Aziz kardeşlerimiz;

Biliyorsunuz ki ben bir araştırmacı değilim. Televizyonlarda kimler neler konuşuyor neler ediyorlar bir ilgim de yoktur. Yâni, vaktimi bu gibi şeylerle heder etmiyorum. Çünkü, televizyonların durumlarını biliyorsunuz. Herkesler her konuda biliciler olarak konuşuyorlar. Dini konularda da herkesce ma’lûm kişiler çıkıp ahkam kesiyorlar. Bir tanesi çıkıyor Âdemin (as) halife oluşunu inkar ediyor. Halbuki Kur’an-ı Kerimde Allahü Zülcelâl Âdemi (as) meydana getireceğini meleklere ilân etmiştir  ki;

إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً

 (Bakara / 30)

“Hatırla ki Rabbın meleklere: Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım, dedi” Ben yeryüzünde halife kılacağım buyuruyor. Halife demek ne demek? Temsilcisi ve elçisi ama Ona halifem buyuruyor. Bu husus Kur’anda apaçık ve sarihtir. Allahü Zülcelâl böyle buyurup dururken günlerce duyuldu ki televizyonlardan ve kürsülerden  “Allah ile kulu arasında kimse yoktur. Allah ile kulu arasında hiçbir aracı yoktur...” deyip durdular. Bunu söylerken hiçte düşünmüyorlarmı ki; Allahü Zülcelâl kitabı Azimü’ş şanında açıkça halife kılacağım buyuruyor, görmüyorlar mı? Halife ne demek? Halife kişinin kendisi tarafından tayin edilen kimse değil midir? Ayni zamanda da “dinimiz, akıl ve mantık dinidir” deyip durdular. Senelerce sürdü bu. Dinimiz esâsen akıl ve mantık dini değil de nakil ve mesned dinidir. Bir mesnede dayalıdır. Dikkat ederseniz, Allahü Zülcelâl kendi irâdesi, takdiri ve hükmüyle bir halife kılacağım yeryüzünde buyuruyor. Resülleri ise Allah ile kulları arasındaki elçileridirler. Allah ile kulları arasında kimse yoktur dedikleri anda resülleri de inkar etmiş oluyorlar. Risâlet bir elçiliktir. Allahü Zülcelâl ile direkt olarak konuşacak bir şahsiyet yokturki rastgeleye... Hâşâ... Onun için mutlaka ve mutlaka bizi tâ’lim edecek, tâyin edecek, Allahı bilib müslüman olmamızı ve teminin mecbur olduğumuz imanımızı sağlayacak bunları bize öğretecek yetkili olan bir şahsiyet lâzımdır. İşte bunlar ise resüllerdir. Yoksa herkes kendi başına Allahü Zülcelâlle mi görüşecek? Bu ise asla mümkün değildir. Allahü Zülcelâl resüllerini gönderecek bizde onlardan ihtiyaçlarımızı soracağız ve alacağız. Bilemiyorum nasıl iştir bu. İnsan düşünüyorda bu sözleri sabi bir çocuk bile din adına söylemez. Akıl ve mantıkları nasıl şeydir bilemiyorum. Akıl ve mantık herkeste değişik değişik olan bir şeydir. Ne kadar insan varsa o kadar akıl ve mantık çıkar ortaya. Onlara göre ise o kadarda din olmalı. Allahü Zülcelâl ile kulları arasında aracı olan resülleri olmazsa bu dünya nizamı nasıl devreder. Bu halkın bileni bilmeyeni mü’mini, kafiri ne olur? Nasıl halledilir meseleler. Allahü Zülcelâl hepimizle mi muhatab olacak yâni. Böyle bir şey olur mu? Bu mümkün mü? Allahü Zülcelâl vahdaniyetini ilan edip tasdik etmeye ve Âdemden (as) beri söylemeye davet ettiği kelime ki “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” kelimesini getiren elçilerini de tanımak ve kabullenmek mecburiyeti vardır. Onlara da iman etmek şarttır. Çünkü Allahın elçisi olarak gönderilmişse Âdem safiyullah, Nuh Neciyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah vb. hangisi olursa olsun kendi devrelerinde tanınmaları şarttır. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif edince hatemu’n nebi olarak ta ona da iman etmek her insana şart olmuştur.

Allahü Zülcelâlin Kelamullahında âyet-i celilesinde Âdemi (as) ilk başta elçi ve halife olarak gönderiyorum buyurmasına karşılık bu bedbaht adam kalkıp “yanlış tefsir” diyormuş. Halbuki halife kelimesi tefsir değil ki kendi anlamı üzerinde olan açık seçik ve drekt âyetin bir kelimesidir. Halife kelimesi açıklamaya tefsire hacet bırakmıyor ki. Manası açık açık ortada. Peki herhangi bir kimse Kur’andan bir âyeti dahi inkâr ederse küfrüne hüküm veriliyor. Hatta mürted (dinden çıkan) durumundadır. Çünkü müslüman iken küfre girerse mürted olur ve dinimizin emri gereği olarak da şartları dahilinde ve tevbe etmez ise öldürülür. Âdetâ bir köpek leşi gibi de gömülür, cenâzesi falanda kılınmaz. Halbuki Yahudi veya Nasrani gibi din sahibleri gelip buralarda ölse hiç olmazsa kendi dini üzerine işlemler yapılıp bir kabre defnederler. Müslüman kabrinde olmasa da bir kabre konurlar. Ancak başka dinden olup müslümanla evli  ve hamile olan bir kadın ölürse müslüman mezarlığına gömülür. Ancak, kadının yüzü kıbleye değilde arkası kıbleye döndürülür. Çünkü, taşıdığı çocuğun yönü annesinin arkasına doğrudur. Hiç olmaz ise müslümandan gelen çocuk kıbleye döndürülür. Fıkıhlarımızda bunlar vardır.

