Aziz Kardeşlerimiz:

Günümüz inanın ki çok kritik ve hiç istikrar yoktur. Bir gün birşeyler duyup buna karşı ne demeli diye düşünürken ertesi gün daha beter birşeyler ortaya çıkıyor. İnsan bu günde neden bahsedip ne söyleyeceğini bilemiyor ve şaşırıyor. Böyle bir devredeyiz. İnkîlâb devresi ve durmadan, yevmiye değişik değişik şeyler oluyor. Hiç duyulmadık hayalden bile geçmeyen şeylerle karşı karşıya kalıyoruz. Nitekim Alehisselâtü ve’s selâm da bu günümüz hakkında ahir zamanda “sadece şerrin çoğalacağını hayrın ise mütemâdiyen azalmakta olacağını” haber verip buyurmuştur. İşte böylesi bir devrede yaşıyoruz. Artık hangisinden bahsedip, hangisinden mevzu’ açacağız bilemiyorum. İnan ki öylesine her taraf çökmüş durumda ki... Tarikat hususundan mı bahsedelim? Yok efendim falanın sarığına, cübbesine, şununa bununa mest-ü-hayran oluşlarından mı bahsedelim? İlim kisvesine bürünüp halkı sapıklığa çağıranlarımı anlatalım? Kur’an okuyucularının hallerinden mi söz edelim? Zengin bir halde, fakir olan bir halde, bilmem ki ne diyelim... Allahü Zülcelâl dileriz ki, bizleri salah etsin, muîn olsun, tevfikiyle refik etsin ve hüsn-ü hatimine nasib ve müyesser etsin. Âmin...

اللهم اصلح امة سيدنا محمد اللهم فرج عن امة سيدنا محمد اللهم ارحم امة سيدنا محمد رحمة عامة

“Allah’ım ümmet-i Muhammedi islah et, kurtuluş ve zafer ver, umumuna rahmet eyle.” Âmin...

Burada Allahü Zülcelâlin en sevdiği şey:

اللهم ارحم امة محمد رحمة عامة

“Allah’ım ümmet-i Muhammed’in hepisine rahmet et” Âmin...

 

Kardeşlerimiz; Ben 1923 yılından beri yaşamaktayım. Buna benzer fitneler memleketim Siirt ve civarında da yaşandı. Esâsen Şeyh Said hadisesini ortaya çıkaranlarda halkı tamamen tiksindirdiler. O kadar büyük bir felâkete sebeb oldular ki, o kadar olsun. Bu kimselerin fitnesi karşısında  da sertlik başladı. Tabiki mutlaka olacak, çünkü fitne çıktı mı böyle olur. Neticesi öyle oldu ki, Kur’anın bile okutulması yasaklandı. Tedrisat vs. durduruldu. Buna sebeb olan aslında devletten önce fitneyi çıkaranlar oldu. Onların zararlarını millet çekti. Çünkü devlet böyle yapmasa bu fitne zâten önlenemeyecekti. Ben o devrede gece gündüz demeden çok değerli ve âmâ olan hafız bir zâttan 1929 yılında hafızlığı tamamladım. Ve elime asla  bir cüz ya da Kur’an-ı Kerim almadım. Hafıza olarak hıfzettim. O zaman Kur’an okunup hafız olunması hususunda halk arasında birbirine destekçi olmak vardı. Devlet tarafından bir baskın olursa Kur’an okutulan evin komşu eve açılan bir sır kapısı olurdu ve talebeler oradan derhal kaçırılırlardı. Herkesin gelip gidenden malûmatları olurdu. Herkes gözcü gibi idi hafızlar için. Bütün bu zorluk ve zorlamalara rağmen pek çok hafız yetişmiştir o devrede. Pek çok hafız yetişti amma hiçbir ferdimiz Kur’an-ı Kerimi bugünkü gibi asla dilenci âleti yapmadık. Nasıl ki birisi oğlunu lisede vs. okutup külfetini bizzat kendisi çekiyor ve kimseden birşey dilenmiyorsa o zaman bizleride sadece ailemiz Kur’an okutur ve yükümüzü çekerlerdi. Biliyoruz ki bugün okulların külfeti çoktur. Geçmiş devrelerde bir çocuk ilk okula girdimi bir masraf yapılır o kimsenin kaç çocuğu varsa birbirlerine kitaptır, elbisedir ne varsa aktarma yaparlardı. Ama şimdi ise gerçekten çocuk okutmak zora vardı ve büyük külfettir. Buna rağmen siz hiç duydunuz mu ki; “Benim oğlum falan okulda okuyor buna yardımcı olun” diyen birini. Böyle biri var mı? Bu mümkünde değildir. Peki, neden Kur’an dilenci âleti yapılıp da köşe bucak Kur’an talabeleri bahane edilip dilencilik yapıyorlar. Bu çocukların babaları aileleri birer elif ba alamıyor mu? Bizler müslüman olarak buna nasıl  katlanıp Allahü Zülcelâlin kelamına karşı böyle davrananları tasvib edebiliyoruz? İyice bir düşünün. Allahü Zülcelâlin kelâmı dilenci âleti midir? Öylemi yakışıyor?. Halbu ise Kur’an okumanın ve okutmanın fazla bir masrafı da yoktur. Sadece bir elifba ve bir de mushaf başka bir şeyde yok. Biz memleketimizde 400 hafız vardık ve hiç bir zaman bir Kur’an öğretenin halka çıkıpta “bir şeyler verin” diye bir sözleri asla duyulmamıştır. Kur’an kursuna para verecekse, çocukların babası ve ailesi verir. Kim ki okuyorsa onun külfeti babasına aittir. Evet cüz başına bir şeyler Allah Lillah için verilirdi. Bu ise; “hoca efendi kendisini bu işe bağlamış devamlı çocuklara Kur’an okutuyor, işine gücüne gidemiyor” diye verilirdi. Tabi ki benim çocuğum Kur’an okuyor ve bir cüz bitirmişse hiç olmazsa elimden gelen kadar hocasına ikram etmez miyim? Ederim elbette. Esâsen gönül rızası ile verilir. Hoca devamlı çocuklarla meşgul diye veriliyor. Yoksa şundan bundan isteme dilenme ve toplama şeklinde Kur’an dilenci âleti edilmemiştir asla...

