عرشه على الماء فهذا صريح فى ان التقدير وقع بعد خلق العرش والتقدر وقع عند اول خلق القلم

(حديث صحيح)

Bu hadis Abdullah bin Ömer’den (r.a) mervi’dir. Hafız Elhemedani, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Tirmizi ve diğer muhaddisler hadisin sahih olduğunu bildiriyorlar.

Hadisin meâli: Allahü Zülcelâl’in kaderleri takdir yönünden, proje yönünden ilk yarattığı kalemdir. Fakat kalem yaratıldığında Arş su üzerinde idi, buyuruyor.

Demek ki kalem yaratıldığında arş vardı, proje yapılıyor. Hadisi şerifte: “Allahü Teâlâ semâ ve arzı yaratmazdan 50 bin sene evvel kaderleri takdir etti. O zaman arş su üzerinde idi” buyuruyor.

Peki bu su nedir? Bu su; yine Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in nurundandır. Hadis-i Şerifte: “Sema ve arz yaratılmazdan 50 bin sene evvel mekadiri takdir etti. O zaman arş su üzerinde idi” buyuruyor. Arş su üzerinde, demek ki arştan evvel o su var. O yaratılmıştır. Nereden geliyor bu su? Bu su, Allahü Zülcelâl Habibinin cevheri mesabesinde bir şey yaratmış, bu Allahü Zülcelâl’in tensib ettiği üzere bir fevkaladeliktir. Bu yarattığı Habibinin cevherine, Allahü Zülcelâl tecelli etmiştir. Bu tecelli esnasında Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevheri tamamen su haline gelmiştir. Bu su esasen ab-ı hayat yani hayat suyudur. Bu su aslında arşın altında bir deniz mesabesindedir. Bu su Allahü Zülcelâl’in Kur’an’da buyurduğu:

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ

 (Enbiya/30)

Yani: Biz Azimüşşan her şeyi sudan hayat sahibi kıldık, âyetindeki sudan kasıt budur.

Esasen bu hayat suyu arşın altındadır. Arş bu hayat suyunun üzerindedir. Fakat, bu hayat suyu denizinden bir çeşme de cennetin kapısındadır. Peki bunun sebebi nedir? Alahü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde buyuruyor  ki:

وَإِنَّ الدَّارَ الْآَخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ

 (Ankebut/64)

Yani, Ahirette hayat temellidir. Heyevan demek, aslında cennetin kapısında bir çeşme vardır. Nasıl bir çeşme ise. Biz buna bir göl diyelim ki insanlar cennete gireceklerinde bu gölden geçerler, yıkanırlar. Cehennemden çıkıp cennete girecek olanlar da bu gölden geçerler. Mutlaka bu su ile yıkanırlar. Bu su ile yıkandıktan sonra ebedî hayat sahibi olacaklardır. Endamının teşekkülâtı bu su ile yıkandıktan sonra değişecektir. Âdeta endâm olarak Hz. Âdem’in (a.s) endâmı ki 60 arşın boyu, 7 arşın da enindedir. Hz. Davud’un (a.s) sesi, Hz. Yusuf’un (a.s) güzelliği, Hz. Eyyüb’ün (a.s) kalbi, Hz. Süleyman’ın padişahlığı, Hz. İsa’nın (a.s) ömrü, yani 33 sene, bu minvâl üzere endamı değişecek demektir. Bu değişikliğin meydana gelmesine vesile olan su, işte bu sudur, demektir.

Bu “Mâ-ül Hayat, yani hayat suyunu bu şekilde arşın altında deniz mesabesinde olduğunu, cennetin kapısında da bu sudan bir bölümün olduğunu, cennet hayatına sahip olacakların bu sudan geçeceğini, bu minvâl üzere anlatan İmam-ı Buhari’dir.

Hatta ruhlarımız da yaratıldığında bu sudan bir nebzecik de olsa nasiblenmişlerdir. Ruhlarımızın mayasında da bu sudan vardır. Bundan dolayı ruh ölümsüzdür. Esasen ruh lahûtîdir, arşîdir, bu sudan nasibi vardır.

Ama denilebilir ki Firavunun da, Ebu Cehilin de ruhu var. Bu nasıl olur?

Evet, bunların ruhları da bu sudan nasiblenmiştir. Fakat ne çare ki nefis sebebi ile ruh mağlup duruma düşmüştür. Ve o hale iletmiştir. Böyle olmasına rağmen ruh yine hayatiyetini yitirmiyor. İster cennetlik olsun, ister cehennemlik olsun, ölmez. Oradaki hayat dâimîdir.

Arşın yaratılmasına gelince, yani anlattığımız bu sudan sonraki, suyun üzerindeki arşa gelince; Arş bu mükevvenâtın merkezini, yani Âlemül Halk dediğimiz daha doğrusu melekût ve nûsut âleminin en üstü ve bu âlemleri tamamen istiâb etmiş kaplamış, ihatâ etmiş durumdadır. Böyle olduğu halde o da ibtidaîdir. O da Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in nurundandır. Proje meselesine gelince bunun ibtidâsı, başlangıcı da kalemdir. Yaratılışta sıra bu minvâl üzeredir. Bunların tamamı Rasülulah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan ve eserinden var olmuş şeylerdir.  Daha önce zikrettiğimiz hadisi şerifi bir daha zikretmek çok uygun olur kanaatindeyim. Şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

الحديث الشريف : عن سلمان الفارسى رضىالله عنه

قال هبط جبريل على النبى صلى الله تعالى عليه وسلم .

فقال ان ربك يقول ان كنت اتخذت ابراهيم خليلا

فقد اتخذتك حبيباً وما خلقت خلقاً اكرم

على منك ولقد خلقت الدنيا واهلها لأعرفهم

كرامتك ومنـزلتك عندى ولولاك ما خلقت الدنيا

(رواه ابن عساكر)

Hadis Meâli:

Selmani Farisi (r.a) hazretleri Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in yanında  otururken Cibril (a.s) bir müjde ile geliyor ve diyor ki: Ya Muhammed! Rabbin Celle ve Âlâ buyurdu ki: Habibim bilsin ki İbrahim’i Halil’im olarak ittihaz ettimse, Muhammed’i de Habib’im olarak ittihaz ettim. – Halillik bir dostluktan ibarettir, fakat habiblik çok daha farklıdır. Habiblikte hiç ayrı kalmak yoktur.- Bil ki, ya Muhammed Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor: Senden evvel ve sonra yaratılan mahlûkat içinde senden üstün hiçbir mahlûk yaratılmamıştır. En mükerremi sensin. Dünya ve dünya ahalisinin yaratılmasının sebebi, benim katımda senin kıymet, meziyet ve değerinin ne kadar fazla olduğunu bilmeleri içindir. Eğer sen olmasaydın, dünyayı da mahlûkatı da yaratmazdım, buyuruyor.

Evet, bunların yaratılmasının müsebbibi Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhu da ilk yaratılandır. Sırrı da ilk yaratılan sırdır. Velhasıl her ne olursa, ibtidâsı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseridir. Nuru olsun, ruhu olsun, sırrı olsun. Umumiyyetle. Hatta tıynetin ilk başlangıcından göğe ve yere tav’an veya kerhen geliniz denilen şey ilk olarak Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Kâlete eteyte taiin” yine Rasûlüllah‘ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseridir. Hiç kimse bu nîmetin dışında değildir. Kâinât buna minnettâr ve medyundur. Bunun dışında hiç kimse yaşamıyor. Kat’an…

 

EHLİ TAHKİK’İN RASÛLÜLLAH HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

 

Aziz Kardeşlerim,

Ehli tahkikin bu hususta birbirlerine sordukları suallerin ve cevapların neticesinde ittifâkla verdikleri karar şudur: Allahü Zülcelâl’in her şeyi yaratmasının temelinde, Cevher-i Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseri, bazen de “Heyula” diye tabir edenler vardır, diye buyuruyorlar. Bunu bir misal ile şöyle anlatalım. Bir noktayı düşünelim ve bunu ele alalım. Üzerinde hiçbir yazı olmayan bir kâğıdın üzerine konan bir nokta gibi. Her şey bu noktadan intac ediliyor (husule gelme). Kâğıdın üzerinde bir eser yokken, yani kalemin ucunu kâğıda değdirdiğimiz an kâğıtta bir nokta çıkar. Bu noktayı arzuladığımız gibi değiştirir, istediğimiz şeyleri bundan meydana getiririz. Bu noktadan istediğimiz rakam ve yazıları elde edebiliriz, elif yaparsınız, ne yaparsanız yaparsınız.

İşte bu nokta, ilk olarak Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevheridir. Cenab-ı Hak celle celelühü bu cevhere kudret ve heybet nazarıyla tecelli ettiğinde bu cevher sarsılmış, titremiş ve düşmüş, bu heybetinden dolayı da kırılmış. Bu hale gelince bundan bir harikalar var olmuş. Ve neticesi, daha evvel anlattığımız gibi Arşın altında olan ve ab-ı hayat denilen bu su, işte bu cevherden var olmuştur. Ve bütün varlıkların ibtidâsı işte bu cevherdir. Yani Cevher-i Muhammedi’dir(Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bunun daha ötesi sır kısmı…

Âyeti kerimede:

أَوَلَمْ يَرَ الّ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ

 (Enbiya/30)

buyurularak, hayatın var olabilmesini Allahü Zülcelâl suya bağlamıştır. Burada apayrı, bambaşka bir sır vardır. Bundan sonra bir de arş var. Bu arş da bu cevherin nurundan ve sırrından var olmuş. Bu minvâl üzere o da bu su üzerinde kurulmuş ve bundan sonra da kalem yaratılmış. Bu kalemin yaratılışı nurdan olduğu gibi Levh de nurdan yaratılmıştır. Bu levh, levh-i mahfuz değil. Âyette:

وَيَقُولُ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ

 (Ra’d/43)

buyurulan levhtir. Ümmül kitaptır. Yani proje levhasıdır. Bu Allahü Zülcelâl’in nezdinde arşın altında olan levhtir. Fakat bildiğimiz levh-i mahfuz göktedir. Bu anlattığımız levh, levh-i ezelîdir. Levh-i ezelîdeki mâlûmât ancak Allahü Zülcelâl’e malûmdur. Onun kudreti dahilindedir. Orada yazılı olan:

رحمتى سبقت غضبى

Rahmetim gazabımı sebk etmiştir (geçmiştir), yazılıdır. O andan kıyâmete kadar ne olacaksa, adetâ bir proje gibi orada yazılıdır. Bu minvâl üzere kalem, kader ve kazayı yazdıktan sonra ervâh alemi yaratılmıştır. Ervâh âlemi hakkında da muhakkikin- tahkik ehli, hakikât ehli- şöyle buyuruyor: Allahü Zülcelâl âlemi ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri Âlemül Emr, diğeri Âlemül Halk’tır. Zira Allahü Zülcelâl de şöyle buyuruyor:

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

 (A’raf/54)

Âyeti celilesinde Emir de, Halk da Allahü Zülcelâl’in tasarrufu altındadır. Muhakkikler Âlemül Emrin, Âlemül Halk’tan evvel olduğunu söylemişlerdir. Zira Âlemül Emr’de arş vardır. Bundan dolayı Âlemül Emr, Âlemül Halk’tan evvel yaratılmıştır. Bu meyanda Âlemül Ervah da ittifakla Âlemül Emr’dendir. Demek ki Âlemül Ervah da diğer mahlûkattan, yerden, gökten, diğer benzeri âlemlerden evvel yaratılmıştır. Daha cesetler yaratılmadan evvel yaratılmıştır ervâh âlemi… 

 

ELEST ÂLEMİ, BİRİNCİ VE İKİNCİ AHD-Ü MİSÂK

Peki Ervâh âlemi yaratılırken ilk yaratılan ruh hangi ruhtur, kimin ruhudur? Esasen; ilk yaratılan ruh Ruhul Azamül Muhammedî, Ruhul Azamül Akdes diye tabir edilen Ruh-u Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’dir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhundan sonra diğer ervâh yaratılmıştır. Tahkik erbaplarına göre ruhların yaratılışında, ruhlar üzerinde herhangi bir işlem yapılmamıştır. Nasıl ki yeni doğan bir çocuk fıtraten tertemizdir, iyi veya kötü, yararı – zararı var diye bir hüküm verilmez. Ruhlar da yaratılış bakımından bu minvâl üzeredir. İşte, bu ruhlar da yaratıldıklarında Arşı Âlâ’nın altında bulunan denizden ve cennetin kapısında da olan bu hayat suyundan nasiplerini almışlar ve bu sayede bu ruhların hayat durumları vardır ve ölmezler. Âhirette de hayatiyet durumları devam eder. Ebedî olan ahiret hayatında bu ruhlar hayatiyet  durumlarını devam ettirirler, hiç ölmezler. Çünkü, ahiret hayat yeridir. Âyette de şöyle beyan ediliyor:

وَإِنَّ الدَّارَ الْآَخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

(Ankebut/64)

 “Âhiretin hayat yeri olduğunu bir bilmiş olsalar.” İşte bu âyette de Âhiretin hayat yeri olduğu açıkça belirtiliyor. Âhirette ebediyen yaşayacak olan bu ruhlar yaratılışlarında, ilk yaratıldıklarında birbirlerine karşı herhangi bir farkı olmayarak eşit olarak yaratılmışlardır. Tasavvuf erbâbının ve bazı ehil zâtların, bu ruhların yaratıldıkları an hakkında buyurdukları şudur: Diyorlar ki, Âlemül Ervâh yaratıldığında Allahü Zülcelâl İsrafil’e (a.s) bütün ruhların hazır olması için bir nidâ emri vermiştir. Ruhların ictimâ’ı için Hz. İsrafil’in (a.s) bu nidâsından sonra Allahü Zülcelâl Rububiyetini, kudretini ilân etmek üzere:

أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ

 (A’raf/172)

diye buyurmuştur. Bu Allahü Zülcelâl’in ruhları imtihanıdır. İsrafil’in sa’k durumu nidâsından sonra ruhlar hazır ve ictimâ’ durumunda iken bu hitâb karşısında ruhlar çok değişik hallere gelmişlerdir. O ilk yaratılışlarındaki eşitlik değişip tamamen aralarında ayrıcalık doğmuştur. Bu “Elestü Birabbiküm” hitâbı karşısında ruhlar nezih, pâk olanlar ayrı, inkâra meyli olanlar da ayrı bir hal almıştır. Çünkü ruhlar aynı halde olup o eşitlik değişmemiş olsa, o zaman ne cennet, ne cehennem olmayacağı gibi hiçbir şey de olmazdı. Tabiî ki bu ruhların içinde zulme meyilli olan, zâlimi olduğu gibi sevimli ve çok düzgün şahsiyetlerin de ruhları vardır. İtaate meyilli ruhlar olduğu gibi isyana ve küfre meyilli olanlar da vardır. Birbirlerinden seçmek lâzım. Böyle olunca bu ruhların o “Elestü Birabbiküm” hitabı karşısında eşitlikleri bozulmuştur. Bu yaratılan ruhlar bedenle birleştikleri zaman asıl işlem yapılmaya başlar. Beden ruhsuz olarak bir heykelden ibarettir. Onu işleten ruhtur. Ruh ile beden; gözleri görmeyen âmâ bir kişi ile ayakları kötürüm olan oturak bir kişi gibidirler. Âmâ olan kişi oturak olan kişiyi sırtına alır. Oturak olan, âmâ olana gidecekleri yolu gösterir, âmâ olan da onu gereken yere götürür… Birisi birinin gözü, birisi de birinin ayağı gibi olurlar. Bunlar birleştiklerinde nasıl iş görüyorlarsa, ruh ile beden de böyledir. Âmâ hiçbir şeyi görmeyip bir iş yapamadığı gibi bedensiz ruh, ruhsuz beden de bir işlem, bir icraat yapamıyor. İşte bu ruh, dünyaya gelen cesetle birleştiği zaman, bir birleşme anında bu ruh, Elest âlemindeki hali ve durumunu beraber getiriyor. Mülevvesât durumunu, inkârcı durumunu, habis durumunu veya güzelliklerini, harikalıklarını beraber getiriyorlar. Böyle olmamış olsa, neden bir çocuk daha büluğ çağına varmadan, daha tıfıl iken neden Ramazan ayında oruç tutuyor. Bu seçenek nerden? Daha sorumlu olduğu yaşa gelmeden, bir çocuk oruç tutuyor, namaz kılıyor. İyi ve güzel işler peşinde koşuyorsa, bu halleri yapmasındaki asıl hüner; işte bu elest âleminde, o devrede ruhun almış olduğu ve üzerine cereyan ettiği o halden dolayıdır. İşte bu ezel devresinde, elest âleminde “Elestü Birabbiküm” hitabı, terennümü bazı ruhlara o kadar hoş gelmiş, o hitap karşısında öylesine mest ve hayran olmuşlar; bu hitabı öylesine terennüm etmişlerdir ki, bunun karşısında aşk ve şevk ile “Belâ”, Evet, sen bizim Rabbimizsin, demişlerdir.

Bazı ruhlara da bu hitap büyük bir sıkıntı vermiştir. Bu hitaptan hoşlanmadıkları gibi âdeta nefret etmişlerdir. Fakat Cenab-ı Hakkın Elestü Birabbiküm hitâbı esnasında Cenab-ı Hakkın heybetinden dolayı istemeyerek de olsa “Belâ” demişlerdir, Belâ demiyen ruh yoktur. İşte her ruh Belâ dediği için dünyaya geldiğinde, cesetle birleştiğinde Cenab-ı Hakkın emirlerine karşı sorumlu tutulmuştur. Hatta bu ervâh âlemindeki birinci Ahd û Misak olan “Belâ” demelerinden dolayı çocukların telkini verilir. Nitekim Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem oğlu İbrahim vefat ettiğinde onun telkinini vermiştir. “Ahkâm Ussiğâr” isimli kitapta, çocuklara telkin verilir mi? diye sorulan bir soruya cevaben, “Evet verilir,” diyor. Çünkü çocuklar da ilk misâktaki Belâ demelerinden dolayı sorumludurlar, deniliyor. Fukaha da bu hususta ikiye ayrılmıştır. Bunlardan bazıları çocuk büluğ çağına gelmedikçe sorumlu değildir, diyorlar. Bazıları da çocuk büluğ çağına gelmemiş olsa dahi sorumludur. Nitekim Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) oğlu İbrahim’e telkin vermesini delil olarak ileri sürüyorlar.

Onun için evet, birinci misâk budur. Yani ervâh alemindeki birinci Belâ’dır. İkinci  misâk ise büluğ çağına geldiğinde kişinin sorumlu tutulmasıdır. Hz. Âdem (a.s) devresinde olan Elestü Birabbiküm hitâbına verilen Belâ cevâbı işte bu âhid, ikinci Ahd û misâktır. Bundan dolayı Akil baliğ olmadıkça kişi sorumlu değildir, diyenlerin delili budur. İşte ihtilâf buradan doğuyor.

Ervâh âlemi bu hal üzere olunca zaten Allahü Zülcelâl’in malûmudur. İyi ve kötü huylu kimseler belli olmuş ki Allahü Teâlâ tekrar bir imtihan sansürü olarak o ruhlar üzerine bir nur göndermiş. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bu hususta şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله عليه وسلم قال:

فأسبل عليهم من نوره فمن اصابه من ذالك النور اهتدى فمن اخطئه ضل

(قال الحاكم هو صحيح على شرط الشيخين)

Allahü Zülcelâl tarafından ruhlar üzerine bir nur gönderilmiştir. Bir imtihan olarak bu nur ruhları gezmiştir. Bu ruhların bazıları bu nura sahib çıkmış, onu candan benimsemiştir. Bu nura sahip çıkan ruhlar hidâyet bulmuştur. Fakat bu nuru benimsemeyen, ihtiyaç duymayan ruhlar da dalâlette kalmışlardır.

 

Aziz Kardeşlerim,

Ruhlar cismi lâtiftirler. Yani nuru almaya kabiliyetleri vardır. Hakimi Tirmizi’nin buyurduğu gibi: Ruhların nurdan faydalanabilme, o nuru çekebilme kabiliyetleri vardır, somurabiliyorlar, diyor.

Fakat maalesef bazı ruhlar bu Elestü Birabbiküm hitabı karşısında duydukları nefret sebebiyle tamamen mülevvesat durumuna gelmişlerdir. Bu nuru alma kabiliyetleri kırılmıştır. İstidatlarından çıkmış… Bundan dolayı zulmet içerisinde kalmışlardır, nurları olmamıştır. Kimi nurlu olmuş, kimi karanlıkta kalmış.

Bu zulmet içinde kalan ruhlar inkâra başlamışlardır. Nur tekrar alınınca, nasibi olan nurunu aldı, nasibi olmayan da karanlıkta kaldı. Zulümatta kalan ruhlar inkâra başladılar: Biz böyle Rab tanımıyoruz. Bizi getirmiş buraya ama “nesyen mensiyye” (Unutmuş, unutulduk) durumuna getirdi. Bizi unutmuş. Demek ki beceriksizdir, acizdir diye başlamışlar söylenmeye? İnkârcı bu…

Diğer nur sahibleri mübarekler (Rabbımız cümlemizi bu nur sahiblerinden kılsın) demişler ki Rabbımız celle celâluhu subhanehu ve teâlâ her haliyle kesin kararımız: Rabbımız Allah. Rablarını candan kabûllendiler. Böylece ikiye bölündüler. Allahü Zülcelâl, inkârcılara söylüyor: Benden ne gibi bir noksanlık gördünüz ki yetersiz diyorsunuz, inkâra kalkışıyorsunuz. Unutmuş gibi bir halin var diyorsunuz. Esasen siz nahis (uğursuz – bahtsız) kimselersiniz. Hata sizlerindir... Kalblerine mühür bastı.

Allahü Zülcelâl:

خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

 (Bakara/7)

Âyeti celilesinde de geçtiği gibi, onların kalplerine mühür bastı.

Fakat nurdan istifâde eden diğer ruhlar hakkında da:

كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ

 (Mücadele/22)

buyuruyor. Yani Allahü Zülcelâl o nur sahiplerinin kalplerine imânı yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Teyid etmiştir. Rahmetiyle, lûtfuyla, inâyetiyle…

Bir hadisi şerifte de şöyle buyuruluyor:

الارواح جنود مجندة من تعارف ائتلف ومن تناكر اختلف

Yani ruhlar (ervâh) asker gibi birbirini iyi tanır, iyi bilir. Yani ruhlar birbirini okşar bu âlemde. Ezel devresinde birbirlerine karşı tearuf (tanışma – bilişme) vaki oldu ise, birbirlerine karşı hoşgörü ve ünsiyyet peydah olmuş ise, bu dünyaya geldiklerinde de tearuf vaki’ olur. Hiç ihtilâf doğmaz, birbirlerine karşı çok hoş olurlar. Fakat ezel âleminde aralarında bir terslik, bir zıtlık, bir tenakür (tanımamazlıktan gelmek) vaki olur ise bu dünyada da bunların arasında ihtilâf doğar. Bunlar tamamen ezel devresindeki bir seçenektir, vakı’adır.  Hayyam İbni Haram, Üveysi çok aradı. Üveys bir çay kenarında sırtı dönük olarak abdest alıyordu. Halktan uzlet eder, kaçardı.

Selâm verdiğinde dönmeden:

- Ve aleykümüsselâm ya Hayyam ibni Haram dediğinde,

- Efendim, beni tanımıyorsunuz, ismimi nerden bildiniz? der.

Hz. Üveysî:

- Ervâh âleminde ruhlarımız tanışıktır, buyuruyor.

 

Aziz Kardeşlerim,

Allahü Zülcelâl sübhanehü ve teâlâ; artık ayrım yapıldıktan sonra Habibine özel olarak, her şeyin ilk başlangıcı Habibinin eseridir.

Her şeyin başlangıcının Habibi’nin sallallahü aleyhi ve sellem nuru olduğunu söylemiştik. Onun ruhu, onun sırrı olduğunu, onun cevheri olduğunu izah etmeye çalıştık. Bu vesile ile şunu da kaydetmek gerekir. 

لااله الالله

Bu Tevhid akidesi, Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisine tecelli eder. Rububiyet, Allahü Zülcelâl’in sıfatıdır. Fakat, uluhiyyet, vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’in zatıdır. Habibine vaki olan tecelliyat, zatının tecelliyatıdır. Yani, Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzerine vaki olan Zatının tecelliyatıdır. Tabiî ki seçenek yapılmış, birinciliği almıştır mübarek. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bununla şerefleniyor ve öylesine nurlanıyor ki Zâtî tecelliyat ile diğerleri üzerinde âdeta bir Güneş hükmüne geliyor. İşte iki cihanın Güneşi denmesi bu zâtî tecelliyat olduğundandır. Bu tecelliyat tabiî ki şuhûden olan tecelliyattır. Dolayısıyla Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tüm kâinat için bir vasıta olmuştur. Zira Mevlüdi Şerif’te de denildiği gibi: Zatını mir’at edindim zatıma. Bu çok muazzam bir cümledir. Bundan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi zatını zatına mir’at edinmiş, ruh halinde iken bu tecelliyat vaki’ olmuştur. Ama diğer Enbiya’ya bu tecelliyat vaki’ olsaydı kesinlikle tahammül edemezlerdi, güçleri yetmezdi. Allahü Zülcelâl zatının tecellisi karşısında dayanabilme kabiliyetini Habibinden başka kimseye vermemiştir. Bu kabiliyet ve istidadı sadece Habibine verince, Habibi üzerine tecelli etmiştir. Bu tecelliyattan sonra Habibinin vasıtalığıyla diğer enbiya’ya yansımıştır bu tecelliyât. Âdeta Habibullah sallallahü aleyhi ve sellem bir trafo mesabesindedir. Diğer enbiyaya bu tecelliyâtın yansıması, dağılması Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıtasıyladır. Bu vasıta olma, trafo olma kabiliyetine, bu tecelliyatta ayna olmaya bir başkası katlanamaz. Ondan başka ayna da yoktur. İşte Habibullah’a olan bu tecelliyattan, daha sonra Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diğer nebiler, rasüller almıştır. Bu nebiler ve rasüller, Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) alacaklarını aldıktan sonra, bu nebilerin ümmetleri de kendi nebilerinden almışlardır. İşte o zaman her nebinin etrafında bulunan kimseler, tamamen o nebiye ümmet oldular, takdir budur. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) etrafında olanlar,  ona mest ü hayran olanlar da Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti oldular. Tabiî bu Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) etrafında olanlar nebi mesabesinde değil, sadece onun ümmetidir bunlar. Ancak, o ümmetin de kendi aralarında farklı durumları vardır. Hepsi aynı seviyede değil. Bunların içlerinde öylesine zatlar oldu ki bir nebiye mirasçı olacak derecede güçlü, âdeta bir nebi gibi etrafında bir cemaat, bir ümmet toplayabilecek kadar maharetli. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

العلماء ورثة الانبياء

buyurması bu meseledir. Diğer enbiya ve rasüller, Rasüllulah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından alacaklarını aldılar. Bu nebilerin ümmetleri de kendi nebilerinden aldılar. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olan bazı seçkin, yetişkin zatlar da enbiya mirasçıları gibi Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından aldılar. Ancak diğer nebilerin alacaklarını aldıkları ayna ile Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olup da Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından alan zatların aldıkları ayna aynı değildir. Enbiyanın aldıkları ayna çok farklı ve değişiktir. Bu ayna enbiya aynasıdır. Fakat diğeri ise evliya aynasıdır. Bir veli velâyet makamlarının zirvesine ulaşmış olsa dahi, bu veli Hz. Sıddık (Hz. Ebubekir) bile olsa, en edna bir nebinin, en alt derecesine bile ulaşamaz. En yüce, en yüksek makamdaki bir veli, en küçük derecedeki bir nebinin vasfına kavuşamaz. Zira velâyetin zirvesi, nihâyeti, nübüvvetin en alt derecesi bile değildir. Dolayısıyla bu makama çıkması mümkün değildir. Çünkü nebilerin mayaları cennettendir, masumdurlar, hiç hata işlemezler. Allahü Zülcelâl onları masum olarak yaratmıştır. Toprak da onların cesetlerini çürütemez, Hz. Musa’nın namaz kıldığı gibi…

Tahkik ehlinin buyurduklarına göre: Allahü Zülcelâl’in zâtî tecellisi, bununla müşerref olma, diğer nebiler için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in vasıtalığıyla, onun aynasından yansıtmakla olmuştur. Bu nebilerin ümmetlerinden hiçbir zat için, bu tecelliyatı zât nasip olmamıştır. Bunlarınki tecelliyatı sıfatiyedir. Tecelliyatı zât yönünden asla nasipleri yoktur.

Fakat, Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine verilen şerefe bakın ki; bunların da Cenab-ı Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  nasipleri olduğu için tecelliyat-ı zat’tan bir nebzecik nasipleri vardır. Ama bu nasipleri kesinlikle enbiyanınki gibi güçlü ve görüntülü değildir. Fakat mirasçı oldukları için enbiyanınki gibi olmasa da kendi rütbe ve kabiliyetlerine göre nasiplenirler.

 

Aziz Kardeşlerim;

Âyeti celile ile isbat ediyor ki; o günkü ervah üzerindeki cari hadiseyi ve ervah üzerinde alınan ahd ü misak olduğu gibi uluhiyyet babından tecelliyat-ı zatiye yani şuhûd hali de ilk olarak Habibullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) verilmiştir. Diğer enbiya ve rasüllerin tümü Habibullah’ın liderliğini ilân etmişler, kabullenmişler. Kendi dönemlerinde bir istiklâllik durumları olduğu gibi Rasûlüllah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bulunduğu bir yerde gelmiş olsalar, tamamen onun mâiyetinde olacaklar veya niyâbet makamındadırlar. Allahü Zülcelâl onu öylesine yaratmıştır ki, diğerlerine rasüllük verdi ise de, Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) rasüllerin rasülü makamını vermiştir Allahü Zülcelâl. “Vema erselnâke illâ kaffeten linnasi besiran ve nezira” Yani nâsın cümlesine rasul olarak gönderdiğini de ilân ediyor. Esâsen ahd’ü misak alınmıştır. Tekrar yine kendilerine taahhüt etmişlerdir. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Güneş, diğer nebiler yıldızlar mesabesindedir. İşte Allahü Zülcelâl’in bu nebilerden ahd ü misak aldığının delili de şu âyettir:

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آَتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ { فَمَنْ تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

 (Âli İmrân/81-82)

Meali: Allahü Zülcelâl, vaktiyle peygamberlerden: Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! diye söz almış ve: Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? buyurmuştu. Onlar: Kabul ettik, dediler. Allahü Zülcelâl de buyurdu ki: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım. (Âyet 81)

Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir. (Âyet 82)

Bütün ruhlar içinde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhunun zat-ı tecelliye mazhar ve mir’at oluşu hususunu bir miktar açmakta fayda vardır:

Bu ruhlar arasında en mukaddes olan ruh-i Muhammedî’dir. Ruh-i Akdesdir. Allahü Zülcelâl diğer ruhlara tanıştırmak üzere, arşın altına asılan ve yakuttan olan şeffaf bir kandil içinde, âdeta bu dünyada Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) namazda kıyamda, eli bağlı bir halde takdim etti.

Hz. Âdem’in (a.s) nasıl ki beşerriyetine melekleri secdeye davet ettiyse rububiyyetini bildirmek için…

Hz. Âdem’den (a.s) önce bütün ruhlara da, ruh-u Muhammedî’ye (Sallallahu Aleyhi Vesellem) secde değil, kıymetini bildirmek üzere takdim etti… Uluhiyetini bildirmek için… İman ona baglıdır. Nebiler dahi ruh-u Muhammedî’yi kabule mecbur oldular. Bütün ruhlar için böyledir, umumîdir…

Allahü Zülcelâl ruh-u Muhammed’e tecelli etmiş, kalb-i Muhammed’e yansıma yapmış ve kalbi; Mir’at-ı Hayat olmuştur. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kalbinden başka bir kalb için bu hâl mümkün değildir. Ona güç ve değer vermiş ki Allahü Zülcelâl’in tecelliyatına ilk kez muktedir olabilmiştir. Bu tecelliyat tevhid nuru tecelliyatıdır.

Allahü Zülcelâl’in tecellisinin, Tevhid nurunun başka kalblere yansıması için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem aracıdır. Trafo misâlidir. Tecelliyat yakıcıdır. Başka kalbler tahammül edemezler, onun için bu tecelliden Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aracılığı ile faydalanmışlardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ferdî makam sahibidir.

Bu aracılık şarttır mutlaka…

İşte bu hal cereyan ederken Allahü Zülcelâl, ruhlara Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhunu görmelerini emreder, davet eder ki, Habibinin harikalıklarını görsünler ve değerini bilsinler ister. Başta nebilerin ruhları Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhundan yansıma almışlar. Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ayna mesâbesindeki kalbinden nebilerin kalbine yansıtma olmuştur. Nebilerden Ahd-ü Misak alınmıştır. Bunun dışında hiçbiri kalmaz. Saygıları vardır.