Onun için müslüman kimse mürtedlik yaparsa tevbe etmezse öldürülür. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ‘ın şahsiyetine inandım dediği takdirde getirdiklerine de inanması mecburiyeti vardır. Eğer Onun Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğuna inanıyorsa o zaman Onun getirdiği dinin şeriatına da hem Kur’an hemde sünnet olarak inanması şarttır. Şeriat, Kur’anla ve sünnetle tekmildir. Kur’an, mücmel (kısa, az sözle anlatılmış) dir. Hadis ise mufassalat (tafsilatlı, uzun uzadıya anlatılan) dır.

Hülasa “yanlış tefsir” diye geçip gidemez. Bu âyeti bilerek cühûden inkâr ederse o zaman küfür üzere gider. Zira bir âyeti cehd eden ale’l küfürdür. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu böylece ilân etmiştir. Tamamen küfrüne hükmedilir.

Ayni adam bir başka sureye dil uzatıp تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ   “Tebbet Süresindeki Ebi Leheb’in yerine başka bir dua koysanız olur” diyor. Ebi Leheb kelimesi yerine daha güzel bir dua koysanız olabilir diyor. Bakınız; ben kendim dinlemedim ama emin kişiler dinlemişler. Kur’an-ı Kerim Allah kelamıdır, canının istediğini değiştiremez. Tabi ki Kur’an-ı Kerim, Âdem (as) den beri olanları anlatır gelir. Musa (as) dediği zaman karşısında olan Firavunu da anlatır. İbrahim (as) derse Nemrudu, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısında Ebi Lehebi anlatmıştır. Ebi Leheb diye buyuran kim? Allahü Zülcelâl değil mi? Elbette bu Kur’an-ı azimü’ş şandır içerisinde melek geçer, şeytan geçer, cennet geçer, cehennem geçer, Musa (as) geçer, Firavun da geçer. Ama her kelimesi Allah kelamıdır. Değilmi ki kelam Allahındır ne geçerse geçsin her kelimeye Allahın kelamı olarak değer verilir. İçeriği ne olursa olsun bakılmaz zirâ buyuran Allahü Zülcelâldir. Ancak, Kur’an daki kelimelerin kıymet ve değeri çifttir. Bakınız الله احد  “Allahü ahad” ayetine bakarsak hem Allah kelamıdır hemde içeriği “Ebi Leheb” içeriği hükmünde değildir ve elbette bir kerre daha faziletlidir. Ancak Firavun kelimesi gibi tek taraflı tek vücûh olan kelimelerin tek vechesi vardır ki Allah kelamı oluşlarıdır. İçerikleri çok değişik olan Kur’an kelimeleri Allah kelamı oluşları yönüyle aynı fazilettedirler. Allah kelamı ise sıfat-ı zâtiyedir. متكلم عليم  Allahu mütekellemun, Âlimûn sıfatlarındandır. Fakat Zakirun ve mezkurun kelimeleri vardır. Zikredilenlerin hepsi Allah kelamıdır ve sıfat-ı zâtiyyedir. Fakat bazı zikredilenler ise hem sıfatı hem de zâtıdır. ذاكر مذكور “Allahu Ahad” Allahü Zülcelâl zâtını böyle ilan ediyor. Böyle biliniyor. İhlas suresi gibi;

قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ (1) اللَّهُ الصَّمَدُ

İşte böyle olanların iki yönden çifte saygıları vardır. Bir Allah kelamı oluşu birde içeriği yönünden  faziletlidirler. Ama, Firavun tek yönlü sadece Allah kelamı olduğu için faziletlidir  ve içeriği için bir fazilet ve saygı yoktur. Onun için Firavunda gelecek, Musa (sa)da gelecektir. Hiçbir âyet kelimesi dışarıya çıkarılamaz ve Kur’ana yeni bir kelime de sokulamaz. Kur’an dışından bir kelimeyi Kur’ana sokmaya cehd ettimi küfr-ü cühüdiye girer. Kâfir olmuş olur. Allah bizleri muhafaza etsin. Âmin...

Yine i’timad edilir bir kimse dinlemiştir ki; bu adama; namaz kılmak isteyen birisi soruyor “Kur’an bilmiyorum ben meâl okusam olur mu?” diyor. Cevabı ise: “Fatihayı bilmiyorsan Türkçe meal oku, onu da bilemiyorsan hazır olda beklersin” diyor. Gelecek, tekbir alıp biraz hazırolda esas duruşda bekleyecek yeterlidir diyormuş...