Başımıza gelenlerin sebeplerinden biriside Kur’anı dilenci âleti haline getirmemizdir. Tarikat olsun, Kur’an kursları olsun, ilim öğretmeler olsun dünyaya âlet edildiler. Allahü Zülcelâl hiç bir zaman böylesine razı olmaz. Rasulullahda (Sallallahu Aleyhi Vesellem) asla hoşnud kalmaz ve razı olmaz bu hallerden. Allahü Zülcelâl kendi kelamının dilenci âleti edilmesine razı olmaz. Tarikat dediğinizde de böyle hallere düşürdüler ki milleti tiksinme durumuna getirdiler. Haşa oyuncak haline getirdiler. Hal bu ise, tarikat Allahü Zülcelâlden Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ondan Hz. Ebu Bekiri Sıddık (ra) yoluyla veya İmam-ı Ali (kv) yoluyla gelen tarikat-ı âliyyelerdir. Siz hiç duydunuzmu ki “Hz. Sıddık (ra) veya İmam-ı Ali (kv) bir kimseye en ufak bile olsa bir külfet verip kendi çıkarlarına koşturmuşlar” diye. Her zaman verici olmuşlarda asla alıcı olmamışlardır. Gerçekten tarikat hevesleri var ise tarikatın hakikatini bilmeleri ve fiilen işletmeleri şarttır. Böyle tarikatı da dilenci âleti yapıp da milleti soymalarına; Allahü Zülcelâlde, Rasulullahda (Sallallahu Aleyhi Vesellem), Hz. Ebu Bekir’i Sıddıkta (ra) İmam-ı Ali’de (kv) asla razı olmazlar ve bağışlamazlar esâsen. Kesinlikle bunların soytarılıklarını hoş görmezler. Öteden beri nerdeyse 1400 küsur senedir maalesef bu hal cereyan etmekte ve gittikçe de dilenci âleti olarak görüp; şirketler, arbedeler, debdebeler ve çeşit çeşit yarışma içindedirler. Allah muhafaza etsin ki dini dünya için nasıl kullanabiliyorlar? Allahdan korkmadan halkı din adına soyuyorlar ve sömürüyorlar. Halbu ise Allahü Zülcelâlin hiç sevmediği şey dünyadır. Dünya denaetten (alçaklık) gelen bir şeydir. Gerçekten tarikat ehli iseler İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubatında sık sık ortaya koyduğu hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm:

حب الدنيا رأس كل خطيئة

“Hataların başı dünyayı sevmektir.” Peki bu nasıl tarikatçılıktır ki dünyayı çok çok seveceksin ve dünyayı sevmekte hataların başı olacak!.. Allah yolunda yürüyen bir kimseye yakışır mı bu? Veya Kur’an okuyucularının Allah kelamını dilenci âleti yapmaları yakışır mı? Bunu düşünün bir kerre. İşte acayibimize giden hallerden bazıları. Artık herşey yerinden çıkarılmış ve yönünden saptırılmıştır. Herkes kendi menfaat ve çıkarı yönünün arkasında koşmaktadır. Bakınız bir Kur’an kursu ve tarikat meselesi piyasada hali hazır ne hallere düşürülmüş, vallahi insan üzülüyor. Kur’an okutmak güzeldir, Tarikatta güzeldir. Takdir ve takdis edilecek meselelerdir. Fakat öyle hale getirdiler ki âdeta, resmen dilencilik ve başka bir şey yok. Derdleri davaları; halkı nasıl soyacaklar kendi fikirlerini nasıl kabullendiripde teşvik edecekler şeklinde. Artık karşı karşıya yarışma durumundalar ki, hangisi daha fazla arbedeci diye. Köşkler, saraylar, şirketler yarışmasındalar. Güya hepsine de sorsan sadece kendileri hayır yolunda olan kişiler olup hayrınızı onlara vermenizi mutlaka isterler. Hayr ve hayratın faziletini anlatır dururlar. Halbuki hayrat Allahü Zülcelâlin rızasını ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) takdirini celbedecek meseleler iken dünyalarını ahiretlerine tercih ettiklerinden dolayı bu hallere düşdüler. Dünyayı tercih edenlerin akibetleri er veya geç mutlaka ve mutlaka budur. Artık Allahü Zülcelâl Gayyurdur (gayretli, peşini bırakmayan) kelamının bu hale getirilmesine asla razı olmaz. Esâsen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dahi sünneti seniyyesine, ilmine,  hadislerine, mu’tad edindiği tasavvuf yoluna yapılan bu yolsuzluklara asla razı gelmez ve hoşnûd olmaz. Allah korusun. Hz. Sıddık (ra) nasıl razi gelsin bu yapılanlara ki, bu yolda kaç defa tüm malını fedâ etmiş  ve hepsini vermiştir, İslâm uğruna. Hangisini anlatalım bilemiyorum doğrusu. Bunlar nasıl müslümanlar ki, kendilerine veren kimseleri peşin peşin cennetlere eletirken vermeyenleri de hemence cehenneme sokuyorlar. İnsanların başlarına bir musibet gelse deprem vs. gibi hemen “bizim yolumuzda olmadığınızdan geldi başınıza bunlar” diyorlar. Biliyorsunuz piyasada şu anda bunlar dönüp durmaktadır. Bu şekillerde söylenmektedir. Unuttukları bir şey var ki; Allahü Zülcelâl bu dünyada azab etmekte aceleci değildir. Bu dünya ise azab yeri değildir. Halbuki; Rabbü’l İzze Celle Celâlihu ve teâlâ, kaza ve kaderi daha hiçbir nesne yok iken var etmiştir. İlahî kaza ve kader plân proje  ve bütçesini ezelde halletmiştir. Allahü Zülcelâl, kaza, kader, irade ve meişetini ilk olarak yazmıştır bir kerre. Bunun hiçbir zerresi ne değişir ne de bir şey olur. Meğere, Rabbımız dilerse o bilir. Kaza ve kader dediğimiz Levh-i Ezelîde mevcûddur. Levh-i Ezelîden Levh-i Mahfuza intikâl eden bir meseledir. Fırka-ı Nâciye isimli eserimizde anlatmışızdır. Bundan dolayı oraya müracaat ediniz ve fazlaca malümât alınız. Elbette Allahü Zülcelâl hâşâ beşer gibi günlük günlük düşünecekte plân proje ve bütçe yapacak değildir. Allahü Zülcelâl vaktiyle ezel devresinde neler yazıldı ise ne ileri ne geri bu tamâmen Allahü Zülcelâlin takdirâtıdır. Kendisinin bizzâtihi bilgisi dahilindedir. İlmi ve mâlûmâtı içindedir. Hiçbir zerre onun irâdesi dışında hareket edemez, durdurdu ise de kimse hareket ettiremez, hareket ettirdi ise kimse durduramaz, bu böyle bilinsin bir kerre. Rabbü’l Erbab olan Rabbü’l Âlemin Celle Celâlihu subhanehu teâlâ dilediğini yürütür. Esâsen herhangi bir nesne kendisini engelleyebiliyorsa durdurabiliyorsa o zaman rububiyyetinde noksanlık olur hâşâ. Bunu böyle düşünmek lâzımdır. Bu olanların hepiside Allahü Zülcelâlin  kader ve mukadderatıdır ve bunun dışında da hiç bir şey yaşanamaz ve yapılamaz.

