Aziz Kardeşlerimiz;
Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki; bizleri Ümmet-i Muhammed olarak geçen 70 ümmetin sonucusu kılmıştır. Bizden önce 69 ümmet geçmiş biz ise 70 inci ve son ümmetiz. Allaha şükürler olsun ki yarın cennete girecek olan 120 saflık ümmetlerin 80 safı sadece Ümmet-i Muhammed olacaktır. 70 ümmetten cennete girebilecek olanların tümü 120 saflıktır. 69 ümmet 40 saflık iken biz 1 ümmet iken 80 saf bize aittir. Âdem (as)’den bu yana 69 ümmet ancak 40 saf iken sadece biz 80 saf oluruz.
Bu meyânda da Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Sizden evvel Yahudiler 71 fırkaya ayrılmışlar 1 fırkası cennetlik 70 fırkası cehennemliktir. İsevî olan Nasara kısmı ise 72 fırkaya ayrılmışlar 1 fırkası cennetlik 71 fırkası cehennimliktir. Benim ümmetime gelince 73 fırkaya ayrılacaktır. 1 fırkası cennetlik olup o fırka “Fırka-i Nâciye”dir. Diğer 72 fırkası dalalde olup cehennemliktir.” Şunu belirtelim ki, Yahudi ve Hristiyanların cehenneme girecek olanları bir daha çıkamazlar ve ebedî orada kalırlar. Onların devresinde gelen nebilere bağlanıp peygamberlerine inanıp kitablarının (bozulmamış) hükümlerini yerine getiren 1 fırkalarınında cennet hakları vardır. Çünkü o zaman, o nebilere ve resüllere aittir. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden ise 80 saflık cennet ehli vardır. Bunlar ise Fırka-i Nâciye olup cennete girecek olanlardır. 72 fırkası ise ehl-i cehennemdir. Cehenneme girerler ancak temelli cehennemde kalacak olanlardan değillerdir. Çünkü, Fırka-i Nâciye dışında kalan 72 fırka mensubları i’tikad bozuklukları nisbetine göre dalalete düşüp yoldan sapabildikleri gibi temelli küfrede girebilirler. İ’tikadî küfür sebebiyle mutlaka cehenneme girerler. Sadece hataları sebebiyle cehenneme girmezler. Ne kadar hata ve günah işlerse işlesin küfrün dışında Allahü Zülcelâl afüvkârdır ve Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatı ile kurtarır. Ancak küfür pürüzü olanlar cennete asla re’sen (direkt – doğrudan) giremezler. Bir kerre cehennem bu küfür pürüzlerini yakar ve temizlerde ondan sonra cennete girebilirler. Bundan dolayı milletin dilinde durmadan dolaşıp duran tekfir ve tel’in kelimeleri çok; ama çok yanlıştır. Allahü Zülcelâl cümlemize şuûr versin ve islah etsin. Âmin. Birbirimize karşı tekfir ve tel’in kelimeleri kullanıp sadece kendimizi ale’l hak sanması cidden gaflettir. Halbu ise hakikat olan Allahü Zülcelâl ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduklarıdır.
Âyet-i Celilesinde:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(Hucurat / 10)
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşleriniz arasını düzeltin ve Allahdan korkun ki esirgenesiniz.” Allahü Zülcelâl mü’minlerin kardeş olduklarını aralarında fesad değilde islahı emredip ilân ediyor. Enfal Süresinde de vardır. Allahdan korkun ki Allahın rahmetine nail olasınız. Bir kerre hased, fesad vs. kesinlikle çok tehlikelidir. Rabbımıza şükürler olsun ki bizden önceki 69 ümmetin cennete girecek olanlarının iki katı cennete girecek bir ümmetiz. Bu nimet-i azimeyi iyi bilmek, anlamak ve ona göre yaşamak lâzımdır. Ne var ki, önümüzdeki sadece bir kitabda fitne ile alakalı 1000 den fazla hadis mevcuddur. Bende sizlere Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle sizin anlayacağınız şekilde bu nefis hadislerden bazılarını serdedmeye çalışacağım inşaallahü teâlâ...
Hadis-i Şerif:
Hadis meâli: Aleyhisselâtü ve’s selâm “âhir zamanda ümmetim o hale gelirler ki herc-ü-merc olur. Soruyorlar: Ya Rasulullah herc nedir? Katl-ü-kıtaldir.
ماهوقتل الكفار ولكن قتل الامة بعضها بعضا
fakat, sanmayın ki katl-ü-kıtal küffarla olur. Ümmetim kendi kendilerine birbirlerine musallat olurlar. Birbirlerini öldürürler. Maalesef katl-ü-kıtal ve herc-ü-merc ümmetimin arasında tamamen yaygınlaşır. Hatta ki حتى ان الرجل يلقاه اخاه فيقتله özkardeşler iken karşı karşıya geldiklerinde birisi diğer kendi kardeşini öldürebilir. Neden acaba? Esâsen o gün için milletin aklı tamamen başlarından hemen hemen alınmış gibidir. Yani fitne peşine düşdükleri ve fitnenin ise her tarafa hatta damarlarındaki kana dahi işlemiş olduğu için akılları fazlaca bir yarar getirmiyor. Ondan dolayı kardeşi bile karşısına gelse derhal öldürüyor.”