Halbu ise Hadisi Kudside:

قسمت الصلاة بينى وبين عبدى نصفين فنصفهالى ونصفها لعبدى ولعبدى ماسئل فاذاقال الحمدلله رب العالمين قال الله حمدنى عبدى واذاقال الرحمن الرحيم قال الله ثنى على عبدى واذاقال مالك يوم الدين قال الله عز وجل مجدنى عبدى واذاقال عبدى اياك نعبد واياك نستعين . قال هذا بينى وبين عبدى

Hadisi Kudsi meâli: Fatihayı kulumla kendi aramda ikiye böldüm; yarısı benim, yarısı kulumundur. elhamdulillahir rabbil alemin  hamdediyoruz  errahmanirrahim  senâ ediyoruz maliki yevmiddin   temcid ediyoruz iyyakena’budu ve iyyakenestain  sana has ibadet yaparız ve senden inâyet dileriz. Allahü Zülcelâlin inâyetine dayanarak ondan bir yardım diliyoruz. Buraya kadar namazı kılan kişi kalıbıyla (bedeniyle) ve kalbiye sağlıklı bir şekilde huzur içindeyse söylediklerinin hepisi de geçerlidir. Yok eğer kalıbı namazda görünüyor ama kalbi başka yerlerde geziyorsa, hele bilhassa namaza yakışmayan bir hale düşmüşse ve başka şeyler fikrediyorsa o zaman tabi ki Allahü Zülcelâl kişinin kalbine bakıyor bedenine değil. Bedene beşer olanlar bakar ve namaz kılıyor derler. Ancak, Allahü Zülcelâl kulun kalbine bakıyor. Çünkü kul kalbine bağlıdır.

Hadis-i Şerif:

الاوان فى الجسد مضغة اذاصلحت صلح لجسدكله واذافسدت فسد الجسدكله الاوهى القلب

Hadis meâli: Kalb bir mudgadır. Kalb salaha dönüşürse vücûd tamamen salaha dönüşür. Fesada dönüşürse vücûd fesada uğrar. Esâsen beden kalbe bağlıdır. Allahü Zülcelâlin muamelatı kalbe yöneliktir. Kalbsiz bir âmel geçersizdir.

Onun için kul; “Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” dediğinde Allahü Zülcelâl ya “sadakte = doğru söyledin” ya da “kezebte = yalan söyledin” buyurur. “Kezebte” buyurduğunda kul kendi başına kalmış olur. “Sadakte” dediğinde ise ona hak ve yetki veriyor. Ne diyecek kul:

اهدنا الصراط المستقيم صراطالذين انعمت عليهم غير المغضوب عليهم ولاالضالين

“Bizi doğru yola hidayet eyle, öyle bir yol ki nimetlerinle bezediğin lütûfta bulunduklarıyın yolunu temenni ve taleb ederiz. “Allahü Zülcelâl “sadakte” buyurduğunda melekler de “sadakte” derler. Allahü Zülcelâl va’dedilenleri esirgemez verir.” Yahudi ve Nasaranın yolunu değil de tevhid ehlinin yolundan. Allahü Zülcelâlin lütfûna ve inâyetine yetişmiş olanların yolundan der. İşte Fatihanın yarısı benim yarısı da kulumun buyurması budur.

Bakınız bu adama ki namazı nelerden mahrum etmeye kalkışıyor? Meâl okuyacakmış. Meâl kimin kelâmıdır? Halabanın kelâmıdır. Şunun bunun kelâmıdır. Fatiha ise Allah kelâmıdır. Fatiha ümmü’l Kitabdır. Kenzü’l Ummaldaki hadislerde; Fatihayı terâzinin bir kefesine, diğer kefeyede Fatihasız Kur’anı koy ve bunu 7 kerre tekrar koy yine de Fatihanın ayarına gelemez ve dengi olamaz. Fatiha böyle bir süredir. Ümmü’l kitab olub ne varsa anadandır. Ondan ümmü’l kitab olmuştur. Ve bundan dolayı da namaz asla Kur’ansız olamaz. Kur’ansız olarak halabanın kelamı meâl okuyarak namaz olur mu? Asla olmaz.  Velevki Buhari okusa yine de olmaz. Yâni Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisini okusa dahi yine de olmaz. Kur’an okuması şarttır ve bahusus Fatihayı okuması. Kur’anın mutlaka okunması 4 mezhebin ittifakıyla farzdır. İmamı Şafi ve İmamı Malikiye göre Fatihasız namaz olamaz ve Fatihanın okunması Farzdır. İmamı Azam ve İmamı Ahmede göre ise Fatihanın okunması vacib hükmündedir. “Allahü ekber” deyip namaza girdin, Fatihayı unutarak zamma sureye geçtin ise sonunda sehv-i secde yapar. Ama vacibi bilerek terkettiği zamanda ise vaktini geçirmeden kıldığı namazı tekrar iâde eder.