Nitekim duyuyorsunuz bazı kimseler, kaderin şer kısmını şeytana bağlarlar ki i’tikadda en tehlikelisi de budur. Şeytanın bu gibi vakı’aları işletecek veya durduracak bir gücü ve hali asla  yoktur.  Şer olsa dahi işletemez ve durduramaz. Kaza ve kader mutlak manada Allahü Zülcelâlin taht-ı tasarrufundadır. Tabi ki yaratmış olduğu mahlukatları mutlaka iki bölümdür:

فريق فى الجنة وفريق فى السعير

“Bir fırka cennette bir fırka ise cehennemdedir (sairdedir).” Bunda ise değişecek bir şeyde yoktur. Onun için hocayım diye ortaya çıkan birisi nasıl oluyorda insanlara: “Şöyle yaptınız, böyle oldunuz da şunlara uğradınız” deyip arbede yapabiliyor! Hâşâ. İlmi kısır insanlar bilmiyor ki müslümanlar için burası azab değilde imtihan yeridir. Mühlet yeridir. Bu kimseler gerçekten ilim sahibi olsalar idi bir âyet ve hadise dayanarak konuşurlardı da kendi akıl, mantık  ve tasavvurlarından uydurmazlardı. Bakınız zelzele için Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ne buyuruyor:

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلى الله تعالىعليه وسلم : ان الله تعالى يقول انا ارجف الارض بعبادى فى خير فيوافى فمن قبضته فيها من المؤمنين كانت له رحمة وكانت أجالهم التى كتبت عليهم ومن قبضته من الكفار كانت عذابالهم وكانت أجالهم التى كتبت عليهم

Hadis meâli: Allahü Zülcelâl zelzele hususunda malûmat vermiş ki zelzele kendi tasarrufundadır ve kendisinin bilgisi tahtında olduğunu ilan etmiştir. Peki, zelzele anında oradaki insanların durumları nedir? Yukarıdaki hadisi şerife göre zelzeleye ma’ruz kalan kimselerin mü’min olanları bu zelzeleden bir takım zararlara uğrayacak veya ölmüş olacaklarsa olanlar kendileri için tamamen bir rahmettir. Zira Allahü Zülcelâl buyuruyor ki: “O mü’min kimselerin hayrı var ki hayrını ifâ etmiş oluyorum” Ne demek bu? O kimsenin giderilecek hataları, pürüzleri vardır veya varacağı yüksek dereceler vardır. Olanlar mü’min için azab değilde temizleme veya yüceltme yönündendir. Bir mü’minin başına gelenler; “İlletin ve zilletin” hastalıktır, zillettir, sıkıntıdır vs. olsun hepsi de bir temizleme ve yücelmeye karşılıktır. Allahü Zülcelâl başlarına gelenlerle mü’minleri temizlemiş oluyor. Onlar için hem rahmettir hemde hayrları ifâ edilmiş olmaktadır. Hayrları nedir? Allahü Zülcelâl kendilerine bir ikrâm edecekse bu yolla ifâ edilmiş olmaktadır. Ama hataları giderilip temizlenecek, ama manevî dereceleri yükselecektir. Zelzelede mü’minin hali budur.