وليسوعلى شيئ Esâsen bunlar kendi kendilerini birşeyler sanıyorlar. Oysa asla yarar ve hayrları yoktur ve zarardan başka ellerine de hiçbirşey geçmez. Ne Allaha (cc) ne Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nede ümmetine hiçbir yarar getiren halleri de yoktur. Boş konuşup fitne peşinde koşarlar. Ama kendilerine sorarsanız çok zarûri ve lâzımdırlar. Cihad diye birşeyler tutturup mesnedsiz ve vicdansızca fitne çıkarır ve fitne ile yaşar giderler. Şu günümüzde hepimiz görüyoruz duyuyoruz ve izliyoruz ki Almanyadaki karases ve benzerlerinin hal ve durumları ortadadır. Hepiside İslam dışı davaların sahibleri olmalarına rağmen sadece kendilerini ale’l hak tanıyıp kendi milletine, dinine, devletine ve öz vatanına karşı, kafir diyarına sığınıp güyâ cihad ilan ediyorlar. Onun içinde Aleyhisselâtü ve’s selâm hadisinin sonunda وليسوعلى شيئ esâsen hiçbir yarar yönleri yoktur buyuruyor. Aslında bunlar hebâistirler. Hadisi İmam-ı Ahmed ve Müslim, Eba Musa el Eşâriden (ra) rivâyet etmişlerdir.
Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: يتقارب الزمان ويقبض العلم ويلقى الشح ويظهر الجهل وتظهر الفتن ويكثر الهرج قيل وماالهرج يارسول الله قال القتل كان يتكلم مع الله كفافا
Hadis meâli: Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Zaman birbirine iyice yaklaşmış gibi çabuk çabuk geçer, cömerdlik değilde cimrilik yaygınlaşır. İlim kısırlaşıp kaybolurken cehâlet alır başını gider. Tabi ki ilmin yokluğunda onun yerini cehâlet doldururda insanlar ne yapıp ne ettiklerini, hangi mesnede dayanıpda bu işleri ettiklerini anlamayacak şuûrsuz bir hale gelirler. Bundan dolayı da fitneler zâhir olup ortaya ardı ardına çıkar ve yayıldıkça yayılır yangın gibi. Soruyorlar ki “Herc nedir Ya Rasulullah?” “Kıtaldır” buyuruyor. Birbirlerini elef telef ederler. Hadisi; Buhari, Muslim, İmam-ı Ahmed ve Ebu Davud Ebu Hüreyre (ra) den rivâyet etmişlerdir.
Kardeşlerim; başlangıçta söylemiş olduğumuz “1 ümmet 80 saf 69 ümmet ise 40 saftır”ı biraz açıklayalım. Bakınız, Âdem (as) başlangıçtır. Ne zamanki iki evlad arasında ayrıcalık başladı. Âdem (as) devresi 1000 sene, ondan Nuh’a (as) kadar 1000 sene geçmiştir. Bu arada Adem (as) ve İdris (as) e gelen suhufla (sahifeler) ve benzerleriyle yetindiler. Bazı kimseler hatta Suudiler bile fetvalarında ilk resul Nuh (as) dir diye söyleyip Âdemi (as) resul saymazlar. İbn-i Kesir’inde belirttiği gibi Âdem (as) hem nebi hemde resuldur. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Âdem hem nebi hem resuldu ve Allahdan vahiyler alıyordu” buyuruyor. Dünyanın başlangıcından Nuh’a (as) kadar 2000 sene geçmiştir. Nuh (as) ise bir kavme mahsusen ilk olarak resul ve elçi olarak gönderilmiştir. Hz. Nuh (as) 2000 sene halkı irşad etti. Çektiği çilelerin haddi hududu yoktur. Hergün ve mütemadiyyen döverlerdi. O ise bıkmadan Allahü Zülcelâlin emrini yerine getirmeye çalışıyordu. Bizden evvelki ümmetleri nebileri irşad eder ikaz edip uyarır duyarlarsa ve uyarlarsa ne âlâ yoksa sonları helâk olmak idi. Önceki resul ve nebiler için çıkıpta cihad etmek yoktu. Uyarırlardı halk uydularsa uydular, uymadılarsa sonları helâk olmaktı. Nuh kavmide uymadılar sonları tufan olup gitti. Aleyhisselâtü ve’s selâm öyle buyuruyor. Nuh ailesi esâsen bir baba, bir ana, 3 evlad, 3 gelinden ibaret 8 kişi idiler. Kendi âile efradı dışından 72 kişi daha olup gemide 80 kişilerdi. 1000 sene çalıştı da sadece 72 kişiyi kendisine mal edebildi mübârek. Onun için 69 ümmete 40 safı az görüpte acayibinize gitmesin. Zâten Nuh (as) dan sonra halk tufanla helâk olup gitmiştir. Sonra tekrar devran edip İbrahim (as) gelince kâbeyi yeni baştan inşa’ etmiştir. Çünkü tufan her tarafı yıkmıştı. İbrahimden (as) sonra Semûd kavmi olsun, Âd kavmi olsun hepsinin sistemi aynı idi. Bizimki gibi değildi. Musa (as) İsa (as) da dahi böyledir. Uydularsa uydular yoksa helâk oldular. Fakat diyeceksiniz ki Yahudi ve Hristiyanlar öteden beri gelişmekteler ve el’an şu kadarda fazlalıkları vardır? Evet, Hz. Musa (as) hakikaten Allahın kelimidir. Ancak Yahudilik Allahü Zülcelâlin vahdaniyyetini inkâr edib ona evlad ittihaz ettiler ve ne zaman ki “Üzeyir ibnu’llah” dedikleri andan itibâren hiçte cennet yüzü görmezler. Şu anda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde yaşadıkları içinde eskisi gibi helâkda olmazlar.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ
(Tevbe / 30)
“Yahudiler, Uzeyr Allahın oğludur dediler. Hristiyanlarda, Mesih (İsa) Allahın oğludur” dediler. Yahudilerin Allahü Zülcelâle çocuk isnadında bulunuşları; Kur’an-ı Kerimde Bakara /116, Nisa /50, Maide /18, Tevbe /30, Meryem /88-92 âyetlerinde de bildirilmiştir. Hristiyanlarında dünyada şu anda yaygın bir durumları vardır. Onlarda yukarıdaki bazı âyetlerde bildirildiği gibi ne zaman ki “İsa Allahın oğludur” dediler O andan itibaren cennet yüzü görmezler. Yaygın oluşları fayda vermez. Haşa ve kellâ böylesi bir Allah tanıdıktan sonra, karısı varmış oğlu varmış diye inandıktan sonra cennet yüzü göremezler.