Onun için kardeşlerim; söylenenlere bende şaşıyorum ve bir acayibliktir. İnanın ki şeytanlar bile buna cür’et edemezler. Çünkü şeytan, Bedir Harbinde melekleri görünce:

إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

 (Haşr / 16)

 “Ben Rabbü’l âleminden korkarım.” diyor. Bugün ise bu söylenenlere emin olun ki şeytanlar dahi cür’et edemezler. Ama nefis cür’et edebiliyor. Çünkü nefis:

أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى

 (Nazi’at / 24)

Firavun’un nefsi bunu diyebilmiştir. “Ben sizin âlâ olan Rabbınızım” deyip rububiyyet davasında bulunmuştur. Ne diyelim ki bir garib ve acayib haller dönüyor. Kur’anı da ellerine alıp hâşâ bir oyuncak âlet gibi etmişler. “Yok efendim şu ayetler  şöyleymiş böyle olmalıymış” gibi şaşkınca değişik değişik şeyler söylüyorlar. Artık bu kadar feci’ haller ortadayken başörtüsü şöyle böyle demek Kur’ana yapılanlar karşısında zerre bile olmaz. Fakat, yazıklar olsun ki, önümüzde duran hal-ü-durum budur. Ele alınacak bir yönü de yoktur. Namazımızı perişan edib Kur’anı azimü’ş şanı da inkâra kalkışıyorlar. Allahü Zülcelâlin kelamı olan kitabımıza çeşitli yollarla bir şeyler katmaya eklemeye veya çıkarmaya çalışıyorlar. En azından buna girişiyorlar. İşte bundan korkulur esâsen. Zâten vakti geldiğinde günün birisinde Kur’anı azimü’ş şan ref’olunacaktır (kaldırılacaktır). Bir gün arşın altında Allahın kelâmı şöyle söyleyecek: “Bana hiç ihtimam etmiyorlar, kıymet ve değer verip okumuyorlar ve hükümlerimi tanımıyorlar, ben artık gariban hallere düştüm” der. Allahü Zülcelâl de Onu ref’ eder. Kur’an ref’ olunur ne mushaflarda ne de kişilerin hafızalarında kalmaz. Ama bu kıyametin âlâmetlerinden olan Dabbetü’l Arz’dan sora olacaktır. Mü’min ile kâfir ayrıldıktan sonradır.

Hülasa kardeşlerimiz, ne diyelim ki öyle bir devreye gelmişiz ki; görüyorsunuz sanki bazıları şeytannın müridleri gibi olmuşlar. Şeytanın dediklerini aynen yapıyorlar. Kimisini kesiyorlar, biçiyorlar ve öldürüyorlar. Bilmem ki Âdemden (as) beri böylesi bir devre hiç geçmiş midir? Tarihleri, tefsirleri hep okuyoruz da bulamıyoruz. Allahü Zülcelâl bizleri saptırıp şaşırtmalarından ve şerlerinden korusun. Bizlere muîn olsun başka diyeceğimiz yok.

Bursa’da bazı kimseler bize de sordular ki: “Bazı adamlar Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatına ihtiyaç yoktur, Şefaata gerek yoktur, Şefaat yoktur. Herkes kendi hesabıyla gidecek vs. “ diyorlar.

Buna ne dersiniz? dediler. Halbu ise, Vallahi kainât Âdem (as) den sonuna kadar Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhtaç olacaktır. Onun şefaat ve aracılığıyladır. Yoksa hiç bir varlığın direkt olarak Allahü Zülcelâle bir talep gücü yoktur.

İsra Suresi 79 âyetinde; “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama (Makam-ı Mahmuda) göndereceğini umabilirsin” Makamı Mahmud ki; her ferdin  teşekkür edeceği bir makamda ve durumdadır. Öyle bir makam ki kâinat tamamen kendisine teşekkür edecektir. Çünkü kıyamet kopmuş mahşer olmuş ama hesab bir türlü görülmüyor ve herkes ızdırap içinde bekleşiyorlar. “Bu fasıl başlasında herkes nereye gidecekse gitsin” diyorlar. Sıkıntılı bir izdiham içindedirler. Rabbımız bizleri o gün için teshilatlı kılsın ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnutluğuna sahib olanlardan eylesin. Âmin...

Esâsen Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı böyle düşünenler, ya kıyamete inanmayıp mahşerin olmadığına inanıyorlar ve “bu dünyada ne yaparsak o yanımıza kâr kalır” diyorlar veya mahşeri hatırlarına hiç getirmeyen ahmaklardır. Bazıları ise geçmişteki çeşitli sapık fırkaların tezlerini çeşitli maksatlarla canlandırmaya çalışıyorlar. Meselâ Mu’tezile Fırkası kabir azabını tanımaz. Cennete dahi vücûden değil de ruhen girilecek derler. Yine, tenasüh ehli olanlar var ki; “Ruh bir cesedden çıkar başka bir cesede girer” derler. “Ruh çıktımı iyi ruh ise meleklere, kötü ve şerli ruh ise şeytanlara gider” diye söylerler. İşte bu gibi değişik değişik olan inançların ortak adı “Fırka-ı Dalal”  dir. Karşılarında ise tek olarak “Fırka-ı Nâciye” vardır ki; ehl-i sünnet ve’l cemaat yoludur. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem), sahabelerin ve seleflerin yoludur.