İşte; Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti ise; Nebiler gibi olmasa da Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendilerinin nebileri ve rasulleri olduğu için birinci aynadan yansıma almışlardır. İşte nebi miraşçılığı budur. Diğer nebilerin ümmetleri kendi nebilerinden almışlardır, ikinci aynadan. Bu şerefe nâil olamamışlardır.

Bütün ruhlar, ruh-u Muhammed’e bakmaklığa emredilmişlerdir. Dâvet edilmişlerdir.

Kâinatın Güneşi ve lideri olan Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyyetini görmenin yanında, timsâli vücûduna da bakmaklığa sorumlu tutmuştur. Dâvet etmiştir. Ruhlar arasında ihtilâf olmuştur. Evvelce kabul edenler mest-ü-hayran olmuşlar, kabul etmeyenler de öncesinden bir şey görmedik ki bundan ne çıkar deyip dâvete gelmemişler. Bunların nâsibleri yoktur.

İşte, bu görüşe göre insanların hayattaki halleri belirmiştir. Ne hallerde yaşayacakları ona bağlıdır. Hiç görmeyenler de kâfirlerdir.

İşte imân akidesi olan; “Lâ ilâhe illallah” ulûhiyyetinin kabulü bu görüşe bağlıdır. Nebiler dahi böyledir.

Allahü Zülcelâl ile kul arasında 70.000 hicâb nurdan, 70.000 hicab da zulmettendir. Nur, Sıfat-ı Celâlden; zulmet ise Sıfat-ı Cemâldendir. Cemâl ünsdür ve huzur verir, Celâl ise yakıcıdır, heybettir.

İşte bundan dolayı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aracı olmuştur. Ancak bu tevhid nuru yansımasından her ferd kendi kabiliyet ve istidadınca nur alabilmiştir. Bir kısmı ise görememiş ve alamamıştır. Uluhiyyeti kabul etmemişlerdir. Halbuki Rububiyeti tüm ruhlar kabul etmişlerdi “belâ” ile…

 

Aziz Kardeşlerim,

Ali İmran 81. âyeti celileyi okuduk. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ait olduğunu. Ahd-ü misak alındığını ve enbiyalar kendilerine Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yokken kitab ve istiklâl verildiyse, verilen o kitap ve hikmetlerde mutlaka Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) medh ü senası vardır. Yani bilinecek tarzda kendilerine böyle bir malûmat verilmiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s) bile Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vezirliği talebinde bulunmuştur Allahü Teâlâ’dan. Hz. İsa(a.s) da daha Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelmeden onun geleceğini müjdelemiştir. Kur’an’da açık açık izah ediliyor. Bu rasüllerin ve nebilerin tamamı Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) geleceğini biliyorlar. Çünkü ahd ü misak sahibidirler. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra bu rasüllerin hiçbirisinde istiklâllik durumu yoktur. Umumiyetle onun nusreti ve hükmü altındadır. Sayacaklar, sevgi duyacaklar, nusret edecekler, beraberce çalışacaklar, ama, mâiyet durumundadırlar. Zira O, bütün enbiyanın imamıdır. Bu imamlığı zaten Beytül Makdis’te isbat etmiştir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) makamı riyâset makamıdır, Allahü Teâlâ’ya iltica makamıdır. Hz. Âdem’den (a.s) başlamıştır iltica. Hz. Âdem(a.s) bile zelleye düşünce ilk olarak Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvurmuş ve onu vesile kılmıştır. Bu vesile ile Allahü Teâlâ, Hz. Âdem’in (a.s) duasını kabul etmiştir. Fakat bu durum karşısında Allahü Zülcelâl Hz. Âdem’e soruyor: Ya Âdem sen önce geldin, Muhammed’i nereden biliyorsun ki onu vesile kılarak bana iltica ediyorsun? Hz. Âdem şöyle buyuruyor: Ya Rabbi, bana ruh verdiğin gün gözlerimi açar açmaz Arşta ilk gördüğüm şey “Lâ ilâhe İllallah Muhammedür Rasûlüllah” idi. O  anda senin ismine bu kadar yakın olan bu ismin sahibinden daha üstün bir kimse olamayacağını fehmettim, diyor. Bundan dolayı onu vesile kılarak iltica ettim, diyor. Evet doğru söyledin ya Âdem, onun ismiyle iltica edeni affederim, buyuruyor.

Mahşer âleminde de hepimiz; enbiyalar başta olmak üzere kendisine başvurulacak tek kişi Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bu hususta daha geniş malûmat sahibi olmak isteyenler Âli İmran suresinin 80-81 âyetlerinin tefsirine bakabilirler. Bu meyanda Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in mi’racını ruhendir deyip vücûden olmasını çok görenlere de bu bir derstir. Mi’raca bedenen gitmek Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için bir mesele midir?

 

Aziz Kardeşlerim,

Mi’rac hadisesini şöyle anlatayım; Ruh yönünden fazlaca bir malûmat verildi, artık tongaya basacak bir haliniz kalmadı.

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhî yönünü anlamışsınızdır. Bu hususta mümkün olduğunca malûmat vermeye çalıştık. Umumi manada da ruh meselesini izah etmeye çalıştık. Ruhun hali, durumu, nasıl ve ne zaman yaratıldığını anlattık. Binaenâleyh bugün bazılarının ruh çağırmaları ve buna benzer şeyler hep şeytan işidir. Çünkü ruh eğer azabta ise, azab çekiyorsa, bir lâhza dahi o halden kurtulamaz. O halden çıkıp gelmeye hiçbir boş zaman bulamaz. Eğer azab içinde değilse, bir nîmet içinde ise, yüksek makamları işgal etmişse, bu gibi şeytanlıklara tevessül edip gelmez, bu gibi kimselere uyup da inmez. Bu gibi şeytanlaşmış kimseler ruh üzerinde tahakküm kuramazlar. Böyle kimselere kıymet ve değer vermeyiniz… İnanmayınız… Tenasüh ehli de tamamen kıyâmeti inkâr eden kimselerdir. Bunlar da zaten küfür üzere olan kimselerdir, âlel küfredir. Hiçbir inanılırlıkları yoktur. Bunları kısaca da olsa izah ettikten sonra Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mîracını ruhendir diyenlerin, bedenen olmaz diyenlerin görüşlerini ele alalım.

 

MÎRAC HADİSESİ

 

Kardeşlerim,

Mîrac hadisesinde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Ümmühanın evinden uyandırılır, Kâbeye getirilir. Kalb üzerinde bir işlem yapılarak mîrac’a uygun hale gelir. Burak’a binerek Mescidi Haramdan Yesrib (Medine) ve sonunda Mescid-i Aksa’ya varır. Mescid-i Aksa’ya vardığında kilitli olması gerektiği halde kapıların açık olduğunu görmüştür. Zira Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Yatarken abdestli olarak yatın. Zira ruhunuz arşa doğru yönelir. Makamı olan arşa çıkar, orada secde yapar” buyuruyor. Çünkü ruhun bir elâstikiyyet hali vardır. Makamı arştadır. Lahuti de olduğundan arşa kadar çıkabiliyor. Bu her mü’min için geçerli olabilecek bir haldir. Nerde kaldı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)… Mi’rac sadece ruhen olup bedenen mümkün değildir diyenler, ruhun mahiyetini idrak edememiş kimselerdir. Ruhen olması herkes için olabilen bir durumdur. İnsan rüyasında ruhen arşa, cennete ve daha ötelere gidebilir. Bu bir mü’min için de geçerlidir. Bu halin bir olağanüstü ve mucizevî yönü yoktur. Mi’rac hadisesinin mucizevî yönü ruhun cesed ile beraber oluşudur.

Cebrail’in (a.s) Burak’ı getirmesi, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’e gitmesi, bunlar bir gecede olabiliyorsa, Kur’an da bunu teyid ediyorsa, Beytül Makdisten ötelere niçin gidemesin. Hz. Ebubekir’e gelip: “Muhammed böyle söylüyor, buna ne diyorsun” diye sorduklarında o da: “Bunu kendisinden mi duydunuz, Beytül Maktis’e gittiğini, bunu o mu söyledi?” dediğinde, “Evet evet hiç olmayasıya… gittiğini söylüyor” demeleri karşısında, “O söyledi ise doğrudur. Beytül Maktis değil göklere dahi dese tamamdır. Bundan zerre kadar hiç şüphem yoktur” diye tasdik etmesi ve bunda Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için hiçbir zorluğun olamayacağını beyan buyurması, ruh ve cesed ile mîracın vuku bulduğuna en kuvvetli delildir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’te bütün enbiyaya imamlık yapması da sadece ruhen değil vücudendir. Nitekim; o dönemde Ebu Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret için Şam’a gittiğinde oranın meliki ile arasında bu mi’rac hadisesi ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’te enbiyaya imamlık yapması ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıfları mevzûu konuşulurken ve bunun münazarası yapılırken melikin yanında, Beytül Makdis’in ferraşı yani kapıyı açmak ve kilitlemekle, kapamakla görevli olan kişisi, “Ben o gece ne yaptımsa Beytül Makdis’in kapısını kapatamadım. Sanki üzerine duvar yıkılıp, yığılmış, basmış. Ertesi gün geldiğimde hiçbir zorlukla karşılaşmadan kapıyı kapattım” diyor. Aynı zamanda, “o akşam kapıyı niçin kapatamadığımı şimdi anladım” diye bizâtihi kendisi anlatıyor.

Beytül Makdis’ten ötesi gök âlemleri de şereflendirmiştir. Gökler de kendisinden şeref bulmak talebinde bulunup yalvarmışlardır. Yer yüzü nasıl olsa ondan şereflenmiştir. Fakat gökler bundan mahrumdu. Kıyâmet koptuktan sonra nasıl ki yer tebeddülâtı olacaksa, gökler de tamamen yok olacaktır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’i bulma imkânları mahşerde onlar için yok ki… Bu sebepten dolayı tebeddül etmeden Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile müşerref olmuşlardır. Zira her Allah’ın günü 70 bin melek Kâbeyi tavaf ederken ikindiden sonra Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyaret ederler… Hiçbir gün yok ki ziyarete gelmesinler… Bu meleklerin içinde ikinci defa ziyarete gelen bir melek de yoktur. Bir defa meleklerin çokluğuna bakınız, onun için gökler de âşık. Her gün ziyaret eden meleklerin yerine, bir sonraki gün ayrı melekler gelir.

Meleklerin çokluğundan dolayı bu hâl her gün bu şekilde cereyan eder. İşte Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âşık olan sadece yer ehli değil, gökler âlemi de ona âşıktır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mi’rac devresi, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok üzüntülü olduğu bir devredir. Bilhassa bu devrede Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) en çok ünsiyet sağladığı mûnisi olan, bütün sıkıntılı anlarında kendisine yardımcı ve destek olan çok ferasetli olan Hz. Hatice validemizin vefât ettiği devredir. Çok yalnızlık hissettiği bu devrede dâvet-i Hakk vaki’ olmuştur. Allahü Zülcelâl Habibi’ni davet etmiştir. Var edilmelerine sebep olan Habibullah ile şereflenmek isteyen bu âlemler, bu şereften mahrum edilmemiş, aynı zamanda Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da bunların tamamını görmüştür. Mevcut olan mükevvenat onun nurundandır. Zira bu varlıkların tamamının var edilmeleri ve buna sebep Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Hatta cennet dahi onun nurundan yaratılmıştır.

Hakikat erbabının deyişlerine göre: Cennet Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan yaratılmıştır. Cennetin etrafındaki meleklerin tesbihi ise salâvattır. Onlar salâvat getirdikçe cennet genişler, diye buyurmuşlardır.

Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mi’rac gecesi gök âlemlerinden geçerken, bu âlemlere giderken her gök âleminin kapısında onu bekleyenler, bu dâvet edilen kimse midir? diye soruyorlar. Evet, denilince hemen kapıları açılıyor. Buralarda her tabakanın nebisiyle, Rasülüyle görüşür. Âdem (a.s) ile görüşür, her tabakanın enbiyası ile İbrahim Halilullah’a kadar.  Netice olarak öylesine bir yere varır ki Cebrail(a.s): “Kıf Ya Muhammed” yani; “Dur, Ya Muhammed” diyor. Eğer Mi’rac ruhen olmuş olsa böyle hitap eder mi? “Kıf ya Muhammed” der mi? Ruhen olmuş olsa ona dur denilir mi? Ruh kendisi cevelan eder giderdi. Buradan gâyet açık bir şekilde anlaşıldığı gibi Mi’rac; sadece ruhen değil, ruhen ve cesedendir. “Dur, Ya Muhammed! Ben buradan öteye bir adım dahi atamam” diyor Cebrail(a.s). Bir başka rivâyette de:

ان ربك يصلى

 ”Ya Muhammed! Rabbin sana salât ediyor, namaz kılıyor..” Bunun karşısında Rabbim namaz mı kılar diye bir fikir geçiyor  Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aklından. Bu âyeti kerime de ilk olarak o devrede orada bildirilmiş ve sonra yer yüzünde  de nazil olmuştur. Âmenerrasülü de aynı şekildedir.

Âyette de buyurulduğu gibi:

هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا

 (Ahzab/43)

 “Ya Muhammed! Allahü Zülcelâl’in sizin üzerinize salâtı vardır.” Buradaki salât Allah’ın rahmeti, mağfireti, tezkiyesidir, her çeşit hayrıdır. Allahü Zülcelâl’in salâtı bu yöndedir. Yoksa Allahü Teâlâ birisine secde edecek, rükû edecek değildir, hâşâ. İşte bunların tamamı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mîracının vücûden olduğunun isbatı değil midir?. Cebrail (a.s) ile Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ayrılacaklarında Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Ya Cebrail bir talebin var mı?” diye sorar. Cebrail (a.s) da: “Ya Muhammed, huzura vardığında Rabbimden dileğim şudur ki: Senin ümmetin için fedakâr olayım, onlar sırattan geçeceklerinde kanatlarımı sereyim de senin ümmetin düşmesin, bunu taleb ediyorum, der.” Merhamete bakınız, şefkate bakınız. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e olan aşkına bakınız.

Hülâsa, Allahü Zülcelâl Habibini huzuruna alır. Amma, tabiî ki bu huzura alış dil ile anlatılacak ve tasavvur edilebilecek bir şey değil. Zira bu hali tasavvur etmek, gözümüzle kulaklarımızla bu hali misâllendirmek mümkün değildir. Bunların tamamı mahlûktur. Mahlûktan sadır olan hayal de, misâl de, dili de, duygusu da mahlûktur. Bunlarla Halikın tasavvuru mümkün değildir. Şekil veremez, bu gözle görmesi de mümkün değildir, hâşâ. Bazı şeytanlaşmış insanların “gittim, görüştüm, konuştum, takdis ettim” demeleri küfürdür. Hz. Musa gibi büyük bir peygamber dahi sesi duymakla ne hale gelmiştir, bunu biliyorsunuz. Böyle bir Peygambere dahi


 

Allahü Zülcelâl:

لَنْ تَرَانِي

 (Araf/143)

 “Beni göremezsin ya Musa!” buyuruyor. Hz. Musa dünyada iken Turi Sina’da bu gözlerle bu dünyada görmek istemiştir. Başka yönden keşfiyat erbâbı, şuhûd ehli onlar görürler, tecelliyat-ı zat sahibleridir bunlar. Fakat dünya gözü ile görmek istemiştir. Âdeta cennette görülebileceği gibi görmek istemiştir. Bu da bu dünyada muhaldir,  olmayasıya…

Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Turi Sina’da değil ki, huzur yerinde, Rabbimizin davet ettiği makama kadar çıkmıştır. Nasıl ki biz Cennete girdiğimizde  Allahü Teâlâ’yı görebilmemiz için, bu gözlerimize o nisbette nur veriliyor ki, bu nur ile Onun nurunu görebiliriz. Yoksa bu gözlerle Allahü Teâlâ’yı görmek mümkün değildir. Bu gözler Allahü Zülcelâl’in nuruna dayanamaz. Bu dünyada Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dahi baş gözüyle Allahü Teâlâ’yı görmesi mümkün değildir. Ama Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettiği makam bu görme için lâyıktır, uygundur. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) daha cennet hali vaki’ olmadan, hayattayken peşinen davet vaki’ olmuş, ikram ve ihsan olarak Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu nasib etmiştir. Tabiî ki bu huzur anlarında Allahü Zülcelâl kendisine tehiyyat- selâmlaşmadan sonra, ilmül evvelin vel ahirin’i, tamamen vermiştir. Allahü Zülcelâl, Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) varınca hediyelerini esirgemez ki… Öylesine ilimler vermiştir ki, meselâ Enbiya ilimlerinin tamamını vermiştir. Bu ilimleri verdiği gibi bu ilimlerin ketmine de mecbur tutulmuştur. Çünkü kendisinden sonra Enbiya yok ki bu ilimleri anlatsın. Onun için bu ilimlerin ketmine mecbur kılınmıştır. Çünkü hafsalaya sığmaz ki…

İkinci ilim ise evliya ilmidir.

Evliya ilminde onu muhayyer bırakmıştır. Ehlini bulursa, kalbi ve sırrı açık olan kimselere bu ilimden bahsetme hususunda muhayyer bırakılmıştır. Eğer bu ilmi fehmedecek kimseleri bulamazsa, yok ise, bu ilmi de ketmetmeye mecburdur.

Diğer bizim gibi avam kısmına ilmi ise, şeriat ve ahkâm ilimleridir. Bunlar cevarih ile ilgili olduğundan bu ilmi yaymaya mecbur kılınmıştır. Kalble alâkalı değildir… Gözle kulakla, cevârihle alâkalıdır. Bu vücûdla anlaşabilmektedir. Bu ilmi yaymaya zorunlu ve sorumludur tebliğine…

Kullarına hizmet edecek, yarar ve zararı kullarına tebliğ edecek önderdir.

İşte bu minvâl üzere Allahü Teâlâ kereminden ihsanda bulunduğu üzere huzura varır varmaz, artık huzuru hissetiği anda Ettehiyyatü’yü okuyor:

التحيات لله والصلواة والطيبات

deyince kendine göre kimsenin gitmediği, basmadığı bir davet olunca müstesna bir makam yakınlığı olunca; Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bu durum karşısında âdeta melike bir selâm gerektiği gibi ettehiyyatüyle selâmlıyor.

Kudretin sergisine o kadar yaklaşmış ki Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) selâm veriyor.

Allahü Zülcelâlden selâm gelir :

السلام عليك ايها النبى ورحمةالله وبركاته

deyince Allahü Zülcelâl, Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bakınız ne kadar azizdir, ne şefûktur, ne kadar rahimdir.

Bu selâm kendisine has (hususi) olarak gelince Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşılığı olarak:

السلام علينا و على عبادالله الصالحين

der. Yani Allahü Zülcelâl selâmını kendine aldığı gibi İbadillahissalihinle kasdettiği Buhari, Müslim, Ebu Davud ve İmam-ı Ahmed mesnedli Abdullah İbn-i Mesud’un (r.a) rivâyet ettiği hadis-i şerifte bildirildiğine göre, diğer nebilerle beraber Allahü Zülcelâl’in göklerdeki ve yer yüzündeki tüm salih kullarını dahi. Allahü Zülcelâl’in bu selâmından mahrum etmek istemiyor. Bu selâmdan meslekdaşlarını mahrum etmemiş, ortak ediyor. Gayretkeşliğine bakınız, rahmetine, ra’fetine bakınız. Bu hâl karşısında başta Cebrail (a.s) olmak üzere bütün melekler de bu merhameti ve şefkati her tarafa yaygın görünce böyle kibar, böyle lâtif hali görünce elbirliğiyle:

اشهدان لااله الاالله واشهدان محمداً عبده ورسوله

diyerekten gök ehli tamamen nere varabildiyse tamamen şehâdet etmişler… Allahü Zülcelâl’in vahdâniyyetini, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in risaletini ve abdiyyetini tasdik ediyorlar. Abdullah ibni Abbas’ın okuduğu ve İmamı Şafii’nin de ölçü olarak aldığı ve okuduğu şehâdette abduhu lâfzı yok. O sadece “Muhammeden Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diye okur. Ama Abdullah ibni Mesud’dan alınan ve İmamı Âzam Ebu Hanifeye göre yukarıda tam metin olarak yazdığımız ve içinde “Abduhu” lâfzı da olan şehâdettir.

Abdullah ibni Ömer’in hadisine göre ve İmamı Malik’in okuduğu Ettehiyyat ise:

اشهدان لااله الاالله وحده لاشريكله  واشهدان محمداً عبده ورسوله

Bu gibi ettehiyât ve şehâdet değişiklikleri rivâyet edilmiştir.

Hülâsa işte Mîrac âlemi bu minvâl üzere cerayan etmiş. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  umuma gönderilen bir peygamber olduğu için, Enbiyanın imamı ve reisi olduğundan bu ihsan ve ikramlara diğerlerini de ortak yapmıştır. Bu Allahü Zülcelâl’in selâmının sadece kendi üzerine değil, diğerlerinin de üzerine olması talebinde bulunmuştur.

İşte Bakara suresinin son âyetleri yani Amenerrasülü de mîrac âleminde verilmiştir. Hem Kur’an, hem de dua olduğundan sonunda âmin deniliyor. Bu, mi’rac âleminde Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hediye verilen nîmet-i azîmedir.

Namaz hususunda ise, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine 50 vakit namaz verilmiştir. Musa (a.s) ile karşılaşınca Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) neler aldığını soruyor. Allahü Teâlâ’nın vermiş olduğu şeyleri Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), Musa’ya (a.s) anlatıyor. O da: Ya Muhammed, bu ümmetine çok gelir. İste de Allahü Zülcelâl bunu biraz hafifletsin, vakit sayısını aza indirsin, demesi ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) istemesiyle 50 vakit namaz 5 vakte inmiştir. Bu durum karşısında sanılır ki Hz. Musa bizim için bir veli-yi nîmet olmuştur. O olmasaydı 50 vakit namaz kılacaktık. Böyle bir düşünceye kapılmak doğru değildir. Ümmet-i Muhammed olarak hiç kimseye minnetimiz yoktur. Bunun sebeb-i mucibesi şudur: Cenab-ı Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nasib olan mîrac, herkese nasib olmayan bir şeref, bir nîmet-i azîmedir. Hz. Musa bunun hasreti içindeydi. Taleb ettiği halde buna muvaffak olamadı. Bu hal hususi olarak Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için cereyân etmiştir. Bundan dolayı Allahü Zülcelâl’in huzurundan gelen, o aziz makamdan dönen, o envarı ilâhi ve tecelliyat cemâli üzerinde olan bir kimse teşrif ederken, bu mübârek zatı görünce Hz. Musa(a.s) mest ü hayran oluyor. Çünkü o bu durumun, bu halin âşığıdır. Aynı zamanda Kelimullah’tır. Elbette Kelim ile Habib bir olmaz. Habibine olan muamelesi, Kelimine olan muamelesinden çok farklıdır. Bundan dolayı Hz. Musa Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görünce ona karşı mest ü hayran oldu. Kendisiyle meşgul olmayı, onun cemâlini görmeyi istedi ve Onunla konuşmayı ve bu konuşmayı da uzatmak istedi. Çünkü Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâl’in nurunu yansıtıyordu. Hayran ü mest oldu. İşte bu hal karşısında, bu hal sahibi ile müşerref olmak için kelâmı uzattı. Ferasetini kullandı. Çok atuf ve şefûk olan Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) de defalarca gidip geldi, esirgemedi. Hz. Musa(a.s); onun her gelişinde onunla konuşmaktan mest ü hayran oluyordu. Ferasetli olduğundan bu ferasetini kullanıyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da çok lâtif, çok zarif,  çok şefkatli olduğundan, çok edepli, kibar olduğu için onu kırmıyor. Zira Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da buyurduğu gibi,

ادبنى ربى فاحسن تأديبى

Yani: “Beni Rabbim te’dib etti ve edebimi Rabbim en güzel etti. Yani edebiyatımı Rabbim verdi. Bu edebiyatımı en güzel kıldı.” Zaten Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de o halden, o huzurdan, o makamdan dönmek istemiyor. Eğer kendi elinde olsa zaten bir daha dönmeyecek. Dönmeyecek ama, O, orası için yaratılmamış ki orada kalsın. Mutlaka tekrar dünyaya gelecek. Rabbimiz celle celelühü onun bu halini bildiği için, Habibini teselli için buyuruyor ki: “Ya Muhammed, kullarımı davet et. Dünyada seni bu huzurda almış olduğun hazdan, zevkten mahrum etmem.” -Tabii ki oradaki hazzın aynısı olmaz.- Dünyada namaz kılarken o hazdan bir nebzecik veririm, buyuruyor. İşte namaz halinde iken, orada cereyan eden haller cereyan ediyor. Bilâl-i Habeşiye (r.a): “Ya Bilâl, Erihna bis-salati, yani namazla bizi rahata kavuştur” buyuruyor. Çünkü,

الصلاة معراج المؤمن

namaz mü’minin miracıdır, demesi, namaz halinde o halleri tekrar yaşadığındandır. Namaz, mü’minin miracı olduğu gibi Münâcatül Hak, yani Hakka münâcattır, buyuruyor. Zira namazda Fatiha’yı okurken Huzurullah’ta okuyormuşcasına kendinden geçen zatlar var. Cafer-i Sadık Hz.leri bunlardan biridir. Sa’ka (bayılma) olurdu, lata gibi düşer de uzun süre kendini toparlayamazdı. Öyle mübarek zatlar var ki Kelâmı, Kelâmullahı huzurunda okurcasına…

İşte, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem); Musa (a.s) dedikçe gitti, geldi. Zaten o da ayrılası gelmiyor. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) her defasında Huzurullah’a çıkmakla aldığı zevkle beraber, her gidişinde Hz. Musa’ya (a.s) kerem ve ihsanını esirgemiyor ve her gelişinde Hz. Musa’yı başka bir halde görüyor. Musa’da (a.s) mestü hayrandır…

Zira hakikatte namaz beş vakittir. Zira Ümmet-i Muhammed için bir hasene on haseneye muadildir. Beş vakit namaz da elli vakit namaz muadilidir. Çünkü Cenab-ı Hak:

مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا

 (En’am/160)

buyuruyor. Bu bir haseneye on misli sevab verilmesi Ümmet-i Muhammed’e hastır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hayrat ve bereketiyle onun çok şefkat ve merhametli oluşundandır. Bire on verdi yetmedi, bire yediyüz verdi yetmedi, bi gayri hesabı da vardır. Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun, başka ümmetlerle kıyas mı edilir? Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in başka Rasüller ile kıyası mümkün müdür?

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Namaz hususunda Hz. Musa’nın Habibullah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile her defasında konuşması ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  da Huzurullah’a gidip gelmesi ve böylesine bir gayretkeş olması, Hz. Musa’nın da Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görünme ve onunla konuşması ve Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) faydalanmasının isbatı şudur: Hakimi Tirmizi, Nevadirül Usul isimli eserinde Mîrac’ta Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyurduğunu kaydediyor:

“Ben altıncı semada Musa ile görüştüğümde Hz. Musa’yı geçince o kadar ağladı ki ve kendi kendine şöyle dediğini duydum: “Heyhat!.. İsrailoğulları Allahü Teâlâ’nın yaratmış olduğu mahlûkat arasında benim, Âdemoğulları arasında en ekrem olduğumu iddia ediyorlar, dava ediyorlar. Ama nerde bu ekremlik. Muhammed beni ekremlikte çok geçti.” buyuruyor.

Bu mübarekler çok gayretkeştirler, hepsinin de hakkı vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mi’raca kendisiyle konuşup geçerken, Hz. Musa bunu kendi kendine terennüm etmişti ve ağlamıştı.

Güyâ Ben-i İsrail, Hz. Musa’nın (a.s) en üstün bir varlık olduğunu, ondan daha üstün bir varlığı Allahü Zülcelâl’in yaratmadığını, Âdemoğlu arasında en mükerrem varlığın kendisi olduğunu söylüyorlarmış. Hz. Musa da onların kendisi için böyle söylemelerinin müsbet olmadığını görüyor. Ve en ekrem, en mükerrem varlığın Cenab-ı Rasûlüllah olduğunu söylüyor. Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gidip geldiği yeri de pekâlâ biliyor. Zira Hz. Musa’nın (a.s) kendisinin varamadığı bir yerdir. Bunu çok iyi bildiği gibi Allahü Zülcelâl’in Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimize ne kadar kıymet ve değer verdiğini de pek âlâ farketmiştir. Dolayısıyla bu hadise de pek yerindedir ve bu hadis de isbat ediyor. Şükürler olsun…

Hülâsa kardeşlerimiz; Mi’raç te’lifleri çok. Tefsirlerde de çok var. Biz muhtasar olarak mi’racın bedenî olduğunu anlatıyoruz.

Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mîrac’tan döndüğü, teşrif ettiği günün sabahında bu mi’rac hadisesini anlatırken, tabii ki halka bütün gök âlemlerine gittim dese, onu anlayamazlar ki, bilemezler ki, ancak Beytül Makdis’e gittiğini buyuruyor. Rasülulah sallallahü aleyhi ve sellem’in bir gece içinde Beytül Makdis’e gidip gelmesi, bu günkü gibi imkânlar da olmadığından binlerce km. yolun bir gecede katedilmesi, gidilip-gelinmesi, onların hafsalalarına sığmadı. Bunu iyi bir fırsat bilip, değerlendirmek için, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir yanlışını bulup onun önüne geçmek, onu zabtetmek için Beytül Makdis hakkında mâlûmât istediler. Daha önce de Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buraya gitmediğini biliyorlar, içlerinden bazıları Beytül Makdise gidip gelmişlerdi, biliyorlardı. Dolayısıyla Beytül Makdis’i vasıflandırmasını istiyorlar. Mîraca, neden Mescid-i Haramdan değil de Mescid-i Aksadan gitmiştir Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)? Bunun sebebi; Mescid-i Haram’dan göklere gittim dese hafsalalarına sığmazdı.

Ama Mescid-i Aksa’ya gidip de sonra göklere gittim deyince daha önce Mescid-i Aksaya hiç gitmediğini bildiklerinden Mescid-i Aksa’yı vasıflandır demişlerdir. Hakikaten Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da o anda biraz duraklıyor. Çünkü Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’e gidince oranın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu sayacak değil ki. Tabii ki Allahü Zülcelâl Habibini(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunların karşısında mahcub edecek değil ya. Allahü Teâlâ Beytül Makdis’i bir anda Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısına getiriyor. Ne sormuşlarsa, hangi yanını sormuşlarsa, Allahü Teâlâ o cepheyi karşısına getiriyor. Hatta Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) giderken gördüğü kervandan haber vermiş, abdest aldığı testiyi bile bildirmiş ve bu kervan Güneş doğarken Mekkeye girecek buyurmuş ve öyle de olmuştur…

Kardeşlerim, eğer bugünkü teknik olmasaydı, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu şekilde çok uzaktaki Beytül Makdis’i görmesi ve anlatması akla biraz uzak olurdu. Bugünkü teknikle bu ve benzer mûcizeleri daha iyi ve kolay anlamak ve kabul etmek lâzım. Onlar sormaya başlıyor. Kapıları kaçtır, pencereleri nedir, falan cephede ne vardır, birer birer soruyorlar. Onların her sorduğunu Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tam olarak harfiyen cevaplıyor. Onlar da bu cevaplar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risaletini ve mi’rac mucizesini kabul etmeyerek yine inkârlarına devam ediyorlar. Zira hidâyet; Hidayetullahtır. Hidâyet Allahü Zülcelâl’dendir. Bu inkârcılar bu durumdan sonra Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in en çok sevdiği, dayandığı ve yakını olan Hz. Sıddık’a (r.a) koştular. Bu hadiseyi ona anlattılar. “Senin inandığın, en çok güvendiğin Muhammed neler anlatıyor, olur mu böyle şey?” dediler. Hz. Sıddık onlara Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ne dediğini sorar. Onlar da: “Efendin bu gece Beytül Makdis’e gidip gelmiş, bu olacak şey mi, bu mümkün mü?” Hz. Sıddık(r.a) mübârek ferasetli, onları dinledikten sonra der ki: “Bu söylediğiniz, anlattığınız şeyleri bizzat kendisi söylüyor mu, ondan duydunuz mu? Bizatihi kendisinden mi duydunuz?” Onlar da: “Evet, bizatihi kendisi söylüyor” dediler. Mübarek Hz. Sıddık onlara cevaben şöyle buyuruyor: “Vallahi kendisi söyledikten sonra Beytül Makdis’e değil, göklere çıktım dese dahi zerre kadar şüphe etmem, Ona inanırım ve her buyurduğu da haktır, doğrudur.”

 

Aziz Kardeşlerim,

İşte bize düşen, kendi enaniyetimizi ortaya koymadan, Allahü Zülcelâl’in inâyetine sığınarak, zerre kadar şüphe etmeden mi’rac hadisesinin ruhen ve ceseden olduğunu tasdik etmektir. Zira bu ve benzeri Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mucizeleri itikadî meselelerdir. Rabbimiz bizleri hizlâna düşürmesin, hepimize şûûr versin, hidâyetini esirgemesin, tevfikatına refik eylesin. İnâyeti daima beraberimizde olsun. Hak olan ne ise onu bizlere müyesser eylesin. Kardeşlerim, bu mi’rac hadisesini burada noktalamak istiyoruz. Çünkü inanan insan için bu yeterlidir. Arif olana bir işaret bile kâfidir. Âmin.