Kafir kısmına gelince; zelzele kafir üzerine hem azabdır hemde ecelleridir. Esâsen ezel âleminde belirlenmiş olan ecellerinde de bir kısıntılık yapılmışda değildir. Hiç kimse mahrum olmuş da değildir. Allahü Zülcelâlin işlemiş olduğu haktır. Hâşâ zülûmde değildir. Çünkü Hadisi Kudsîde öyle buyuruyor:

انى حرمت الظلم على نفسى وجعلت بينكم حراما فلا تظالمون

“Zülmü kendime kendi nefsime haram kıldım. Kendi aranızda da asla zülûm yapmayınız.” Sanıyorlar ki öyle afatlar geldiğinde Allahü Zülcelâl azab ediyor hâşâ. Sanki elinden kaçacaklarda ele geçirmişken bir güzel azab edip yapacağını yapıyormuş gibi sanmaları ancak câhilliklerindendir. Mü’minlere bu ünyada azab yoktur mühlet vardır ve azab öbür âlemdedir. Burası imtihan diyârıdır. Bu dünyada bu gibi afatlar mü’minleri öbür âleme geçmeden burada temizlemek içindir. Hataları yok ise daha yüce mevki ve mertebelere yükselmesi içindir. Hataları var ise onlara keffâre olup hayrını ifâdır. Kaza ve kader dahilinde mü’minin başına gelenler; ecellerinin takdiri, hayrlarının ifâsı, hatalarını temizlenmesi ve derecelerini yücelmesi için olanlardandır.

Bir afat geldi ise orada mü’minde kafirde olabilir. Kafirlere bir azabdır. Kafirler için mükafaat bu dünyadadır. Ahiretleri için ise küfürden ötesi yok ki. Onun için buradaki gördükleri görecekleridir. Kâfir için ahirette hasene olamaz. Zelzelede azab görür ahirettede azaba giderler ve cehennemi boylarlar. Onlar için rahmet değilde azabdır. Ama ecelleriyledir. Ecellerinde bir değişiklik olmamıştır. Ecelleriyle ölmüşlerdir.

Hülasa kardeşlerimiz; bu zelzele meselesi fi’l hakika şudur; Allahü Zülcelâl zelzele vs. gibi bir şeyi murad ederse Ruhu’l Akdes’e emreder aracı olarak Oda İsrafil’e (as) başvurup vakı’anın yapılmasını Allahü Zülcelâl’in kararını bildirir. İsrafilde (as) Levh-i Mahfuz’a bakar ve orada yazılmış olduğunu görür. İsrafil (as) ise; zelzele vs. helâk ve âfâtlar emr ve vasıtasıyla gerçekleşen Cebrail’e (as) emreder. Antakyada falan olanlar hep Cebrail’in (as) sayhasıdır.

إِنْ كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ { يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ

 (Yasin / 29 – 30)

“Onları helâk eden korkunç sesten başka bir şey değildi. Birden bire sönüverdiler. Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeye görsün, ille  de onunla alay etmeye kalkışırlar.”

Lût (as) devresinde Lût kavmi yerle berâber kaldırılıp alt-üst edilmiştir. Yâni bir kabı ters kapatır gibi. Bu işlemler Cebrail (as) ile âlâkalıdır. Mikail (as); hayrat, berakat yağmur vb. şeylerle âlâkalıdır. Çünkü kendisi sahidir (cömert, eli açık). Çok ağlar ve çok lâtif bir kimsedir.

Şidded kısmı ise Cebrail (as) ile âlâkalıdır. Ezrail (as) ruhların kabzı ile âlâkalıdır. İsrafil (as) sur’un me’murudur onun hakimiyeti üzerindedir. Kendi aralarındaki mertebelerden dolayı Allahü Zülcelâlden Ruh’ul Akdes (as) aracılığıyla emir İsrafil’e (as) gelir, O ise Levhü’l Mahfuza nazar eder ve işlenmesi gerekenlerin meydana geldiğini görür ve işin sahibi kimse ona emreder. Cebrail (as) dir, Mikail (as) dir veya Ezrail (as) dir. Hangisi ile ilgili ise ona emri bildirir.

Bu işler başı boş rastgeleye değildir esâsen nizâmlıdır, intizamlıdır. Hiçbir zerre Allahü Zülcelâlin ilmi dışında değildir. Hiçbir işte hâşâ habersiz yapılamaz... Onun için zelzele meselesinde mü’minlerin hayr ve faydası vardır. Allahü Zülcelâl onların hayrat ve berakatlarını artırsın. Böyle hallerde mü’minlere hayr-ü-bereket ve rahmet vardır. Mü’minde eceliyle ölür, kâfirde eceliyle ölür, ancak onlar için azabdır.

Bu incelikleri bilip düşündüğümüz zaman şu gılzat sahibi câhil kişilerin hoca adı altında, müslümanların çocukları zelzelede kaderleri gereği ölünce çıkıpta “İyi ki öldüler, eğer büyüseler idi ale’l küfre gidip kâfir olurlardı” diyebiliyor. Velâ havle velâ kuvvete illa billahi’l azim!... Be adam sen kim oluyorsun bu müslüman çocuklarına peşinen peşinen “ale’l küfre” giderlerdi diyebiliyorsun. Küfre götürüyorsun. Be insafsız adam, burası bir islam diyarı ve bunlarda müslüman kardeşlerimiz ve çocukları. Hemen alıpda kafirliğe nasıl eletebiliyorsun. Bu kadarda gılzat olmaz ki. Esâsen “Siz merhametli olun ki Allah da size merhamet etsin.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hadisi Şerifinde; من لم يرحم لم يرحم    : “Kim ki merhameti kullanmıyorsa Allah tarafından kendisine merhamet edilmez.” Bu böyledir ve asla gılzatlı, sertlik ve kabalığı sevmez Allahü Zülcelâl. Kullarına karşı yumuşak, şefkâtli ve merhâmetli bir şekilde idâre edenlere karşı, kendiside onlara bundan daha fevkâledesi ile karşılık verir... Rahmet deryası olan Aleyhisselâtü ve’s selâm böyle gılzat kullandı mı? Daima “Ümmetim, Ümmetim” derdi ve böylece gitti.

Bu gılzat ehli olanların bir görüntüsü daha var ve kendileri de açıkça söylüyorlar camileri ve cemaatları çok olsunda daha çok kaset vs. satsınlar para toplayıp halkı soysunlar. Halbuysa Aleyhisselâtü ve’s selâm: من لم يرحم لم يرحم   : “Bir kimse merhametli değilse Allahdan da kendisi için merhamet beklemesin” buyuruyor.