 

Kardeşlerimiz; halihazır piyasada olan duyduğunuz, duymadığınız veya duyacağınız daha pek çok nahoş haller vardır. Ahir zamanda ülemâyım diyenlerin ne hallere  düşeceklerini hep anlatmışımdır. Feci halleri vardır. Esâsen bunlar, Muhammedü’l Mehdi (as) nin  gelmesinin yaklaştığı devrelerde ortaya çıkacak olan ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Deccalûn” buyurduğu kimselerdir. 30-40 kişi kadardırlar. Bize insanlar geliyorlar duyup ve gördüklerini soruyorlar ki, o konuda tasdik veya red cevabını arıyorlar.  Bizim dinimiz, Kitabullah ve Sünnetullah olan hadislerin tekmilidir. Kur’anı Kerim ve hadisler birbirini tamamlarlar. Tek taraflı mümkün değildir. Onun için kelamullah ve sünnet esastır. “Kur’anı azimü’ş şan ve sünnetim” buyurmuştur. Kur’an-ı Kerimde okuyorsunuz:

اطيعوالله واطيعواالرسول

“Allah’a ve Resül’e itaat ediniz.”

ياايهاالذين آمنوا اطيعواالله والرسول

“Ey inananlar Allah’a  ve Resül’e itaat ediniz.”

Mutlaka ve mutlaka Allah ve resülüne itaat ediniz vardır. Yine şehadet kelimesi:

اشهد ان لااله الاالله واشهد ان محمداً رسول الله

“Allah’dan başka ilah olmadığına Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem) in Allah’ın Resülü olduğuna şehadet ederim.”

Bu kelimeyi getirmeyen müslüman mıdır? Asla. Asla... Tek olarak “Lâ ilâhe illallah” kelimesi yetersizdir. Mutlaka “Muhammede’r resulullah” diyerek Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risaletini de eklemiştir Allahü Zülcelâl.

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا

 (Nisa / 115)

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, Onu o yönde bırakırız  ve cehenneme sokarız; O ne kötü bir yerdir.”

Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı asla terslik yapılamaz; Yine:

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ

 (Ali İmrân / 31)

“(Resulum!) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir)“ ”Onlara söyle: Allah’ı seviyorum dedikleri takdirde bana tabi’ olun ki Allah da sizi sevsin...”

Kur’an’da da mutlaka çift olarak gelir. Allahü Zülcelâl’i tanıyorsa o zaman onun gönderdiği Rasulünü de tanıması gerekir. Öyle ya devlet birisini bir yere elçi olarak göndermiş, gerekli bilgi ve belgeleri de yazıp çizip eline vermişse ona sahib çıkmasalar ve ona itimad etmeseler olur mu böyle iş? O zaman, o devleti tanımamış olmazlar mı? İşte günümüzde de  böyle, Allahü Zülcelâl’i tanıdıklarını söyleyip O’nun elçisi olan Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  hadislerini bertaraf ve safdışı etmeye çalışıyorlar. Sanki hiç hadis yokmuş, bu iş bitmiş gibi konuşuyorlar. Televizyonlarda bunları sizlerde seyredip duyuyorsunuzdur.

 

Kardeşlerimiz; bizim gayretkeşliğimiz, bu sapuk-supuk kişilerin müslüman kardeşlerimize zarar vermelerini engellemek için çaba sarfetmeye itti. Elbette değer verip inanılacak şeyler değiller ancak bazıları hiç umulmayacak derecede ifrat edebiliyor.  Adam, çıkıp da Kur’an’dan gayrı Tevrat’ı İncil’i de tavsiye edebiliyor ve mütelâ edin diyor müslümanlara. Bu zâtı yakinen tanır idim. Edebli birisi idi. Ancak, nasıl etmişlerde bu hale düşürmüşler bilemiyorum. Allahü Zülcelâl şerlerinden korusun. Âmin.

Bu kişiler hadislere dahi değer vermiyorlar. Kur’andan da sadece bir meâl meselesini kullanıyorlar. Bunu duyunca bu hususu anlatmak ihtiyacını duydum. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâlin resülü elçisi ve aracısıdır. Kendiliğinden bir şey getirmiyor. Allah tarafından getirdiğine inanmak ve kabullenmek mecburiyetindeyiz. Yok efendim hadisler 200 sene sonra başlamış da çeşit çeşit şeyler. Hâşâ... Hadisi şerifler Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) fem-i şerifinden (şerefli ağzından) çıkar da hadis olurlar. Yoksa rastgele şurdan burdan hadis olmaz. Bazı hadisler kudsî hadislerdir. Allah (cc) tarafından Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hüküm ve vakı’a bildiriliyor. O da bize aracı olarak bildiriyor. Böyle olursa Hadisi Kudsîdir. Hüküm Allahü Zülcelâlindir, Ona aittir ve Rasulullah da (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bize aktarma ediyor. Hadis nasıl bir manaya bağlı olursa olsun, emir yada nehiy, lafız Allahü Zülcelâle, aktarma Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aittir. Diğer hadisi nebevîlerde ise; Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Cebrail (as) ‘in getirdikleriyle birlikte ilham, Kur’anda gördüğü harika mana ve hükümlerle oluşmuştur. Yoksa hâşâ Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisinden uyduramaz. Kur’anda olan hükümlere mutlaka tafsilat vermesi ve tatbikatını göstermesi lâzımdır. Bir kimse hükmü okudu diye, o hükmün tatbikatını kendiliğinden bilemez, işlemin şeklini ve tafsilatını birilerinin öğretip göstermesi gerekir. Allahü Zülcelâlih hükümlerinin tafsilatı Cebrail (as) vasıtasıyla Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mutlaka anlatılıp gösterilmiştir.