 

ERVAH ÂLEMİ

Bundan sonra kısaca da olsa ruhtan bahsetmek istiyorum.

Bu hususta hemen şunu ifâde edeyim ki, bazılarının ruh hakkındaki görüşleri çok kısırdır. Zira ruhların cevelan ettiklerine inanmıyorlar. Kişi öldükten sonra ruhların tasarrufunu, irtibatını, inkâra kalkışıyorlar. Öldükten sonra ruh da bir iş yapamaz diyorlar. Sanki ölmüş olunca bir cifeden ibaret kalıyor gibi… İşte bundan dolayı bu hususta bir şeyler söylemenin fâideli olacağına inanıyoruz. Daha önceki bölümde de anlattığımız gibi ruhlar Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevherinden olan mâul-hayat, mâul-hayevandan nasiplerini almışlardır. Bundan dolayı ruhlar hayattır, yaratıldıktan sonuna kadar hiç de ölmezler. Cehenneme giren kimsenin de hayatı devamlıdır. Cennete giren kimsenin ruhu için, hayatı devamlıdır. Dolayısıyla cennet de cehennem de devamlıdır. Cennetin nîmetleri nasıl çoğalıyor ve ebedî ise, cehennemin de azabı bitmez ve azab üzerine azab fazlalaşır, devamlıdır. Zira Kur’an-ı Mübin’de Allahü Teâlâ’nın buyurduğu gibi:

زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ

 (Nahl/88)

Yani azab üzerine azabı ziyadeleştiririz. Kat be kat ziyadeleştiririz. Bazılarının dediği gibi azab son bulacak, cehennem de zamanla sona erecek diye bir şey yok, olamaz da…

Zira Allahü Zülcelâl azabı azab üzerine fazlalaştırırız, buyuruyor.

Cennetteki nîmetler nasıl ebedî ise ve fazlalaştıkça fazlalaşıyorsa, Cehennemin de azabı fazlalaşacak ve devamlı olacak. Bundan dolayı ervah âlemi hakkında biraz malûmat vermeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle…

 

Aziz Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde ervâh hakkında biraz malûmat vermiştik. Fakat, tahkik erbablarının  buyurduklarına göre mevzuyu biraz daha açmak lüzumunu hissediyoruz.

Tahkik erbâbı buyuruyorlar ki: Ervah âlemi anlattığımız gibi Alemül Emr’dendir. Alemül Halk’tan evvel var olmuşlardır. Fakat, Allahü Zülcelâl ervah âlemini yaratmazdan evvel berzah âlemini yaratmıştır. Ervah âlemini, âlemül berzah’ın içinde muayyen bir yerde yaratmıştır. Berzah âlemi dediğimiz âlem, bu yerler ve gök kabzasında, yani içinde olan âlemdir. Yani bu yerler ve gökler tamamen bu âlemin içindedir. Yerleri ve gökleri istiab eden bu âlemin alt kâdemesi süfliye gider, üst kademesi cennete ulaşır. Alt kısmı üst kısmına nazaran biraz dardır. Yukarıya doğru çıktıkça genişler. Zira gökler daha geniştir. Velhasıl gökler bittikten sonra, yani yedinci kat semadan sonra bir kubbe teşkilâtı vardır. Üzerinde bu kubbenin teşekkülâtı, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhuna, onun ruhaniyetine has bir yer olarak tayin edilmiştir. Bu kubbeye Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti tamamen gücünü verse, bu kubbe zaten buna tahammül edemez. Bu kubbede; -tam cennet değil de- cennetin az da olsa bir misali vardır. Bunların, asıl cennet tabakalarından faydalanır bir durumları vardır, vuslatları vardır. Bu durum asıl cennete girme değil de, bu berzah âleminin içinde mevcut olan bir hâldir. Bu kubbedeki, asıl cennetin bir misali durumunda olan cennetlerdir. İşte ruhlar, bu kubbeden cennetle irtibat kurabiliyorlar. Bu kubbe ancak Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için yapılmıştır. Ruhaniyeti ancak orada istikrar bulabilir. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti gâyet yaygın bir haldedir. Zira Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyyeti herhangi bir yerde sakin olamaz. Çünkü bir yerde olsa, oranın Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhuna tahammül ve kudreti yoktur, yanar. Çünkü; envârı ilâhi ve esrâr olunca, Onun ruhaniyetinin, aynı bir yerde olmasına o yer dayanamaz, yanar. Çünkü Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vücudunun gayrı, hiçbir yer, onun ruhuna muktedir değildir; ağırlığını çekemez.

Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti o kubbede yaygın bir halde olduğu gibi, maiyetinde olan bilhassa kendi devresindeki Ezvac-ı tahirat, Eshab-ı kiram, Hulefa-i raşidin ve diğerlerinin ruhlarının burada makamları vardır. Bahusus hayatta iken Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) korumak için, kelime-i tevhid, vahdaniyet uğruna şehid olmuş, cehd ü cühd etmiş, Bedir, Uhud eshabı ve benzerlerinin ruhları da oradadır. Zira bunlar müstesnâ kişilerdir. Bunlardan başka ruhların, oraya vasıl olabilmesi için o ruhun, âriflerin ruhu olması gerekir. Onlara ârif deniyor. Bu ârifler de gavsiyyet makamında, kutbu medâr ve kutbu irşad makamında olan zatlardır. Bahusus, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in mirascısı olan, Muhammedül Velâyet makamında olan zevata da Allahü Zülcelâl bu hakkı tanıyor. Habibinin yüzü suyu hürmetine bu hakkı tanıyor onlara, Allahü Zülcelâl. Diğer ruhların, 3. kat semadan 7. kat semaya kadar olan ruhların nurları gâyet güzel ve parlaktır, oraya varacak kimselerin. Şunu da hemen ifâde edelim ki; bu anlattığımız hâl, durum, berzahi bir durumdur. Bu berzah  âleminde muayyen bir makam vardır. Âdeta bir petek gibi bir durum vardır. Henüz seçenek yapılmış değil. Yani her ruha ait altlı üstlü, petek gözü gibi bir makam vardır. Henüz ruhlar bu iki makamdan birini seçmiş durumda değildir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhu istisnadır bu halden. Çünkü onun ruhunun mutlaka bir makamı vardır. Fakat anlatmaya çalıştığımız bu berzah halinde ilk olarak bütün ruhların bir ictima’, bir araya toplanma halleri vardır. Nasıl ki kıyâmet günü ruhlar davet edileceklerinde İsrafil (a.s) tarafından toplanmaları için davet ediliyorsa, bunun gibi berzahtaki toplanmalarında da ruhların hiçbir tefrika durumları yoktur. Hepsi aynıdır. Bu hitaba karşı belâ cevabını vermişlerdir. Makamları aynı olduğu gibi işgal ettikleri yer de aynıdır. Ne zaman ki ruhlar ictima haline gelince “Elestü Birabbiküm” hitâbı karşısında, ruhlar hemen iki değişik hal almış, iki kısma ayrılmışlardır. Bu iki kısımdan bir kısmı bu hitab-ı izzete karşı mest ü hayran olmuşlar, çok içtenlikle, candan, zevkle belâ demişler. Diğer kısmı da bu hitâbtan hiç hoşlanmamışlar, (arıların dumandan kaçtıkları gibi misâl verilmiş) bundan nefret ederek kaçışmışlardır. İşte ruhlar arasındaki değişiklik, farklılık o anda olmuştur. Bu hitabı içtenlikle kabul edenler o anda bir nura sahib olmuşlardır, zaten elverişlidirler de. Zira bu ruhlar lâtif ruhlardır. O nuru almaya kâbil ruhlardır. Allahü Zülcelâl’in rububiyetini kabullendiklerinden, o nura sahip olma kabiliyetleri hasıl olmuştur. Fakat daha önce de anlattığımız gibi şühûd hali ise, tamamen tevhid akidesi, imân akidesidir. Rab demek; terbiye etmek, beslemek, barındırmaktır. Şühûd hali ise, Lâ ilâhe İllallah kelimesini söylemek şühûd halidir. Allahü Zülcelâl’in Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir şühûd tecelliyatı vardır. İşte bu şühûd kısmına gelince rütbeler ayrılıyor. İnananlar arasında dahi rütbeler çok ayrılıyor. Her ne kadar bütün ruhlar istese de istemese de, içtenlikle veya nefretle belâ demişlerse de tenfiren belâ diyenler, kendi maliyetlerini o zaman ortaya koymuşlardır. Nur sahibi olanlar ve nur sahibi olmayanlar ayrılmıştır. İşte inananlar arasındaki farklılık, rütbelerinin değişik olması bu şühûd halinden sonra olmuştur. Şühûd kısmında; elestü sahiblerinin de mertebe ve meziyyet değişikliği başlamıştır. Rasüllerin rasüllüğü, nebilerin nebiliği, velilerin veliliği ve diğerlerinin durumları belirlenmiştir. Her rasülün ümmeti, her velinin cemaatı bundan sonra orada ruhen belirlenmiştir. Bu anlattıklarımız tamamen tâhkik erbâbının izâh ve beyânlarıdır, yoksa kendi kafamızdan söylemiyoruz.

Tahkik erbâbı, bu ervah âleminin ahvalini bu şekilde anlatıyorlar. İşte bu anlattığımız minvâl üzere ruhlar oradaki kendi makamlarındadır. Ancak ne zaman ki Âdem (a.s) ve diğer Âdemoğullarının ruhaniyeti bu dünyaya vücûden olarak gelir. Ruh kendisine ait olan vücûtla buluşur ve dünyadaki işlemini yapıp tekrar dönüş yaptığında berzahın makam yerleri dediğimiz 4., 5., 6. semâlardaki yerlerini az çok tesbit edebilirler. Onların makamları nurludur. Kubbedekiler ise ha kezâ yerlerini bilirler. Ancak; bu dünyaya geldikten sonra dönüş yapan ruhların tamamı oradaki eski makamlarının aynısına dönemez, evvelki gibi değil, evvelkisi ile alâkayı kesmiştir. Bu ruh sahipleri bu dünyada kendilerine bir seçenek yapacaklar. Ruhu ulvî midir, yoksa süflî midir? Ulvîsinin çeşit çeşit makamları, rütbeleri de değişik olduğu gibi süflî ruhların da çeşit çeşit azab ve süflîlikleri vardır.

 

Aziz Kardeşlerim,

İşte bu harikulâde halleri anlatan, bizlere izah eden tahkik ve keşif erbâbıdır. Eğer bu zatlar, bu izahları yapmamış olsa, durumun bu halde olduğunu nereden bilebilirdik.

Ehli Hadis erbâbı da Âlem-i Berzah’ı anlatmaya çalışmış. Ruhlar hakkında uzun uzun mütalâalarda bulunmuşlar. Bilhassa ünlü müfessir ve muhaddis Celaleddin-i Suyuti vardır, Kitabu Ruh. İbni Kayyum ve İbni Mendeh’in bu hususta yazmış oldukları kitaplar çok meşhurdur. Fakat berzâh âlemini bu şekilde izah etmek, teşekkülâtını, hadislerini anlatmak için güç ister. Bunun için basiret lâzım, baş basarıyla, gözüyle olmaz. Bir kişi, bir zat vefât edip kabre vardığı zaman, bu kabir dahi görünüşte bir çukurdan ibarettir. Öyle görünür, öyle sanarız. Halbuki Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olabileceği gibi cehennem çukurlarından bir çukur da olur, buyuruyor.

Yine Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Tanıdığın, bildiğin bir mü’minin kabrine vardığında ve yanından geçerken selâm verirseniz selâmınızı alır” buyuruyor. Bunlar uyanıktır. Bildiğin, tanıdığın biri olmasa dahi mü’min kardeşimdir diye selâm versen, o da selâmını alır, buyuruyor. Buradan da anlaşıldığı gibi beden çürüse de ruh hayattadır, yani ölmez. Ruh ölmediği gibi insanın uyruk kemiğindeki ve bir tohum mesabesindeki atomu çürümez. Bu vücûtlar içinde eğer bir vücût, Allahü Zülcelâl’in zikri ile hallolmuş, bütün mafsallarını, damarlarını Allahü Zülcelâl’in zikri ile işletmişse, gıdası tamamen zikrullah olmuşsa, icabında bu vücûd çürümez. Çünkü ârifler alıp verdikleri bir tek soluğunu, nefesini dahi boşa harcamıyor, tek nefeste bile olsa Allahü Zülcelâl’in zikrinden gafil olmuyor. Aslında insana hayatiyet veren, Allah Lâfza-i Celâlindeki ‘HE’ yani Allahü’deki ‘HÜ’ dür. Bütün canlı varlıklar her nefeste onu anar, zikreder ve hayat bulurlar. Kâfirler bile bundan hayat bulurlar. Fakat kâfirler bu nîmet-i azîmeyi fehmedemedikleri için ve nankör oldukları için bu onların lehine değil, âleyhinedir.

Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun, bu nîmet-i azîme olan “Hu”yu söylerken, yani nefes alıp verirken birisi hayat veriyor, birisi de rahat veriyor. Zirâ âyet-i celilede:

أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

 (Ra’d/28)

 “Kalpler ancak Allahü Zülcelâl’in zikriyle huzur bulur” âyeti şerifi mucibince bu ârifler de ancak Allahü Zülcelâl’in zikri ile huzur buluyorlar. İşte bu misilli kişilerin vücudunda bu Zikrullah âdeta bir kimya durumunda olabiliyor ve o vücûdu çürütmeyebilir, bu mümkündür.

Fakat ruhlar gök âleminin üstündeki kubbeye kadar gitme kabiliyetine sahiptir. Ruhlar için bu mümkündür, yürür. Onların hayatiyet durumları vardır. Ve bu ruhlar kabirleriyle olan alâkayı, irtibatı kesmezler. Yine bu mübarek zatlar buyuruyor ki: Eğer bir kimsenin ruhunun nuru fazla değilse vücûdu çürürse, icabında ruhu birinci gökte ikinci gökte olabilir. Fakat bu ruhun fazlaca nuru olmayabilir. Böyle olmasına rağmen o ruh hayattadır, ölü değildir. Ama öylesine müstesna zatlar var ki; bu zatların kabrinden varabilecekleri makama kadar bir nur direği yükselebilir. Binaenaleyh bu ruhlar kabirlerle olan irtibat ve alâkalarını hiçbir şekilde kesmiyorlar. Geleni gideni tanıdığı gibi, bu ruhlar hayrat ve bereketten hali değildirler. Gelen kimseler faydadan hali değildir. Fayda sağlarlar. Çünkü Evliyaullah’ın Allahü Zülcelâl nezdinde, Habibullah sallallahü aleyhi ve sellem nezdinde kıymet ve değerleri vardır. Fakat bazılarının yaptığı bir yanlış var, o da bir velinin ismini anarak “Ey falan, bunu ver, ya da yap” diye yalvarmalarıdır. Tabiî ki bu yanlış bir şeydir. Doğrusu olan; “Ya Rabbi sen azizsin, bu zat da senin sevdiğin kullarından bir kuldur. Velâyeti apaçık. O veli kulunun yüzü suyu hürmetine…” Allahü Zülcelâl evliyaları sever. “

“Vallahü veliyyül mü’minun ve hüve yetevelle salihun” âyeti  celileleri apaçık.

Allahü Zülcelâl sulehaların mütevellisidir, işlerine yardımcı olur.

 

NEFİS VE RUH

Kardeşlerim,

Ruh hakkında biraz malûmat vermeye çalıştık. Bu ruh hakkında bir hayli ihtilâf vardır. Kimisi nefisle ruh aynı şeydir demişler. Yani nefis demek ruh demektir, ruh demek de nefis demektir, demişlerdir. Kimileri de ruh başkadır nefis başkadır, demekle, ikisinin aynı şey olmadığını söylemişlerdir. Biz burada ihtilâflara dalıp mevzuyu uzatıp  kafanızı karıştırmayacağız. Sadece ahsen olan görüşü muhtasarca anlatmaya çalışacağız.

Nefis ile ruh memzûctur (birbiri içindedir). Misâl vermek gerekirse gül yağı ile içinde bulunan gül kokusu gibidir. Eğer o yağın içinde gül kokusu varsa, bu yağın kıymet ve değeri fevkalâdedir. Eğer bu koku olmazsa, o yağdan bu gül kokusu alınırsa, diğer yağlardan bir farkı kalmaz, tavuk yağı olur.

Peki ruh diye izah etmeye çalıştığımız bu ruhun cinsiyeti nedir? Esasen ruhun yaratıldığı yer Âlemül Emr’dir. Âlemül Emr, Âlemül Halk’ın üstünde olan bir âlemdir, bunu biliyorsunuz. Aynı zamanda ruh lahutidir, o âlemden olduğu için cinsiyeti de nurdur. Bu ruh ile beraber yaşayabilecek olan, ona yoldaşlık yapabilecek olan ancak melek ve akıldır.

Nefse gelince; nefis âlemi nasut’tandır. Cinsiyeti; anasır-ı erbaadan (Ma’î- Havaî- Turabî- Narî) narî (yani ateş) kısmındandır. Hilkıyyeti (yaratılışı) de turabîdir. Yani topraktandır. Şehvânat hali oldukça fazladır. Nefse şehvet verilmiştir, enaniyet verilmiştir, atılgandır, yırtıcıdır. Bununla birlikte yaşayacak olan da ancak şehevatiyle birlikte şeytandır. Şeytanî kısmı vesvesedir. Melekî kısmı ise ilhâmdır. İşte bu ikisi birleştiğinde, bir araya geldiğinde birbiriyle daima mücadele eder. İnsanoğlunun kalbinde iki kapı vardır. Eğer bu iki kapıdan biri açıksa, diğeri kapalı olur. Her ikisi açık olmadığı gibi her ikisi de kapalı olmaz. Bu iki kapıdan bir tanesi şeytan yoluyla, nefis yoluyla olan vesvese kapısıdır. Diğeri de melek yoluyla, akıl tedbiri ile olacak olan ilham kapısıdır. Allahü Zülcelâl bu aklı en güzel bir mahlûk olarak yaratmıştır. Çok dengeli, gayet uysal, gayet edebiyâtlı… Allahü zülcelâl öyle yaratmıştır. Çünkü imtihan etmiştir. Git, gel, şöyle böyle, öyle güzel bir kulluk yaptırmıştır ki o kadar olsun… Onun için; Allahü Zülcelâl de akla hitaben: İnsanoğlunun kıymet ve değerini seninle ölçeceğim, buyurmuştur. Eğer (insanda) ruh galib gelirse, nefsi alt ederse, o zaman o kişide hayvanî haller, şehevani haller gider, melekî durumuna gelir. Zaten bu iki halden sadece biri bulunacak olsa, o zaman ya melek olur ya da hayvan olur. Fakat bizde bu ikisi de mevcuttur. Biri galib olunca diğeri mağlûb duruma düşer. Ama, mağlûb duruma düştü diye tamamen yok olmaz, çıkıp gitmez. İşte insanoğlunun kıymet ve değeri bu yöndendir ve imtihandan geçmektedir. İnsan melek değil ki, melek olmuş olsa, o sadece kendisine emrolunanı yerine getirmekle mükelleftir, emir kuludur. İsyana kabil değildir. Onun için bir imtihan da söz konusu değildir. Melek aynı zamanda nurdan yaratılmıştır.

Hayvanî kısma gelince, bu envai çeşit yırtıcı mahlûktur. Aynı zamanda enaniyet sahibidir. Hepinizin bildiği gibi Firavun’u o hale ileten nefistir, enaniyettir. İşte bu iki halin daima mücadelesi vardır. Ruh, nefsin istek ve arzularından hoşlanmadığı gibi, nefis de ruhtan ve ruhun isteklerinden hoşlanmaz. Ulemâ bu minvâl üzere karar vermişlerdir. İnsanoğlunun kıymet ve değeri buna bağlıdır, tek taraflı olmaz. Ölçü olarak da bunu koymuşlardır. Onun için ruh hayattır  (ölmez), nefis gibi değildir. Yaratıldıktan sonra bir daha ölmez. Cennete de cehenneme de gitse bu hayatiyetini devam ettirir. Ancak sahiblerinin ileteceği yere.

Bazıları da bu ruh meselesi üzerinde durmamış. Bu hususta fazla mütalâa yapmamışlardır. Bunun sebebi de âyet-i celilede:

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلِيلًا

 (İsra/85)

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e ruh hakkında soruyorlar. Cenab-ı Hakk da: Sana ruhtan sorarlar, de ki ruh Rabbimin emrindedir. Size ruh hakkında verilen ilim azdır.

Tabii sanılır ki; Kur’an’da böyle buyurulunca Allahü Zülcelâl ruh hakkındaki ilmi Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e de kısmıştır. Ona da vermemiştir. Habibullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da ruh hakkında malûmatı yoktur. Halbuki böyle değil. Bu Yahudilere denilmiştir. Çünkü bunlar Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) imtihan edercesine ukalâlık yapmışlardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e ruh hakkında sormuşlar. Cenab-ı Hakk  da onlar hakkında böyle buyuruyor. Yani burada denilmek istenen şudur: Sizin bu ruhu anlamanıza kabiliyet ve imkânınız yoktur. Çünkü ilminiz azdır. Siz bunu fehmedecek kapasitede değilsiniz, demek isteniyor. Yoksa Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da bu hususta pek fazla bir şey bilmiyor demek değildir. Keşif ehli bile Âlem-i Berzahtaki ervâhın durumunu pekâlâ görebiliyor. Bu âyet-i celilede verilen cevab ve kasdedilen Yahudilerdir. Hatta Yahudiler bu cevab karşısında itiraz ediyorlar ve Allah bize Tevrat’ı vermiştir. En çok ilim bizdedir diye söylüyorlardı. Cenab-ı Hak da bunların bu iddialarını çürütüyor. Kehf suresinin sonunda da şöyle buyuruyor: “Bütün ağaçlar kalem olsa, bütün denizler de mürekkep olsa, bu hal tek defa değil iki defa olsa da yazılsa da yine Allah’ın ilmi bitmez. Lokman suresinde de bu durum yedi defa olsa yine Allah’ın ilmini yazamazlar, buyuruluyor. Yani bütün ağaçlar yedi defa kalem olsa, bütün denizler de yedi defa mürekkep olsa Allah’ın ilmi yazmakla bitmez. Yani Allah, ilminin sonsuz olduğunu, namütenahi olduğunu beyan buyuruyor. Zira ilim Allahü Teâlâ’nın sıfatıdır, bunun sonu olmaz ki. Allahü Zülcelâle ait olan sıfat sonsuzdur.

 

Aziz Kardeşlerim,

Nefis ile ruhun beraber olduğuna, beraber yaşadığına delil de şu âyet-i kerimedir:

وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا { فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا

 (Veş’şems/7-8)

Nefis ile ruh mezc olunca seçenek yapabilecek bir duruma getirilmiştir. Bu seçenek de ister fücur yönünden olsun, ister takva yönünden olsun. Fücur yönünü seçecek olan nefistir, şeytandır. Takva yönündeki tercihte ise ruh vardır, melek vardır. Zira takva yönünü seçerse Allah korkusuyla beraber yaşar. Akıl kendisi ile beraberdir. Böyle olunca hakimiyyet aklındır, ruhundur. Bu durumda da fısk u fücura düşmez. Fücur ve füsuk nefse aittir. Takva ise ruha aittir. Her iki yöne meyletmek de mümkündür. Hangi yöne meyletmiş se o, diğerini peşinden sürükler.

قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا

 (Şems/9)

Kimin ruh kısmı galip gelirse, nefsini alt ederse; ruh, melek ve aklın yanında yer alır da nefsini tezkiye ederse, işte o felâha kavuşur. Onun hali felâh halidir. Öbür kısmı ise:

وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا

 (Şems/10)

biliyorsunuz ki nefsin bir çok desiseleri vardır. Onun oyunbazlığı bitmez tükenmez. İşte bu yön galib gelirse; nefis, ruhu ve aklı alt ederse, işte o zaman hüsran durumunda olur. Yani iflâs durumundadır. Allahü Zülcelâl bizleri bu durumdan korusun. Âmin.

İşte nefis meselesi budur. Nefsin ağır basması, ruhu mağlûb etmesi insanı hayvanattan daha aşağı beter bir duruma sürükler. Bunu da Allahü Zülcelâl ilân ediyor...

Ruh galib gelir de nefsi mağlûb ederse, insan âdeta melek gibi olur. İşte imtihan budur. İyiyi kötüyü, hayrı şerri bilmektir. İşte insanoğluna değer verilmesi, bu tercihi yapabilme yönü olduğundandır.

Kardeşlerim, daha önce de izah ettiğimiz gibi Elestü Birabbiküm hitabı izze karşısında bütün ruhlar ama isteyerek, ama istemeyerek “Belâ” demiştir. Başka bir rab olmadığına göre, bütün ruhlar bunu kabul etmiştir, kim besleyecek? İşte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhaniyetini seçmiştir, ruhaniyetiyle tecelli etmiştir, o günde Güneş mesâbesinde olmuştur. Diğer nebiler de hidâyet yıldızları olmuşlardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhu; imânın, hidâyetin Güneşi olmuştur. Tevhid nuru budur… Her enbiyanın ümmeti kendi etrafında toplanmıştır ve kendi nebilerinden yansıtma olarak envâr-ı ilâhiden müstefid olmuşlardır. Evliyâlar ise Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendi nurundan almışlardır, ancak evliya aynası başka, enbiya aynası başka.

Bir ümmet enbiya mirasçısı olduğu zaman; mirasçı olan kimse malın tek tarafından almaz, tümüne varisdir. Bir dilenci gelse herhangi bir parça verilebilir. Ama miraşçı dediğimiz zaman vefat eden zengin babasının her varlığında payı vardır. Enbiya mirasçıları bu minval üzere mürşidlik vazifesini yapabilirler, etraflarına cemaat toplayabilirler. Enbiyaların ümmet topladıkları gibi… Enbiyaların tüm sırlarından pay almaları lâzımdır. Ancak tabiî ki enbiyalar gibi olamaz. Böyle olması lâzım ki mürşidlik yapabilsin, mürşidliğe kabiliyyet ve istidadı olabilsin.

Bunu anlatmamızın sebebi, şu ervah âleminin daha evvelden olduğunu “âlem-ül-emr”den olduğunu anlatmaktır. Neden acaba bazı kimseler var ki, hâlâ daha elestü Âdem’den (a.s) başladı demekteler?

Şimdi şöyle bir misâl verelim: Allahü Zülcelâl Âdem’i (a.s) yarattı. En güzel bir surette yarattığı Âdem(a.s), bir zelleye düştü. Bu da Allahü Zülcelâlin bir takdiridir. Zira Cenab-ı Hakk onu cennette otursun diye yaratmadı. Daha o yaratılmazdan evvel Allahü Zülcelâl:

إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً

 (Bakara/30)

buyuruyor. Yani Onu yeryüzüne halife kılacağını buyuruyor. Hz. Âdem zelleye düşünce Allahü Zülcelâl’in karşısında mahcub bir durumda iken arşın üzerinde: “Lâ İlâhe İllallah Muhammedür Rasûlüllah” yazılı olduğunu görüyor. Buna, yani Rasûlüllah ile tevessül eder. Rasûlüllah’ı vesile kılarak, “Ya Rabbi! Beni bunun yüzü suyu hürmetine affet” diye yalvarıyor. Cenab-ı Hakk da: “Ya Âdem! Muhammed henüz yaratılmış değil. Sen Muhammed’i nereden biliyorsun da onu vesile kılıyorsun?” diye buyuruyor.

Âdem (a.s) : “Ya Rabbi! Beni en güzel bir şekilde yarattın, sana teşekkür ederim, her yönü ile minnettârım. Fakat; ruh vücuduma girdiğinde gözlerimi açar açmaz arşın üzerinde yazılı olduğunu gördüm ve senin isminle beraber ismini yazdığın, sana bu kadar yakın olan zattan, senin yanında daha kıymetli birisinin olamayacağına kanaat getirdim ve onu vesile kıldım” diyor.

Cenab-ı Hakk da: “Haklısın, doğru söyledin Ya Âdem. Sen veya bir başkası olsun, izzetim ve celâlim hakkı için onu vesile kılarsa duasını reddetmem, kabul ederim” buyuruyor.

Ulemânın ittifakıyla bu şekilde istiğasede bulunulabiliyor. Eğer bu şekilde tevessülde bulunmak şirk olsaydı Cenab-ı Hakk; Âdem’e (a.s): ”Ya Âdem! Ben var iken neden Muhammed’e başvuruyorsun, demez miydi? Eğer Hz. Âdem’in (a.s) yaptığı yanlış olsaydı, Allahü Zülcelâl onu bundan menetmez miydi, elçi vasıtasıyla istemekten menetmez miydi? Dikkat edilecek olursa, Allahü Zülcelâl Hz. Âdem’ı (a.s) bundan menetmediği gibi, bu şekilde tevessül edenlerin de dualarını kabul edeceğini vadediyor.

Hatta Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem devresinde dahi bir kimsenin gözleri kör olmuş, kimsesiz biri de olduğu için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in huzuruna gelip halini arzetmiş. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da ona: “Ey falan, bu gibi bir hale müptelâ olan kimseye, Allahü Zülcelâl cenneti vâdediyor.” diye buyuruyor. Hadis-i Kutsi şöyle:

“Bir kulumu göz beliyyesiyle müptelâ kılarsam, sevgilisi olan gözlerini alırsam, bunun karşılığı cennetimdir, başka karşılık yetersizdir” buyuruyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kişiye böyle buyuruyor. Eğer sabredersen karşılığında Allahü Zülcelâl cenneti vâdediyor, diyor. Fakat o kişi hiç kimsem yok, ben senin cemaatinden de mahrum kalmak istemiyorum, gözlerimin açılması, görmesi için duada bulun diye ısrar ediyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o zaman ona şöyle buyuruyor. Git abdest al, iki rekât şükran lillah (Allah’a teşekkür namazı) kıl ve şu duaya başvurarak Allah’tan dilediğini iste, der. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona bizzat talim ettirdiği dua şudur:

اللهم انى اسئلك واتوجه اليك بنبيك محمد النبى الرحمة يا محمد انى توجهت بك الى ربى فى قضاء حاجتى هذا لتقضى لى اللهم شفعه فى بجاهه لديك

Yani “Allahım! Şu hacetimin yerine gelmesi için Muhammed’i (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vesile kılıyorum.” Burada Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıta kılıyor. Onu vesile kılarak istiyor. Ona bunu talim ettiren de Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisidir. Ona, sen hiçbir şeyi vesile kılma, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’tan iste, demiyor. İşte ulemâ ittifakla bu şekilde istiğase ve iltica câizdir, demişlerdir. Kardeşlerim, bunu çok görmeyelim. Çünkü Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıta kılan, elçi olarak gönderen bizzât Cenab-ı Haktır. Elçilerin vasıtalığı Allahü Zülcelâl tarafındandır. Bu rasülleri vasıta kılarak ilticada bulunmak neden şirk olsun. Enbiyaların elçiliği olmasa, Allahü Zülcelâlle biz mi görüşeceğiz? Hâşâ… Elçiliği vasıta kılan bizzati Allahü Zülcelâl kendisidir…

 

Aziz Kardeşlerim, bu müşkili; “Nevadirul Ûsûl” isimli eserin sahibi olan Hakimi Tirmizi, bu eserinde şu dört şey istiğase gerektiren şeylerdendir, buyuruyor. Bu dört şeyin 1.si Sultan, 2. si Kur’an-ı Azimüşşan, 3. sü İman ehli, 4.sü Kâbedir, buyuruyor. Bunların dördüne de istiğase edilir. Abdullah ibni Amr İbni (a.s) rivayet ediyor…

Sultana yapılacak istiğasedeki neden; çünkü sultan bir padişahtır. Kişinin başına bir hal gelir, mazlum duruma düşer. Bu zulümden kurtulmak için başvuracağı, yardım isteyeceği kişi elbette sultandır. Zira “sultan, padişah, Allahü Zülcelâlin yeryüzündeki bir gölgesidir” buyuruyor. Çünkü Allahü Zülcelâl bizzat gelip hüküm verecek değil. Şuraya dikkat edelim; sultan Allahü Zülcelâl’in yeryüzündeki bir gölgesidir, buyuruyor. Neden gölge: Çünkü gölge yakıcı bir Güneşe karşı, onun yakıcılığına karşı kendisine sığındığımız bir istiğase değil midir? Zulme uğradığımız zaman, haksızlığa uğradığımız zaman kime başvuracağız, yardım isteyeceğiz? Elbette sultana. İşte bu sebepten sultandan istiğase etmek câizdir, diyor.

2.si Kur’an-ı Azimüşşandır. İstiğasenin caiz olduğu dört şeyden ikincisi Kur’an’dır. Malûm olduğu üzere Kur’an hem ahkâm bakımından, hem  şifa yönünden, hem de hidâyet yönünden, velhasıl bütün yönleriyle Kur’an-ı Azimüşşan’a istiğase edilir. Zira Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor: Kur’an mü’minler için hem şifadır, hem de hidâyet nurudur. Peki buna istiğase etmeyip de, onu rehber edinmeyip de nasıl hidâyeti bulacaksın? Her ferdin aynı gücü, aynı marifeti, bilgisi yoktur. Onun için ehl-i iman kalb erbablarına istigase etmek, öncülük yapmak, hidayet yönünden aracı kılmak doğrudur. İnsan kendi başına bilemez ki.

3.si İman ehlidir. İman ehli, imân erbabı, bilmeyenlere güzel yolu tarif ederler. Hidâyet yönlerini en güzel bir şekilde gösterirler. İnsan kendi başına her şeyi tam olarak bilemez ki. İşte bunlardan yardım istemek de caizdir. İnsanın basarla göremediğini onlar basiretle görürler.

4.sü Kâbe-i Muazzama: Kâbe, mübârek bir mekân olduğu için, Beytullah olduğundan yine bununla ilticâ edersin. Bunlarla ilticâ ediliyorsa, câiz ise Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile niçin câiz olmasın?..

 

HAKİM-İ TİRMİZİ’YE GÖRE RUH

Yine Hakim-i Tirmizi Hz.leri ruh hakkında anlatırken şöyle buyuruyor: Ruhlar, Âlemül Eşbâhtan iki bin sene evvel yaratılmışlardır. Fakat ruh öylesine kutsaldır, öylesine bir değeri vardır ki, öylesine hassas yaratılmış, öylesine bir mertebeye sahibdir ki, yeter ki bu ruh nefse galib gelebilsin. Eğer nefse galip gelebilirse, melek ve akıl ile birlikte olunca, bu ruhun yapamayacağı hiçbir şey yoktur, Allahü Zülcelâlin izniyle ve inâyetiyle. Kendisinde büyük imkân ve kabiliyet vardır, yüce makamlara sahibtir, buyuruyor.

Kardeşlerim, ne çare ki bu basiretimizle ruhun bu hallerini ne görebiliyoruz, ne de fehmedebiliyoruz. Bunu Hakim-i Tirmizi kendisi de itiraf ediyor.

Bunu görebilmek bu basiret ile olmaz. Bunu itiraf ediyoruz. Ehl-i zâhir bunu bir türlü fehmedemiyorlar, ruh yönünden kat’an... Bunlar ahd ü misak olarak; Hz. Âdemin ahd-ü misak alınan devresini görüyorlar. Bundan ötesini hiç de fehmedemiyorlar.

Halbuki ehl-i tahkikin dedikleri çok daha hoşumuza gidiyor. Ve alel hak olduklarını da defalarca müşahede etmişizdir. Allahü Zülcelâl’in emmâresini de görmüşüzdür. Allahü Zülcelâle şükürler olsun. Ehl-i zahire bir sorun, âlemül berzah nedir, nasıldır, yaratılışları nedir? makamları nelerdir, eşkali nasıldır? diye… Bunların hiçbir tanesini bilmezler.

Hz. Âdem(a.s) daha henüz toprak iken, ruh bedeninin yarısında iken “Lâ ilâhe illallah Muhammedur Rasûlüllah”’ı görmüştür. Bu devre daha ahd ü misak alınmış devre değil ki. Âdem(a.s) daha hayata yeni geliyor. İşte, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bu risâlet makamı, birinci imtihan sansürünün eseridir.

Bu hususta insanı en iyi bir şekilde tatmin eden tahkik ehlinin, tasavvuf erbabının sözleridir. Buna candan inanıyorum. Ve beni tatmin ederler…

İşte Hakim-i Tirmizi’nin, ruhlar âlemül eşbahtan,  Hz. Âdem’den (a.s) iki bin sene evvel yaratılmıştır, demesi de budur. Bunların deyişleri keşfendir, görerek söylüyorlar. Bu âlemül berzah’ı bu şekilde anlatacak, fehmedecek zatlar çok nadirattandır. Celaleddin-i Suyuti bile Âlemül berzah’tan lâf açar, o konuda konuşur; fakat ehli tahkikin anlattığının onda biri bile değil bu anlattığı. Elbette ki ruhlar yaratılırken muayyen bir yerin olması lâzım. Öyle her ferd dünyaya geleceği zaman hemen ruhu da yaratılıyor ve dünyaya geliyor değil. Bu ruh, Hz. Âdemin zerrelerinin içine sokulmuş da değil.

Elestü Birabbiküm hitabının karşısında ervah âlemindeki ruhların halini bilmedikleri gibi, bilhassa şühûd halinden zahir ülemanın hiçbirinin bahsettiğini duymadım. Bu hitâbı izze karşısında ruhların durumları ve bu şühûd hâli bir hakikattir. Çünkü “Elestü Birabbiküm” hitâbına cevaben bütün ruhlar “belâ” demiştir. Ama uluhiyetini ve Rasülünün risâletini ilân edecek kelime-i tevhid getirip, bu Rasülü’nün nurunun Güneş gibi olup diğerlerine ondan yansıttığını, ona olan tecelliyâtı zatiyyeyi  ve bu şühûd halini ve buna Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem‘den başka dayanacak hiçbir varlığın olamayacağını ve Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ayrıcalığının da buradan doğduğunu, bunu bu şekilde izah ettiklerini, bu zahir ülemâdan hiç ama hiç duymadım.

Allahü Zülcelâl bizleri dünyada da ahirette de bu ehl-i tahkikten ayırmasın. Ben şahsen bunları severim, ehlullahı da severim. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ehlini de severim. Bunlar cedelci değil, keşif ehlidirler. Söyledikleri tasavvur değil, keşfendir. Çünkü bu gözlerin gördüğü ile, kalb gözünün gördüğü bir olur mu? Kalb gözü ile görenle, ruh gözüyle gören bir olur mu? Sır gözü ile görenlerle diğerleri bir olur mu? Bunlar ayrı ayrı kâdemede ve derecededirler. Hepsinin görüş kabiliyeti aynı değil, ayrı ayrıdır. Bu muhterem zatlar bu halleri, âlemleri görüyor ve anlatıyorlar. Diğerleri kendi önlerindeki şeyi bile göremiyorlar ki âlemi berzâhı görebilsinler. Göremedikleri gibi hiç bahsettikleri de yok. Bilmiyorlar ki, bahsetsinler.

 

Aziz Kardeşlerim,

Bu istiğase bahsini daha fazla uzatmadan bu kadarını kâfi gördüğümüz için burada noktalıyoruz. Faydalı olacağına inandığım bir hususu burada kısaca arz etmek istiyorum.

Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Sizin âmelleriniz Perşembe ve Pazartesi olmak üzere haftada iki gün Cenab-ı Hakk’a arz edilir. Hafaza meleklerinin yazdıkları bir araya toplanarak sabah akşam ne yapıldıysa bu iki gün arz edilir. Levh-i mahfuzda yazılı olanlarla bu meleklerin yazdıkları karşılaştırılır. Levh-i Mahfuzda yazılı olan yazılar senede bir defa olmak üzere Levhi Ezeliden intikâl eder. Kadir gecesinde intikâl eden ve Levhi Mahfuza gelen bu nüshaların müddeti bir yıldır. Bu intikâl senede bir defa olur ve bir yıllığına olur. Kâinatta bir yılda ne olacaksa, ne işlenecekse orada mahfuzdur. Bir de Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Haftada bir gündür ki bu Cuma günüdür. Bu Cuma günü âmellerin tamamı her ümmetin nebisine arz edilir. Bu da aslında bir lütûftur. Çünkü mensub olduğumuz Mübârek Cenâb-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in huzuruna varacak, arz olunacak âmelin nasıl olması gerektiğini düşünerek, kendimize biraz çeki düzen vermek lâzımdır. Kendimizi başıboş sanmamalıyız. Her hafta Cuma günü Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) arz edilecek, kontrol edilecek âmelimizin salih olmasına dikkât etmemiz lâzım. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kontrolüne sunulacak âmelin, nasıl olması lâzım gerektiğini düşünmemiz ve ona göre yapmamız lâzımdır. Uygun ve lâyık olduğumuz şeyleri himmet edelim ki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bizden nahoş bir hali olmasın. Şunu da itiraf edelim ki mensubu bulunduğumuz Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Mü’minlere karşı rauf ve râhimdir. Kendisine arz olunan amellerimiz için onun bu yönü bizim için faydalı ve yararlıdır. Nedeni de; Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kontrolünden geçen bazı amellerimizin affına sebep olabilir. Kelime-i Tevhid ile yetinmek mümkün olabilir. Bu, Allahü Zülcelâl’in bir lütfu, Habibullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefkat ve merhameti sebebiyledir bunların hepsi. Mü’minlere raufurrâhim buyuruyor. İşte bu avantajımız da var, amellerimiz arz olunduğunda. Bazı işe yaramaz amellerimiz, icabında pasaları falan yok olur.

Perşembe günü ikindi vaktinden Cumartesi sabahına kadar (36 saat), ruhlar gâyet serbesttir. Serbest bırakılan ruhlara arz olunan amellerimiz iyi olduğu zaman ana- baba ve diğer ruhlar gâyet sürûr duyarlar, ferah duyarlar ve bize hayır duada bulunurlar, şükrederler. Eğer amellerimiz nahoş olursa; bundan onlar da üzülürler. Onlar bizim bu nahoş hallerimizden dolayı bize beddua etmiyorlar. Allahü Zülcelâl’den, kerem ve ihsanıyla bizim bu nahoş hallerimizi iyiye çevirmesini diliyorlar. Aynı zamanda bu söylediğimiz 36 saat içinde ruhlar için çok büyük bir serbestlik var. Yeter ki imân ehli olsun. Bu ruhlar evine gelir, evini ziyâret eder. Evindeki hal ve durumu görür, ev halkını iyi görürlerse, o ruhlar da bu iyi durumdan memnun olurlar. Eğer o evdeki durumu iyi görmezlerse iyi olması için hayır dua talebinde bulunurlar. Bu minval üzere bu 36 saat içinde Cuma’nın hayrat ve bereketiyle ruhlar serbesttir. Yeter ki bu ruhlar haps olunmuş ruhlar aksamından olmasın.

Hatta Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hadisinin başında bizleri uyararak şöyle buyuruyor: Akraba taallûkatınızı, ebeveyninizi (ruhlarını) üzmeyiniz. Nahoş amellerinizle onları üzmeye sebebiyet vermeyiniz, diye merhametinden dolayı bizleri bu şekilde uyarıyor. Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bir kimse kabristana gittiğinde selâm verdiğinde kabirdekiler bu selâmı duyarlar mı, bilirler mi? diye. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyorlar ki: Kabristana gidildiğinde tanıdığı bir kimseye selâm verildiğinde o da tanıyarak o selâma karşılık cevabı verir. Eğer tanımadığı bir kimseye selâm verirse o da tanımasa da selâmını alır, buyuruyor. İşte bu hadis-i şerifte de açıkça beyân edildiği gibi kabirde bu hal mevcuttur. Kabrin yanına gidildiğinde, orada oturulduğunda dahi onun ruhu bundan haz duyar, çok da memnun olur. Ünsiyyet yapar…

 

 

SEKERAT HALİ VE MELEK-ÜL- MEVT

 

Aziz Kardeşlerim;

Gelelim insanın ölüm anındaki usul nedir?… Melekül mevt (ölüm meleği), hükmü altındaki meleklerle beraber gelir. Cafer-i Sadık (r.a) buyurduğu gibi; Melekül mevt, ruhu kabzettikten sonra evde bağrış-çağrış olunca kapının halakasını tutar da:

- Bana bir bahane bulmayın, ben bir emir kuluyum. Allahü Zülcelâl’in takdiridir. Benim zûlmüm değil, ne ecelinden ne de rızkından eksiklik yapmadım. Siz sanmayın ki bu ilk ya da son gelişimdir. Nerede bir aile birikintisi var ise 5 namaz vaktinde gelir kontrol ederim.

Onun için namaz kılanların ruhunu kabzederken melekül mevt şeytanı yaklaştırmaz, bu bir avantajdır.

Melekül mevt için, ruhlarını kabzedecek olduğu tüm insanlar sanki bir sofra gibi gözünün önündedir. Vakti geldiğinde ruhu mıknatıs gibi çeker alır… Evvelâ on tane melek, ruhu ayaklarının baş parmaklarından başlamak suretiyle dizlerine kadar getirir. Diğerlerinden bazıları dizden göbeğe kadar getirir. Diğerleri de gargaraya kadar, yani boğaza kadar getirirler. İşte kulun tevbesinin kabuliyyeti, ruh bu gargaraya gelinceye kadar geçerlidir. Bu Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine tanınan bir haktır. Müsebbibi de Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimizdir. İşte bu ruh gargaraya gelince makamını muâyene eder, makamını görür, yarar veya zarar. Cennet ya da cehennem. İşte can buraya gelinceye kadar yapılan tevbeler geçerlidir. Bundan sonra iman da tevbe de geçersizdir. Ruh çıkarken son nefeslerinde “hır, hır” demeye, bu şekilde ses çıkarmaya başlar. İşte o an ruh gargaraya gelmiş demektir. Ruh o hale gelince, alınmaya hazır hale gelmiş demektir. Azrail (a.s) o anda o ruhu kabzeder, alır. Ruh bu gargaraya geldiğinde kendi gideceği makamı, yeri görmeden çıkmaz. Eğer gideceği yer iyi bir yerse sevincinden gözleri sulanır gibi olur. Alnı hafif terler. Simâsı güzel bir hal alır. Sanki arzular gitmeyi. Ama gideceği yer iyi değil de kötü bir yerse; anormal bir hal alır. Renkten renge girer. Gideceği yerin kötülüğünden mütevellid bir sıkıntı ve tedirginlik yaşar, gidesi olmaz sanki. Allah hepimizi böyle bir hale düşmekten korusun. Âmin.

Azrail (a.s) o ruhu aldığında, bir lâhza dahi onun elinden o ruhu bırakmazlar, böyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Tabiî Azrail’in (a.s) karşısında iki kısım melekler durur. Bu meleklerden bir kısmının giysileri siyahtır, diğerlerininki ise beyazdır. Tabii bu melekler o ruhun hangi kısma verileceğini bilmezler. Eğer son anda imân üzere gitmişse, beyaz giysili melekler o ruhu Azrail’in (a.s) elinden alırlar, kefenlerler. Ve o ruhu yukarıya, gök âlemine doğru çıkarırlar. Fakat bu ruh öyle bir ruhtur ki vardığı yerde misk gibi kokular çıkarır, meydana getirir. Bu ruh çok güzel bir nur ile, bir koku ile gitmektedir. Her gök kapısı açıldığında bundan haz duyarlar. Bazen de o ruhta fevkalâde bir hal olur ki, böyle olan ruhlar üzerine de o melekler izin alıp cenaze namazı kılarlar. O ruhtan şeref bulmak için. Artık nereye kadar çıkacaksa çıkar. Neticede muayyen bir yere varır. Orada ruhların tesbiti vardır. Bu ruh oraya çıktığında, oradaki ruhlar bu ruha hücum eder. Yani gelirler. Sanki senelerdir beklenen bir kişi geldiğinde ona karşı nasıl ilgi gösterilirse, bu ruha da öyle ilgi gösterirler. O ruhlar, yeni gelen ruhun yanına gelirler ve çok çeşitli sorular sorarlar. Dünyadakilerin hal ve durumlarını inceden inceye sorarlar. Falan kişi ne oldu. Falan kadın evlendi mi?.. böylesine kardeşvâridirler… İşte sordukları bir kişiyi, o ruh, bu kimse benden evvel öldü der. O ruhlar bakarlar ki o ölen kimsenin ruhu oraya varmamıştır. Oraya varmayınca o ruhlar: “Heyhat! İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun.” Yani onun anası haviyedir, cehennemdir, derler. Ve çok üzülürler. Ne yazıklar olmuş, ne kerih bir anadır haviye derler. O ruhlar, o yeni gelen ruha daha birçok şeyler sormak istediklerinde, o ruhu götüren melekler fazla meşgul etmeyiniz, daha bu ruhun işlemi bitmedi, derler. O ruhun gideceği yer tesbit edilir. Cenab-ı Hakk nereye lâyık gördü ise oraya yerleştirilir. Sonra ruhu alır, geri getirir melekler. Bu saydıklarımız, ruhun alınması ile cenazenin yıkanacağı zaman arasında cereyan eden hadiselerdir. Bu ruh getirilince ceset bir tarafta yıkanmaktadır. Melek de elinde ruh, cenazenin yanında beklemektedir. O cenaze, o anda kendisini yıkayanı gâyet rahatlıkla tanımaktadır. Konuşulanları duymaktadır, suyun sıcaklığını veya soğukluğunu hissetmektedir.  Cenaze defin için götürülürken ruh da naaşın üzerinde gitmektedir. Eğer ruh iyi bir halde ise gideceği yere varmak için sabırsızlanmakta ve beni çabuk götürün diye yalvarmaktadır. Fakat o ruh iyi bir ruh değilse, o ruhun sahibinin son anı kötü olmuşsa (Allahü Zülcelâl bizleri korusun) gideceği yer çok kötü olduğu için gitmek istemez ve beni nereye götürüyorsunuz? der.

 

KABİR ÂLEMİ; TELKİN

Netice olarak; ruh kendisini yıkayanı, tabutunu taşıyanı, kabre indireni de çok iyi bilir. Sanki o da o durumun dışındaymış gibi olur. Ama, onu kabre indirip halk geri dönmeye başladığında, bakar ve görür ki, bu vakı’a esas kendine aittir. O andan itibaren vücuduyla birlikte o ruh da orada kalır. O anda çok ağır bir sorumluluk altındadır. Zirâ vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’e aittir… Tek başına kalmış, kendisiyle alâkalı bütün şeylerden kopmuş, ayrılmıştır. O anda onun çok ünsiyete ihtiyâcı vardır. Hemen kabrin başından ayrılmamak lâzım. Aslında Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mezârın başında  bir hayli oturur, çokça duada bulunur, mevtaya yardımcı olabilmek için Cenab-ı Hakk’tan temennide bulunurdu. Sahabeden bazıları da yanına oturur, Âyatel Kürsi, Fatiha, Âmenerrasulü okurlardı. Aslında bunları okumak çok iyidir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabir azabından kurtulmasına vesile olacak duaları okur, bu yönde dua ederdi, ayrılmadan önce. Sonra da telkin verilirdi. Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususta şöyle buyuruyor: Din kardeşlerinizden herhangi biri öldüğü zaman ve kabre konup üzeri toprakla örtüldüğü zaman başında bir kimse bulunsun ve telkin versin. (Bunda usul: Telkin veren ile mevtanın yüzü birbirine karşı gelecek, yani yüz yüze duracak). Ne diyecek telkinde? Aslında bu hususta muhtelif hadisler vardır. Bazı hadislerde doğrudan doğruya 3 defa “Lâ ilâhe illallah” de, diye telkin eder. Fakat şöyle bir hadis-i şerif vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Telkinde karşı karşıya geldiğinizde ilân edeceğiniz şu; anasının ismiyle Ya filân ibni filâne, yani ey falânenin oğlu falân deyip biraz duraklama yapıp tekrar aynı şekilde telkin edersin, üçüncüde yine aynı hitabı tekrar edin, buyurmuştur. (Anası bilinmiyorsa Havva ismine atfedilecektir.)

Bu telkin verilirken; ilk hitabda, bu sesi duyar fehmetmez ve bir şok geçirir hale gelir. Ne dediğini duyar, ama fark edemez. Ne denmek istendiğini tam idrâk edemez. İkinci hitâbta âdeta oturur durumuna gelir. Gerçi ayakları uzatılmış haldedir. Ama bu ikinci hitabta ayaklarını çeker, yarı oturmuş bir vaziyet alır. Bu ikinci hitabı duyar ve ne dendiğini, ne denmek istendiğini fehmeder. Üçüncü hitabda kendisini tam olarak toplar. Ve telkin vereni dinler. Onun sesini duyar ve o anda telkin verene şöyle söyler. Yani;

“Beni irşad et ki Allah’ın rahmetine nail olasın.” Tabii o mevtanın bu şekilde söylediğini biz duyamıyoruz. Bu üç hitaptan sonra bizim o mevtaya söyleyeceğimiz şudur:

اذكرماخرجت عليه من الدنيا شهادة ان لا اله الا الله وان محمداً عبده ورسوله * وانك رضيت باالله رباً وباالاسلام ديناًو بمحمد صلى الله عليه تعالى وسلم نبياً ورسولاً وباالقرأن اماماً وباالكعبة قبلة

Bunları söyleyeceğiz. İşte bunları üç defa bu şekilde söylersek, o zaman münker ile nekir el ele tutuşur ve “Artık bizim burada kalmamıza, oturmamıza gerek yok” derler. Yani Allahü Zülcelâl buna hüccetine ilham vermiş ve telkin etmiştir. Demek ki Allahü Zülcelâl bunun lokmasını vermiş. Telkin, ona lokma vermek demektir. Bundan da anlaşılıyor ki: Allahü Zülcelâl dilediğinde kuluna o kabiliyeti veriyor. Çünkü ruh da beraber olduğundan, sanki hayatta imişcesine söyler ve melekler de onun vermiş olduğu cevabı duyuyorlar. Melekler onun bu haline hayret ederler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bu mevta kendisini toparlayıp, söylenileni fehmedip, cevap verebilecek mi? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şu âyeti okuyor:

يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آَمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآَخِرَةِ

 (İbrahim/27)

Yani Rabbimiz diledikten sonra dilediği şeyi dünyada da ahirette de sebat durumuna getirir. Bu imkânı verir. Anlattığımız minvâl üzere telkin böyle yapılır.

Hepimizin duyduğu ve bildiği gibi bir de kabrin insanı sıkması olayı var. Bunun sebebi şudur: Aslında insanoğlunun tıyneti yani toprağı nereden alınmışsa o alındığı yere defnedilir. Toprağın alındığı yere iadesi, yeryüzüne iadesi vaad edilmiştir. O toprak bir annenin yavrusunu beklediği gibi, o kişiyi bekler. O kişi kendisine geldiği zaman toprak onu bir anne şefkatiyle sıkıyor, özlemişcesine... Fakat o kimse yeryüzünde hayır diye bir şey işlememişse, şer ve şürur ile gelmişse, işte o zaman o yer, o toprak onu öylesine sıkar ki kemik diye bir şey bırakmaz. Âdeta macun haline getirir. Allahü Zülcelâl hepimizi bu hale düşmekten korusun. Eğer o kimse anası durumunda olan yeryüzünde hayırlı işlerle meşgul olmuşsa, o zaman bir annenin evlâdını şefkatle sıktığı gibi sıkar.

Saad bin Muaz (r.a) çok dirâyetli bir şahsiyettir. Muaz, Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in döneminde vefat etti. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenazesinde bulunmuş; fakat kabrinin üstünde biraz fazlaca durmuş. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu durumuna hayret etmişler. Bu hayret edenlere Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki; Saad bin Muaz’ın ölümü karşısında arşı âlâ titredi, sallandı, sarsıldı. Cenazesinde yetmiş bin melek bulundu. Buna rağmen Saad kabrin sıkmasından kurtulamadı, buyuruyor. Tabii ki orada bulunanlar bu nasıl olur diye hayret ettiler. Ruhunun yüceliği karşısında arşı âlânın titrediği bu sahabenin, kabrin sıkmasından kurtulamayışını merak ettiklerinden bunun sebebini araştırıyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem);

كان يقذف فى بعض الطهور من البول

Taharette, bevl hususunda kusuru vardı, diyor. Hasan Basri(r.a) Saad’ın ruhu arşa vardığında arş (şeref duydu da) sevincinden sarsıldı buyurmuştur.

Cahiliyyet devrinde temizliğe fazla ihtimam edilmezdi, dikeldikleri yerde, rastgele yerde bevl ederlerdi. Oturarak bevledenleri de kadınlara benzetir ve üzerine güler, alay ederlerdi. Taharet yönünden Mescid-i Kuba ahalisi hakkında Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ

 (Tevbe/108)

İşte bunlar taharete çok ihtimam ettikleri için Allah onları sevmiştir.

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunun dışında Saad’ın bir kusuru yoktu diyor. Bu gibi kimseler böylesine küçük kusurlardan bu hale düşseler de, bu zahmeti çekseler de gelecekte temiz çıkarlar…

 

Aziz Kardeşlerim,

Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ölüm hakkında şöyle buyuruyor: Ölümü çok hatırlayın, ölümü anın ki bu sizin kendinize çeki düzen vermenize sebep olur. Zira hiçbir gün yoktur ki yer, toprak, kabir şöyle nida etmesin: Ben sahipsizlerin ve yalnızların eviyim. Garibanların eviyim. Topraktan mamulüm. İçimde de kurt doludur. Kabre gelen bir kimse eğer mü’min ise kabir kendisini “Merhaba, Merhaba! Hoş geldin” diye karşılar. Ve ona şöyle der: “Öyle bil ki; sen yeryüzündeki insanlar içinde benim en çok sevdiğim kişisin, sen buraya gelmeden önce haddini biliyordun. Şimdi ise benim karnıma girdin, bundan sonra benim maiyetimdesin. Kendi maharetimi, hünerimi sana göstereceğim” der ve kabir genişleyebildiği kadar genişler. Aynı zamanda cennetten de bir pencere, menfez açılır.

Kardeşlerim, işte bir mü’minin kabir hâli böyledir. Hepimizin bildiği gibi kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur. Cenab-ı Hakk hepimizi kabirde rahat eden kullarından eylesin. Âmin Ya Mûin...

 

Aziz Kardeşlerim,

Vefât eden kişi ile ilgili konuyu izah etmeye çalışırken, ölünün ruhu ve durumunu, ölüm anındaki hali, yıkanması ve mezara kadarki durumu, mezara konduğunda okunan telkin mevzûunu kısaca da olsa anlatmaya çalışmıştık. Aynı mevzûnun bir başka merhalesi de ölünün ruhuna Kur’an okumaktır. Biraz da bu mevzûyu izaha çalışacağız. Zira ölen kişiye karşı yapılması gereken dini vecibeler, sadece onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmekle bitmiyor. Zira bazılarının dediği gibi insan ölür, kabre konur ve çürür gider. Bu kimsenin ruhuna okunacak Kur’an’ın da bir faydası yoktur, gibi hakikat dışı, ilimden ve irfandan yoksun, İslâm’ın ruhundan uzak bu gibi görüşler karşısında bir şeyler söylemek, Kur’an ve sünnetin ışığında bir şeyler anlatmak mecburiyetimiz vardır. Rabbimizin inâyetiyle…

 

ÖLÜ HAKKINDA HÜSNÜ ZANDA BULUNMAK

(ÖLÜLERİ HAYIRLA YÂD ETMEK)

Bu hususların başında hemen şunu söylememiz gerekir ki vefât eden bir kimse her varlıktan inkıta’a uğramıştır. Sadece muhtaç bir duruma düşmüştür. Dolayısıyla bu kimseye karşı nahoş kelimeler kullanmamalıyız. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

اذكروا موتاكم باالخير

“Mevtalarınızı, ölülerinizi hayırla yâd ediniz,” buyuruyor. Çünkü bu hayırla yad edeceğimiz kimse, hayırla yâd edilmeye lâyık bir kimse değilse, zaten hayırla yâd edilmenin ona bir faydası yoktur. Eğer iyi birisi ise onu hayırla yad etmememiz onu üzer. Rabbısı ile başbaşa kalmıştır. Bize düşen görev Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hadisi mucibince ölülerimizi hayırla yâd etmek, hüsnü zânda bulunmak, sorulduğunda iyi biliriz demektir. Bu mevtâ hakkında nasıl bilirsiniz, diye sorulduğunda: Efendim, onun namaz kıldığını görmedik, onun hakkında iyi bilirdik demekle yalan mı söyleyelim, gibi yapılacak itiraz kesinlikle yanlıştır. Cenaze hakkında cemaate sorulan “Mevtâyı nasıl bilirdiniz?” sorusu ve karşılığında “İyi biliriz”, cevabı, Cenab-ı Hakkın mevtâ için büyük bir lütfûdur. Bu cenaze ve şehadette bulunan mü’minler, cemaatı için çok büyük bir avantajdır. Bu avantaj, ya o cenâzenin sayesinde Cenab-ı Hakk hüsnü zânlarından dolayı bu cemaatı affeder, ya da cemaatın sayesinde o mevtayı affeder. Bu iki durumdan biri mutlaka vardır. Allahü Zülcelâlin vefat eden mü’min kuluna karşı ilk ikramı budur. Bu “iyi biliriz”, şeklindeki şehadetin mutlaka bu şekilde yararı ve faydası vardır. Zira o musalla taşına konan ve her şeyden alâkası kesilmiş olan bu kimseye karşı, merhametten gayrı bir şey dilemek, bir mü’min olarak bize yakışmaz. Çünkü bugün o hale düşen o ise, yarın aynı duruma biz düşeceğiz. Eğer biz başkaları hakkında hüsnü zânda bulunursak, bizim hakkımızda da öldüğümüzde hüsnü zânda bulunurlar. Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bu hususta birçok hadisi vardır. “Keşfül Gumme” isimli eserde bu hadisler cem edilmiştir. Bu hadislerin bir kısmı eğer cenaze namazında şu kadar saf olursa affedilir, cemaat adet bakımından şu kadar olursa cenazenin affına sebep olur, şu kadar kimseler iyi biliriz diye şehadette bulunursa cenaze affolunur, şeklinde birçok hadis-i şerif vardır. Hatta Hz. Ömer buyuruyor ki: Rasûlüllah bu cenaze mevzûundan bahsederken, cemaatin adedini sordum. Hatta iki kişiye kadar indirdim. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “İki kişi de olsa, iyi biliriz diye şahitlik ederse, yine o mevtayı Allah affeder, buyurdu”, diyor.

Yine Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde bir cenaze vaki’ olmuştur. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cemaate soruyor: Bu kimseyi nasıl bilirdiniz? diye. Cemaat, o kimsenin nahoş hallerinin olduğunu ileri sürüp onun hakkında iyi olduğuna dair şehadette bulunmuyorlar. O cemaatın içinde Hz. Ebubekir(r.a); merhameti sebebiyle “İyi bilirdim Ya Rasulallah”, diye şehâdette bulunuyor. Hz. Ömer diyor ki: “Ben o anda Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yanında idim. Cebrâil (a.s) gelip Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) malûmat verdi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da Cebrail’in verdiği malûmatı bana anlattı ki o vefât eden kimse hakkında cemaat nahoş sözler sarfetmişler. Evet söyledikleri yalan değil, doğru söylemişler. Fakat Ebubekir (r.a) iyi bilirim, dediğinde Allahü Zülcelâl Ebubekir’in (r.a) şehadetini kabul etti” buyuruyor. Hz. Ömer(r.a), “O zaman anladım ki bir kişinin şehadeti de geçerli oluyormuş” diyor. Evet, diyeceksiniz ki Ebubekir’in şehâdeti başka… Ama bu da var…

Bu izahattan da anlaşılacağı gibi, musalla taşına konmuş olan cenâze bizlerden bir şeyler bekliyor. Bizim de oraya gelmemizden gaye o cenazeye şefââtçi olmak içindir. Zira cenâze namazındaki niyette Allahü Zülcelâl için namaza, meyyit için duaya, diyoruz. Aslında meyyitin affı için dua etmeye geliyoruz oraya.

Araları iyi olmayan iki kişinin arasını bulmaya gittiğimizde aralarında nahoş haller olan kişileri barıştırmak, aralarında sulhu sağlamak için gittiğimizde elimizden geldiğince, sana karşı şöyle iyi şeyler söyledi gibi, söylemediği şeyleri de söylemiş gibi söyler, anlatırız. İki Müslümanın arasını bulmak için yalan söylemek câizdir. Aradaki buğzu giderip sulhu sağlamak için yalan şâhitlik yapmak, yalan söylemek şer’ân câizdir.

Hayattaki kişiler arasında bu câiz oluyorsa, vefât eden bir kimse hakkında niçin câiz olmasın. Hem biz oraya ona merhameten gelmişiz. O mevtaya karşı merhametli olmak durumundayız. Zira :

من لم يرحم لم يرحم

Kim ki merhamet etmezse, merhametli olmazsa Allahü Zülcelâl de ona karşı merhamet etmez, merhametli olmaz (Hadis-i Şerif). Bu sebepten dolayı afüvkâr olmak lâzım. Daima merhametli olup hüsnü zân beslememiz lâzım. Dolayısıyla böyle bir cenazede bulunduğumuz zaman şehadeti lehine vermek lâzımdır. Aleyhinde şehâdette bulunmamalıyız. Zira cenazeye gelen cemaat ona şefaatçı olmak, elçi olmak için gelmiştir. Binaenaleyh aleyhte şehadette bulunmak ve nahoş kelimeler kullanmak bir mü’mine yakışmaz. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna ilk ihsanı, ilk ikramıdır. İkinci ikramı da şu hadisle sabittir:

 

ALLAHÜ ZÜLCELÂL’İN MERHAMETİ

 

الحديث الشريف عن عبدالله ابن عباس عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال

ارحم مايكون الله بعبده اذاادخل فى قبره

İkinci dereceye gelince; El hadisi şerif:

Abdullah İbni Abbas’dan mervî:

Allah’ın bir kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun kabre girdiği, kabre konduğu andır.

Zira o kabre giren kimsenin etrafında bulunanlar, hayatı boyunca kendileri için çalıştığı çoluk çocuğu, akraba-i taallûkatı, bütün ahbapları, onu o anda yapayalnız bırakıp gittikleri an, Cenab-ı Hakk’ın kuluna en fazla merhamet ettiği, rahmetiyle en ziyade muamele ettiği andır. Zira vahdaniyet Allahü Zülcelâl’e mahsustur. Allahü Zülcelâl’in kuluna en çok acıdığı an işte o andır. Zira o andaki yalnızlık karşısında Allahü Zülcelâl o kuluna merhametinden hiç esirgemiyor.

Bu husustaki başka bir hadis de Enes bin Malik’ten rivâyet edilmiştir. Rasüllüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

ان ارحم ما يكون الله باالعبد اذا وضع فى حفرته

Allahü Zülcelâl’in kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun çukura (kabre - hifretine) konulduğu, yerleştirildiği andır.

Bir başka rivâyette şöyle buyuruluyor:

Kabre konulan kimseye ilk olarak verilecek müjde şudur: Senin cenazene gelen, cenazene katılan, teşyî eden kimseleri Allahü Zülcelâl merhametinden dolayı affetti, diye müjdeliyorlar ki, o kabre konan kul bundan dolayı sevinsin diye.

Cabir Bin Abdullah’tan (r.a) rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: Mü’mini sevindirmek için senin cenazene iştirak eden kimselerin tamamını Cenab-ı Hakk affetti, diye müjde verilir. Ferah veriyor… Üns veriyor…

Kardeşlerim, Cenab-ı Hakk’ın merhametine bakın ki kuluna o yalnızlık anında nasıl moral veriyor, nasıl onu rahatlatıyor. Bu husustaki hadisler birçok sahabeden rivâyet edilmiştir. Hepsini ayrı ayrı zikretmeye lüzum yoktur. Arzu edenler, Nevadirül Usul, Şâbul İman isimli eserlerde, Abdullah bin Abbas, Selman-ı Farisi, Enes bin Malik, Ebu Hureyre ve diğer rivâyetlere bakabilirler. Bu sahabelerden rivâyet edilen hadis-i şeriflerde Allahü Zülcelâl kulunu sevindirmek için bu tür müjdeler vererek onu kabirde sevindirdiğini buyuruyorlar. Allahü Zülcelâl kulunun hatalarını görmemezlikten gelip hatalarını affederken, cenazesine iştirak eden kullarının şehâdetiyle, hüsnü zânlarıyla kulunu affedip bağışlarken, bizim bir din kardeşimiz hakkında sû-i zanda bulunmamız bizlere yakışır mı? Allahü Zülcelâl kullarını affetmek için bu gibi şeylere başvururken, ona karşı böylesine merhametli davranırken bizlere ne oluyor da o kardeşlerimiz hakkında gılzatlı lâflar kullanıyoruz. Bu gün o, musalla taşına konmuşsa, günü geldiğinde aynı hal bizim de başımıza gelecek. Şu bir hakikattir ki Allahü Zülcelâl bizleri hüsnü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Bir kimseyi, bir saat evvel pek iyi olmayan bir halde görsek, bir saat sonra da bu kimsenin öldüğünü duysak; fukâhanın, tâhkik ehlinin ve tasavvuf ehlinin bu kimse hakkında söylememiz gerekenin hüsnü zan olduğunu beyanlarıdır. “İyi biliriz” demek mecburiyetindeyiz... Çünkü Allahü Zülcelâl bizleri hüsnü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat Allahü Zülcelâl sû-i zânnımızdan dolayı bizleri sorumlu tutar. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de biz kullarına sû-i zândan uzak durmamızı emir buyuruyor. Sû-i zânnın günah olduğunu bildiriyor. Eğer biz bir kardeşimiz hakkında hüsnü zânda bulunursak, biz ölünce bizim hakkımızda da hüsnü zânda bulunmayı Cenab-ı Hakk onların hatırına getirir.

Hatta bu hüsnü zan sadece kulları için değil, Allahü Zülcelâl için de aynı şekilde hüsnü zanda bulunmamızı Cenab-ı Hakk şu hadis-i kutsi’de bildiriyor:

انا عند ظن عبدى بى فليظن بى ماشاء ظناخيرا فخيرا وان ظن غير ذالك فغير ذالك

“Benim kuluma olan muâmelem, kulumun zannına bağlıdır. Hüsn-ü zân sahibi ise; kulum beni afüvkâr bilirse, merhametli olduğuma inanır, benim hakkımdaki zannı böyle olursa, ben de ona bu şekilde muâmele ederim. Eğer benim affedici değil de azab edici olduğuma inanır, hakkımda sû-i zan içinde olursa, ona da o şekilde muamele ederim” buyuruyor. “Bana karşı olan zannı ne ise beni karşısında o zann üzerinde bulur” buyuruyor. Buradan anlaşıldığı gibi Cenâb-ı Hakk’a karşı da daima hüsnü zân beslememiz lâzım. Allahü Zülcelâl hepimize hüsnü zân sahibi olmayı nasib etsin. Âmin

 

VEFAT EDEN KİMSENİN KUL BORCU

Aziz Kardeşlerim, vefât eden kimse hakkında yapılması gereken hususların bazılarını anlatmaya gayret ettik. Fakat mevtâya karşı yapılması gereken bir husus var ki; bu da en önemli olanıdır. Daha evvel anlattıklarımızdan çok daha mühim olmasına rağmen bu hususa pek dikkat edilmiyor, ihtimâm gösterilmiyor. Zira Cenâb-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Vefât eden bir kimse kabre konduğunda bu kimsenin üzerinde kul borcu varsa, bu kimsenin ruhu bu kul borcu ödeninceye kadar mahpus durumdadır. Bu borç ödeninceye kadar bu ruh ne etrafındaki komşularıyla konuşabiliyor, ne de ruhlar için ayrılmış olan makama çıkabiliyor. Zira ruhların birçok makamları vardır. Kabirden berzâh âlemine kadar çıkabilen ruhların kendi kabiliyet ve durumlarına göre çıkabileceği bir makâmı vardır. Eğer o kimse mü’min ise ve üzerinde de kul hakkı, kul borcu bulunuyorsa, işte bu ruh o borca bağlı olarak kabirde hapis durumundadır. Ta ki; o kul borcu ödeninceye kadar. Bu borç ödenmeden o makama çıkamaz. İşte bu ruhu, o rehin durumundan kurtarmak için yapacağımız en mühim iş, onun üzerindeki o kul borcunu ödemektir. Bu çok mühimdir. Buna çok dikkat etmemiz gerekir. Halk bundan habersizdir…

Bu husustaki hadislerin bazılarını buraya serdetmek istiyorum. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن ابىهريرة رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال: نفس المؤمن معلقة بدينه حتى يقضى عنه

Yani, mü’minin ruhu, kul borcu ödeninceye kadar muallâk durumdadır, bağlıdır.

Bu hadis-i şerifi Tirmizi, İbni Mâce ve Beyhaki rivâyet ediyor. Hadis çok kuvvetli ve sahihtir. Hadiste geçen muallâk kelimesini âlimler tutsak olarak belirtmişlerdir, kendisine ait olan güzel makamlara çıkamaz, bu makamlara çıkmak için kabirden ayrılamaz, diye açıklıyorlar.

Bir başka hadis de şöyledir:

اخرج الطبرانى عن انس ابن مالك رضىالله عنه قال: كنا عند رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم واوتى برجل يصلى عليه قال هل على صاحبكم دين. قال نعم . قال ما ينفعكم ان اصلى على رجل روحه مرتهنة فى قبره لا يصعد روحه الى السماء فلوضم رجل دينه فقمت فصليت عليه فصلاتى تنفعه

Hadis Meâli:

Enes bin Mâlik şöyle buyuruyor: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Bir cenaze getirdiler. Namazını kılması için Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teklifte bulundular. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara sordu: Bu kimsenin, üzerinde kul borcu olan var mı? Onlar da: Evet, var! dediler. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da:

 “Benim bu cenaze üzerine namaz kılmam buna bir faide sağlamaz. Zira bunun ruhu, borcu ile rehin durumundadır. Bunun ruhu (bu borcu ödenmeden) semâya çıkamaz. Bu cenaze bu halde iken benim onun üzerine kılacağım namazın ona bir yararı olmaz.

 

Eğer bir kimse bu mevtanın borcunu öderse, o zaman kalkar namazını kılarım, o zaman namazım ona yararlı olur” buyuruyor.

Diğer bir hadis-i şerifte de:

اخرج الطبرانى فى الاوسط والبيهقى والاسفهانى فى الترغيب عن سمرة ابن جندة قال: ان النبى صلى الله تعالى عليه وسلم صلى صلاة الصبح فقال اههنا احد من بنى فلان فان صاحبكم احتبس عند باب الجنة بدين عليه فان شئتم فافدوه وان شئتم فسلموه الى عذاب الله تعالى

Hadis Meâli:

Taberâni, Beyhaki ve İsfehanî’den rivâyet edilen bu hadis-i şerifte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: Semratubni Cünde  diyor ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mescidde sabah namazını kıldıktan sonra falan aileden herhangi bir kimse burada var mı? diye sordu. O  aileden bir kişi peydah oldu ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısına geldi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona buyurdu ki: Sizin sahibi olduğunuz kimsenin cennete girmeye hakkı var, buna müstehâk oldu. Fakat ruhu kul borcu sebebiyle mürtehin (rehin) durumunda, yani cennete bu sebebten giremiyor (demek ki cennete girecek kadar güzel bir şahıs, ruhu cennet kapısına varacak kadar güzel bir şahsiyet). İster bir fedakârlık yapıp onu bu durumdan kurtarıp rahatı rahmana kavuşturun; yok eğer onun bu borcunu ödeyip rahatı rahmana kavuşmasına vesile olmazsanız, onun borcunu ödemezseniz, onu Allahü Zülcelâl’in azabına teslim etmiş olursunuz, buyuruyor.

Tâbiî, buradaki azab elbette ki cehennem demek değil; fakat o varacağı yere, makama varamamak, gidememek onun için bir azabtır. Cennetin kapısına kadar gidebilen, fakat bu kul borcundan dolayı cennete giremeyen kişiye bu hal bir azab demektir…

 

Bir Hadis-i Şerif daha:

اخرج احمد والبيهقى عن جابر ابن عبد الله قال ان رجلا مات وعليه دين ديناراً فلم يصلى عليه النبى صلىالله عليه وسلم فتحملها ابوقتادة فصلى عليه ثم قال له بعد ذالك بيوم مافعل ديناران قال انمامات امسى فعاداليه من الغد فقال له مافعل ديناران قال قضيتها فقال الأن بردت عليه جلدته

Hadis Meâli:

İmâm-ı Ahmed ve Beyhaki’nin Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ettikleri hadiste şöyle buyuruluyor: Cabir bin Abdullah diyor ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Namazının kılınması için bir kişinin cenazesini getirdiler. Bu kişinin, iki dinâr borcu olduğu için Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun cenaze namazını kılmaktan imtina etti, kılmak istemedi. Fakat Ebu Katade gayretkeşlikte bulunarak bu kişinin üzerinde bulunan iki dinâr borcuna kefil oldu. Ben ödeyeceğim, diye kendi üzerine aldı. O zaman Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onun namazını kıldı. Bir gün sonra Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ebu Katade’ye o iki dinar borcu ne yaptın, diye sordu. Katade de: Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Daha dün öldü, diye cevâb verdi. Ertesi gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Katade’ye hiç mühlet vermeden o borcu ödeyib ödemediğini sordu. Katade de Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şimdi ödedim, dedi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da işte şimdi onun hararetini söndürdün, diye buyurdu.


 

Bir başka hadiste de şöyle buyuruluyor:

روى البزار والطبرانى عن ابن عباس رضىالله عنهما ان رسول الله صلىالله عليه وسلم صلى صلاة الغداة ثم قال اههنا احد من هزيل ان صاحبكم محبوسى على باب الجنة بدينه

Hadis Meâli:

Bezzar ve Taberani, Abdullah ibni Abbas’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir gün (sabah) namazını kıldıktan sonra cemaate dönerek: İçinizde Huzeyl kabilesinden bir kimse var mı? diye sordu. Birisi, ben varım, diye söyledi. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de ona “Sizin sahibi olduğunuz kimsenin ruhu rehin durumdadır. Zira onun üzerinde kul borcu vardır” buyuruyor.

Kardeşlerim, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gayretkeşliği sebebiyle bu şekilde araştırma yapardı ve ümmetini o sıkıntılı durumdan kurtarmaya çalışırdı.

 


 

Bir hadis-i şerif daha:

روى الامام الاحمد عن سعيد ابن أطول قال مات ابوناوترك ثلث مأة درهم وعيال وديناً فأردت ان انفق على عياله فقال رسول الله صلىالله عليه وسلم ان اباك محبوسى بدينه فقد عنه دينه

Hadis Meâli:

İmam-ı Ahmed, Said bin Etvel’den rivâyet ediyor. Said bin Etvel diyor ki: Babam vefât etti ve geriye servet olarak üçyüz dirhem bıraktı. Buna rağmen borcu vardı. Bu geriye bıraktığı dirhemden birazını infâk etmek istediğimde Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) infâk etmeme mani olup, babanın ruhu, üzerindeki borcundan dolayı rehin durumdadır. İnfâktan evvel babanın borcunu öde, dedi, buyuruyor…

Bir hadis daha:

روى الطبرانى فى الاوسط عن البراء ابن عازل ان رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال : صاحب الدين مأسور بدينه يشك الى الله الوحدة

 Hadis Meâli:

Yani Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Borç sahibi borcundan dolayı esir durumundadır, hiçbir yere gidemez. Yalnız kaldığı durumdan kurtulmak için de Allahü Zülcelâl’e yalvarıyor. El Hadis:

اخرج ابو الشيخ ابن حبان فى الوصايا مرفوعاً الى رسول الله صلى الله عليه وسلم فقال من لم يوصى لم يؤذن له فى الكلام مع الموتى قيل يارسول الله وهل تتكلم الموتى قال نعم ويتزاورون

Hadis Meali:

Ebu Şeyh İbni Hibban rivâyet eder; Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Kim ki ölmeden önce veya ölürken borcu için vâsiyet etmedi ise, bu kimse vardığı yerde kabir komşularıyla konuşamaz, konuşmasına izin verilmez. Soruyorlar: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), mevtâlar konuşurlar mı? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da “Evet konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler” buyuruyor.

Aynı hususta bir hadis daha:

روى الاحمد والحاكم عن جابر ابن عبدالله مرفوعا عن رسول الله صلىالله عليه وسلم قال: من مات على غير وصيت لم يؤذن له فى الكلام الى يوم القيامة قالوا يارسول الله ويكلمون يوم القيامة قال نعم ويتوازرون بعضهم بعضاً

İmam-ı Ahmed ve Hakim, Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Kim ki öldüğünde borcu için vasiyet etmemişse, kıyâmete kadar bu kimsenin konuşmasına izin verilmez. Ya Rasulallah kıyâmetten evvel konuşurlar mı? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: “Evet, hem konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler, çok serbesttir. Ancak alıkoyan sebeb borçdur borç…” buyuruyor.

İşte insanı bu hallerden alıkoyan şey, o kişinin kul borcudur.

 

Aziz Kardeşlerim,

Mevtâ hakkında çok önemli gördüğümüz iki tembihatı ve hususu izah etmeye çalıştık ve bu mevzu’ ile alâkalı birkaç hadis-i şerifi serdetmeye çalıştık. Umarız faydalı olmuşuzdur. Eğer ölen kişi bir dostumuzsa, onu sevdiğimizi iddia ediyorsak, ona faydalı olan, yarar sağlayacak olan ne ise onu yapmaya gayret etmeliyiz. Bu onu sevdiğimizin isbatıdır.

Sevdiğimiz bir kişi vefât ettiğinde yapacağımız ilk iş, musalla taşına konduğunda ona karşı merhâmetli olmak ve hüsnü zânda bulunmaktır. Bu sebeple sanılmasın ki bizim o kişiye karşı merhâmetli davranmamızdan Allahü Zülcelâl hoşlanmayacak. Kesinlikle böyle bir şey düşünmemeliyiz. Kelime-i tevhid getiren herkese karşı bu şekilde hüsnü zân ile davranmalıyız. Fakat bu Kelime-i tevhidi inkâr ediyorsa, bunu kabul etmiyorsa bu müstesnâ. Ama Kelime-i Tevhidi candan söylüyor, bununla mutmâin oluyorsa, bu halinden dolayı onu sever ve hakkında iyi şehadette bulunuruz. Bunu söylediği halde hataları, kusurları varsa, o hallerini de Cenab-ı Hakk’a havale ederiz. Allahü Teâlâ afûvkârdır, dilerse affeder. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in buyurduğu ve Allahü Zülcelâl’ın en çok hoşuna gittiğini söylediği şu dua bunun isbatıdır. “Allahım! Sen afüvvsün (Affedicisin), affetmeyi seversin,” buyuruyor. Affetmeyi seversin, diyor, intikamı seversin, demiyor.

Şunu da söyleyelim ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

اللهم انك عفو تحب العوف فاعف عنا

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeminle buyuruyor ki:

والذى نفسى بيده لولم تكونوا تذنبون لذهب الله بكم ولأتى بقوم غيركم فاذنبوا واستغفروا لغفرالله لهم

“Ruhum yed-i kudretinde bulunan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, eğer siz bir hata işlememiş olsaydınız, Allahü Zülcelâl sizi yok eder ve başka bir kavim getirirdi. O kavim hata işler ve o hatalarının ardından pişmanlık duyar, Allahü Zülcelâl’e bu hataların affı için yalvarırlar ve Allahü Zülcelâl de onların hatalarını affederdi” buyuruyor.

Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi Allahü Zülcelâl affedicidir, affetmeyi sever. İnsan hiç hata işlemeyecek, hiç işlemez demek değildir. Hatasız bir insan hayal etmek doğru değildir. Bunu söylerken hata işleyelim, illâki hata yapalım demek de değildir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

لولم تكونوا تذنبون لخشيت عليكم الكبر من ذالك

Siz bir zenb (günah) işlememiş olsaydınız, daha beterine uğramanızdan korkardım.

Ya Rasulallah sallallahü aleyhi ve sellem, zenbden daha beteri var mı, olur mu? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Var, o da Ûcûb’dur buyuruyor. Kendimizde bir gurur, kibir hali görmek, yaptığınız âmelden dolayı kibir ve gurura kapılmaktır. Zira ucub,

ان العجوب يحبط سبعين سنة من العمل

kişinin yetmiş senelik ibâdetini yok eder. Binaenaleyh bazen hataya düşmemiz; hatamızı bilmemiz için, haddimizi bilmemiz için, Allahü Zülcelâl’e karşı fakriyat ve acziyetimizi idrak etmemiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın kapısında affımızı dilenmemiz ve affedilmemiz için Allahü Zülcelâl’e yalvarmak, Allahü Zülcelâl’in kudret ve azametini idrâk edip onun af ve mağfiret kapısından uzaklaşmamak içindir. Hadis-i kutside de buyurulduğu gibi:

انين المذنبين احب الى من زجر المسبحين

“Günahkâr insanların, hataya düşmüş kimselerin: Ya Rabbi beni affet diye inlemeleri, ahu eninleri, coşkunlukla zikir yapanların sesinden daha hoştur, Allah indinde” buyuruyor Cenab-ı Hakk.

Ama denilebilir ki: Olur mu böyle şey, biri günah işlemiş, hataya düşmüş. Bundan ahu enin ediyor. Diğeri de Allahü Zülcelâl’i zikrediyor. Evet, bu sorunun haklılık yönü vardır. Fakat, burada denilmek istenen, bu sesli olarak zikir yapanlar, belki bu şekilde gurura kapılabilirler, etrafına karşı riyakârlığa da düşebilirler. Fakat ahu enin eden hata işlemiş, bu halini Cenab-ı Hakk’a itiraf ediyor. Tamamen Allahü Zülcelâl’in en çok sevdiği ve kulunda görmek istediği fakr ve acziyeti var. Bu halinde Allahü Zülcelâl’in kulunda görmek istemediği ücûb hali yok, Cenab-ı Hakk’dan af dileyen ve kulluğunu idrak eden bir ses, bir yalvarış var. İşte bu ses, bu yalvarış sesi, zikirle ucuplanan kişinin sesinden, Allahü Zülcelâl katında daha makbul, daha hoştur. Asıl olan Allahü Zülcelâl’in huzuruna kul vasfı ile gelmektir. Kibir, ucub ve gururla değil. Benlik ve kibir Allahü Zülcelâl’e yaraşan vasıflardır…

Bazıları, kişinin o anki hal ve hareketine bakarak gılzatlı (nahoş) sözler söyleyebilirler. Hatalarından dolayı imânlarının olmadığını bile söyleyebilirler. Çünkü bu gibilerin bakışları, merhametten yoksun olmaları, bir başkası hakkında nahoş sözler sarfetmesine yol açabilir. Bu hususa açıklık getiren şu hadis-i şerife dikkat edelim ve manasını fehmetmeğe çalışalım. El Hadisi Şerif:

الحديث الشريف عن انس ابن مالك عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: ثلث من اصل الايمان الكف عمن قال لا اله الاالله محمد رسول الله ولايكفره بذنب ولايخرجه من الاسلام بعمل والجهادماض منذ بعثنى الله الى ان يقاتل اخرامتى الدجال ولايبطله جور جائر ولاعدل عادل والايمان باالقدر خيره وشره من الله تعالى

(رواه ابوداود فى سننه)

Şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Üç nesne vardır ki imânın aslını teşkil eder. Bu üç nesneden birincisi: “Lâ ilâhe illallah Muhammedür Rasûlüllah” diyen bir kimseye karşı ileri geri konuşmaktan, küfrüne hüküm vermekten dilini sakınmak. İkincisi: Herhangi bir günahtan dolayı (Kebair de, sagir de olsa) bir kimsenin küfrüne hüküm vermemek. Üçüncüsü: Herhangi bir âmelinden dolayı bir kimseyi İslâm dairesinden çıkarmamak buyuruyor…

Cihad hakkında da şöyle buyuruyor: Cihad, Allahü Zülcelâl’in beni Rasül olarak gönderdiği andan, ümmetimin ahirinin (son zamandaki ümmetim), Deccâli öldürene kadar devam eder. Kişi, küffâr bir kavimle savaş eden sultan fasık ya da facir olsa bile, onun emri altında cihada gitmeye mecburdur, sultan ile cihada gitmeye mecburdur. İsterse bu cihada gideceği Sultan günahkâr olsun, isterse tam adil olmayan biri olsun. Bu gibi halleri olan kişinin bu hallerinden dolayı cihaddan geri kalmaz ve cihada gider. Ancak kendisiyle cihada gideceği Sultan küfrünü ilân ederse, kâfirliği apaçık olursa, dini kabul etmezse, Kur’an’ı kabul etmezse, namazı kabul etmez, ezân okuyanı öldürürse –Bulgaristan’da olduğu gibi- bu gibi küfrünü herkese ilân eden ve dini durdurmaya çalışan bir kimse ile cihada gidilmez.

Hatta imam hususunda dahi Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

صلوا خلف كل بروفاجر

Yani fısku fücuru (küfre varmayan) kişinin arkasında namaz kılınmaz diye kayıt yok. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), “Onun fısku fücuru kendisine aittir. Fakat arkasında namaz kılan kimsenin namazı sahihtir” buyuruyor. Onun fısku fücuru arkasında namaz kılana geçmez. Nitekim Enes ibni Malik zalim Haccac’ın arkasında cuma namazı kılardı.

Abdullah İbni Mesud da ayyaş olan Kûfe Valisi arkasında namaz kılardı. Ve biz casusluk yapmayız, araştırmayız, ancak gözümüzle görürsek ona göre hüküm veririz. Meselâ bir imam unutup abdestsiz namaz kıldırmış olsa, arkasında namaz kılanların namazı tamamdır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatin bu husustaki kararı ve itikadı nedir diye soruyorlar da cevaben şöyle buyuruyor:

ان تفضلوا الشيخين وتحب الختانين وترى المسح على الخفين وتصلى الخلف وترى الصلاة جائزة خلف كل بر وفاجر وتجاهد مع كل بر وفاجر

Meâli: Ebu Hanife(r.a), Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatın itikadını böyle anlatıyor. Yani Hz. Sıddık (r.a) ile Hz. Ömer’i (r.a) herkesten efdal (faziletli) görmek (Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müstesna), ikinci olarak Hz. Osman(r.a) ve Hz. Ali’yi (r.a) sevmek, mest üzerine meshi caiz görmek, bunun sünnet-i seniyye olduğuna inanmak; iyi olsun, facir olsun her imâmın arkasında namaz kılmayı caiz görmek, facir fasık olsa dahi başlarındaki idareci ile cihada gitmektir, diyor. İşte ehli sünnet velcemaatın görüşü budur, itikâdı budur. Allahü Zülcelâl hepimizi ehli sünnet velcemaat itikadı üzerine dâim eylesin, hizlâna düşürmesin.  Âmin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Tekrar mevzumuza dönelim. Kısaca: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: “Hıfzul lisan selâmatül insan” buyuruyor. İnsan, selâmeti bakımından dilini muhafaza etmesi lâzımdır. Çünkü insan dili hem vezir eder, hem rezil eder. Dilini düzeltmek isteyen mâlâyânî hükümlerden kaçınmalıdır. Zira bilelim ki Allahü Zülcelâl, ana şefkatinden 70 kat daha şefkatlidir. Hele o anda aleyhinde yaramaz şeyler konuşmayı hoş görmez. Allahü Zülcelâl gayyurdur. İcabında o kimseye rahmet eder, yaramaz konuşan da hizlâna düşer. Hizlân dedigimiz rahmetinden uzaklaştırır. İnayeti ona yetişmez bir kerre… Şeytanı ve nefsiyle başbaşa bırakır… Allahü Zülcelâl bu yönden bizlere şuûr versin, alel hak ne ise müyesser eylesin. Âmin… Mevzumuz vefât eden kişi üzerindeki kul hakkı ile ilgili hususları anlatmaktı. Mevtâya karşı yapılması gereken ve üzerinde durulması lâzım gelen hususun kul hakkı olduğunu izah ediyorduk. Bu izahat esnasında vefât eden kişinin üzerinde kul hakkı olunca Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gibi şefkat ve merhametle dolu bir Peygamber dahi onun cenaze namazını kılmıyor. Peki borcu olan bir kimsenin cenaze namazı kılınmaz mı? Bunun üzerine namaz kılmak caiz değil mi? diye bir fikir aklımıza geliyor. Tabii ki Rasûlüllah’ın  (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böyle bir şekilde davranması, borcu olanın cenaze namazı kılınmaz demek değildir. Bu durumdaki kimselerin cenaze namazını kılmak elbette caizdir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok merhametli olduğundan cenaze namazını kılmıyordu. Sebebi, belki gayretkeş birisi çıkar da onun borcuna sahib çıkar ve onu bu borçtan dolayı uğrayacağı sıkıntıdan kurtarır, diye böyle davranıyordu.

Kardeşlerim, ölen bir kimsenin kabre konduğundaki yalnızlığını, herkesten ve herşeyden ilgisinin kesildiğini düşünelim. Kul borcundan dolayı ruhunun rehin durumda olduğunu düşünelim. O andaki sıkıntı durumunu düşünelim de bunun ne anlam ifâde ettiğini idrak edelim. Ölen bir kimseye karşı yapılması gereken bu çok mühim işler varken, buna dikkat edilmeyip, hemen ıskatı salâtmış, yok orucun altmış bir keffaresi varmış gibi hallerle ilgileniyoruz. Evet, bunları nahoş görmüyoruz, hâşâ... Fakat Allahü Zülcelâl’in Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, önüne gelen cenaze için bunun oruç borcu var, namaz borcu var, bu borcundan dolayı onun namazını kılmam demiyor. Böyle bir kayda, bir hadise hiç rastlamadım. Ama kul borcu hakkında birçok hadisleri serdettik. Kul borcu, kişiyi perişân hale düşürür, iflâs durumuna düşürür. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine olan sevgisinden dolayı bunu söylüyor ve bizlere tâ’lim ediyor. Böyle yapın, böyle yapmanız gerek, diye bize buyuruyor. Yapılması gereken evvelâ kul borcunu ödemektir. Hatta Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hicret devrelerinde henüz cihad işleri başlamazdan evvel, kendi durumu da maddî yönden zayıf olduğundan, kendi elinde verecek bir şey olmadığından, ki kendisinde olmuş olsa, başkasına verdirtmeden kendisi verirdi, ama onda da yok. Böyle olunca etrafında bulunanları buna kefil olmaya, borcunu ödemeye teşvik ediyor. Ödeyecek biri çıkmadığında bu borç ödenmeden onun üzerine kılınacak namaz bir fayda sağlamaz, diyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bu çok mühimdir.

Ama ne zaman ki cihad başladı, birçok yerlerden ganimet geldi. Allahü Teâlâ da Habibinin (ömrünün) son devrelerinde bu ganimetlerin beşte birini bir ikram ve ihsan olarak Habibine(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tahsis etti. Bu ganimetlerden kendisine kalan pay alınınca, gelen ve namazını kıldıracağı cenazenin kul borcu olup olmadığını sorardı. Eğer borcu çıkarsa, onun kul borcu bana aittir, borcuna ben kefilim der ve o cenazenin borcunu öderdi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sadece onun borcunu öderdi ve mirası mirasçılarına aittir, derdi. Hatta o ölen kimsenin çoluk çocuğunun da durumları iyi değilse, onlara da sahib çıkar, yardımcı olurdu. Bu tutumu ümmetine olan sevgi ve şefkatindendi. Böyle bir Peygamberi bizlere nasib ettiği için Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun.

 

 

(ZEKÂT-NAMAZ-ORUÇ KEFFARETİ- YEMİN (NEZİR) BORCU, SADAKA (BUNLAR FAKİRİN HAKKIDIR )

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine karşı tutumunu şu âyet-i celile çok güzel ifâde ediyor:

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ

 (Ahzab/6)

Yani, bu nebi öyle bir nebidir ki, kişinin kendi nefsini düşündüğünden fazla o kişiyi düşünür, o kişinin evlâdı iyalinden, akraba-i taallûkatından daha çok ümmetim diye o kişiyi düşünür. Ona karşı daha merhametli, daha şefkâtlidir. Bu sebepten dolayı O, ümmetini kurtarmak için bu şekilde davranır ve borcuna sahib çıkardı. Bu kul borcu bu kadar mühim olmamış olsa idi, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kişiyi namazdan mahrum bırakır mıydı? Bu sebeple Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zevceleri dahi (bizim annelerimizdir, onlara ruhumuz fedâ olsun), onlar dahi Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sonra borçlu vefât eden Müslümanın borçlarını öderlerdi, bundan büyük tâ’lim olur mu? Kişinin kul borcu dururken, bir de ikinci borç olarak namaz borcu, oruç borcu çıkarıyoruz, ilk önceliği de buna veriyoruz. Kul borcu hiç dikkate alınmazken bu ıskatı salât ve ıskatı savmı hemen gündeme getiriyoruz. Bu hususta fukahanın görüşü, kararı şu yöndedir: Ölen bir kimsenin ilk olarak ödenmesi gereken borcu şâyet varsa kul borcudur. İkinci sırada zekât borcu gelir. Eğer zekât verecek durumdaki bir kimse ise geriye bıraktığı maldan daha önce çıkarmadığı zekâtı çıkarmaktır. Zira zekâtta hem fakirin hakkı vardır, hem de Allahü Teâlâ’nın emridir. Üçüncü sırada namaz, oruç ve benzeri borçlar gelir. Ölen kişinin malı mülkü varsa bu maldan evvelâ kul borcunu, ikinci olarak zekât gibi hem kul hem de Allahü Zülcelâl ile ilgili borçları, üçüncü olarak da imkânı varsa namaz, oruç ve diğer borçları vermek lâzımdır. Fakat, zaten üzgün, perişân bir halde olan cenaze evi ve dul ve yetim sahibleri ihtiyaç içinde iseler, bir de bu ıskat borcunu gündeme getirip onları daha da borçlandırmak akıl ve insaf işi değildir. Bir kimse Allahü Zülcelâl’in rızası için hacca gitse, mütevazi bir şekilde hac farizasını ifâ ederse anasından doğduğu gün gibi günahsız olarak geri döner. Ama kul borcu yine üzerinde kalır. Affa uğramaz. Zira bu borç namaz, oruç gibi hukukullah’a ait bir borç değil ki Allahü Zülcelâl affetsin. Bu borç hukukul ibaddır. Ancak ödemekle veya o kimse ile helalleşmek yoluyla affedilir. Namaz ve oruç gibi borçlar her ne kadar hukukullah’a taallûk etse de nihâyetinde kendi faydamız ve menfaatimiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın bizim ibâdetlerimize de ihtiyacı yoktur. Emrini tutup yaptığımızda bizleri mükâfatlandırıyor. Yapmadığımızda ise zararı kendimizedir. Eğer vefât eden kimse fakir değil de zenginse, malı mülkü varsa, evladü iyalı onun geriye bıraktığı maldan mülkten, varsa kul borçlarını öder ve mevtanın ıskatı salât, ıskatı savm, kefareti yemin ve nezir gibi borçlarını öder, yerine getirir. Bunu yaparken, bu kefaret borçlarını verirken muhtaç durumda olan fakir kimselere verir. Mevta çok zengin bir kimse ise, bu borçları tam olarak çıkarılıp fakirlere verilir. Eğer fazla zengin değilse bir din kardeşine karşı merhameten “kabultü ve vehebtü,” der. Bu şekilde alındığında o kendi malı olur. Vehebtü diye tekrar iade ettiğinde ikinci kişiye vermiş olur. Bu kesinlikle hile-yi şeriyye değildir. Bir din kardeşine karşı merhameti ve onu sıkıntıdan kurtarmaya yönelik kardeşçe bir harekettir.

Şunu da itiraf etmeliyim ki namaz ve oruç keffaresi, yemin ve nezir keffaresi eğer ödenecekse bilhassa zekât verilecekse, bunlar fakirin hakkıdır, fakire verilmelidir. Bunda zenginin hakkı yoktur. Eğer zengin bir kimse bunu alırsa, bu fakirin hakkına bir tecavüzdür. Fakir kimseye yapılmış bir zulümdür. Çünkü zengin, kendisi zekât verecek durumda olan kimsedir. Hatta zekât verilirken, zekât verilen kimse zenginse, nisaba malikse bu durumunu bildiği halde ona zekât veriyorsa bu zekât sayılmaz, zekât vermiş olmaz. Bir misal vermek gerekirse, adam diyor ki ben zekâtımı devamlı falan hocaefendiye veriyordum, bu hocaefendi şu anda zengin duruma gelmiş olsa da, zekât verecek durumda ise de vermesem olmaz diye bile bile verse, işte bu kesinlikle zekât nev’inden sayılmaz.

Zekâtı, almayı âdet haline getirip fakirlikten kurtulan aynı kişiye vermek caiz değildir. Aslında nisaba malik olan kimse kendisi de o zekâtın câiz olmadığını biliyor. Böyle bildiği halde nisâba malik olan kimsenin zekât alması haramdır. Çünkü bu hali fakirin hakkına tecavüzdür. Zekât ve diğer kefaret borcunun karşılığı olan para, mal, mülk her ne ise mutlaka fakire verilmelidir. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de de buyurduğu:

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ

 (Tevbe/60)

Sadaka, fakir ve miskinlere aittir. Bunlar sadaka aksamındandır.

Peki niçin fakir ve miskinlere veriliyor da zenginlere verilmiyor. Eğer bu zekât zengine verilse, onun kalbine bir sürûr bir sevinç gelmez. Çünkü zengin, bir sıkıntısı yok ki. Fakat bu zekâtı sıkıntısı olan fakru zâruret içinde kıvranan, çoluk çocuğun giyecek, yiyecek ve içeceklerini karşılamakta zorluk içinde olan üzgün, mahzûn bir fakire verirseniz, bu zekâtın onda meydana getireceği sürûru düşünün. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in de buyurduğu gibi:

ادخال السرور على قلب الفقير يطفئ غضب الله

Bir kimse fakirin kalbine sürûrun idhaline (girmesine) vesile olursa, bir fakirin kalbine sürur ve ferah getirmek Allahü Zülcelâl’in azabını söndürür. Ölen kimse namına verdiğiniz bu mal, fakirin kalbinde bir ferah getirecekse, bu ferah, ölen kimse için Allahü Zülcelâl’in bir gazabı varsa, bu gazabın sönmesine vesile olur.

Hülâsa: Bir yakınımız, bir sevdiğimiz kimse vefât etmişse anlattığımız minvâl üzere bu borçları ödersiniz. Fakirleri sevindirir, kalplerine sürurun idhaline gayret sarfedersiniz. Kabirdeki fitne durumu yedi gün sürer. Cuma günü geldi mi o mevtânın üzerindeki ağırlıklar, zahmetler kalkar. Zira Cuma günü huzur günüdür, bu yedi gün mü’min içindir. Münafık için kırk gün veya daha fazla sürer. Bahusus yedi günde yapılacak dualar ve hayır duada bulunacak kimselerin gönlünü almak, ihtiyaç sahiplerini yedirmek içirmek, giyindirmek, onun ruhunu huzur içinde bırakır. Bu yedi gün içinde her an yapılacak hayır hasenat, onun için çok kıymetli birer hediye mesabesindedir. Zira kalbi kırık olan kimselerin duaları makbuldür.  

 

MÜ’MİNLERE MADDÎ – MANEVÎ YARDIM

 

Aziz Kardeşlerim;

Vefât eden kimse ister bizden küçük, isterse büyük olsun, bizler ile bir hukuku vardır. Bu hukuktan dolayı onun ardından yapmamız gereken nedir acaba? Eğer bu kimse zengin ise, az çok malı mülkü vardır. Vasiyyeti varsa, bu vasiyetini geriye bıraktığı malın üçte birinden yerine getirmek lâzım. Vasiyyeti yoksa, onun ardından yapılacak hayır hasenat mirasçılarının bileceği ve yapacakları şeylerdir. Eğer, ölen kimse zenginse veya etrafı, akrabaları, çocukları zenginse, onun ardından bir şeyler yapabilecek durumda iseler, bunlar da onun ardından onun adına hayır ve hasenatta bulunabilirler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem döneminde bazı sahabeler bilhassa Saad ibni Muaz gibi sevdiği şahsiyyetlerin, Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) babam vefât ettiğinde cenazesinde bulunamadım. Vefât eden annem için babam için, Allahü Zülcelâl’in rızasını celbedecek ne yapabilirim? diye sorduklarında, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara “SU” için, yani halkın istifâdesi için, halkın su ihtiyacını karşılaması için su kuyusu veya benzeri çeşme gibi şeyleri yapmalarını tavsiye ederdi. Yalnız başlarına yapamayacaklarsa, müştereken birkaç kişinin yapabileceklerini söylerdi. Sudan sonra yani su hayrından sonra cami gelir. Zira câmi ve mescidler Allahü Zülcelâl’in evleri mesabesindedir. Bu mâbedlere hizmet etmek, hayır yardımında bulunmak, sevab bakımından su hayrından hemen sonra gelir. Veya halkın gidip gelmesine yardımcı olacak, halkın faydalanabileceği köprü, hastane gibi halka maddî, mânevî yarar sağlayacak yerlere yardımcı olmalıdır. Kur’an kursları, ilim yuvaları gibi hayır yerleri, halka maddî, manevî, dinî ve bedenî ilim olarak insanlara hizmet yerleridir. Buralara yardımda bulunmak, sadaka-i cariye aksamından olduğu için, ölen bir kimsenin hayrına yardımda bulunulacak yerlerdir. Allahü Zülcelâl’in rızasına uygun olan, sadaka-i cariye hükmünde olan yerlere yardımda bulunulursa, Allahü Zülcelâl de bu hayırlar karşısında kerem ve ihsanını esirgemiyor, o kişiyi mükâfatlandırıyor. Âdeta bir fabrikaya hissedar olan kimsenin kendi hissesine düşeni aldığı gibi, bu kimse de bu hayır yerlere yapılan yardımdan dolayı kendi hissesine düşen sevabı alır. Hayatta olsa âmel defterine yazılır, vefât etmiş de kabirde ise, ona da bir hediye nev’inden olarak ruhuna daima varır. Daha evvel anlattığımız gibi melekler tarafından kendilerine bu hediyeleri iletilir. Ancak şuna da çok dikkat etmek lâzım; vereceğiniz mal; zekât ve fitre gibi fakire taallûk eden, fakir fukaranın hakkı olan mal olmasın. Fakirin hakkı olan bu malı gasbedib de bu hayır kuruluşlarına vermeyiniz. Zira bu fakirin hakkıdır. İster burası cami olsun, isterse başka bir hayır müssesesi olsun, demirbaş olan yerlere kesinlikle zekât gibi, sadaka gibi bir malı buralara yatırmak, fakirin hakkını gasbetmektir. Fakirin hakkını fakire vermeyip gasbederek bir başka tarafa yatırıp da ondan bir hayır beklemek, meded ummak akıl işi değildir. Bu hayır yerlerine vereceğin parayı, malı, mülkü kendine has malından vereceksin ki bir fayda sağlasın. Fakirin hakkı olan zekâtı vermeyip de  bir fabrikadan alacağın hisseye yatırmış olsan, bunun kime faydası olacak? Vefât eden akrabana mı, fakire mi, yoksa senin kendine mi? Bunu iyi düşünmek lâzım. Verilen malın, sadaka-i câriye aksamından olması için kendine ait olan maldan, hususi maldan, net gelirinden olması şarttır. Böyle olmazsa hayır yapmış olmaz, bilâkis zulüm işlemiş olur. Bunun başka bir yolu yoktur. Eğer bu zekât ve sadakayı, nisaba malik olan her fert hakkıyla vermiş olsa, bunun da usulüne riâyet etse, ki usulü her ferd kendi etrafından, akraba-i taallûkatından sorumludur, ilk olarak onlara efradına vermesi ve onları doyurması lâzım, onları bırakıp da başka yerlere vermeye cevaz yoktur. Evvelâ onlara, sonra komşularına, köylülerine, daha sonra da kendi memleketinde olanlara verir. Bu şekilde yakından başlayıp uzaktakilere doğru gider. Kendi memleketinde çok muhtaç durumda olanlar varken başka memleketlere gönderilmez bu zekât. Sadece bir zelzele gibi çok acil ve mühim durumlar müstesna. O zaman cevaz verilir. İstisnâî haller dışında tercih yakınlarındır. Hatta çok muhtaç durumda olan akraba-i taallûkatına vermeyip de başka yerlere, uzaktaki kimselere zekât veren kişiyi Allahü Zülcelâl ahirette sorumlu tutar. Akrabaları, kendilerini bırakıp da başka tarafa bu malı veren kişi hakkında davacı olurlar. Bu davacılıkları da Huzurullah’ta geçerlidir. Bu sebepten dolayı bu dünyada muamelemizi düzgün bir şekilde yapmamız lâzım. İşte zengin olanın hali ve ardından yapılması lâzım olan şeyler bunlardır. Yeter ki Allahü Zülcelâl için kendine has olan servetinden yapılsın, o onun ruhuna varır. Fakir hakkını gasbetme ve tevziî ederken adil ol…

İkinci olarak bu anlattığımız şekilde sadaka-i cariye olarak değil de bu maldan fakir fukaraya, zaruret ve sıkıntı içinde kıvranan ihtiyaç sahiplerine vermek, kırık kalbli olanlara, mahzûn olan kimselere verip onların kırık kalblerini tedâvi etmek, o kalblere sürûru dahil etmek, feraha kavuşturmak Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür. Bu yapılan hayır hasenattan maksad, gaye Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürerek, Allahü Zülcelâl’in rahmetini celbetmektir. Öyle ki turfanda birşeyler çıkar da, fakir fukara çoluk-çocuk görür de alamaz, üzülür. İşte bunlardan alıp verirsiniz onlara. Güzel bir yemekten de ihtiyacı olana verilirse kabirdeki yakınına aynen ikram edilir.

Kabir âlemi apayrı bir âlemdir. Orasını bir çukurdan ibaret sanmayalım. Orası berzâh âlemidir. Allahü Zülcelâl sevdiği bir kulunun, son anda güzel bir hal üzere gitmiş olan kulunun kabrini, en azından bir fersah genişletir. Bu berzâh âlemindeki hal, durum bu gözle görülmez. Ancak keşif erbâbı bunu görebilir. O ölünün iyi halini gördükleri gibi, keşif erbâbı onların azab durumlarını da görebilir. Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem devresinde sahabenin biri gece bir yerde konaklamış. Konakladığı yerde yatarken, yattığı yerden, yerin altından bir sesler gelmiş, bu sese kulak vermiş bir de ne görsün, Mülk Suresini yani Tebâreke sûresini baştan sona kadar okumuş. Ertesi günü Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelerek özür dilemiş ve Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Orada kabrin olduğunu -kabrin bulunduğunu- bilmiyordum, o konakladığım ve gece yattığım yerin altından böyle bir ses geldi ve Tebâreke’yi okuyordu dediğinde Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “O sûre öyle bir sûredir ki, o sûre maniâdır, münciyedir. O, okuyanın başına gelecek felâketleri menetmeye, sahibini korumaya çalışır. Bu surenin herkesin, ümmetimin hafızasında olmasını arzularım.” buyuruyor.

Eğer, kişi zengin değil de malı mülkü ancak kendisine yeterli ise, bu durumdaki kimse için de hayır duada bulunmak, istiğfarda bulunmak, mağfiret talep etmek lâzımdır, manevî olarak. Ayrıca, onun ruhuna Kur’an okumalıdır. Fakir fukaraya hayır olarak, sadaka olarak vermek için hiçbir maddiyatı yok. Bu durumda olan kimse için yapacağımız şey, onun ruhuna Kur’an okumaktır. Efendim ben Kur’an okumasını bilmiyorum ki okuyayım, demek de yanlıştır. Zira Fatiha’yı, İhlâs’ı bilmiyor musun, bunu bilmeyen var mı? Elbette ki yoktur, bunu herkes bilir. Çünkü Allahü Zülcelâl bu hususta öylesine teshilat (kolaylık) vermiştir ki sevab bakımından, kıymet ve değer bakımından çok büyük; lâfız olarak da çok kısa ve ezberlenmesi kolay olan bu sûreler, hemen hemen herkesin hafızasındadır. İşte bu sûreleri yâni bir Fatiha’yı, üç İhlâs’ı okuduğunda âdeta bir hatim sevabı veriyor. Hatim sevabı denince Kur’an’ı baştan sona kadar  okuyan bir kimseye harf başına verilen sevabın aynısı değil. Her hatim inen kimseye hatmin sonunda Allahü Zülcelâl kerem ve ihsanından bu hatim inen kimseye bir hediye verir. Üç defa İhlâsı okuyana da Allahü Tealâ bir ikramda bulunur. İşte hatim sevabı verilir denmesi bu yöndedir. Yoksa Kur’an’ı baştan sona kadar okuyan ile aynı sevabı alır demek değildir. Tam hatim inen kimsenin harf başına aldığı sevab bundan müstesnadır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu: Kur’an okuyan kimseye Allahü Teâlâ’nın vaadi harf başına on sevabtır. Eğer Kur’an okuyan kimse abdestsiz olarak ezbere okuyorsa, harf başına on sevab alır. Eğer abdestli olup, kıbleye dönüp diz üstü oturmuş olarak okuyorsa, hürmet ve kıymet vererek, buna da harf başına yirmi beş sevab verilir, Namazda okuyorsa, harf başına yüz sevab verilir. Eğer namazı oturarak kılıyorsa, buna harf başına elli sevab verilir. İmamı Ali’nin (r.a) verdiği karar ve hüküm budur. Bunun kaynağı da Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) almamış olsa, böyle bir hüküm ve karar veremez. Bundan dolayı bize düşen görev vefat eden kimse fakir ise manevî olarak yardımcı olmamızdır. Onun ruhuna Kur’an okumamızdır. Bazı bedbaht kişiler vardır, bunlar o kadar cefakârdırlar ki, Kur’an okumak ölüye fayda vermez, Kur’an kabristanda okunmazmış. Okunsa da sevabı ulaşmazmış gibi hezeyanda bulunuyorlar. Bu hususta Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle biraz malûmat vermeye çalışacağız. Hadisi Şeriflerle ve Mezheb imâmlarının ictihadlarıyla bu hususu izah etmeye çalışacağız.

 

ÖLÜNÜN RUHUNA KUR’AN OKUMAK

Aziz Kardeşlerim; Hafız Celaleddin-i Suyuti  “Şerhissudur Fi Ahvalil Mevta vel Kubur” isimli eserinde bu mevzu’ ile alâkalı bir fasıl açarak şöyle buyuruyor:

اختلف فى وصول ثواب القرائة للميت فجمهور السلف والأ ئمة الثلثة على الوصول

Yani, meyyit için okunan Kur’an-ın sevabının ona ulaşması veya ulaşmaması hakkında ihtilâf olundu. Cumhuru selef yani seleflerimizin tamamı ittifakla, eimme-i selâse yani İmamı Âzam, İmamı Malik ve İmamı Ahmed okunan Kur’an meyyit’in ruhuna vasıl olur diye hüküm ve karar vermişlerdir. Ancak İmamı Şafîi’ye göre Celaleddin-i Suyyuti de Şafii olduğundan; bizim imamımızın, bu hususta şu âyete istinaden bir tevakkufu bir durgunluğu vardır, diyor:

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى

(Necm/39)

“Kişi ancak kendi sa’yinin (çalışmasının) karşılığını alır.” buyuruyor. Buna istinaden güya kişi başkasından faydalanmayacaktır.

Bu Âyeti Kerime üzerinde biraz duralım. Müfessirlerin görüşlerini kısaca maddeler halinde zikredelim.

a) Bu âyetin mensuh olduğunu söylemişler.

b) Bu âyet Ümmet-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem hakkında değil, geçmiş ümmetler ile alâkalıdır.

Bunu nesheden ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti hakkındaki âyeti kerime şudur:

أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُمْ مِنْ عَمَلِهِمْ مِنْ شَيْءٍ كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ

 (Tur/21)

c) Bu âyeti kerimeden de açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, âkıl-bâliğ olmadan ölmüş olan mü’minlerin çocukları, anne ve babalarının amelleri ile, anne ve babalarının âmellerinin durumuna göre, hangisinin sevabı çoksa, çok sevabı olanın sevabı nisbetinde sevab veriliyor ve hiç çalışmadan cennete girebiliyorlar. Bu çocukları o cennete girdiren âmel, kendi âmelleri değildir. Gayrının sâyi, çalışması ile cennete giriyorlar.

Ulemanın dediği şudur: İlâhî adalet mutlaka tecelli eder. Bir kimseye, bir başkasının yaptığı işlediği hatadan, günahtan dolayı azab edilmez. Allahü Zülcelâl bir kimseye, başkasının cezasını ve azabını yüklemez. Bu adalet yönünden böyledir. Fakat Allahü Teâlâ’nın kerem ve ihsanı sonsuzdur. Hele bilhassa ümmeti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı ikrâm ve ihsânı hudutsuzdur.

d) Meyyit için verilen sadakanın ona faydası vardır ve azabtan kurtulabilir. Bu icma ve sünnetle de sabittir.

e) Üzerine farz olan hac vazifesi, velisinin onun yerine hac etmesiyle meyyitin üzerinden sakıt olur.

f) Nezredilmiş hac ve nezredilmiş oruç başkasının yapmasıyla meyyitten sakıt olur.

g) Buradaki insan’dan maksat mü’min değil, kâfir olan kişi demektir diye de söylemişler.

h) Bunlar bir hediye kabilinden meyyitin ruhuna ulaşır.

 

Bunun böyle olduğundan hiç şüphemiz yoktur. Ehli imân olmak şartıyla “kurretul ayn” durumunda olan çocukların, gözleri arkalarında kalmasın diye, ferah duysunlar diye anne ve babalarının amelleri ve sevablarıyla cennete girerler. İşte bu isbatıdır.

Hatta İmamı Nevevi’nin de bu hususta bir hükmü ve kararı vardır. Şöyle buyuruyor:

قال امام النووى رحمه الله تعالى فى شرح المهدب: يستحب لزائر القبور ان يقرؤه ماتيسر من القرأن ويهديه لهم عقبه نص عليه الشافعى واتفق عليه الاصحاب وزادوا فى موضع آخر ان ختموا القرأن على قبر كان افضل

Yani, Kur’an’dan kolay olan (âyet ve sureleri) okuyup (ölülerin) ruhuna hediye etmek, kabirleri ziyâret edenler için müstehabtır.

İmamı Şafiî ve eshâbı (yani Şafiî fakih ve müctehidleri) bu hususta ittifak halindedirler. Hatta kabir başında, kabir üzerinde Kur’an’ı hatim etmenin daha faydalı, daha efdâl olduğunu da söylemişlerdir.

İmamı Ahmed bin Hambel’in (r.a), bu hususta önceleri bir teredüdü vardı. Kabrin üzerinde Kur’an okunup okunmayacağı hakkında tereddüd ediyordu. Ne zaman ki Ensâr devresinde kabrin üzerine gidip vefât eden kimsenin ruhuna Kur’an okuduklarını görünce (tam olarak tesbit edince) o da kabir başında, diğer imamlar gibi, okunacağını kabul etmiştir.

Zira bu hususta İmam-ı Şafiî şöyle buyuruyor:

كانت الانصار اذامات لهم ميتٌ اختلفوا الى قبره يقرؤن له القرأن

Yani Ensâr devresinde, onların bir meyyitleri olduğunda (devamlı değiştirmek suretiyle) onun kabrine birisi gider birisi gelir, bu şekilde devamlı Kur’an okurlardı.

Ebu Muhammed -es- Semerkandi İhlâs sûresinin fazileti hakkında yazdığı kitabında şöyle buyuruyor: Hz. Ali’den (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu (mer’fu’an) zikrediyor.

من مرعلى المقابر وقرأ قل هوالله احد احدى وعشر مرة ثم وهب أجره للأموات اعطى من الاجربعدالأموات

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğuna göre, “Bir kimse bir kabristanlıktan geçerken o anda onbir kere İhlas’ı okuyup bunun sevabını onlara bağışladığı takdirde (o) kabristanlıkta bulunan ölüler adedince kendisine de sevab veriliyor.”

Ebu Hureyre’den (r.a) mervî’ bir hadiste şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Bir kimse kabristanlığa girdiğinde bir Fatiha, üç İhlâs, bir defa da Elhâkümüttekâsür” surelerini okuyup, Ya Rabbi okuduğum bu sûrelerden hasıl olan sevabı bu mevtaların ruhlarına hediye ediyorum dese, -tabii ki bu ölülerin mü’min olması şartıyla- o kabristandakiler ona şefaatçi olurlar. Onun yararı ve faydası için Allahü Zülcelâl’e yalvarırlar ve taleb ederler.

Kişi, Kur’an’dan okuduğu âyetleri sureleri ruhlarına bağışlayacağı kişileri ayrı ayrı saymasa da, imânlı giden kardeşlerimin ruhlarına bağışladım dese dahi yine tamamdır, onların ruhlarına varır.

 

 

Bir Hadisi Şerif daha:

اخرج عبدالعزيز صاحب الخلال بمسنده عن انسى رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال من دخل المقابر فقرأ سورة ببس خفف الله عنهم وكان له بعدد من فيها حسنات

Enes ibni Malik (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den:

Yani “Kim kabristanlığa girdiğinde Yâsin Suresini okursa Allahü Teâlâ o ehl-i iman mevtaların tamamına bir tahfifat verir ve o Yasin’i okuyan da o kabristanlıktaki mevta adedince sevab alır.”

Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

وقال الطبرى فى حديث صحيح: اقرأ على موتاكم يس هذايحتمل ان تكون هذه القراءة عندالميت فى حال موته ويحتمل ان تكون عند قبره

 

İmâmı Taberi sahih bir Hadisi Şerif’te:

اقرؤا على موتاكم يس

Yani: “Mevtaların üzerine Yasin’i okuyunuz.” Hadisini izah ederken, “Sekerat halinde olan kişiye okunduğu gibi kabri başında da okunur” buyuruyor. Zira sekerat halindeki kimse üzerine okunursa o kimseye –o zor anında- hafiflik verir -o andaki sıkıntısı hafifler-.

İmamı Ahmed bin Hanbel ve diğer büyük zatların dediği gibi: “Yasin’in okunduğu yere ister sekerat halinde olsun, ister mevtânın kabri üzerinden okunsun, o mevtâya bir hafiflik verir, rahmet yağmur gibi yağar… Bu hadisi şerifte her ne şekilde okunursa okunsun, Yasin’in hayrat ve bereketiyle Allahü Teâlâ bir tahfifat (bir kolaylık) veriyor.

قال عبدالحق عن احمد ابن حنبل قال اذا دخلتم المقابر فاقرؤا فاتحة الكتاب

والمعاوذتين وقل هوالله احد واجعلوا ذالك لأهل المقابر فانه يصل اليهم

Abdulhak; İmam-ı Ahmed ibni Hanbel’den mervî olarak şöyle buyuruyor: “Bir kabristanlığa girdiğinizde Fatiha’yı, Muavvizeteyni (Felak-Nas) ve İhlâs suresini okuyun, sevabını o kabir ehline bağışlayın. Çünkü bunların sevabı onların ruhlarına vasıl olur.”

 

İmamı Kurtubi de şöyle buyuruyor: Kur’an okunduğu zaman okuyan nasıl sevab alırsa, bunu dinleyen de sevab alır. Buradaki dinleyenler nasıl sevab alırsa, kabir ehli de bu sevabtan dinleme nasibini alır.

 

Âyeti Celile’de şöyle buyuruluyor:

وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآَنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 (A’raf/204)

Yani “Kur’an’ı okuyan da, ona kulak veren dinleyen de Allahü Zülcelâl’in rahmetine nail olur.” Bazıları; Efendim sevabı vasıl olmaz, ölünün ruhuna gitmez, diyenler bile bu Âyet-i Celile karşısında inkâr fikirlerini açık açık diyemiyorlar. Bunu tam olarak inkâr edemiyorlar. Kur’an’ı okuyana on sevab varsa, dinleyene beş sevab vardır. Velev ki bu misilli olsa dahi onlara duyduklarından dolayı beş sevab veriliyor.

Yine İmamı Kurtubi’den rivâyetle şöyle denilmiştir: “Bazı cemaatlarda derler ki: Allahü Zülcelâlin kereminden esirgemeyin, Allahü Zülcelâl o kadar kerem sahibidir ki, okuyana verdiği sevabı dinleyene de verir, bunu çok görmeyiniz.”

Fetevay-ı Kadıhan isimli eserin sahibi, bunun müellifi İmam-ı Azam’ın mezhebinden yüksek kademeli bir fakihtir. Bir âlim, bir müctehiddir. Şöyle buyuruyor: Bir kabristana girdiğinizde, orada kabri bulunan kabir sahibi ile bir ünsiyet olsun diye oturur Kur’an okursanız, bu şekilde olması tercihlidir, böyle olması halinde bunun bambaşka bir hayrı ve sevabı vardır. Şâyet böyle değil de okuyup sadece bir sevab olarak gönderecekse, nerede olursa olsun, okuduğu Kur’an’ın sevabı mevtânın ruhuna gider, mesafenin uzak olması yakın olması fark etmez buyuruyor.

İmamı Kurtubi ve diğer âlim ve zatlar, ölülerin ruhuna Kur’an okunmaz, okunsa da sevabı gitmez diyenlere karşı şöyle buyuruyorlar: Şunu hepimiz biliyoruz ki, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; azab çekmekte olan iki kabrin başına kurumamış, yeşilliğini kaybetmemiş iki çubuk, iki fidan dikiyor. Çünkü o yeşilliğini kaybetmemiş fidan, bu halini korudukça tesbih getirirler, bazı kabirlerin ehli olanlarda yeşilliklerinden faydalanırlar ve azabları azalır buyuruyor. Kabir azabı da umumiyetle şu üç sebepten ileri gelir:

I) Nemime (Nemmamcılık),

2) Gıybet,

3) İstincaya dikkat etmemek. Yani küçük abdeste dikkat etmemek. İşte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu iki kabirdeki mevtaların azab çektiğini görünce bu yeşilliği alıp kesmiş ve o kabirlerin başına dikmiş. Bunların bu yeşillikten faydalanacaklarını, bu yeşilliğin tesbihi sayesinde azablarının hafifleyeceğini ilân etmiştir. Peki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu tutumu gâyet açık bir şekilde ortada iken, bir çubuğun bir yeşilliğin tesbihi mevtaya fayda veriyorsa,  nasıl olur da kabri başında okunan Kur’an, Kelamullah fayda vermez? Allahü Zülcelâl izân ve şûûr versin... Bu hadisi şerifi hiç kimse inkâr etmiyor. Müteaddid yerlerde geçiyor. Çok sağlıklı, sıhhatli bir hadistir. Bu hadisi şerife dayanarak bir çok kimseler kabirlerine yeşillik dikilmesini vasiyet bile etmişlerdir.

 

Aziz Kardeşlerim, bu mevzû’ hakkında ehli sünnet vel-cemaatin görüşleri budur. Anlamak isteyene bu âyetler ve hadisler yeter de artar. Ama enaniyyet sahibi olan, belirli davalar peşinde koşan ve bu mevzûu kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Onları kendi enaniyyetleri ile baş başa bırakıyoruz. Bu âyet ve hadisleri dikkati nazara almıyorlarsa geçersiz sayıyorlarsa, “bunları Allahü Zülcelâl ıslah etsin” den başka diyecek bir şey bulamıyoruz. Allahü Zülcelâl cümlemize şûûrlu birer Müslüman olmayı nasib etsin. Hakkı Hak bilib Hakka tabi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinab eden kullarından eylesin. Âmin...

 

Aziz kardeşlerim;  bu mevzûu çok geniş bir mevzûudur. Bu hususta yazılmış kitapların te’lifatlarının sayısı bir hayli fazladır.  Bütün teferruatıyla anlatmaya kalksak buna ömür yetmez. Kişi kabre girdiği zaman âmel durumuna göre muhtelif halleri alacaktır. Rabbimiz hepimizi kabirde rahat eden hayırlı âmel sahiblerinden eylesin. Âmin...

 

KABİR HALLERİ

Bu husustaki şu hadisi şerif muhtelif rivâyetlerle sabittir. Biz aşağıya Cabir ibni Abdullah’tan (r.a) rivâyetini sizlere zikretmek istiyoruz.

عن جابر ابن عبدالله (ر.ع) قال:قال رسول الله صلىالله عليه وسلم حسنوا أكفان موتاكم فانهم يتباهون ويتوازرون فيهم. وكذالك اخرج المسلم فى صحيحه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: قال اذاوفى احدكم اخاه فاليحسن كفنه

Hadis Meâli:

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, mevtâlarınızın kefenlerini güzelleştirin, buyuruyor. Yani, temiz ve güzel olmasını tavsiye ediyor. Ki bundan anlaşılan, kefenlerin hem maddî yönden, hem de manevî yönden temiz olmasıdır. Yani o kefende necâset olmaması ve o kefenin haram para ile de alınmış olmamasıdır. Eğer bu minvâl üzere olması  gerekmemiş olsaydı Hz. Sıddık(r.a) ile Hz. Ömer(r.a) kefenlerinin temiz olması hususunda tenbihatta bulunmazlardı. “Bizi kefenleyin, ahım şahım olmasına gerek yok, eğer Allah’ın salih kullarından isek, Allahü Teâlâ o kefeni bizim üzerimizden derhal değiştirir. Eğer salih kullarından değil isek, daha beterine uğrarız”, buyuruyorlar. Allahü Zülcelâl hepimizi korusun. Âmin.

حديث آخر اخرج الترمذى وابن ماجه وابن ابى الدنياوالبيهقى فىالشعب الايمان عن ابى قتادة قال قال. رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم اذاوفى احدكم اخاه فاليحسن كفنه فانهم يتزاورون فيهم

Hadis Meali:

İmamı Tirmizi, İbni Mâce, İbni Ebüd-Dünya, Beyhaki, Şûabul İman isimli kitapta Ebu Katade’den şu hadisi rivâyet ediyorlar: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Kefeniniz düzgün ve güzel olsun, zira kefenli olarak kabirde birbirinizi ziyâret edersiniz.”

Kabirdeki başka bir hal: Bir kimse bu dünyada iken heveslenerek Kur’an tâlimine başlarsa, ister bu tâlim hafızlık için olsun, ister sırf okumak, öğrenmek için olsun, bu kimse bu tâlimi bitirmeden ölürse, Allahü Zülcelâl bir melek gönderir ve kendisine o Kur’an’ı tâlim eder. Kabrinden kalktığı zaman Kur’an’ı okuyan veya ezberlemiş biri olarak kalkar.

Bu hususta da değişik rivâyetlerle birçok hadisi şerif var. Meselâ:

عن ابى سعيد الخدرى عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال: من قرءالقرأن ثم مات ولم يستظهره اتاه ملك يعلمه فى قبره فينق الله فقد استظهره

Hadisin meali:

Bir kimse bu dünyada iken Kur’an’a başlamış fakat bitirememiş ve bu minval üzere ölmüş. Allahü Zülcelâl bu kimsenin kabrine bir melek gönderir, buna Kur’an’ı tâlim ettirir. Bu kimse Huzurullah’a çıkarken Kur’an’ı tâlim etmiş olarak çıkar.

Bir başka rivâyette de hafızlık yönünde şöyle buyuruluyor:

ان العبدالمؤمن اذامات ولم يحفظ القرأن امر حفظته ان يعلمه القرأن فى قبره حتى يبعثه الله تعالى يوم القيامة مع اهله

Hadis Meâli :

“Bir mü’min (Kur’an’ı ezberlerken, ezberlemeye başlamış, bitirmeden) vefât etmişse, Allahü Teâlâ onun hayattayken beraberinde olan hafaza –muhafaza- meleklerine ona Kur’an’ı ezberletmek için emir verir. Hatta ki bu kimse kıyâmette kalktığı zaman Kur’an ehliyle yani hafızlarla beraber haşredilir.” buyuruyor.

Diğer bir rivâyette de Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

ان المؤمن اذامات وقدبقى عليه شيئ من القرأن لم يتعلمه بعث الله له

ملئكة يحفظونه مابقى عليه منه حتى يبعث من قبره

Hadis Meâli:

Bir mü’min Kur’an ezberlerken bitirememiş, üzerinde birazı kalmışsa, melekler ona kalan bölümünü öğretir, ezberletirler. O kimse mahşer günü haşredilirken yine Kur’an ehliyle beraber haşredilir.

Kefenin güzel olmasına gelince, Hz. Sıddık’ın (r.a) istediği kefenin pahalı, debdebeli, pırıl pırıl parlaması değil, onun maddî ve manevî pisliklerden arınmış olması, temiz olmasıdır. Zira o kefen öyle fazlaca üzerimizde kalmaz, onu değiştirirler. (Onun hali, nasıl olacağı, âmelimiz ve Allahü Teâlâ’nın takdirine kalmıştır.)

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ashabından “Seyfiyul Ğaffari” vefat edeceğinde şöyle buyuruyor: “Benim kefenimi üzerimdeki gömleğimi yapın, kefen olarak bununla yetinin.” diye emir buyuruyor. Kızı Aliye bu mevzuda babası hakkında şöyle anlatıyor: “Babamızı defnettik, ertesi gün kabrine gittiğimizde onun kefenini (giydirdiğimiz gömlek) kabrin dışında gördük. Zira biz babamızı uzun gömleğiyle gömmek istemedik, güzel bir kefenle gömmek istemiştik, babamız bu şekilde gömülmesini vasiyet ettiğinden böyle gömmüştük.” diyor.

Mü’mine verilecek kabir nîmetlerinden biri daha:

Tefsir ve hadis erbâbı ki İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, Hafızul Münzeri ve Hafız Ebu Naim El-İsfehâni, bunların dördü de şu âyeti celile hakkında şöyle buyuruyorlar:

فَلِأَنْفُسِهِمْ يَمْهَدُونَ

 (Rum/44)

“Kendi nefislerinden yani âmellerinden mütevellid kendilerine bir yatak gelecektir” diye buyuruyorlar.

İmamı Mücahid de bu âyete şöyle mana veriyor: (Kabirde âmeli salih olanların rahatı için) bunlara bir yatak, bir sergi serilecektir. Bazı müfessirler de; o yatağı düzeltecekler, düzgün bir hale getirecekler, diye buyuruyorlar. Hatta İbni Ebüd-Dünya ile İmamı Beyhaki Ebu Hureyre’den rivâyetle Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söylerler:

يقال للمؤمن فى قبره ارقدرقدة العروض

Hadis Meâli:

Yani Mü’min olan bir kimse (kabirde) o yatak düzeltilip hazırlandıktan sonra: “Bir gelinin yatağına yattığı gibi, yatağına yat.” diye söylerler.

 

KABİR ÂLEMİ VE  RUHLARIN MAKAMLARI

Ruhlar âlemine gelince, sorulan sorulara göre verilmiş değişik cevablar vardır. Kimileri ruhlar kabirdedir diyorlar. Kimisi arşın altında, kimisi cennette, kimisi cennet dışında, kimisi anasır-ı erba’ada, kimileri de daha aşağılardadır diye buyurmuşlar. Tabiî ki bunları söylerken Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine dayanarak söylemişler. Bunların tamamını burada zikretmek mümkün değil.

Biz burada en güzel ve veciz bir halde bu mevzuyu beyan eden İMAM-I NESEFİ’nin (r.a) görüşlerini alacağız. Bahrul Kelâm sahibi İmamı Nesefi toplu bir halde gâyet güzel bir şekilde bu mevzuuda hüküm ve karar vermiştir. Zaten kendisi de çok meşhur Hanefi ulemâsından bir zattır. Aynı zamanda usul sahibidir (Şerif-i Cürcani de benzeridir). Bahrul Kelâm isimli eserinde şöyle buyuruyor:Ervah yani ruhların (hali) beş vecih üzerinedir. Mü’minlerin ruhları ise dört vecih’dir. Yani Mü’minler için dört vecih ayırmıştır.

 

 

İMAM-I NESEFİ’YE GÖRE RUHLARIN DURUMLARI

BİRİNCİ VECİH: Enbiya ruhlarıdır. Enbiya ruhları kabirlerinden arşa çıkarılırlar. Yani cennete varırlar. Allahü Teâlâ bunlara yepyeni bir vücûd, ki bu vücûd miskten ve kâfurdandır, böyle bir vücûd verir. Eski vücûdlarına denk olacak derecededir bu vücûd. Bu vücûdları ruhaniyyetleri ile birlikte cennete girerler, cennetteki bütün nîmetlerden istifâde edebilirler, yiyip içebilirler. Gündüzleri bu minvâl üzerinedir. Geceleri ise; arşın altında kandilleri vardır. Bu kandiller âdeta bir yuva durumundadır. Geceleri de buralarda barınırlar ve bu şekilde geçinir giderler.

İKİNCİ VECİH: Sıddîkin ve şüheda ruhlarıdır. Bu şehit ruhları, yeşil veya beyaz bir kuşun içinde, hafsalasında olarak bu kuşlar ile cennete girerler. Böylece bu ruhlar da cennetteki nîmetlerden faydalanırlar, yemede içmede olurlar. Onlar da daha alt kâdemedeki kandillerin içine, âdeta yuvaya girercesine girer ve oralarda barınırlar. Sıddîkin seviyesindeki şühedâ, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresindeki şehitllerdir. Diğer devirlerin şehitlerinin ruhları da kendi derecelerine göre muhtelif makam alırlar.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Müttakîn ruhlarıdır, 3. gökten 7. göğe kadar çıkabilirler (yani müttakî mü’minlerin ruhlarıdır). Bunların ruhları herhangi bir kuşun hafsalasına veya içine girmez. Sadece ruh olarak kendi makamına çıkarlar. Oradan sadece cennet nîmetlerini, cennetin güzelliklerini seyrederler. Cennetin nîmetlerini yeme içme bu ruhlar için söz konusu değil. Bunlar, o nîmetlerden önceki ruhlar gibi faydalanamazlar, sadece seyredebilirler. Böyle olmasının sebebi: Enbiyanın mayaları tıynetleri cennettendir. Masum durumları vardır, isyanları söz konusu değildir. Zira böyle olmasa vücûden cennete giremez. Gerek Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, gerekse diğer rasuller ve nebiler bu anlattığımız vücut şekli ile ruh birleşir, bu şekilde cennete girer. Zira ruh tek başına cennete girip oradaki nîmetlerden faydalanamaz. Zira ruh lâhutidir, âlemi emirdendir. Tek başına yemesi ve içmesi yoktur. Bu ruh mutlaka bir vücudun içine girmesi lâzım ki, o vücûdun yiyip içtiğinden lezzet alsın. İşte Enbiya ruhları bu minvâl üzere âdeta bir vücûd görüntüsü ile cennete girerler, orada yer içer ve o nîmetlerden faydalanırlar. Fakat bu vücûdlar yiyip içtikleri şeyleri ifrazât yapmazlar.

Şüheda ruhlarının kuş karnına, kuşun içine girip o şekilde cennete girmelerinin sebebi, kuşlar yiyip içerler de onlar da lezzeti bu yönden (bu yoldan) aldıklarındandır. Çünkü ruh tek başına kalsa lezzet alamaz.

Üçüncü derecede yalnız ruh olarak duruyor. Bir kuşa veya vücuda girmiyor. Bu sebepten bu ruhlar sadece bakmakla ve seyretmekle yetiniyor, alacakları lezzeti bu yönden alıyorlar.

DÖRDÜNCÜ VECİH: Bu ruhlar birinci gökten 3. göğe kadar çıkabilen ruhlardır. Kendi kâdemelerine göre kendi mertebesi nerede ise oraya kadar çıkabilen ruhlardır. Fakat çok âsi olan ruhlar 1. göğe kadar bile çıkamazlar. Yani anasır-ı erbaanın üstünde göğün altındadırlar. Vakitlerini burada bu minvâl üzere geçirirler.

Peki ruhların kâbirleri ile bir alâkaları yok mu? Hepsi kendi makamına yükselince kabir ile irtibatı tamamen kesiliyor mu?

Hayır, bu itirazlara cevabımız:

Evet, bu zatların söylediklerinin hepsi doğrudur, ruhlar kendilerine ait yerlere makamlara çıktı diye kabirlerinden irtibatı kesmiyorlar, ister ruh azab çeksin, isterse nîmetler içinde, zevkü sefâda olsun. Misâl olarak şunu verebiliriz: Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Bir mü’min yatacağı zaman abdest alsın, imkânı olduğu müddetçe abdestsiz yatmasın. Zira ruh, kişi uykuda iken burun yolundan çıkar. Yaz aylarında bile kişi uyurken bir üşüme hissi duyar. Âdeta vücutta bir boşalma hali olur. Ruhun uzama hali elâstikiyyet hali vardır. (Bundan dolayı bazıları ruhun mahlûk olmadığını söylerler. Tabiî ki bu yanlıştır.) Yedinci göğe kadar hatta arşa kadar çıkar. Ruhun esas makamı arşîdir, yani o âlemden gelmiştir. Uykuda iken fırsat bulursa buralara kadar çıkar. Arşa kadar çıkınca bu ruha secde etmesi emredilir. Eğer abdestli ise secde etmek nasib olur. Bu husustaki Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in tavsiyesi şudur: “Nasıl ki uyuyan bir kimseyi uyandırmak istediğimizde âcilen ve sert bir şekilde değil de yavaş yavaş uyarmak suretiyle uyandırın.”

Şuna dikkat ediniz ki arş nerede, o uyuyan kişi nerede. Ruh arşa çıkmış orada secde ediyor, ama o kişi yatağında yatıyor. Kalk dediğimizde hemen toparlanıp kalkıyor. İşte ruhu  Allahü Zülcelâl böylesine kabiliyetli yaratmış. Ruhun çok acayip, yaygın, geniş hali vardır. Bu makamlara çıktığında, ruh kabirle olan alâkasını kesmiyor. Cennetteki nîmetlerden yiyip içtiklerinde kabirde de bundan haz duyuyor. Çürümedi ise bu haz vücûden de duyulur. Eğer çürüdü ise, çürüdüğü halde, toprak olduğu halde, toprakta da bu hazzı duyar.

Gayr-ı müslimler ve onların ruhlarının durumları ise, onların ruhları yerin üstüne çıkamaz. Onlar yükseklere yücelere değil de aşağıya doğru inerler. Bunların bazıları cehennem azabını görebilmeleri için, cehenneme kadar varabilmeleri için siyah kuşların içerisinde olarak cehenneme gider ve cehennem azabını bu şekilde tadarlar ve azab görürler. Bunların azab çekmeleri de bu minvâl üzerinedir. Nasıl ki cennetlik olanlar, cennetten dışarıya sarkan cennet nîmetleri ve güzelliklerinden haz duyuyorlarsa, bunlar da cehennemden sarkan ve oradaki azabtan dışarıda olsalar da bundan azab duyarlar. Cehenneme bizzat iletilen Fir’avun ve avanesidir. Diğerleri cehennemin dışında olsalar da azab görürler. Cennetlikler durumlarına göre mükâfatlandırılıyor ve cennetten faydalanıyorlarsa, bu gayr-ı müslimler de durumlarına göre tabaka tabaka olan cehennem ve onun azabıyla azab görürler. Kur’an’da “İlliyyun” diye adlandırılan yüceler, yedi göğün üzerindedir. “Siccîn” dediği de yedi yer tabakasının altındadır. Gayri müslim, âlel küfr ruhlar ise yerden bir karış bile yükselemezler. Onlar da yerin alt tabakalarında yerlerini alırlar. İndikçe azab şiddeti artar ki cehenneme kadar.

Firavun ve avanesi siyah kuşların hafsalasında cehenneme girerler. Hadramuttaki Berhud kuyusu bunların aşağı iniş kapılarıdır. İşte bu minval üzere nîmetlenir veya azab görürler.

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Mirac’a teşrif ederken Musa(a.s)’ı kabrinde görmüş. Kabrinde kendi vücûdu ile namaz kılıyor. Her ne kadar vücûdu çürümemiş olsa da bu hal, Âlemül Berzâh ve Âlemül Misâl durumundadır. Çünkü bu âlemden çıkmıştır artık. Bu âlemden çıktıktan sonra, Âlemül Berzahda yeme içme durumu yoktur, buna ihtiyaç duyulmaz. Eğer yeme içme durumu olsa dahi o andaki vücut yediği ve içtiği şeyleri ifrazat haline getirmez. Yeme ve içme tamamen zevktendir.  Bununla yetinirler, açlıktan susuzluktan dolayı yiyip içme ve onu ifrazat haline getirme yoktur. Çünkü bunlar bu âlemle ilgili şeylerdir. Bu Âlemül Berzah’taki hal ve durumları, ancak maneviyâtı basireti açık olanlar görebilir ve durumlarını müşahede ederler. İşte kabirle ruhun irtibatı kesilmediği için bu şekilde nîmetlenir veya azab çeker. Bazıları bir lâmbanın fitilini misal vermiş; fitil lambanın gazından çıktığında söndüğü gibi ruh da vücûddan çıkarsa ölür. O sebeble kabrinden de irtibatı kesmez. Bazıları da Güneşi ve onun ziyâsını misâl veriyorlar. Güneşin şuası, ışını nasıl ki merkeziyle olan irtibatını kesmeden yeryüzüne geliyorsa ruh da kabriyle irtibatını kesmeden gideceği yere gider. Bazıları da bizim de anlatmaya çalıştığımız gibi ruh’un çok muazzam bir uzama genişleme hali vardır diyorlar. (Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nerede olduğunu soruyorlar da cevaben, Refiki Âlâda diye cevap veriyorlar. Zaten Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da son anında şöyle dua etmiştir.

اللهم الحقنى باالرفيق الاعلى

Buradaki “â’lâ illiyin”in en yüce makamıdır. Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), Allahü Teâlâ benim ruhuma öylesine bir güç vermiştir ki, günlük olarak ne kadar selâm verirlerse versinler, ben bunların hepsine karşılık veriyorum, buyuruyor.

Diğer ümmetlerin mensubları ve yüksek makam sahibi olan sâlihin, sıddıkin, şûheda ve benzeri zatlar, kendi durumlarına göre, bir nebzecik Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan faydalanırlar. Bu mevzuyu daha önce anlatmıştık, onların istifâdeleri yansıtma yönündendir. (Kendi rasul ve nebilerinin mirascıları olduğundan Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yansıtma olarak bir nur sahibidirler.) Binaenaleyh evliyanın da kabirlerinde az çok bir nur vardır. Sadece selâm vermek ve almakla kalmaz, bunların yardımlaşma ve himmet etme durumları da vardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in irtihalinden sonra, günümüze gelinceye kadar hayatta olmasalar da çok zor, sıkıntılı anlarda, büyük âfet ve zelzele gibi durumlarda birçok evliyaullah’ın nasıl yardıma koştuklarını inkâr etmek mümkün değildir, seferberlikte de görülmüştür. Bazılarının, her şeye gözlerini kapatarak kendi körlüklerinden dolayı böyle şey olmaz demelerini anlamak mümkün değildir. Şuurlu ve inançlı olanlar, bu evliyaullah’ın, yardım ve himmetlerini hiçbir şekilde inkâr edemez. Çünkü, günümüze kadar büyük evliyaullah’ın, aksi kimselere zararı da görülmüş, iyi kimseler için yardım ve faydaları da görülmüştür.

Hatta Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor:

من عادلوليًا فقد بارزنىباالحرب

Hadis Meâli:

Kim ki benim veli kılmış olduğum kullarıma karşı düşmanlıkta veya nâhoş harekette bulunursa benimle harb ilân etmiş demektir, buyuruyor.

Başka bir Hadisi Kutside de: “Ben onu muharebeye davet ederim.” buyuruyor.

İşte bundan dolayı Allahü zülcelâl’in veli kullarını inkâra kalkışmayalım. Bu velilerin ruhları, diğer avam sınıfının ruhları gibi değil, bunlar arşın altında barınıyor, cennet nîmetlerinden yeşil, beyaz kuşların hafsalasında yiyip içiyorlar. Cennetin dışında olanlar da vardır.

Hülâsa ervah âlemi bu minvâl üzerinedir. Âlemül Berzahın dışına çıkamazlar. Gökte olsalar da yerde olsalar da Âlemül Berzâh’ın içindedirler. Keşif erbabı bunları görebildikleri, makam ve mevkilerini bildikleri gibi nurlarını da seçebiliyorlar.

Hatta Şeyh Abdulazizi Debbağ Hz. leri diyor ki: Fers şehrinin kabristanlığına bakardım, bazı kabirlerden bir direk misali nurların güçlerine göre yükselip makamlarına kadar gittiğini görürdüm. Bazen de halk nazarında büyük bir evliya diye tanınanların mezarına bakardım da nur diye bir şey göremezdim, buyuruyor.

Aziz Kardeşlerim; ervah âlemi çok acayib bir âlemdir. Aynı zamanda bu âlemin dışındadır. Hem şekil verir, hem misâl verir, hem de berzâh… Bu ruhlar, keşif erbabının ifâdelerine göre; geldikleri yerde iz bırakırlar. Bu iz ruhun haline ve gücüne göredir. Kalın veya ince nurlu yani beyaz veya siyah, bu şekilde bırakmış olduğu izleri dahi anlatıyorlar. Giyimleri de aynı şekilde beyaz veya siyahtır, yani imân ehlinin beyaz, diğerlerininki de siyahtır. Bu ruhları taşıyan kuşların da siyah veya beyaz ya da yeşil olduğunu anlatmıştık.

Abdullah İbni Abbas(r.a) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki münazara, her yerde ve her şey arasında vardır. Hatta vücûd ile ruh da mahşer günü münazara eder. Vücûd der ki, ben bir kalıptan ibaretim, benim hiç hatam yok. Ruh da: Benim yeme içme ile alâkam yok, diye (kabahati bedene bulmaya, vücûda mal etmeye çalışır.) Allahü Teâlâ, bir melek gönderip her ikisine de hatada payı olduğunu gösterir. Misal olarak, bir oturak kişi ile âmâ bir kimseyi gösterir. Oturak iyi şeyleri görüyor, âmâ kişi ise yapmak için gidemez. Âmâ da görmüyor ama hareket ediyor. Faideli bir şey yapmak için her ikisinin de bir araya gelmesi gerekiyor. Beden ile ruh ikisi bir araya gelince bir işlem yapabiliyor, ama zarar ama yarar. Bu sebepten her ikisi de sorumlu tutuluyor.

Allahü Zülcelâl cümlemize alel Hak nâsib eylesin… Âmin…

 

KUL BORCU

Aziz Kardeşlerim; kul borcu hakkında daha önceki bölümlerde malûmat vermeye çalıştık. Ehemmiyetine binâen ve bazı kısımlarını biraz daha açmak, izâh etmek lüzumu hasıl olduğundan tekrar bu mevzu’ya değinmek istiyorum. Daha önce de anlatmaya çalıştığımız gibi Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), üzerinde kul borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmazdı. O kadar merhametli olmasına rağmen, borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmaktan imtina ederdi.

Bunun sebebi: Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir kişinin cenâze namazını kılmak için cenâzenin yanına yaklaşmış, tam niyetleneceği zaman niyet almayarak geri çekilmiş ve bu kimsenin borcunun olup olmadığını sormuş. Borcu var dediklerinde namazını kılmayarak geri durmuş. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niçin böyle yaptığını soruyorlar. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Cebrail(a.s) beni bunun namazını kılmaktan nehyediyor, diye buyuruyor. Zira Habibullah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun namazını kılmış olsa, Allahü Zülcelâlin bu kimseyi affetmesi lâzımdı. Bu kimsenin üzerindeki hak, kul hakkıdır. Bu hakkın illâ ve illâ alınması, ödenmesi lâzımdır. Bundan dolayı bu gibi üzerinde kul hakkı olan kimselerin namazını kılmaktan imtina eder, o borç ödeninceye kadar onun namazını kılmazdı. Ne zaman ki biri öder veya onun borcunu üstlenir, ödeyeceğine dair kefil olur, o zaman o kimsenin namazını kılardı.

Yine aynen buna benzer bir hâdise şöyle cereyan etmiştir. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) döneminde Hz. Ali’nin (r.a) tanıdığı bir kimse vefât ediyor. Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kimsenin cenaze namazını kılmak için cenâzeye yaklaşıyor. Fakat namazını kılmayıp hemen geri çekiliyor ve bu kimsenin borcu var mı? diye soruyor.  Evet, Ya Rasulallah! Bunun iki dinâr borcu var, diyorlar. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da kendisi kıldırmayıp cemaate, o zaman siz bu kardeşinizin namazını kılın, diyerek geri çekilmek istediğinde İmamı Ali (r.a): Yâ Rasûlallah! Onun o iki dinâr borcunu ben üstleniyorum, şu andan itibâren o iki dinâr onun değil, benim borcumdur. Onun borcunu ödemek için ben kefil oluyorum dediğinde, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tekrar cenâzeye yaklaştı ve namazını kıldı. Bu tutumundan dolayı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), İmamı Ali’ye (r.a) hayır duada bulunarak: Ya Ali! Sen bu dünyada bu kimseyi böylesine büyük bir sıkıntıdan kurtardın, bunun zincirlerini çözdün, bu kimseyi esâretten kurtarıp âzad ettin, Allahü Zülcelâl seni de kıyâmet gününde herhangi sıkıntılı bir hal karşısında kalırsan, senin bu kimseyi kurtardığın gibi, Allah da seni kurtarsın, buyurdu. Orada bulunan Sahabe-i Kiram soruyor: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Bu dua sadece Ali’ye  mi hastır? diye. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem): Hayır, yalnız Ali’ye (r.a) has değil: Herhangi bir kimse, bir Müslüman kardeşine karşı aynı şekilde davranır, onu sıkıntıdan, kul borcundan kurtarır, ona kefil olursa, bu hal üzere olan herkes için bu duam geçerlidir, yeter ki Müslümân olsun, buyurdu.

Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir cenaze namazında, kılıp kılmama hakkında, biraz duraklayarak, “çok şiddetli çok şiddetli”, diye buyuruyor. O andaki üzüntüsünden, kendisine bir şey soramıyorlar. Ertesi günü bir yolunu bulup Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niye böyle dediğini ve niçin bu kadar üzüldüğünü sormuşlar. Şöyle buyurmuş, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç, borç” diyor. Sonra da “Hatalarınız az olsun ki, ölüm anınız kolay olsun. Borcunuz da az olsun ki, dışarı çıkarken hür olarak yaşayın. Şöyle buyuruyor:

لاتخيفوا انفسكم بعدأمنها قالوا وماذالك يارسول الله قال الدين

 “Emin durumda iken nefislerinizi korkutmayın.” Emin durumda iken nefislerimizi korkutmak nasıl olur Ya Rasulallah? diye sorduklarında, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç borç” diye buyuruyor.

الحديث الشريف عن ابى سعيد الخدرى رضىالله عنه قال سمعت رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم يقول اعوذباالله من الكفر والدين قال له رجل يارسول الله أتعدل الكفر باالدين قال نعم

Hadis Meâli:

Eba Said-el-Hudri şöyle buyuruyor: Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle dediğini duydum: “Küfürden ve borçtan sana sığınırım  Ya Rabbi.”

Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle buyurunca (oradakilerden) birisi; Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) borcu küfürle yan yana mı koydunuz? diye soruyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Evet, diye cevap veriyor.

Eshâbı Kirâm şöyle buyuruyorlar: Bir gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenâzelerin konulduğu yerde oturuyordu. Bir ara göğe (semâya) doğru baktı ve ellerini başına koyarak öylesine müteessir oldu ki... Sonra: “Subhanallah, subhanallah maenzele minetteşdid” “ne şiddetler geliyor, ne şiddetler iniyor” diye buyurdu. O gün Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzüntüsünden dolayı böyle buyurmasının sebebini soramadık. Ertesi günü bunun sebebini sorduk. Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) nedir bu teşdid, niçin böyle  buyurdunuz?

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç, borç” dedi. Sonra da  şöyle buyurdu:

والذى نفسى بيده لوان رجلا قتل فى سبيل الله ثم عاش ثم قتل ثم عاش ثم قتل  وعليه دين لايدخل الجنة الاان يقضى عنه دينه

(رواه النسئ والطبرانى والحاكم بسندصحيح)

Hadis Meâli:

Yani: “Ruhum yed-i kudretinde olan Allahü Zülcelâl’e yemin ederim ki üzerinde borç olan (borcu bulunan) bir kimse, Allahü Zülcelâl yolunda cihâd’a gitse ve şehid olsa, (bu kimse) tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, (yani üç defa Allahü Zülcelâl hayat verip tekrar şehid olsa) bu kimse üzerinde borç bulundukça asla cennete giremez. Ta ki üzerindeki o borç ödeninceye kadar” Yâni o borçtan kurtulursa o borç ödenirse, ancak o zaman cennete girer.

Nitekim Sad İbni Ebi Vakkas’ın bir kimseden alacağı vardır. Bu alacağını istemeye gitmiş. O kimsenin cihada gittiğini söylemişler. O zaman şöyle buyurmuş: Vallahi ben Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den duydum ki, “Bir kimse cihâda giderse ve şehid olursa üzerindeki borcu ödenmediği takdirde cennete giremez.” diyerek yukarda geçen Hadisi Şerifi zikretmiştir.

 

Aziz Kardeşlerim; yukarıda zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerden anlaşılan, kişi şehid olsa dahi kul borcu affedilmiyor. Mutlaka bu borcun ödenmesi lâzım. Eğer kişinin borcu kul hakkı değil de Hukukullah’a aitse, bu hak bilindiği gibi kişi hacca gitmiş ve haccı da kabul olmuş ise kişi hac dönüşünde anasından doğduğu gibi tertemiz,  affedilmiş olarak döner. Bu affı ilâhî bazen de umumi olur ki Hukukullah’a müteallik olan hakların tamamını affedebilir. Ama kul hakkı ihmalkâr davranmaya gelmez…

 

Aziz kardeşlerim; mevzûyu kul hakkından açmışken, bunu biraz genişletmek ve bu kul hakkını ödemek hususunda yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için biraz durmak ve izahat vermek istiyorum. Çünkü borçlar da değişiktir. Bir Hadiste şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف عن ثوبان عن رسول الله صلىالله عليه وسلم من فارقت روحه الجسد وهوبريئ من ثلاث دخل الجنة الغلول والدين والكبر


 

Hadis Meâli:

Yani bir kimsenin ruhu cesedden mufarakat (ayrılmak) ettikten sonra, (bu kimsenin) üç nesneden beri’(kurtulmuş; temiz, hiçbir işe karışmamış) durumu var ise, bu kimse cennete girer. Bu üç nesneden birincisi, kişi galul (zekât toplamak için gönderilen ve topladığı zekâttan kendisine kırpıntı yapan kimse) değilse, yani emin durumda olan bir kimse bu gibi bir göreve gönderilmişse; ikincisi, borçtan beri ise, yani üzerinde kul borcu yoksa; üçüncüsü de kibir sahibi değilse; bu kimse cennete girer, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem.

Bu Hadisi Şerif sened bakımından ve sıhhat bakımından çok sağlam ve sıhhatli bir hadistir.

Bir Hadis daha:

عن ابى هريرة عن رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم من أخذ اموال الناسى يريدادائها اده الله عنه ومن اخذاموال الناسى يريد إتلافها اتلفه الله

Hadis’in meali:

Bir kimse ihtiyaç karşısında insanlardan bir borç almış ve samimi olarak o borcu ödemek azminde ve gayesindedir. Allahü Zülcelâl bu niyetle borç almış kimseye ödemesi için kolaylık ihsan eder ve o borcu ödettirir. Fakat o borcu alırken ödemek niyetiyle değil de ödememek niyetiyle almış, telef etmek niyetiyle almışsa, ödemek niyetinde değilse, Allahü Zülcelâl onu telef etsin. (telef ettirir.)

Yani bir kimse insanlardan bir mal alırken eğer emâneten almış ve onu ödemek azminde ise Allahü Zülcelâl onun işini rast getirir ve ödettirir. Yine bir kimse bu borcu, bu malı alırken onu ödemek niyetiyle değil de âdeta savurganlık için, telef etmek için almışsa, bu niyette ise o da o maldan hayır görmez. Bu hadis de sahihtir. İmam-ı Buhari ve diğerleri rivâyet etmiştir.

Hz. Aişe validemizden mervi bir hadiste de şöyle buyuruluyor:

سمعت رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم يقول مامن عبد كانت له نية فى اداء دينه الاكان له من الله عوناً    (رواه امام احمد,صحيح)

Hadis Meâli:

Yani bir kimse aldığı borcu ödeme azmi ve niyetinde ise, Allahü Zülcelâl ona borcunu ödemekte mutlaka yardımcı olur. Ona o borcunu ödemekte Allahü Teâlâ yardımını gönderir, onun işlerini rast getirir.

Bir Hadisi Şerif daha:

عن عائشة رضىالله تعالى عنها قالت:قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من حمل من امتى ديناً ثم جهد فى قضائه ثم مات قبل ان يقضيه فأناوليه

(رواه امام احمد باسنادجيد وابو يعلى والطبرانى فى الاوسط صحيح)

Hadis meâli: Ümmetimden herhangi birisi gayretkeşlik yapıp bir başkasını borçtan kurtarmak için onun borcuna kefil olursa, niyeti de bu borcu ödemek ise, bu durumdaki bir kimse eceli gelip bu borcu ödeyemeden ölürse, bu kimsenin velisi benim, diyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; gayretkeşlik yaptığına ve kefaletinde sadikâne olduğuna ve ödemek nasib olmadığına göre ben ona veli ve kefil olurum buyuruyor.

 Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

الدين دينان فمن مات وهو ينوى قضائه فأناوليه ومن مات وهولاينوى قضائه فذالك الذى يؤخذمن حسناته ليس يؤمئذ دينار ولادرهم

(حديث صحيح)

Hadis Meâli:

Yani: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem borç iki nev’idir. (ikiye ayrılır) Birincisi; zarurî ihtiyacı için almış olduğu borcu ödemek azmi ve niyetinde olan kimsenin borcu, ki bu borcu ödeyemeden ölen kimsenin velisi benim, ben öderim diyor, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem). Eğer, bu borcu olan kimse ödemek niyetinde değil ve ödemeden ölmüşse, dinar ve dirhemin olmadığı geçmediği kıyâmet gününde onun hasenelerinden alınır, buyuruyor.

 

Bir Hadis meâli daha: “Bir kimse evlenirken üzerine nikâhı kıyılmış olan mihri müecceli (az veya çok belirtilen miktar ne ise) vermeyip (hanımını) kandırıyorsa, bu kimse bu hal üzere ölürse, Allahü Zülcelâl bu kimseyi huzuruna alırken, o kimse hayatı boyunca zinâ işlemiş gibi alır huzuruna. Zinâ yapmış gibi bu minval üzere karşılık verir, cezalandırır.

 

Bir Hadiste de meâlen: Bir kimse ödememek kaydıyla borç almış ve bu hal üzere ölmüşse, bu kimse de Huzurullah’a çıkarken o kimseden çalmış yani hırsız olarak çıkar, buyuruluyor. Meâl olarak verdiğimiz bu iki hadis de sahihtir.

Bu mevzu ile alâkalı bir Hadiste şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف عن عبدالرحمن ابن ابىبكر الصديق رضىالله تعالى عنهما ان رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال يدع الله بصاحب الدين يوم القيامة حتى يوقب بين يديه فيقال يا ابن آدم فيما اخذت هذاالدين وفيما ضيعت حقوق الناس فيقول يا ربى انك تعلم انى اخذته فلم اءكل ولم اشرب ولم ألبس ولم اضيع فيقول الله تعالى صدق عبدى انا احق من قضى عنك فيدع الله شيئ فيضعه فى كفت ميزانه فيرجح حسناته على سيئاته فيدخل الجنة بفضل الله ورحمته

(رواه الاحمد والطبرانى وابو نعيم )

Hadis Meâli:

Yani: Ebubekiri-es-Sıddık (r.a.)’ın oğlu Abdurrahman (r.a.), Rasûlüllah’tan sallallahü aleyhi ve sellem şöyle rivâyet ediyor: Allahü Zülcelâl, borçlu olan kimseyi kıyâmet günü huzuruna dâvet eder, ve o kuluna şöyle der: Neden borç aldın da vermedin, neden, insanların hakkını zâyi’ ettin, insanlardan aldığın bu borcu, onların hakkını nerede zâyi’ ettin? Bu kimse der ki: Ya Rabbi, ben bir kimsenin hakkını (malını) zâyi’ etmek telef etmek niyetinde değildim, fakat ne çâre ki almış olduğum mal üzerime tasallut olundu. Bu mal gâh çalındı, gâh yandı, bazısı kayboldu. İstemiyerek bu şekilde bu malı batırdım. Bu aldığım malı bu sebeblerden dolayı ne yedim, ne içtim ne de giydim. Düçâr olduğum musibetlerden dolayı bu mal telef oldu. Bunda benim hatam yok, der. Allahü Zülcelâl (kulunun) bu durumu karşısında benim kulum doğru söyledi, başına bir hal geldiğinden dolayı ödeyemediği borcunu ödemek benim üzerime haktır. Çünkü bu gibi belâ ve musibetleri veren benim, buyuruyor, Allahü Zülcelâl. Bu kulun mizânında haseneleri seyyieler üzerine ağır basar, seyyieleri hafifletir ve böylece Allahü Zülcelâl’in fazlı rahmetiyle bu kimse cennete girer.

Hadisi Şerif sahihtir.

 

Aziz Kardeşlerim, dikkat edilirse zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerden de anlaşılacağı gibi borcun ödenmesi, bu borçtan kurtulabilmenin yolları değişiktir. Borcu olanın niyeti de çok önemlidir. Borcu olan kişi niyyetine göre muamele görür. Eğer hakikaten bir ihtiyaç karşılığında almış, niyeti de ödemek ise fakat eceli gelip ödeyemeden ölmüş ise, bu durumda olan kimsenin kefili Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’dir ve bu kişi bu borçtan mahşer günü kurtuluyor. Diğer Hadisi Şerifte de borcu olan kimsenin niyyeti halisane, o aldığı borç ile bir şeyler yapmak istiyor, ama buna muvaffak olamamış, aldığı borç ama yanmış ama çalınmış, elinde olmayarak bir musibete uğramış ve elindeki malı yemeden içmeden telef olmuş. Alîm ve Habîr olan Allahü Zülcelâl, kulunun bu durumunu bildiği için, bu kulunun borcunu kendi uhdesine alıyor ve o kulunun mizanına bir şey koyuyor da hasenelerinden her ne kadar verse dahi yine de ağır getirip cennete girmesine vesile oluyor. Onun bu iyi niyeti onun kurtulmasına vesile oluyor.

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

انما الاعمال باالنيات وانما لكل امرءمانوى

buyurması bundan dolayıdır. Yani bir felâket gelmiş de o borcu ödeyememiş ise, buna Allahü Zülcelâl rahmet ve fazlıyla muamele ederek kurtarıyor. Zira Allahü Zülcelâl hiçbir kuluna zulmetmez, hâşâ. Allahü Zülcelâl’in teshilat yolları çoktur. Yeter ki kişi su-î niyyet sahibi olmasın. Habibini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âlemlere rahmet olarak gönderdiği gibi Rabbimiz de:

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

 (Bakara/143- Hac/65)

İnsanlara karşı rauf ve rahimdir. Böylesine bir nîmeti azîmeye sahib olduğumuz için Allahü Zülcelâle şükürler olsun.

Çok mühim bir mevzu’ya işaret eden şu hadiste Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم

ان الله مع الداء حتى يقضى دينه مالم يكن فيما يكرهه الله تعالى

(رواه ابن ماجه والحاكم بسند صحيح)

Hadis meâli: “Allahü Zülcelâl borçlu olan kimsenin (borcunu ödemesi için) daima onun yardımcısıdır. (Ne zamana kadar, nasıl bir borç olursa yardımcısı olur?) Allahü Zülcelâlin kerih kıldığı şeyler için almışsa veya bu yolda harcıyacaksa bu müstesna. Ona yardımcı olmaz.

Yani bir ihtiyaçtan dolayı almış ve o aldığı borcu meşrû’ bir yolda harcayacaksa, Allahü Zülcelâl bu kimsenin daima mûini (yardımcısı) dır. Ta ki o borcunu ödeyinceye kadar.

 

Aziz Kardeşlerim; bu mevzûdaki hadisler bir hayli çoktur. Hepsini bir bir zikretmeye, bu hadislerin tamamını buraya almaya lüzûm görmüyorum. Çünkü hülâsa bakımından şunu da zikredelim: Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl bir kimsenin hakkını bir başkasının üzerinde bırakmaz. Mutlaka ve mutlaka bu hakkı alır. Kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl dilerse, alacaklı olan kulunu memnun eder, yeter ki borçlu olan kimsenin niyeti halisâne olsun, borcu meşrû’ bir tarzda almış olsun. Bu gibi kimselerin Allahü Zülcelâl yardımcısıdır. Hatta öyle anlar gelir ki, mizan önünde borçlu tamamen iflâs durumuna düşer ve cehenneme gitme durumu karşısında kalır. O anda bir köşk peydah olunur ve bu köşkün satılık olduğu söylenir. O anda alacaklı olan kimseye bu köşkü almaz mısın? denir. O da burada dirhem dinar yok ki nasıl satın alayım der. Ona denir ki, eğer sen o kardeşini affedersen, bunun karşılığında Allahü Zülcelâl bu köşkü sana ikram olarak verecek. O zaman o kimse de o  kardeşini affeder ve böylelikle borcundan dolayı cehenneme gidecek olan kişi bundan kurtulur. O an melekler, o köşke giden kimseye der ki, şu halde bu kardeşinin de elinden tut, el ele tutuşarak beraberce o cennete gidin. Borcun ödenmesi ikram ve ihsanı, ilâhî olarak bu şekilde de olacak. Yeter ki niyet halisâne olsun ve kişi o borcu ödemek azminde olsun. İşte bundan da anlaşılacağı gibi, bu kul hakkı kendiliğinden hemen af olunmaz. Hak haktır, mutlaka alınacaktır. Hiç kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek.

وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا

 (Kehf/49)

 “Allahü Zülcelâl hiç kimseye zerre kadar zulmetmez.” Zulmetmediği gibi kimsenin hakkını da kimseye bırakmaz. İcabında haseneleri alınır da iflâs durumunda kalır, böylelikle de hak alınmış olur.

Bazı borçların değişik halleri vardır. Bunu da Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem birkaç hadisinde belirtiyor. Öyle ki, borç mutlaka ve mutlaka ödenecektir. Ancak üç türlü borç müstesna, buyuruyor.

Bu borçlardan birincisi, kişinin cihatta üst başı elbiseleri yırtılmış, bu durumda avret mahallinin açılmaması için borç aldığı elbise ile düşmanları karşısında kendisini müdafaa ederken kırılan silâhı, kılıcı yerine ödünç aldığı silâh, kılıç gibi şeyleri ödünç alıp da ödememiş veya geri iade etmemişse, Allahü Zülcelâl kulunun bu borcuna kefildir.

İkincisi, evine bir misafir gelmiş ve bu misafir evinde vefât etmiş ise, bunun cenaze techizâtı gibi ihtiyaçları yapmak için borç almış ve ödeyememişse, bu kimsenin de borcuna Allahü Zülcelâl kefildir. Misâfir olduğu için teçhiz tekfin işi ev sahibinin üzerine kalıyor. İşte bu kimsenin teçhiz tekfini için borç almış ve gücü yetmediği için ödeyememiş. İşte bu borcun da kefili Allahü Zülcelâl’dir.

Üçüncüsü, bekâr bir kimse evlenmek istiyor. Zira nefsine uyup günahkâr hallere düşmemek için evlenmek istiyor. Fakat maddî durumu evlenmek için yeterli olmadığından borç almış ve evlenmiş. Bu kimse, bu borcunu ödeyemeden ölmüşse, bu kimseye de Allahü Zülcelâl yardımcı olur. Bu borcundan dolayı kıyâmette hiçbir kimseye onun yakasından tutturmaz.

İşte borçlar ve ödenip ödenmediğinde kişinin göreceği ceza bu minval üzerinedir…

 


 

Aziz Kardeşlerim;

Bizler beşeriz. Beşer olmamız hasebiyle bir birimize muhtaç olur, birbirimize mutlaka ihtiyaç duyarız. Burası dünya olduğu için, buradaki hayatta bu ihtiyaçtan müstağni değiliz. Dünya hayatında bu ihtiyaç olur. Zira burası cennet değil ki bu ihtiyaç olmasın. Rabbimiz bu dünyada herkesi eşit yaratmamıştır. Bu yarattıkları arasında zayıfı var, güçlüsü var. Fakiri olduğu gibi zengini de var. Cömerti var, aynı zamanda cimri olanı da var. Doğrular olduğu gibi yalancı olanlar da var. Hülâsa her şeyin bir zıddı var. Dolayısıyla bu dünyada Rabbimiz her şeyi eşit olarak yaratmamış. Bundan dolayı mutlaka birbirimize ihtiyaç duyarız. Bu kul borcunda da bu ihtiyaç vardır. Bu borcun ödenmesi ve borçlunun bu borçtan kurtulması için ne yapılması gerektiği hakkında mümkün olduğunca bahsettik.

Hepinizin çok iyi bildiği gibi, Allahü Zülcelâl kuluna bir varlık verdi ise, mutlaka şükrünü edâ etmesi lâzım. O varlığı verdiğinden dolayı mutlaka Allahü Zülcelâl’e şükretmesi lâzımdır. Çünkü şükür o nîmetin devamında bir sigorta durumundadır.

Âyeti Kerimede:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ

 (İbrahim/7)

yani: Eğer (verdiğim nîmetlere) şükrederseniz, (o nîmeti) çoğaltırım, buyuruyor. Ama kişinin başına bir hal gelmiş ve dara düşmüşse, fakir bir duruma düşmüşse, bu kimsenin de bu durumda sabırlı olması, bu duruma sabır göstermesi lâzımdır. Böyle bir durumdaki kimsenin herhangi bir ihtiyacından dolayı borç alması gâyet normal ve tabiidir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir kimseye ihtiyaç duyulduğu için borç vermemiz ve ihtiyacını karşılaması için yardımcı olmamız bizlerin görevidir. Bizler beşeriz. Birbirimize muhtacız. Dünya böyle kurulmuş, böyle devam etmektedir. Eğer kişi dara düşmüşse bir sıkıntı içinde ise, çok darda ise bu halinden dolayı borç almak için bizlere baş vuruyorsa, bunu reddetmemek lâzım. Behemahâl merhamet etmek lâzım. Bizim burada kastettiğimiz borç verme işi, faizcilik, dolandırıcılık yapan, gayr-i meşru yollarda iş yapan ve bu malı gayr-i meşru yollarda kullanan kimselere borç vermek, bunlara yardımcı olmak manasında değil. Bu gibi yollara sapan, bu yollarda çalışan ve uğraşanlarla bizim ilgimiz yoktur. Bizim kastettiğimiz tamamen kardeşvâri, inanan, imân eden kardeşlerimiz için geçerlidir.

Alınan borç ve ödenmesi hususunda yeterli ve gerekli malûmatı vermeye çalıştık. Eğer borç alan kimsenin niyyeti, gayesi, hakikaten dara düşmüş, azmi ve niyeti de o borcu ödemek ise, Allahü Zülcelâl ona o borcu ödemesi için muîn olur ve onu o borcu ödemeye muvaffak kılar. Mutlaka ona yardımcı olur. Eğer hakikaten ödemek için almışsa ona teshilat verir. Şâyet ödemek niyeti ile değil de milletin malını telef etmek için almışsa, o kişi kendisi de telef olmaya mahkûmdur. Çünkü bu gibi kimseler için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bedduası vardır.: “Eğer o malı telef etmek için almışsa, Allahü Zülcelâl de onu telef etsin.” buyurmuştur.

Diğer kimse de borcu almış, niyeti de ödemek idi, ama başına bir musibet gelmiş, bundan dolayı o borç almış olduğu maldan hiçbir şekilde yararlanamamış, aynı zamanda zarar ve ziyan etmiş. Bu kimsenin halini Allahü Zülcelâl bildiği için, bu gibi musibetler benim kaderim olarak cereyan etmiştir buyurarak, bu gibi borçlu kullarına sahib çıkıyor. Hak sahibini ikram ve ihsanıyla memnun ederek onu helâlleştirir.

Yine bir diğer kimse de aldığı borcu ödemek niyetinde idi. Azmi ve gayreti o borcu ödemekti, fakat ecel gelip öldüğünden o borcu ödeyecek zaman ve fırsatı bulamadı ise, bu gibi kimselere de Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) sahib çıkıyor. “Onun velisi benim.” buyuruyor.

Diğer bir borçlu da, aldığı borcu ödemek niyetinde ve azminde değil. İşte bu gibi kimseleri Allahü Zülcelâl huzura alır ve bunlara der ki: Kullarıma zulmederek aldığınız, onları kandırarak elde ettiğiniz malların hesabı sorulmayacak ve onların hukuku sorulmayacak mı sandınız? denir. Ve haseneleri alınarak bunlar tamamen iflâs etmiş duruma düşerler.

Yukarda zikredilen Hadisi Şeriften de anlaşılacağı gibi “Bir kimse Allahü Zülcelâl yolunda cihada gider ve Allahü Zülcelâl yolunda şehid olur da dirilir, tekrar şehid olup dirilse, üç defa bu hal tekrar etse yine de kul borcundan kurtulamaz. Bu hak yine kendisinden talep edilir ve alınır.”

Denizde şehid olanlar hakkında bir şeyler söylemiştik. Biraz daha malûmat verelim. Zira Cenabı Rasûlüllah’a(Sallallahu Aleyhi Vesellem) sormuşlar: Ya Rasûlallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), bir kimsenin hacca gitmesi mi daha efdal, yoksa cihada gitmesi mi? Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Eğer hac kendisine hakikaten farz olmuşsa ve gitme sorumluluğu varsa, bu kimse için on defa cihada gitmektense hacca gitmesi efdal ve hayırlıdır. Yok eğer hac farizasını yerine getirmişse, sünnet olarak hacca gitmek istiyorsa, bu sünnet olarak on defa hacca gitmektense bir defa cihada gitmesi onun için hayırlı ve efdaldir.

Fakat deniz şehidi hususuna gelince; Cenabı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Deniz şehidlerini müşahede ettim. Âdeta bir mülûk durumunda idiler. Tahtlar üzerinde oturmaktadırlar, onların mertebeleri yücedir. Aynı zamanda bunlar denizdeki dalgaları kat’ederlerken âdeta cehennem vadilerini kat’etmiş olurlar, bu deniz şehidleri bir daha cehennem vadilerini görmezler.” buyuruyor.

Karadaki cihatla denizdeki cihad arasındaki fark (fazilet) bakımından on derece olunca, denizdeki cihadda hayatını kaybeden borçlunun borcunu ödemeyi Cenabı Hak kendi uhdesine alıyor. Hâşâ, Cenab-ı Hakk kimseye zulmetmez, zulmetmediği gibi fazlasıyla verir.

Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi İmamı Ali (r.a.) bir Müslüman kardeşini borçtan kurtarıp onun borcunu üstlendiği zaman Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem İmamı Ali’ye (r.a) bu davranışından dolayı ne kadar hayır duada bulunmuştu. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böylesine hayırlı duasına nail olmak istersek bizim de bu şekilde davranmamız lâzımdır. Bir kardeşimize karşı yardımcı olmamız lâzım. Meşrû’ olarak alınan, meşrû’ yolda kullanmak ve sarfetmek için alınan borç ve bu şekildeki borçlunun vefâtı anında ona yardımcı olmalıyız. Bu borç kul borcudur. Fakat Allahü Zülcelâl’e karşı olan borç, yani Hukukullah’a ait borç, Allahü Zülcelâl ile kulu arasındadır. Buna biz karışamayız.

 Çünkü Cenabı Hak kullarına karşı çok merhametlidir.

Zira Âyette:

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

 (Hac/65)

Yani Cenabı Hak insanlara karşı hem rauf hem rahimdir. Bir annenin evlâdına karşı olan şefkat ve merhametinden, yetmiş kat daha kullarına şefkât ve merhametlidir. Allahü Zülcelâl’in kullarına olan merhameti bizim merhametimize benzemez. Bunun için Allahü Teâlâ’nın hukukuna aracı olmaya başvurmayalım. Allahü Teâlâ’nın hukukunu affettirmek için değil de kul hakkını affettirmek için çalışalım. Yapılması gereken budur. Kul hakkından kurtulmazsa kişi müflis durumuna düşer. En güzeli, kişiyi bu hale düşmekten kurtarmaktır. Bunu yaparak onu bağlı bir durumdan kurtarıp hür bir hale getirmek en güzelidir. Bu kardeşimize karşı gayretkeşliğimiz bu yönden olsun. Bizler beşer olduğumuz için birbirimize muhtacız. Zira Allahü Zücelâl bizleri eşit olarak yaratmamış. Zenginimiz olduğu gibi fakir olanımız da var, sağlıklılarımız olduğu gibi hasta olanlarımız da var. Bu hallerimizden dolayı birbirimize karşı ihtiyaç doğar. Bundan dolayı kardeşvâri olarak birbirimize yardımcı olmamız gerekir.

 

MÜSLÜMAN’IN KALBİNE SÜRUR KOYMANIN FAZİLETİ

Bu husustaki Hadisi Şerifleri serdetmek, zikretmek istiyoruz.

Bu hadislerden bir tanesi şöyledir:

الحديث الشريف:قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

المسلم أخ المسلم لايظلمه ولايؤلمه من كان فى حاجة اخيه كان الله فى حاجته

ومن فرج عن مسلم كربة فرج الله عنه بها كربة

من كرب يوم القيامة ومن ستر مسلماً ستره الله يوم القيامة

(رواه البخار والمسلم وسنن ابى داور بسند صحيح)

Hadis Meâli:

Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmesin ve onu üzmesin. Ona elem vermesin. Yani Allahü Zülcelâl’in vermiş olduğu nîmetlerden onu mahrum etmesin, imkânı olduğu halde ona yardımcı olmayıp, onun üzüntülü halini seyretmesin. Zira Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) göre bu zulüm sayılıyor. Aynı zamanda ona elem vermiş olur. Yine bir kimse Müslüman kardeşinin hacetini görmeye koşarsa, kıyâmet günü Allahü Zülcelâl de onun hacetini görür. Yine bir kimse, sıkıntı içinde bulunan bir kimsenin sıkıntısını giderir de feraha kavuşturursa, Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onun sıkıntılarını giderir, ferah ve sürûr içinde bırakır onu. Yine bir kimse; Müslüman bir kardeşinin perişân duruma düşmesini önlemek için (icra gelir vs.) Müslüman kardeşine yardımcı olursa (onu setrederse), Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onu fecî durumlara düşürecek hallerini setreder. Ona karşı Allahü Zülcelâl’in “Settar” ismi tecelli eder, onu perişân etmez, hiçbir kimseye karşı da onu rezil ve rüsvây etmez.

Bu, Allahü Zülcelâlin kullarına bir nîmeti azîmesidir. Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de ümmetine bir teşvik babından olarak bunları bildiriyor ki merhamete gelip kurtarmaya sebeb olsunlar, birbirlerine yardımcı olsunlar diye.

 

Diğer bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

حديث آخر: عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

من نفس عن مسلم كربة من كرب الدنيا نفس الله عنه كربة من كرب يوم القيامة.

ومن يسرعلى معسر فىالدينا يسرالله عليه فى الدنيا والآخرة.

ومن سترعلى مسلم فى الدنيا سترالله عليه فى الدنيا والآخرة والله فىعون العبدماكان العبد فى عون اخيه.

(رواه المسلم وابو داور فى سننه و ابن ماجه والحاكم والترمزى بسند صحيح)

Hadis Meâli:

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “Bir kimse, bir derde, hüzünlü bir hale, sıkıntılı bir duruma yardımcı olur da bu halini feraha çevirirse, yardımcı olur da onu o halden kurtarırsa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada hem de ahirette onun sıkıntı ve kederlerini giderir.

Yine bir kimse bir zorlukta, sıkıntıda olan kardeşinin durumunu feraha döndürmek için teshilata (kolaylık) döndürecek olursa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada, hem ahirette (onun) zorluklarını kolaylaştırır. Bir de bir kimse Müslüman bir kardeşinin, halk karşısında perişân bir duruma düşmemesi için bir ayıbını hatasını veya herhangi bir halini açığa vurmayıp, örterse, Allahü Zülcelâl da hem dünyada hem de âhirette (onun hatalarını, ayıplarını) örter. Onu perişân rezil bir duruma düşürmez. Hadisi Şerifin sonunda da: Müslüman bir kardeşinin yardımcısı olduğu müddetçe, Allahü Zülcelâl de o kimsenin yardımcısı olur, buyruluyor. Allahü Zülcelâl bu hususda hepimize gayretler versin. Âmin…

 

Bir Hadiste de şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

ان لله خلقاً خلقهم لحوائج الناسى يفزع الناسى اليهم فى حوائجهم اولئك هم الأمنون من عذاب النار

(رواه الطبرانى وابن حبان وابن ابى الدنيا حديث حسن)

Yani Allahü Zülcelâlin öylesine özel kulları vardır ki, bu kullarına gayretkeşlik vermiştir, heves ederler, koşarlar, yaparlar,  aynı zamanda imkân da vermiştir. Allahü Zülcelâl bunları, ihtiyaçlarının karşılanmasında kendilerine başvurulduğunda, müracaat edildiğinde, bu kullarının ihtiyaçlarını karşılamak, ya da aracılık etmek için yaratmıştır. İşte bunların emin durumları vardır, bunlar cehennemden berîdirler, cehennemden kurtulmuş kimselerdir.

 

Bu mevzuda bir hadis daha

الحديث الشريف: قال رسول الله صلىالله عليه وسلم:

ان لله اقواماً اختصهم بالنعم لمنافع العباد يقرهم فيها مابذلوها

فاذامنعوها نزعهامنهم فحولها الى غيرهم

(رواه ابن ابى الدنيا والطبرانى فى الكبير والاوسط وقيل سنده حسن)

Yani: Allahü Zülcelâlin bazı kulları vardır. Allahü Zülcelâl bu kullarına nîmetlerinden bolca vermiştir. Tabiî bu nîmetleri onlara vermesi, bir imtihan içindir ve bunlara Allah’ın bu nîmetleri vermesi devamlıdır. Bu nîmetlerin devamının şartı vardır. O şart da Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetleri, Allahü Zülcelâl’in kullarına, başvurduklarında vermeleridir. Esirgemeyip onlara vermeleridir. Böyle olursa nîmet devam eder. Fakat menedecek olurlarsa, gelene yok diye yardımcı olmazlarsa, Allahü Zülcelâl onlardan o nîmeti alır, başkalarına verir.

Bu nîmet verilen kimseler bilmelidirler ki, bu nîmet Allahü Zülcelâl’indir, aynı zamanda bir emanettir ve bununla bir imtihandır. Aksi takdirde niçin hepimiz aynı değiliz? Böyle olmamış olsa, niçin Allahü Zülcelâl kimimize veriyor da kimimize vermiyor? Burası bir imtihan diyârıdır. Yoksa adaletsizlik olurdu. İnsanoğlu için sabır da lâzım, şükür de lâzım. Her ikisi de imânın yarısıdır. Kişinin imânının, imânı kâmil olması için her ikisine de sahib olması lâzım. Allahü Zülcelâl eğer nîmetlerini bol vermişse, bu nîmetlere şükretmesini bilmesi lâzım. Eğer Allahü Zülcelâl vermediyse, buna da sabretmesini bilmesi lâzım. Eğer kişinin bedeni sağlıklı sıhhatli ise buna şükretmesi ve ödemesi lâzım, namaz vs. gibi. Eğer hasta ise bedenî bir rahatsızlığı varsa, buna da sabretmesi lâzım.

İşte Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetlerin devam etmesinin şartı sigortası, kendisine ihtiyaç anında başvuranlara yardımcı olmasıdır. İşte bu minval üzere “Eğer şükrederseniz nîmetimi çoğaltırım.” buyuruyor Allahü Zülcelâl.

Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor:

انفق انفق عليك

Yani: “Ey kulum, sen ver ki ben de sana vereyim.”

 

Âyeti Kerimede de:

وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ

 (Sebe/39)

Hiçbir şey infak etmezsiniz ki illâ, mutlaka fazlasıyla veririm. Çünkü ben rızık verenlerin en hayırlısıyım.

Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

مانقصت مال من صدقة

Yemin etsem yeminim kalmaz ki; tasaddukta bulunmak, malı noksanlaştırmaz. Sadaka vermekle mal eksilmez. İster sadaka yönünden olsun, isterse bir Müslüman’ın ihtiyacını görmesi için verilen yardım olsun, bunlar malı eksiltmediği gibi tam aksine artırır. Nîmetlerin artmasına vesile olur.

Bir Hadiste de Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

ان من موجبات المغفرة ادخالك السرور على اخيك المسلم

(رواه الطبرانى فىالاوسط بسند حسن)

Hadis Meâli:

Allahü Zülcelâl’in mağfiretini celbetmeye sebeb, Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr ithal etmendir. Yani kalbinde bir sıkıntısı üzüntüsü olan mü’minin kalbine (amma maddî, amma manevî) her ne yaptın ise bu yaptığınla onun kalbine ferah ve huzur koydunsa, bu davranışın Allahü Zülcelâlin seni mağfiret etmesine mucib olur.

Nitekim daha önceki bölümlerde de zikrettiğimiz gibi:

ادخال السرور على قلب الفقير يطفئ غضب الرب

Fakirin kalbine bir sürûr bir ferah getirmek, Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür, buyurmuştur Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem).

Fakat yukarda zikrettiğimiz Hadisi Şerifte ise Allahü Zülcelâl’in mağfiretini garantilemiş oluyor. Bu haldeki kimseyi mağfiret etmeyi Allahü Zülcelâl kendine vacip hükmünde kılıyor.

 

Hz. Ömer (R.A)’dan rivâyet edilen bir Hadisi Şerifte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

الحديث الشريف: افضل الاعمال ادخال السرور على المؤمن كسوة عورته اواشبعت جوعته اوقضيت له حاجةً

(رواه الطبرانى فى الاوسط بسند حسن)

Hadis Meâli:

Yâni, Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Âmellerin en faziletlisi Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr koymak, idhal etmek, getirmektir. (Bu sürûr ne ile olursa) giyecek ihtiyacı olanı giydirmekle veya yiyecek ihtiyacı olanı yani aç olanı doyurmakla veya mühim bir hacetini (ihtiyacını) sağlamakla, bir hacetini görmekle Müslümân kalbine ferah getirmek, âmellerin en faziletlisidir.

 


 

Bir Hadis daha:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

احب الاعمال الىالله عزوجل سرور تدخله على مسلم اوتكشف عنه

كربة اوتطرد عنه جزعاً اوتقضى عنه ديناً

Hadis meâli: Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

“Âmeller arasında Allahü Zülcelâlin en çok sevdiği âmel şudur: Dara düşmüş, kalbi kederli bir kimsenin kederini gidermekle veya korktuğu bir şeyden onu selâmet haline getirmekle veya o kimsenin borcunu ödemekle o Müslümanın kalbine sürûr koymaktır. İşte Allahü Zülcelâl nezdinde en çok sevilen amel budur.

 

Bir başka rivâyette de şöyle buyuruyor Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem):

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

من ادخل على اهل بيت من المسلمين سروراً لم يرضى له ثواباًدون الجنة

(رواه الطبرانى بسند حسن)

Hadis meâli: Herhangi bir Müslüman, kederli Müslüman bir ailenin kederini sürûra çevirirse, bunun karşılığında ona vereceğim sevab cennetimdir, buyuruyor Allahü Zülcelâl. (Yani bu amelinin karşılığı olarak) Allahü Zülcelâl ona cenneti verir, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Bunun dışında bir sevabı yetersiz görüyor Allah Celle ve Âlâ.

 

Hülâsa:

Aziz Kardeşlerim; fakir fukaranın kalbine sürûr ferah koymanın, idhal etmenin Allahü Zülcelâl nezdinde ne kadar faziletli ve makbul bir âmel olduğunu, hadisi şerifleri birbir zikretmekle izâh etmeye çalıştık. Zenginim diye fakirleri hor görmekten, onları aşağılamaktan vazgeçelim. Efendim niye vereyim, benimle beraber mi kazandı gibi Müslüman’a yakışmayan tutum ve davranışlardan uzak duralım. Bir Müslüman’a yakışan, fakir fukarayı sevindirmektir. Eğer mevtalara karşı bir hayır hasenat yapılacaksa, yine o mevtaların adına yapın, ama fakir fukaraya yapın. Sadakanızı yardımlarınızı mutlaka fakirlere yapın ki bu ameliniz karşılığında Allahü Teâlâ size cenneti versin, bu ameliniz Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürsün, bu amelinizden dolayı Allahü Zülcelâl’in  mağfireti sizlere vacib olsun.

Olur olmaz yerlere ve kişilere yardım yapacağımıza, Allahü Zülcelâl’in ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnud olacağı, verin diye buyurduğu kimselere, yani ihtiyaç sahibi muhtaç durumda olan fakirlere verelim. Bunun faydasını hadislerde zikrettik. İhtiyacı olmayan zengin kimselere yapacak olsan, bu âmelin ona ne sürûr getirecek ki. Yedirsen ne olur, giydirsen ne olur? Onun için fakire karşı çok merhametli olun. Sadakanızı, zekâtınızı, fitrenizi oldukça fakirlere vermeye çalışın. Tek kelime ile fakiri sevindirmeye bakın.

 


 

 

اللهم اصلح امة سيدنا محمد اللهم فرج عن امة

سيدنا محمد اللهم ارحم عن امة سيدنا محمد

يا ربنا هيئ لنا من امرنا رشدا واجعل

معاونتك العظمىلنا مددا ولاتكلنا الى تدبير

انفسنا فان عبادك الفقراء العاجزين عن اصلاح مافسدا

اللهم وفقنالما فيه الخير والرضاء آمين يا معين

سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام

على المرسلين والحمدلله رب العالمين

اللهم انا نسئلك بك ان تصلى

على سيدنا ومولانا محمد و على

سائر الانبياء والمرسلين وعلى آلهم وصحبهم اجمعين

و ان تغفرلنا مامضى وتحفظنا فيمايقى آمين

 

 

اعوذ باالله من الشيطان الرجيم

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين و به نستعين والصلاة والسلام على خيرخلقه

محمد و على اله و صحبه اجمعين

الحمدلله رب العالمين حمداً يوافى نعمه ويكافى مزيده .

اللهم ما انعمت علينا من نعمة اوعلى

احدمن خلقك فمنك وحدك لاشريك لك

فلك الحمد ولك الشكر على ذالك

 

 

 

اللهم انا نسئلك بجلال الهوية { و جمال الحضرة القدسية { والانوار المحمدية { والاسرار الاحمدية { والخلافة القطبانية { والمظاهر الصدقية { والشموس العرفانية { والاقمار الاء يمانية { والنجوم العلمية { والاكوان العملية { بمابطن فى الأزل { وبماظهر فى الأبد من نبين ورسول وعالم وعامل وولى ووارث وجامع { ان تجمع لنا خصائص القرب ونفحات الحب { ورقائق العلم { ودقائق الفهم { ولطائف العرفان { وحضرات الاحسان { ومشاهدة الشهود { والتصريف فى الوجود بالسرالذى خضع له كل شيئ { وبالاسم الذى لايضرمعه شيئ { وبالذكر الذى طرد كل شيطان مارد { وقمع كل باغ حاسد  {وقهر كل ظالم { واعز كل متواضع عالم { وجذب كل محب صادق { واصطفى كل خليل مصادق { الله الله تباركت ربنا وتعاليت عمايقول الظالمون { والجاحدون علواً كبيراً { ياحنان يا منان { ياعظيم السلطان { ياقديم الاحسان { يادائم النعم { ياكثير الخير{ ياباسط الرزق { ياواسع العطاء { يادافع البلاء { ياغافر الخطاء { ياحاضر الليس بغائب  ياموجود عند الشدائد { ياخفى اللطف { يا لطيف الصنع { ياجميل الستر  ياعظيم الذكر { ياحليم لايعجل {

ياالله بك تحصنا وبعبدك ورسولك سيدنا ومولانا محمد صلىالله تعالى عليه وسلم استجرنااللهم انا نسئلك يارحمن يارحيم بأسمائك العظام وملائكتك الكرام ورسلك عليهم افضل الصلاة واتم السلام انت المحنا بلمحت اهل بدر ولمحاتِهم وتنفحنا بنفحاتِهم بحقهم عليك يا رب سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام على المرسلين والحمدلله رب العالمين   تمت بعون الله الملك العلام