Başka bir hadisin de ise;   ارحموا من فى الارض يرحمكم من فى السماء   :”Yeryüzündeki Allahın mahlukatına merhâmetli olun ki gökteki olan meleklerde size karşı merhametli olsunlar” buyuruyor. Onun için Ebu Hasane’l Şâzeli buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl nebilerini kullarının üzerine çoban olarak göndereceği zaman göndermeden önce yeryüzünde mutlaka çobanlık yaptırır. Tüm resüllerinin bu şiârları vardır. Çobanlık imtihan ve sansüründen geçmişlerdir. Hatta Hz. Musa (as) davar güderdi de bir gün, bir keçi sürüden ayrılıp kaçmaya başlamış. Musa (as) ardına düşmüş koşmuş yorulmuş da; “Seni bir tutarsam şöyle yapacağım, böyle edeceğim” diye söylerken ne zaman ki keçi kabzasına düşdü ise bu sefer ona “Mübarek, kendini de bu hâle getirdin, beni de bu hâle getirdin” diyerek keçinin terlerini silip hoş davranır. Gerçektende öyle söylediği gibi   davara nahoş bir şeyler yapsa idi demek ki “nebiliğe elverişli değil” demek olurdu. Allahü Zülcelâl kullarına merhametsiz olan kişiyi gönderir mi? Onun için Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ‘a dahi sordular ki: “Ya Rasulullah çobanlığı bütün nebiler yaptığına göre sende yaptın mı?” “Evet, bende yaptım, Develere çobanlık yaptım da az bir şeyler vermekle yetinirlerdi” buyuruyor. Hatta Ebu Hasani’l Şâzeli buyuruyor ki: Resüller ve Nebiler tamamen rahmetten var olmuşlardır. Rahmetin kendisi ise Cenab-ı Rasulullahdan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) var olmuştur. Çünkü:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

 (Enbiya / 107)

“Seni sadece âleme rahmet olarak gönderdik” Onun içinde bir makamda, olanların; devlet başkanı, reis, hoca, Şeyh vs. mutlaka merhametli olması tercihlidir.

Hadis-i Şerif:

والذى نفسى بيده لتدخلن الجنة كلكم الامن أبى قيل يارسول الله ومن يأبى ان يدخل الجنة قال من اطاعنى دخل الجنة ومن عصانى فقد أبى

Hadis meâli: Cenabi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeminle buyuruyor ki, nefsim yed’i kudretinde (kudret elinde) olan Allah hakkı için hepiniz cennete gireceksiniz “İlla Ebâ” Ancak direnenler hariç. Yâni reddedenler müstesnâdırlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) soruyorlar: “Nedir bu ebâ ya Rasulullah?” “Kimler ki cennete girmeyecek olanlar, reddedecek olanlar?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Bana itaat ederse cennete girecek, fakat itaat etmezde isyan ederse, reddedip direnirse cennete giremez, cennetin dışındadır.” Tabarani’nin rivâyetinde “ateşe girer” buyuruyor. İbn-i Hibban ise ebâ da kalıyor.

Seyyid-i Şerif diyor ki; Bir çok kimselerin hataları vardır fakat affı mümkündür. İblise Allahü Zülcelâlin secde emri olunca doğrudan doğruya tutmamak değilde redd=ebâ kelimesi olunca o zaman hiç bir hayır görememiş ve azaba müstehak olmuştur. “İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kafirlerden oldu.” (Bakara / 34)

Hadis-i Şerif:

قال صلى الله تعالى عليه وسلم: لاتكفروا اهل ملتكم وان عملوا الكبائر . وصلوا خلف كل امام وصلوا على كل ميت وجاهدوا مع كل امير

Hadis meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; Milletinizden yâni ayni kıbleye sahib olduklarınızdan müslüman kimselerin asla tekfirine kalkışmayınız. Velev ki günah-ı kebâir işlemiş olsa dahi. Fısk-ü-fücûrundan dolayı herhangi bir imamın arkasındada namaz kılmamazlık yapmayınız. Herhangi bir cenaze ile karşılaşırsanız cenaze namazını da kılacaksınız. Efendim, ben bu kimseyi hiç görmedim, tanımam, şöyle olmadı, böyle olmadı demeyiniz, cenâzesini kılınız. Değilmi ki İslâm diyârındadır ve kendisindende bilinen bir küfrü sadır olmamıştır. Onun için ayni dinden olan kimseyi tekfir çok tehlikelidir. Şimdi piyasadaki şu dangalak olan kişilere bakınız ki, hemen konuştukları ya kefere, ya lâ’net veya mel’un demektir. Başka da bir şey bilmiyorlar işleri güçleri bu. Halbuysa bu şeytan işidir. Yâni; bir mü’min, millete böyle tekfir kelimesini asla kullanmaz.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem); المؤمن ليس بااللعان ولابا لتعان   “Mü’min kimseye lanet ve ta’n etmez” buyuruyor. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Eğer mü’min sıfatı kendi üzerinde mevcûd ise kimseye asla lâ’net etmez. Böylesi küfür kelimeleriyle töhmet ve iftiraya girişmez esâsen” buyuruyor. Onun için Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tenbih ediyor ki: sakın kendi milletinizden birisini tekfire kalkışmayınız. Bir imam önünüze geçince de “ben bunun arkasında namaz kılmam bu kişinin fıskı fücûru vardır” demeyiniz. Herhangi bir cenaze ile karşı karşıya gelince de cenaze namazını kılınız. Ehl-i sünnet ve’l cemaatın hükmü ve kararı budur. Çünkü rastgeleye kimsenin küfrüne karar verilemez esâsen. Suudilerin yaptığı gibi namaz kılmayanın doğrudan doğruya küfrüne, mürtedliğine karar vermek diye bir şey de yoktur. Türkiye ehl-i sünnet ve’l cemaatın âkidesine tamâmen uygundur. Onun için Türkiyede namaz kılmayanın küfrüne ve katline cevaz da yoktur. Namaz kılmıyorsa fasık olur o kadar. Namazı reddedip inkâr etmediği müddetçe kılmadığı zaman Allahü Zülcelâlin emrine uymadığından dolayı fasık olur ama kâfir olmaz. Yâni “ebâ” kısmından olmadıkça, iblisin “ebâ” dediği gibi “namaz yoktur” deyip asla hükmünü tanımazsa ve farziyettini kabul etmezse o zaman küfrüne karar verilir. Yoksa işlemediğinden dolayı küfrüne karar verilmez. Ve ölmüş olsa üzerine mutlaka cenâze namazı kılınır. İmam olanlarda; haliyle tabi ki beşerdirler ve bazı fısk-ü-fücûr halleri var ise “bunun arkasında namaz kılmayız” diyemezsiniz. Çünkü, ehl-i sünnet ve’l cemaatın kararı böyledir. Burada iş, zahiriye mezhebi gibi her görülen hadisin zahirine bakıpta karar vermek de değildir. Zahiriyye, Teymiyeciler ve benzerleri böyledir.