Bu anlatış vahiy veya ilham yoluyla olmuştur. Kur’an mûcmeldir. Kısa ve nettir. Kur’anın teferruat ve tafsilatını Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerle anlatıyor genişletiyor ve tatbikatını da bizzat yaparak öğretiyor. Kur’an-ı Kerim baştan Ve’l Fecr’e kadar 6000 âyettir. Bundan sonrası fazlalığıdır. Fakat hadisler yüzbinlerce belki milyona varır. Elimizdeki sadece Kenzü’l Ummal 46.000 küsür hadistir. Diğerleri Sünenler, Muhkemler, Mesnedler vs...

Hülasa yüzbinlerce hadislerin hepisi de Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hükümlerini, tergip, terhib, nehiy, emir vs. hususları tafsilatlı bir şekilde kapsamaktadır. Ama diyeceksiniz ki bu bedbaht olan adamlar “hadis beşer işidir” diyerek kısıntılı geçiştirip “önemli değildir” havası vermek istiyorlar. Bakınız Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruyor Allahü Zülcelâl:

وَمَا آَتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ

 (Haşr / 7)

“Peygamber size ne verdiyse onu alın”  “Resul sizlere ne getirdiyse onu alınız.” Kur’an inananlara böyle buyuruyor. Haa, demek ki aslında Kur’ana da inanmıyor. Zirâ, Kur’ana inancı ve saygısı olsa idi bu hakikatleri böylesine rahatlıkla reddedemez inkarcı olamazdılar. Esâsen Kur’an-ı Kerim Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tabi’ olmayı ve getirdiğini almayı  emrediyor. Eğer Allah kelamı olarak bilip inanıyorsa bu böyledir. Resülün getirdiğini alıp kabullenmek temel inançtır.

وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا

 (Haşr / 7)

“Size ne yasaklandıysa ondan sakının”  “Herhangi bir hükmü nehyederse bundan da ictinab ediniz, çekinip geri durunuz ve sakınınız.” Bu kelam, Allah kelamıdır. Kur’an dır bu... Rasulullahda (Sallallahu Aleyhi Vesellem) beşerdir diye dil uzatıyorlar. Evet beşerdir ancak, Allahü Zülcelâl Habibini tasdik edip buyuruyor ki:

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى { إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى

 (Necm / 3 – 4)

 “O arzusuna göre de konuşmaz o (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” O hevâ-ü-nefsinden konuşmuyor. Söylediği vahiydir, buyuruyor. Kur’ana azıcıkta inancı var ise inkâr edip saf dışına çıkamaz. Allahü Zülcelâl ferman edip Rasülünün (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sözü için “vahiydir” buyururken ehl-i dalal ise hala beşer sözüdür diyebiliyorlar haşa. Hadisler Kur’an-ı Kerimin dışına çıkamaz. Çünkü, hadisler mücmel olan Kur’anın tafsilatlısıdır. Hadisler mufassalattır. Bunların yaptıkları ise kaçamak ve düzmece akıl ve mantık oyunları ve saçma sapan iddiaları ile sadece ve sadece halkı dalalete, sapıklığa veya küfre davetten başka bir şey değildir. Böyle adamların küfürden başka yönleri de yoktur. Allah muhafaza etsin. Âmin.

Diğer taraftan bir kısım kişilerde ortaya çıkıp Mehdilik davası ediyor. Yok efendim Hazrete çıkmışmış, takdis etmişmiş vs. Esâsen günümüzde çok büyük bir acayiblikler var. Görüyorsunuz şeytanın arkasına düşmüşler ve onun söylediklerini harfiyyen yapıyorlar. İnsanları kesip biçip öldürüyorlar. Hizbü’ş şeytan katilleri... İşte böylesi günlere gelmişiz.

Hadisi Kudsî:

لاتسبوا الدهر وانا الدهر

Hadisi Kudsî meâli: Allahü  Zülcelâl “zamana sebbetmeyiniz (sövmeyiniz) Zirâ, zamanı deveran eden benim” buyuruyor. Biz zamana ne diyelim bu olanlar zamanın hatası değilde insanların halleridir. Allahü Zülcelâl bizlere muîn olsun ele alınacak bir halimiz yoktur bu günümüzde. Ondan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “beni görüpde iman edene tûba (ne mutlu) buyuruyor. Bu sözlerini bir kerre söyledikten sonra üç kerre “Ancak, beni görmeden iman edipte tâbi’ olanlara tûba, tûba, tûba!..” buyurmuştur. Bir başka devrede ise 7 kerre tekrarlıyor. Ahir zaman gerçekten çok tehlikelidir. Hakikaten öyle bir devredeyiz ki Fırka-ı Dalle çok yaygın bir haldedir. Bunların toplamı 72 fırkadır. Gerekse idi hepsini sıralardım ancak  en beterleri olan Kaderiyye ve Merciyyeyi anlattık.

Bir gün Aleyhisselâtü ve’s selâm yere düz bir çizgi çiziyor sonra sağına ve soluna çizgiler çiziyor. Ortadaki çizgi için: 

وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ...