Şu zamanımızda da bazı şaşkınlar vardır ki hala “Lâ ilâhe illallah” diyenler cennetliktir, diye israr ediyorlar. Resul olarak ister Musa (as) ister İsa (as) isterse Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem) desin onlara göre farketmiyormuş. Çok yanlıştır ve küfrede girerler. Musa (as) devresinde yaşayanlar “Uzeyr Allahın oğludur” demeden “Lâ ilahe illallah Musa kelimullah” deyip Musa (as) ya gelen hükümlere uysalardı cennetlik olurlardı. İsa (as) gelince ise tüm insanlık ona uyup “İsa Allahın oğludur” demeden “Lâ ilahe illallah İsa ruhullah” deyip onun getirdiği hükümlere tâbi olsalardı elbette cennetliktiler. Bu şartlarda
لااله الاالله عيسى روح الله لااله الاالله موسى كليم الله
demeleri hak olurdu.
Fakat Cenabı Rasulullah gelince teşrif edince onlar ve hükümleri nesholunmuş ortadan kaldırılmış Rasulullahın devresi ve getirdiği dinin hükümleri geçerli olmuştur. Rasulullah devresinde yaşayan tüm insanların;
demeleri ve ona tabi olmaları şarttır. Onun devresinde yaşarken Musa Kelimullah veya İsa Ruhullah demelerinin Allah katında bir geçerliliği yoktur. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrifiyle nesholonmuş ve geçersizdirler. Biliyorsunuz Tevrat ve İncil çok önceden tahrif edilmiş, bozulmuş, aslından eser kalmamış, katkılar yapılmış, çıkarmalar olmuştur. Halden hale sokmuşlar; hele bilhassa İncili... Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki Ümmet-i Muhammed bindörtyüz küsur senedir yürümektedir. Milyarlarca kimse de;
demektedirler. Onun için 80 saflık olmaya hakkımız vardır esâsen. Zirâ, Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâleti umumîdir. Yani rasullerin rasulüdür. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde diğer nebiler gelmiş olsalardı dahi ona tabi’ olurlardı. Nebâiyyet makamında olurlardı. Ama kendi devrelerinde ise onların kendi istiklâlleri olmuştur.
Allahü Zülcelâl Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا ...
(Sebe’ / 28)
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا ...
Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: ستكون بعدى اثرة وامور تنكرونها قالو يارسول الله فماتأمرنا قال تؤدون الحق الذى عليكم وتسألون الله الذى لكم
Hadis meâli: Buhari, Müslim ve İmam-ı Ahmedin Abdullah İbn-i Mes’uddan (ra) rivayet ettikleri hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm: Benden sonra başlarınıza öyle kimseler gelirler ki; alışılmamış emirler ve hükümler ortaya korlar. “Ya Rasulullah bu gibi durumla karşı karşıya kalırsak ne yapmamızı emredersiniz?” diye sorduklarında Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): Onların sizin üzerinizde olan hukuklarını ödemeye çalışınız. Sizin onlardan bir alacağınız hukukunuz varsa Allaha havale ediniz. Karşılarına geçip dikilmeyiniz. Karşılarına çıkmayınız. Çünkü Rasulullah fitneden hiç hoşlanmamıştır. Onun içinde âmir ümeranın hukukunu veriniz kendi alacaklarınızı Allaha havâle ediniz buyuruyor.
Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: انه سيصيب امتى فى اخرالزمان بلاء شديد لاينجومنه الارجل عرف دين الله فجاهد عليه بلسانه وبقلبه فذالك الذى سبقت له الحسنى السوابق رجل عرف دين الله فصدق به
(رواه ابو نعيم عن عمر ابن الخطاب)
Hadis meâli: Ebu Na’im’in Ömer İbn-i’l Hattab (ra) dan rivâyet ettiği hadisde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Ümmetim âhir zamanda büyük bir şiddet ve beliyyeye düçar olurlar. Dinle alakalı büyük bir tehlike vardır. Bunun dışında kalabilecek iki kişi vardır. Birisi bir âlim ki, ilmi sâyesinde meselenin hakikatini anlar ve kapılmaz. Mücahedesini diliyle ve kalbiyle yapar ve asla fitneye katılmaz. İkinci kimseler ise böylesi âlimleri dinleyip onların hak olan tezlerini anlayıp kabullenip de bu fitnenin dışında kalabilenlerdir. Hak âlim ve onu dinleyip söylediğini yapanlar aslında i’tikad bozukluğu olan bu fitnelerin dışında ilim sâyesinde kalabilirler.