Hadis-i Şerif:

لاتكفروا احداً من اهل القبلة بذنب وان عمل الكبائر وصلومع كل امام وجاهدوا مع كل امير

Hadis meâli: Asla kıble ehli olan herhangi bir kimsenin küfrüne, tekfirine kalkışmayınız. Kıble ehline asla. Kıbleyi tanımayan Yahudi Nasrani vs. başka. Ehli Kıble olupta:

لااله الاالله محمد رسول الله

diyen bir kimse velevki en büyük hataları işlemiş dahi olsalar herhangi bir imamınız, emiriniz reis-i cumhurunuz cihada kalkacak olursa “Ben bununla cihada girmem, bunun fısk-ü-fücûru var, şöyledir, böyledir” demeyiniz ve cihada giriniz. Ben şahsen vaktiyle  bazı kimselerden bizzâtihi “bu devlete askerlik yapılmaz veya bu devletin arkasında cihada çıkılmaz” diye çok çok dinledim. 1970 lerden beri bu haller mevcuddur esâsen. Herhangi  bir emirin beraberinde cihada gideceksiniz ve gitmem diye de şer’an bir şey yoktur. Sadece kıble ehli olması yeterli şarttır. Kıble ehli imama uyulur, kıble ehlinin cenazesi kılınır ve kıble ehli emirin arkasında cihada katılınır. Bu devlete, bu millete ve bu memlekete askerlik de yapılır. Hiçbir muhalefette yapılamaz esâsen. Ancak ve ancak irtidad eder, İslam dinini reddeder ve mürted  olursa bunlar asla yapılmaz. Museylemetü’l Kezzabın yaptığı gibi “Lâ ilâhe illallah Muhammede’r resulullah” yerine “Muhammede’r resulullah” demiyor da “Museylemetü’l Rasulullah” diyor ve mürted oluyor. İşte böyle birşeyler söylediklerini görürseniz o zaman küfrüne kararınız doğru olur ve söylediklerinizi yapabilirsiniz.

 

Aziz kardeşlerimiz; çok nadirattan olan Ebu Bekiri Tartuşî’nin Nesayihi’l Mülûk adlı eseri antika bir kitabdır. Melikler, devletin başları, baştutarları ve maiyetlerine nasihatlarla doludur ve çok kıymetlidir. Fars, Rum ve İslam devletlerinden ibret verici hadiseler anlatılır. Tabi ki hiçbir şey tek taraflı olmaz. Devletin başındakilerden şikayet etmek yeterli değil ki. Bir devlet kendiliğinden durup dururken zalim olmaz ki maiyetinde olanların amelleri ef’al durumları da buna sebeb olur.

كما تكون يولى عليكم

“Nasılsanız idarecilerinizde öyle olur.” Birbirine irtibatlıdır. Mübârek öyle buyuruyor. Bu hadisi halk arasında duyardım da bulamamıştım ve sonunda elde ettim ki; siz nasıl iseniz başınızdakiler de ayni sizin ahlakınızda olan emirlerinizdir. Yani muadilinizdirler. Halkın durumu ne ise başlarına da benzerleri gelir. Allahü Zülcelâl  kimseye zulmetmez. Hata her ikisinde de vardır. Hiç bahane aramayınız. Siz nasılsanız idarecileriniz de öyledir. İkinci bir hadisinde arkasına çok düştüm ve buldum. Diyor ki: اعمالكم عماركم  “Âmelleriniz amirlerinizdir.” Âmelleriniz başınızdaki kişileri getirir. Âmellerinizin durumu ne ise ayni tezi ve hükmü uygulayan amirleriniz olur. Evet herkes kendisini hatasız görüyor. Ne var ki Allahü Zülcelâl, zülûm değilde adaleti tecelli ettiriyor. Zülmü kendi arasında hoş gören bir toplumun idârecileri adil olur mu? Olsa olsa onlar gibi zâlim olur.

Ebu Bekiri Tartuşî Hazretleri diyor ki “Bu hadisleri araştırırken acaba Kur’anda benzeri âyetler var mıdır diye şu âyet-i celileyi buluncaya kadar aradım:

وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

 (En’âm / 129)

“İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zâlimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine takarız.”

“Zâlim kimselerin başlarına Allah zâlim kimseleri getirir ki kendi kisblerindendir.” Kendileri zülum yapıyorlarsa başlarına da bir zâlim gelir. Kendileri âdil kimselerse başlarına da âdil kimseler gelir. Şimdi hali hazır kendi durumumuzu halk olarak bir düşünelim bakalım. Bakınız devletin maiyetindeki kişiler kendi devletinin daima aleyhinde bulunuyor. Daima devletin eksiklerini görüp kendi hallerine bakmıyorlar. “Devleti eksik ve layık olmayanlar yönetiyor” deyip kendi devletini yıkmaya çalışıyorlar. Arbedeci ve fitnecilerin tezlerini kullanıyorlar. Ve kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi sanıyorlar.