 (En’âm / 153)

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun.  (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”

“Bu benim hak yolumdur, dosdoğrudur” buyuruyor. “Fırka-i Nâciye olan bu yolumdan sapmayınız ve ona tâbi olunuz, bunun sağ ve solundaki yollara sapacak olursanız o yolların herbirinin başında şeytanları vardır.” buyuruyor Mübârek. Yolundan çıkanın kurtuluşu asla olamaz artık. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisini kabüllendikten sonra “beşer işidir vs.” diyenlerin inancının bir değeri ve kıymeti var mıdır? Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) getirdiği söylediğine ve yaptıklarına i’tibar etmiyorlarsa demek ki asıl gâyeleri Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) saf dışı etmektir. Başka bir yolu gözükmüyor söylediklerine bakılınca.  Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ben risâletle geldim bana ve getirdiğime sahib olun” buyuruyor ve bu ise Kur’anla sabit ve Kur’an emridir.

وَمَا آَتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا

 (Haşr / 7)

 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.”

Nehyettiklerinden de ictinab ediniz. Başka te’villere kalkışmak yok, beşer sözüymüş yok, şu devreymiş bu devreymiş yok. Bunlar  yanlış ve sapık yollardır.

 

Kardeşlerimiz; biliyorsunuz ki “Fırka-i Nâciye” adlı eserimizde bunları epeyce anlatmışız. Fakat, en tehlikeli olanları Kaderiyye ve Merciyye  fırkalarıdır. Şunu da söyleyeyim ki nasıl Hariciyye günah-ı Kebâiri işleyenin hüküm veriyorlarsa bu günümüzde de bazı soytarı ve softalarda Türkiyemize karşı sanki  “imansızmış” gibi söylemektedirler. Bazıları softalık yapmakta ama kendilerine faizi helâl etmek için şu yolu kullanıyorlar: Güya Türkiye devleti mürted (dinden çıkmış) durumda sanki darü’l harb ülkesiymiş Türkiye. Darü’l Harb’i anlamak için; vaktiyle olanlardan misâl vermez isek anlaşılmaz. Biliyorsunuz Bulgaristanda yaşayan Türklere neler yaptılar ve dinleri ile alakalı hiçbir hükmü uygulatmadılar. Ordan oraya sürüp mallarına el koydular. Minâreye çıkıp ezân okuyanı öldürdüler. Câmilerde cemaatı kurşuna dizdiler. Canları malları ve ırzları ve dinleri taarruza uğradı. İşte Darü’l harb olan ülke böylesidir. Nasıl ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde olan Müseylemetü’l Kezzab çıktıda “Lâ ilâhe illallah” dan sonra Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ismi yerine “Müseyleme Rasulullah” deyip irtidad etti. Darü’l harb oldu.  Esvedü’l anzil gibi kimselerde itidad edip mürted oldular. Dinden çıktılar ve İslamla mücâdeleye girdiler. Hepisi de “Lâ ilâhe illallah” diyorlardı da resülü değiştiriyorlardı. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ismi yerine kendi isimlerini koyuyorlardı. İrtidad ehli olmalarına rağmen “Lâ ilâhe illallah” demeye devam ediyorlar. Ama resül olarak kendilerini ilân edip Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletini kabullenmediklerinden dolayı kâfirden de beter olan mürted durumuna düşüp dinden çıkıyorlar. Tevhidi de terketseler başka bir ilah bulmuş olacaklar ki o zaman müşrik olurlar.

Onun için böyle düşünüpte Türkiye bir darü’l harb ülkesidir dedikleri takdirde ne yaparlarsa kendilerince câiz oluyor. Hatta “Bankalara fazlasıyla para yatırıpta fazlasıyla faiz alalım, alalım da iflas etsinler ki bizde bu baş belâsı devletten kurtulalım.” diyebiliyorlar. Bazıları da Türkiye devletini Müseylemetü’l Kezzab yerine koyup ona karşı harb ilan etmek istiyorlar. Evet o zaman o mürtedlere karşı harb ilân edildi. Hatta, Esvedü’l Anzil öldürüldüğünde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hastalık devresinde idi. Onu öldürüp te dönenler Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetişemediler. Arkasından da Hz. Sıddık (ra) Müseylemetü’l Kezzab’a darü’l harb ilân etti ve onu halletti. İşte darü’l harb bu misilli hallerde olur. Dinden döndürme olursa darü’l harb olur.

Esâsen Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tanımadıklarından dolayı bunları bu şekilde söyleyebiliyorlar. Peki, Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve Hz. Sıddık (ra) darü’l harb ilan ettikten sonra savaşa gidenlere ne tavsiye ve emir veriyorlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurup emrediyor ki: “İrtidad eden, dinden çıkan bir beldeye ya sabah namazı ya da yatsı namazı devresinde gizlice görünmeden girin ve dinleyin ezan doğruca okunuyor mu? Eğer ezân okunuyor ise demek ki o beldede İslam namazı kılınıyor ve:

اشهد ان لااله الاالله واشهد ان محمداً رسول الله

“Eşhedû enlâ ilahe illallah ve eşhedû enne Muhammede’r resulullah” diyorlarsa oradan savaş yapmadan ayrılın ve orası darü’l harb değildir” buyuruyor. Ama Bulgaristanda bir kimseyi minârede vurdular. Ezânı okutmuyor, namazı kıldırmıyorlarsa kesinlikle darü’l harb ülkesidir. Şu anda Türkiye’ye nasıl “darü’l harb ülkesi” derler hayret ediyorum. Be insafsız vicdansız adamlar müslüman olan kendi kardeşlerinize bu denli buğz edip bu hallere düşürmeye ne hakkınız var? Demek ki imkân bulsalar neler yapacaklar bu millete. Hâni bir zamanlar İslâm olmayan bir beldeye sığınıp Almanların hükmü altında şeytanın halifesi olan bir adam hilafet ilân etti ve Türkiye’yi tarûmâr edeceğini iddia etti ya. Türkiyede mevcûd olan hiçbir şeye değer ve kıymet vermiyordu. Böylesine şaşkın ve ahmak olanların teşvikiyle arbedeye kalkışmayıp mantıklı olmak her müslüman için gerekmektedir. Zâten böyle adamlar oldukça azgın olup söze başladılar mı: Tekfir ve tel’in gırla gidiyor, sayıp döküyorlar. Ne âyet ne hadis ne akıl mantık ve ne de vicdan tanıyorlar. Halbu ise; söyleyip anlatmışım duymuşsunuzdur, bir kimse müslüman olan bir kardeşine karşı küfür ve lânet kelimelerini kullandı mı ağzından çıkar çıkmaz söylediği kimseye gider. Türkiyede falan kimseye mi lânet etti ve kâfirdir dedi hemen o kimseye bu kelimeler gider eğer o kimse bu sözlere layık ise yapışır o kimsede kalır. O kimse gerçekten kâfir ise onda kalır ve mel’undur. Sözü hakikaten o kişiye uygun ise onda kalır. Ancak söylenen kimse o kelimelere lâyık değil şehadet ehli bir müslüman ise o kelimeler geri dönerler ve söyleyene yapışır kalırlar ve söylenen kişi kendi kendine lâ’net etmiş ve küfrüne karar vermiş olur. İslam kuralları olan ilâhi bir nizamdır. Böylesine ulu orta kelimeler kullanmak çok ama çok tehlikelidir. Ne çâreki dinden haberleri yok.

 “Eşhedû enlâ ilahe illallah ve eşhedû enne Muhammede’r resulullah” diyen kimsenin küfrüne tekfirine asla kalkışıp o kimseye kâfirdir diye iftira etmeyiniz. Allahü Zülcelâle şükürler olsun ülkemiz o duruma düşmemiştir. Bu tahrik ve tahrişler ise fayda değil aksine zarar getiriyor. Karşısında olanda müslüman kardeşidir.

Bakınız etrafınıza nasıl yaşarsa yaşasınlar ancak; “Eşhedû enlâ ilahe illallah ve eşhedû enne Muhammede’r resulullah” demeyecek şahsiyet hemen hemen yok gibidir. Fasıktır, facirdir ama müslümandır. Eğer şehadet getirmiyorsa zâten ale’l küfre olup kâfirdir. Belâsını Allah verir ve oda ona yeter. Allahla başbaşadır. Her kâfir olanda hemen öldürülecek diye bir şeyde yoktur.

“Cihad, cihad!..” deyip durdukları ise; Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ilk başta dini meydana getirirken haliyle halk bu yeni dini hemen fehmedip anlayıp da koşup girelim de demiyorlardı. Tabi ki eski inançlar var direniyorlardı. Bu nasıl şeydir diye düşünüyorlar ve bir türlü hafsalalarına sığdıramıyorlardı. İsa (as) ile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) arasında bir nebi gelmemiştir. İslam dininin tahakkuk ve temerküz (merkezleşme) etmesi bir temele oturması elbette şart idi. Elbette Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görevi gereği dinini oturtması ve yayması mecburi ve Allahü Zülcelâlin emri di. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) 23 senelik risâlet devresi kendi keyfine göre gevşeklik içinde de olamazdı. Haliyle davetini yapacaktı. Dâveti kabul eden edecek ve etmeyene emir gereği cebir kullanıp zorlanacaktı. Çünkü halk doğruyu bilemiyor ve cehalet içinde yaşıyordu. Ne var ki:  الدين بدى غريبا وسيعودكمابدأ   “İslam dini garib gelmiştir ve sonunda da garib haline düşecektir.” Elbette o zamanki insanların bilmedikleri duymadıkları şeyler söyleniyordu. Yarar mıdır, zarar mıdır anlayamıyorlar ve bu yüzden İslam dinini garib görüyorlardı. Halbuki Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vaktide uzunca değildi. Onun için kendisine cihad emri verilmiştir. Çünkü İslam dininin temelini atacak ve üzerine İslam dinini inşa edecektir. İşte cihad budur.

Onun için; küfür diyarına sığınıp kendi devletini ve milletini karşısına alıp uydurma fetvalar verip hükümler çıkarıp halkı tahrik ve tahrişleri gereksiz ve dinende mesnedsizdir. Zâten onların gâye ve emelleri, ellerine geçirseler  de keşke bir güzelce yiyip içseler... Aşırı dünya hırsları bunu emrediyor.