Aziz kardeşlerim;
Bu hadisin bildirdiği âlim ve onu dinleyip tabi’ olanlar bu fitneden kurtulabiliyorlar. Ama âliminde gerçek âlim olması lâzımdır. Zirâ, Aleyhisselâtü ve’s selâmın buyurduğu şudur ki: İlim Allahın sıfatıdır ve ilmin üstünde daha değerli bir şey yoktur. Hatta ki, bazı kimseler akıl ilimden üstün, bazıları da ilim akıldan üstün demişlerdir. Evet ama, Allahü Zülcelâle “akıllıdır” diyebiliyor musunuz? Hayır, çünkü akıl beşer içindir. Ama ilim Allahü Zülcelâlin sıfatıdır. Akıl ise beşeriyetin sıfatıdır. Aslında benim felsefe gibi şeylerden mâlümâtım yoktur. Gerekte yoktur. Bizim hâli hazır ilim dediğimiz İmam-ı Şâfi Hazretlerinin buyurduğu gibi:
“İlim Allahü Zülcelâlin ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sözleridir, mâdası, bunun dışındaki sözler kavlü’r ricâldir. İnsanların şu, bu isimli kişilerin sözlerinden ibarettir. Zira kurtuluş Kelamullah ve Sünneti Rasulullaha dayanarak, isnad ederek gerekenleri hakkıyla yerine getirmekle mümkün olur. Bunlara muhalefet edenler ise çok geçmeden mâliyetin ortaya çıktığını görürler ve herc-ü-merc olur. Herc-ü-merc dediğimiz ise katl-ü-kıtal alır başını gider. Onun için günümüzde herkes kendi akıl, mantık ve kendi çıkarlarına göre ortaya çıkıp uydurma birşeyleri ilim diye yutturarak halkı kandırmaya çalışıyorlar. Halbuysa bunlar düpedüz şeytan işleridir. İlim, Allahın sıfatıdır. İlmiyle âmil, ilminin gereğini harfiyyen yaşayıp tatbik eden, istikameti her yerde her zaman ve her halde düzgün ve haktan ayrılmayan kimse gerçek âlimdir. Böyle ilmi olan ve böylesine yaşayan bir şahsiyet hiç bir zaman fitneyi seçer mi, tasvib eder mi, tahrik eder mi, tahriş edib fitneci olur mu Allahaşkına? Çünkü Allahü Zülcelâlin fitne için buyurduğu:
“Fitne katlden daha büyük ve daha eşeddir, şiddetlidir” diye ilân eder. Katl dediğimiz; çıkarına uymadı mı, arzuladığını vermedi mi hemence tekfirine hüküm uydurur ölümü haketti der ve öldürür.
Basitçe ve câhilce hüküm uydurur ve onu uygular veya uygulatır. Gerçekten ilmi olsaydı bu gibi şeylere asla cür’et edemezdi.
Zira kardeşlerimiz; bir mü’mini amden suçsuz ve haksız yere katletmek ne demektir düşünün bir kerre. Bakınız Allahü Zülcelâl ne buyuruyor:
وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
(Nisa / 93)
“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.” Bir mü’minin haksız olarak öldürülmesi amden olarak, esâsen müstehakda olmuş değil, hak etmediği halde çıkarlarına ters düşdü diye bir mü’mini öldürenlerin cezası haliden olarak cehennemdir. Eğer ebeden buyurulsa idi asla cehennemden çıkamazlardı, aslında kendileri de müslüman olmalarına rağmen...
Ayni zamanda Allahü Zülcelâlin gazabını da celbedip lâ’netine de müstehak olmuşlardır. Cehennem azablarını da şiddetli diye tâbir eder. Peki gerçek ilim sahibi olan kimse böylesi fitnelerle karşı karşıya kaldığında bu gibi işler yapabilir mi, yaptırabilir mi acaba? Âyet-i kerimeye inanıyorsa ne yapabilir ne de yaptırabilir. Âyet-i inkâr ediyor ise zaten küfre gitmiştir ve canı cehenneme...
Söylediğimiz gibi ilim; Kur’an ve hadistir. Onun için hadislere devam edelim:
Hadis-i Şerif:
Hadis meâli: Dünya zâil olsa yani alt-üst olsa ve tamamen yok olsa dahi Allah katındaki değeri bir mü’minin amden, (isteyerek, bilerek, kasden) öldürülmesinden daha ehvendir. Bir mü’minin amden öldürülmesi bir yana dünyanın yok olması bir yana ki, mü’minin öldürülmesi çok daha mühim ve önemli bir meseledir Allah katında.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kâbede tavaf ederken kâbeye buyurur ki: “Allahü Zülcelâl sana bir haram vermiştir. Sana saygısızlık yapmaya, yıkmaya ve nahoş hallerde bulunmaya asla yol yoktur. Allahü Zülcelâlin gazabını celbeder. Allahın evisin, hürmetin vardır. Beytullah diye tâbir etmiştir. Allahü Zülcelâl Beytullahına kıymet ve değer vermiştir ve hürmeti vardır. Senin bir hürmetin vardır. Fakat bir mü’minin ise hürmeti, haramlığı 3 tür. Seninki 1, mü’minin ise 3 tür. Nedir bu 3 olan hürmet? Allahü Zülcelâl mü’minin canını, malını ve ırzını namusunu haram kılmıştır. Bunlara tecavüz kâbeyi yıkmaktan çok daha beterdir. Bir mü’mini öldürmek dünyanın bedelinden de büyüktür” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kâbenin karşısında böyle buyurmuştur. Onun içinde mü’minin malı, canı ve namusu mukaddestir ve kâbeyi yıkmaktan çok daha beter bir cürümdür ve suçtur.
Kardeşlerimiz, belki herkes kendini âlim sanabilir fakat ilim böyle rastgeleye değildir. Böylesine yanlış yollarda ve yönlerde kullanılan ilim, asla Allahın sıfatı olamaz. Zirâ, biliyorsunuz ki şeytanın da ilmi vardır. Ancak tersine kullanmıştır. Şeytan hiçte câhil falan değildir esasen. Bedir Gazvesinde birşeyler görünce:
إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
(Haşr / 16)
“Ben Rabbu’l âlemin olan Allahdan korkarım” diyor. Şeytan bunu söylerken Firavun ise:
فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
(Naziat / 24)
“Ben âlâ olan Rabbınızım” dedi. Firavunun nefsi bunu söyleyebiliyor. Onun için bir çok meseleler vardır ki bunları yapmaya şeytan bile cüret edemezken insan nefsi çekinmeden işliyor.
Hülâsa, hepimizde çok iyi biliyoruz ki vatanımız çok kritik bir devreden geçmektedir. Çeşit çeşit dava sahibleri ortada cirit atıyorlar. Hepsinin de fitne hevesleri vardır. Çıkarları için bu vatan alt üst olsa bile olanlar hoşlarına gider. Basit bir şeyden fitne ve arbede çıkarırlar. Kendi vatanında erkekçe söyleyemediği şeyleri başka küfür beldelerine gider de ağzına geleni söyler kendi vatanını tevbih eder (tekdir, azarlama). Eğer azıcık gayret sahibi olsalar idi kendi öz vatanlarını başka ülkelerde hor ve hakir görmezler ve göstermezlerdi. Kendi vatanı ve milleti aleyhinde olmayı hiç bir mü’minin gayretkeşliği kabul eder mi?
Zirâ Hikemmü’l Atâ öyle buyuruyor:
اذاكرمت الاصيل ملكته واذا كرمت النامرد تنمرد
Asil olan bir kimseye ikram edersen sana kul köle olur. Çünkü ikramın hakkını hududunu ve değerini bilir. Amma, namerd olan bir kimseye iyilik yaparsan daha da nemrudlaşır. Neden? Çünkü, “Korkusundan bana iyilik yaptı” der. Onun için asalet sahibine ikrâm etki sana köle olsun çünkü o iyiliği ve saygıyı bilen bir şahsiyettir. Ama asılsız olan namerde iyilik edersen benden korktu der de başına Nemrud kesilir.
Hatta İmam-i Ali (kv): “Gayr-i Müslim keferelere asla yumuşak davranmayın. Zira onlar namerd kısmındandırlar ve korkusundan böyle davrandı derler. Onlarda asalet yok ki iyiliği takdir etsinler” buyurur. Onun için bu kendini bilmezler bilad-ı küfre geçip yurdumuz aleyhine verip veriştiriyorlar. Oysa Cenabı Rasulullah bilad-ı kufre (küfür beldelerine) Kur’an-ı Kerimin götürülmesine dahi cevâz (izin) vermemiştir. Bu hadisle sabittir ancak hadisdende bihaberler. “Korkarım ki Kur’an-ı Kerim bir kefere eline düşer” buyuruyor Aleyhisselâtü ve’s selâm.
İçinde bulunupda kendi vatanlarına küfrettikleri o devletler bu ülkeye de bu küfredenlere de her zaman düşmandırlar. Küfür ile iman asla barışıp da bir arada olamazlar. İki zıt cem olunmaz. Bir kimsede iman varsa küfür yoktur, küfür varsa iman yoktur. Galibiyet hangisinde olursa öbürünü yok eder esâsen. Onun için bu vatanda doğmuş büyümüş, yemiş içmiş ve cibilliyeti bu topraklarda durup dururken ezan sesi yerine çan sesleri duyduğu, aslında düşmanımız olan ülkelere sığınıp binlerce “Allahü Ekber” denilen öz vatanımıza, İslam diyarı yurdumuza ağzına gelen tevbihleri edip hor görüp hor göstermeye çalışmalar gaflet ve cehaletten başka ne olabilir?..
Bir yaz devresi idi. Gününü tayin edemiyorum Mısırlıların yayınlarında El Ezher’in Rektörünün konuşmasını dinledim. Meğer Ezher Üniversitesine Türkiyeden yüzlerce talebe gönderilmiş. Bunlar teknik, tıb vs. değilde ilim diye vâizci vs. olacaklarmış. Bazıları askerlik yapmamışlar ama yapılmış gibi göstermişler. Rektör konuştu, konuştu da son devresinde Türkiyenin lideri olan kimse için söylemedik bırakmadı. O kadar da töhmet ettiki ne kefereliği kaldı, ne deccalliği ne de Yahudilerin başı olduğu kaldı. Peki, ne hakları var bunların? Mısır kendiliğinden bunları söyler mi, söyletir mi? İşi kaydı Türkiyeyi kötülemek hor görüp tevbih etmek mi “Velâ sebeb ve gayri hakk” sebebsiz ve haksız olarak... Mısırla aldığımız yok, verdiğimiz yok. Kaldı ki onlara her zaman yararımız ve yardımımız olmuştur. Daha biz onlardan bir yararda görmedik. İngilizlerin ve Fransızların çillelerinden çok kerreler de kurtarmışız nice kanlarımız akmıştır oralarda. İşte böylesine haksız ve insafsız olarak öylesine tevbih ediyor ki; onların yetiştiripde başımıza derd olarak salacakları Türk çocuklarını varın siz düşünün. Onun için vatanını insan başka diyarlara çıkıpta böylesine ayak altına alır, ya da aldırır mı? Bu insanlığa sığar mı?
Nitekim Suudiye son gidişimizde eskiden beri mütemadiyyen nahoş kelimeler kullandıkları yetmezmiş gibi bu seferde “tanassur ettiniz, Hristiyanlaştınız” dediler. Gerçekten Allahü Zülcelâl biliyor ya insan bu gibi sözlerden hiçte hoşlaşmıyor ve çok üzülüyorum. Ne demek “tanassur ettiniz” demek? Yâni, “küfre girdiniz, siz hepinizde kâfir oldunuz” diyor. Gayretim razı olmadı da kendilerine dedim ki: “Siz Saddamla karşı karşıya gelince kuzu haline gelirsiniz çâre bulamayıp da hemen Amerikayı çağırır onun sultasında yaşarsınız. Siz kendi işinize ve halinize bakın. Çünkü Türkiye İslam diyarından daha fazlasında da hakimiyet yapmış asil bir devlettir. Zillete düşmemiş istiklâlini vatanını ve dinini korumuştur tek başına” diye kendilerine söyledim. Yok Türkiye tanassur etmişde ale’l küfre gitmişde... Suudi, kendisini İslamın lideri sanıyor. Halbuki, vallahi hem inanç ve i’tikadları hemde halleri çok bozuktur. Muâmelâtlarına gelince insanlığa yakışır bir halleri yoktur bırakın islam dinini. Bakınız adam şurdan burdan oraya gitmiş 20-30 senedir orada çalışıyor. Çalışıyor ama sadece kölelik yaptırıyorlar. Kölelikten başkada eline hiçbirşey geçmiyor. Yâni, 40 senedir orada çalışıyor da bir ev alacak olsa kefaleti altında bulunduğu Suudi cinsiyetli kişinin üzerine tapu alabiliyor. Gerisi o Suudinin insafına kalıyor ki, insafları da ortada. Bir iş yeri açacak olsa yine işlemler o Suudinin üzerine yürüyor ve ne kazanırsa hiç bir emeği vs. yokken ona her ay pay veriyor. Hatta bir lokantada garsonluk yapabilmek için bir ikametgâha 15000 riyal verilmiştir. Bir ikametgâh için bu parayı alıyorlar rüşvet olarak. Kefâlet adını koyup zavallı müslümanları bu şekilde sömürüyorlar. Adamcağız 30-40 senedir çalışıyor hala hiçbir esâmesi yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesinde siz bu şekilde hiç duydunuz mu? Yahudi, Nasrani, gayri müslim, müslüman yada başka dinden hiç böylesi bir ülke duydunuz mu? Böylesi bir sistem hangi dinde hangi millette ve hangi ülkede vardır? Sonra İslamın lideri imiş! Bilakis bu son gidişimizde gördük ki faiz almış vermiş. Faiz işlemektedir. Halbuysa bunların idaresi Cumhurda değil, kırallıktır. Kral yönetmektedir “faiz yasak” dese derhal durur. Kimse karşı gelip konuşamaz bile. Türkiye gibi serbestlik yok ki. Herkes kendi davasını müdafaa edip faizciler çıkıpta faizi savunsun. Demek ki kralın kendisi faize müsaade ediyor. Ama sorsan şeriatın dünyadaki membağı kendilerindeymiş, öyle derler.
Bahusus Aleyhisselâtü ve’s selâm ve evliyalara karşı açıkça cephe almışlar. Cennetü’l Bakiye giriyorsunuz Mübârek zatları ziyâret etmek için hemen “şirk, şirk” diye bir şey öğrenmişler, durdurmazlar ve rahat da bırakmazlar. Halbuysa, şirk denilen şey vaktiyle müşriklerin tapanakları vardı da bu tapanaklara karşı derlerdi ki: “Bizim bunlara ibadet etmemizin sebebi bunlar bizi Allaha yaklaştırsınlar diyedir” Biz, hâşâ böylesi müşriklerden değiliz, herhangi bir tapanağada ibâdet etmiyoruz ve böyle bir yola da başvurmuyoruz ki... Dinimizi bu şaşkınlardan öğrenecek de değiliz ki... Allahü Zülcelâlin Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olmasaydı bu kâinat olmazdı. Kâinattaki tüm varlık esâsen Onun nuruna muhtaçtır. Onun nurundan var olmuştur. Onun için bu kadar mesâfelerden gelmişiz, Peygamberimize (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir saygı duymayalım mı, bir selâm vermeyelim mi? Aleyhisselâtü ve’s selâm ise selâm verenin karşılığını vereceğini va’detmiştir. Bir şehid için bile “Siz sanmayın ki ölmüşlerdir. Hayattır, yerler içerler ama siz şuur etmiyorsunuz” buyururken Allahü Zülcelâl, Onun Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kadar bir mertebeyi bile çok mu görüyorlarda, “ölmüş gitmiş” diyorlar. İşte bu inanç Mu’tezilenin i’tikadıdır.
Hariciye kısmı ise, “namaz kılmıyorsa mürteddir, bir kimsenin şirki ile imanı arasındaki ölçü namazdır” derler. Elbette vaktiyle Mekkede Müşrikler, Medinede de Mü’minler vardı. Mekkedeki Müşrikler hiç namaz kılmaz, Medinedeki ehl-i iman ise namaz kılarlardı. Bir kimseyi namaz kılarken görürseniz, demek ki müşrik değilde imana girmiş kimse derdiniz. Ama bugün böylesine bir müşriklik yok ki, namaz kılmıyorsa müşriktir diyesin. Ayni memlekette herkesin tanıdığı müslüman insanlardan gelen, bir küfrünü de bildirip ilân etmemiş müslüman şahsiyetlerdir. Namazı sürekli kılmıyor diye nasıl müşriksin diyebiliyorlar? Şirk kelimesi nasıl kullanılır ehl-i tevhid birine şirk şirk diye tutturanlar; Maide suresinin 44. üncü âyetini esas alıp;
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
(Mâide / 44)
“Kim Allahın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” diyorlar.
Mu’tezile bu âyeti öne sürmektedir. Halbuki bu âyetin sonu kafirun diye biterken aynı ayetin başka yerlerdeki sonları zalimun ve fasikun diye bitenleri de vardır.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
(Mâide/45)
“Kim Allahın indirdiği ile hükmetmetse işte onlar zalimlerdir.”
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
(Mâide/47)
“Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır."
Ama onlar hemence kafirun olana yapışıp diğerlerini yok sayıyorlar. Evet, hükmü inkar ederse kafir olur. Karşısındaki bir mazluma zülmederse zâlimun olur. Namaza inanıyor ama yerine getirip işlemiyorsa fasıkun olur. Namaz kılmıyorsa hemen müşrik ve kafir olmaz ki. Zaten bunu ileri süren Hariciye Fırkasıdır. Vehhabilerde oradan almışlardır. Ehl-i sünnet ve’l cemaat olan Fırka-i Nâciyye bu i’tikadın dışındadır ve namaz kılmayan müşrik ve kâfir değil, fasıktır.
Namaz kılmayan mürted kabul edilince islam mezarlığına defnedilmez, bıraktığı miras malı devlete kalır, kendi miras hakları elinden alınır ve bir köpek leşi gibi bir çukura atılır. Mürtedlik ağır bir suçtur ve ağır cezası vardır. Rastgeleye hükmedilemez.
Suudiler birçok devrelerde el kesmişlerdir. Ancak ben bir Suudinin elinin kesildiğini ne duydum ne de gördüm. Çünkü eskiden onların radyolarını çokça dinler ve vakı’aları bilirdim. Ne zaman ki derbeder ve garib birisi bir yerlerden oralara gitmişde bir yerlere uğramışsa işte şeriat o zavallıya uygulanıyor ve elini kolunu kesiyorlar. Böyle olabiliyor ama asla bir Suudînin eli kolu kesildi diye duyulmamıştır. Gerçek olan budur.
Hülasa kardeşlerim; hakikaten Allahü Zülcelâlin hududuna tecavüz etmiş ve emrini yerine getirmedi ise fâsık olabilir. Bir kimseye hakkını vermedi ise zâlim olabilir. Ama hemence doğrudan doğruya kafir yada mürted oldu demeye asla cevâz yoktur. Mürtedinde müşrikinde kim olduğu dinimizde açıkça bellidir. Bunda düşünüp de karar verecek bir şey yok ki. Her ikiside açık ve bellidir. Namazın farz olduğuna inanan ehl-i tevhid birisini namazını kılmıyor diye mürtedliğine hükmedip köpek leşi gibi sürümek bu hale düşürmek bir müslüman için feci’ bir haldir. Hiçte hafsalaya sığmaz. Bununla ilgili pek çok hadisde vardır.
Hadis-i Şerif:
Hadis meâli: “Eminliği olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.” Bu hadis böyle buyuruldu ancak, emin olmayan ve emânete hiyanet eden, imanı yoktur demek hiç imanı yok değilde, bunları kâmil bir iman sahibi yapmaz demektir. Beşerdir pürüzleri vardır ama müslümandır ve çareleri de vardır. Aynı hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm “ahdine sahib olmayanın dini yoktur” buyuruyor. Yoktur demek tamamen yoktur değil de eğer kâmil imanı olsa idi, dinine” imanına; ciddiyeti, samimiyeti ve sadakatı olsa idi ahdine hilaf etmez ve emânete de hiyânet etmezdi demektir. Ama müslüman olarak etmiş ise imanında ve dininde gidermesi gereken pürüzleri vardır demektir. Yoksa imansız ve dinsiz demek değildir.
Bu ve benzeri hadislerin zahirine bakıpta doğrudan doğruya her ahdine uymayan dinsiz her emânete hiyânet eden imansız olur olsaydı İslam dairesinde hiç kimse kalmazdı.
İşte ehl-i sünnet ve’l cemaatın en güzel tarafı bu yöndedir elhamdülillahi teâlâ. Beşerdir fıskü-fücürü vardır ama müslümandır kâfir diyemezler.
Türkiyemizde daima ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı var ola gelmiştir. Ehl-i sünnet ve’l cemaat ya Maturidî ye yada Eşarî ye dayalıdır: Ülkemiz Zahiriye Mezhebinde de değildir. Zahiriye, (zahirine bakıp hemence hüküm çıkaran bir mezhep olup) devamından Teymiyyecilik ondan da Vehhabilik i’tikadları oluşmuştur. Türkiyemizin bu mezheblerle ilgisi olmamıştır ve olmayacakta İnşallah. Biz Türkiye olarak Fırka-i Nâciye yolunda ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadındayız. Ne tefrit ne ifrat ortadaki i’tidal yolu olan Fırka-i Nâciye üzereyiz. Haşa adam namazını kılmıyor diye ehl-i tevhid iken mürted bilmeyiz. İmam-ı Rabbaninin buyurduğu gibi iman kalbden ancak küfürle çıkar. Hata, noksanlık ve ibadet etmemiş diye, inkar etmediği sürece ihmâlkarlık yapmış diye imandan çıkmaz. Ancak bu iyi olmayan halleri kalbi üzerinde bir leke bir perdelenme yapar da imanının nuru fazlaca yaygın olamaz. Ampülün içinde elektrik var ve yanıyor, ancak ampülün dışı leke içinde ışığı az veriyor gibi. Böyle olup böyle gözükünce sanılıyor ki imanında noksanlık vardır! Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Âdeta iman öyle ki, ay’ın üzerine bir bulut gelirde bir bakarsın ki sanki ay yok olmuş ama bulut geçip gidince ay apaçık gözükür. İmanda böyledir. Yaramaz işler yapmak, yarar olanları yapmamak bulut gibi perdeler ama gereken tedbirler alınınca tekrar parlar. Bu sebeple insanın hata ve günahlarından dolayı kalbi üzerine perdeler gelebiliyor ama imanın nuru kalbin içinde durmaktadır. Perdeden dolayı az nur var veya hiç nur yoktur sanılmaktadır. Oysa küfredip inkâr etmedikçe iman kalbdedir ve vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Bir mü’mine bakıyorsunuz ki ayak parmaklarından başına kadar bir parça nurdur. Bazende bakarsın âdetâ kapkara durumdadır. Aslında imanı hep yerindedir ve gitmiş gelmiş de değildir. Buna sebeb âmelleridir. Anlattığımız gibi kalb perdeleri imanı gizlemektedir. Görüntüsü olmayıncada sanki imanda bir noksanlık varmış gibi sanılmaktadır. Esasen i’tikadda mezhebimiz olan Maturudî bu şekilde kabul ediyor. “İmanda bir azalma veya çoğalma olamaz, ya vardır, ya da yoktur” diyor. İman dediğimiz 100 mumluk bir ampül düşünelim. Ama ampül üzerine lekeler oluşur ve perdelerse içinde 100 mumluk nur vardır ama dışarda ışık görüntüsü 50 muma da düşer daha aşağısına da düşer. Perdelerin kesafet durumuna bağlıdır. Halbu ise içerdeki nuru yine 100 mumluktur. Ancak, kalb üzerine oluşan perdelerden dolayı böyle az nurlu gözüküyor. Hatalardan dolayı kalbdeki nurun dış görüntüsü haliyle azalıyor.
İşte Türkiyemizin i’tikadda mezhebimiz İmam-ı Maturudî’nin, âmelde mezhebimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin iman hususundaki hükmü ve kararı böyledir. Yani İman standarttır asla değişmez. Ya vardır ya da yoktur.
Hatta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; “Eğer kalbinizin üzerindeki bu perdeyi yok etseniz; gök âlemini de Melekût âlemini de rahatlıkla seyredebilirsiniz.” Çünkü bu bâsirettir. Baş görüşü basardır. Kalb görüşü bâsirettir. Baş basarı ile dünya maişetimizi (geçinme) görürüz. Kalb bâsireti ile kalbimizdeki bu nur sayesinde ise Allahın izni ile melekût âlemini dahi rahatlıkla seyredebiliriz. Zirâ, âyet-i celilede:
فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
(Hac / 46)
“Baş gözünün görmemezliğine körlük denilemez, kalb bâsireti kör olursa o zaman o, körlüğün beteridir.”
Kardeşlerimiz, bu devremizde dinimizi fesada uğratan çok yanlış te’viller pek çoktur. Âdetâ milleti sapıklığa ve küfre sevketmek için çok şeyler açıkça söyleniyor ve yapılıyor. Bu günümüzde de Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ‘ın sünneti seniyyesini hadislerini bir çırpıda inkâr edebiliyorlar. Hadislere bağlanmıyor onları kabul etmiyor da güya “sadece Kur’an-ı Kerim yeter” diyor. Haşa ve kella bu Kur’an-ı azimü’ş şan böylesi rastgele insanların elinde bir âlet midir bu şekilde istedikleri gibi yorumlar çıkarsınlar. Allah kelamıdır haddi ve hududu yoktur. Zâten böylesi yaptıkları gibi kendi keyfine ve arzuladıkları minvâl üzere te’vile kalkışmak açıkça küfürdür. Ama küfrü kim dinliyor ki...
Kardeşlerim; malûm bir kimse var ki Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sünnet ve hadisini açıkça kabul etmiyor. Ama “müslümanım” da diyor. Peki bu kimsenin hali bu Jiken acaba kendisini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetliğe kabul edecek mi? Bunu düşünün bir kerre. Elbette bu şekilde olup da bu hallere düşenler tabidir ki bedbahtlardır. Allah bizleri muhafaza etsin. Âmin. Allahü Zülcelâl bahusus Gayyurdur, gayretkeştir. Ve Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Kur’an-ı azimü’ş şanda vermiş olduğu yetki ve salahiyetleri her yönüyle anlatacağız inşaallahü teâlâ.
Kainatın var oluşundan beri bir tek ferd Allahın Habibidir. Milyarlarca kimse kendisine ümmet olmuştur. Anlattığımız sapık kimse gibi birisi, ha ümmeti olmuş hada olmamış ne çıkar canı cehenneme gitsin. Artık kendi düşünsün sonunu. Çünkü Aleyhisselâtü ve’s selâmın böylesi bir kimseye ihtiyacı da yoktur.