Daha mühim olanı şöyle buyuruyor Ebu Bekiri Tartuşî:

وكان يقال ما انكرت من زمانك فانما افسده عليك عملك

“Sizin yaşadığınız devrenizde nahoşluklar görürseniz hiçte bu böyle mi olur şu şöyle mi olmalı demeyiniz kimseye bahâne bulmayınız ki; sizi ifsada eleten amellerinizdir.” Bahane aramaya sebeb yoktur ve sebeb sizin amellerinizdir. Abdu’l Melik İbn-i Mervan etrafındakilere nasihat ediyor halkı uyarıp “şöyle olun böyle olun” diyor. Onlar da karşılık olarak diyorlar ki: “Hz. Ebu Bekiri ve Hz. Ömer’i unuttun mu? Onların durumlarını şöyle bir hatırla da hiç olmazsa muamelâtın bu yönden olsun. Onların şefûk, atûf ve âdil olan işlemlerini sende de görmek istiyoruz” dediler. O zaman onlara: “Çok güzel konuşuyorsunuz fakat Ebu Bekir’in Ömer’in devrelerindeki cemaatın durumu ile sizin durumunuz nasıl, onların devresindeki halkın hallerine uymaya hiç hevesiniz var mı ve onların ahlakını maletmeye niyetiniz var mı acaba? Esâsen size bu şekilde muamele eden aslında kendi ef’âl, âmel ve hallerinizdir” diyor. Gerçekten halk adil de başlarındaki zâlim veya halk zâlimde başlarındaki âdil olması diye birşey yoktur. Çünkü âyet-i Celile açıkça:

وكذالك نولى بعض الظالمين بعضا بما كانوا يكسبون

Âmelleri nisbetine göre başlarına birisi gelir. Halkta zülüm varsa başlarına da bir zalim gelir mutlaka...

Ben-i İsrail kavmi nebilerinden şöyle istediler ki: “Rabbımız Allah göktedir, biz kulları ise burada yerdeyiz. Biz kendi halimizin ne olduğunu, yararda mı, zararda mı olduğumuzu nasıl öğrenebileceğiz bir emmâresi ve bir işâreti var mıdır bizim anlayacağımız şekilde acaba?” diye sordular. Onlar Allah’ı gökte ve uzakta sanıyorlar. O zaman ki nebisine Allahü Zülcelâl bir mâlumât veriyor:

واوحىالله تعالى الى بعض انبيائهم اذااستعملت عليكم خياركم فقد رضيت عنكم واذااستعملت عليكم شراركم فقد سخطت عليكم

Nebisine buyuruyorki; Onlara söyle ki; başlarına en hayırlı olanları geldi ise bilsinler ki ben onlardan razıyım. Yok eğer en şerlileri başlarına gelmiş ise o zaman müstehak oldukları hak ettikleri gazabımın eseridir.

Onun için hepimiz bilelim ki hiçte şunda bunda ve birbirimizde hata aramaya bâhane ve sebeb yoktur. Toplumun çoğunluğunun âmelleri sonucudur. Allahü Zülcelâlin kaza ve mukadderatıdır. Başlarına gelen ve gidenleri kendileri gelip gidiyorlar mı sanıyorlar? Bunların hepside Allahü Zülcelâlin tasarrufu altındadır. İyi kimseler iseler başlarına da iyi kimseler gelir. İyi kimseler değiller ise zülûmleri nisbetinde göre zâlimler gelir ve hak ettiklerine uğramış olurlar. Bunlar ise adaletin esasıdır. Başkasına bahane bulmadan oturup da bir düşünelim hepimiz: İ’tikadlarımızın ve fiiliyatlarımızın durumu nedir? Ekseriyeti teşkil eden hal nasıldır? Esâsen Allahü Zülcelâlin bu hususdaki muamelâtı mutlaka adaletin tahakkuk etmesidir.

Hz. İmam-ı Aliye (kv) kendi devresinde ûkelâ bir kimse diyor ki: “Ya imam, ya Ali, neden Ebu Bekir ve Ömer devreleri o kadar güzel ve adaletli idi? Halbuysa o zaman mal melâl daha az durumda idi ve yokluk vardı. Şimdi ise Osman ve senin devrende daha genişlik ve bolluk olmasına rağmen neden o şekilde itaatlık yoktur, nahoşluk çoktur. Neden bu hallere getirildi ki her taraf fitneye başladılar? Neden acaba? Sebebi nedir?” deyince Mübârek İmam-ı Ali (kv); “esâsen senin anlattığın Ebu Bekir ve Ömer devrelerinde onların mâiyetide (beraberinde) olan kişiler ben ve Osman gibi şahsiyetlerdik. Fakat, şimdi ise mâiyetimizde senin gibi şahsiyetler olunca hal böyle dönüştü” buyuruyor. Öyle ya kendisi gibi Hz. Osman (ra) gibi şahsiyetler mâiyette olması lâzım, ama yok ki. Onun için, fesad ve acâiblikler toplumun ekseriyetinin amelleri sebebiyledir.

 

Malik İbn-i Dinar şöyle buyuruyor:

يقول الله تعالى انى اناالله ملك الملوك قلوب الملوك بيدى فمن اطاعنى جعلتهم عليه رحمة ومن عصانى جعلتهم عليه نقمة فلاتشغلوا انفسكم بسب الملوك ولكن توبواالىالله تعالى اعطفهم عليكم

Allahü Zülcelâl uluhiyyetini ve tüm mülüklerini kendisinin tasarrufu altında olduğunu ilân eder. Demekki meliklerin ellerinde bir şey yoktur. Eğer siz Allahü Zülcelâle itaatkâr olur yolunda ve dininde olursanız meliklerin kalbleri de mâiyetine şefkat ve merhamete meyleder ve adalet üzerine yürürler. Yok eğer doğrudan doğruya Allahü Zülcelâle isyankâr olursanız meliklerinizin kalbleri de size karşı şiddetli, zülûmlü sert ve sizi üzen halde olur. Allahü Zülcelâl: “Sakının ki, nefsinize uyup onlar için beddua etmeyiniz. Esâsen tasarruf benimdir. Siz doğrudan doğruya bana karşı tevbe ve istiğfar edin ki kalblerini size karşı atûf ve şefûk ve merhametli hâle getireyim.” Allahü Zülcelâl güzelce ta’lim edip öğretiyor. Bu gibi halleri sadece beşeriyet işi sanmayın. Biliniz ki Allahü Zülcelâl Melikü’l Mülktür dilediğini yapar. Beşer meliklerin elinde aslında birşey yoktur. Neticede bir beşerdir.

Başka bir haberde şöyle buyuruyor:

لاتشغلوا قلوبكم بسب الملوك واشغلوا قلوبكم بذكرى فانى اعطيكم اياكم

“Mülüklere sabbedip sövmenin, küfretmenin nahoş kelimeler kullanmanın hiçbir gerekçesi yoktur. Eğer zâlimlikleri ve nahoş halleri varsa kalblerinizi bununla meşgul etmeyiniz. Kalblerinizi benim zikrimle meşgul edip onları bana havale edin ki ben onları haklarım. Ama salahları ama ne gerekiyorsa o yolla.” Unutmayınız ki melikte olsalar Allahü Zülcelâlin tasarrufu altındadırlar. Ona havale edin o ne yapacağını bilir. Hâşâ zülümde etmez olsa olsa adaleti tecelli ettirir.

Hatta bazen şöyle buyuruyor: Mazlumlar zâlimlere beddua eder. Allahü Zülcelâlde şöyle buyurur. Sen mazlumum diyerekten zâlime beddua ediyorsun ama seninde zülmûn hiç yok mudur? Senin bedduanı kabul edersem seninde zülmettiğin mazlumların beddualarını da kabul ederim. Onun için beddua yerine afüvkâr olun daha iyidir. Çünkü sende temiz değilsin. Zülûm yapmayan kimse yok ki; insana olsun, hayvana olsun, çok meseleler var.

İnanınız ki Allahü Zülcelâl şeytana sebbetmeyi (sövmeyi) dahi hoş görmüyor ve şeytana sebbetmeyip ona muhalefet yapınız ki onu o zaman kahredersiniz. Şeytana sebbeder veya lânet ederseniz, lanetlenmiş birisine yapmış olursunuz ki, o buna zâten alışıktır esâsen. “Ona lânet, lânet...) bir yarar getirmez ama ona muhalefet onu kahreder sizi ise onun şerrinden kurtarır. Onun için kalbi Allahü Zülcelâl zikriyle meşgul edip böylelerini ona havale etmek en iyisidir. Her zerre onun takdirine bağlıdır. Durursa da hareket ettirirsede onun takdiridir. Rabbımızı iyice tanımak lâzım. İnsanların kendi başlarına bir tasarrufları yoktur. Kendilerinde tasarruf imkanı vardır sanmak yanlışlıktır ve şaşkınlıktır.

 

Fudayl İbn-i Iyaz şöyle buyuruyor: “Vallahi elime büyükçe bir beytü’l mal verseler bunun hepsini fakir fukaraya bahusus evliya ve sülehayı toplarda  hepsinin gönüllerini eder yedirir içirir ihtiyaçlarını görürdüm de kendilerinden; Meliklerin kalblerinin salaha ve adalete dönüşmesini, dünya ve ahiretlerinin ma’mur olmaları için dua etmelerini isterdim. Çünkü melikler iyi oldukları takdirde mâiyetleride düzgün olurlar. Zira birbirine bağlıdır; melikler ve idare ettikleri... Melikler; adaletli, atuf, şefuk ve merhametli olurlarsa, mâiyeti de böyledir muhakkak.” İşte bu: اركماعمالكم عم  “Âmirlerinizin hal ve durumları âmellerinizin neticesidir.” Âmelimiz ne ise idâre edenlerimizde buna karşılık olarak ayni haldedir. Yoksa zülûm olur ki bunu Allahü Zülcelâle atfetmek veya uygun görmek sakattır.

 

Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

انى حرمت الظلم على نفسى وجعلت بينكم حراما فلا تظالمون

“Ben nefsime zülmû haram kıldım aranızda da asla zülûm yapmayınız.” Çünkü zülûm zülûmattır hiçbir hayır getirmez.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: من عان ظالما على ظلمه صلت الله عليه

Hadis meâli: Kim ki bir zâlime yardımcı olursa, Allah o zâlimi o kimsenin üzerine musallat kılar. Allahü Zülcelâl cümlemizi zâlimlerden ve zülûmlerinden korusun. Âmin...

Bakınız şu piyasada olan zülûmlere hayatımız boyunca görmedik. Hani müşrikler kendi devrelerinde kabirler açarlarda kendi çocuklarını diri diri gömerlerdi ya... Bu devremizde de bunları görüp izliyoruz. Allahü Zülcelâl bizleri bunların şerlerinden korusun ve;

لاحول ولاقوة الاباالله العلى العظيم

sırrıyla muhafaza etsin. Zirâ; لا حول عن المعصية الابعصمة الله   “bir masiyete düşmemek için Allahü Zülcelâlin koruması ve ismeti şarttır.” Bu taat işlemek içinde Onun inâyet ve yardımı şarttır. Cümlemizi ale’l hakka müyesser ve muvaffak eylesin. Âmin. 

اللهم وفقنا لمافيه الخير والرضاء امين يا معين

سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لا اله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك