Cenab-ı Rasulullah:
“Konstantiniyye fetholunacaktır. Ne ni’metli bir emiri vardır. Askerleri de böyledir.” Bağdatta Moğolların hadiseside böyledir. Cengiz’in oğlu Hülagü geldiğinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) peşinen buyurmuştur ki arada 600 küsur sene var: Sormuşlar “Nedir bu ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)? Bunlar iki nehrin arasında olan “Şattü’l Arab” bir belde de olup, öyle bir hâle gelecektir ki 1/3 ü kaçar kurtulur, 1/3 ü ölürler ve 1/3 de kalırlar. Kalabalık bir beldedir. (1 milyon kişi) üçte biri telef olmuş, üçte biri kaçmış ve üçte biri de kalmıştır. Hatta Şeyh Necmeddin-i Bekiri (ks) o zaman orada yaşamaktadır. Hülagü böyle büyük bir zâtları topluyormuş. Bu zâtıda kimler götürmeye geldiyse götürememişler. Onun kıymetli ve değerli bir şahsiyet olduğunu Hülagü duymuş onun içinde huzuruna istiyor. Fakat mübârek gitmiyor. Velhasılı cebren götürmeye gelmişler. Halbu ise bu olaylar olurken Bağdad ahalisi: “Efendim, ne olursun bir dua buyur da bu beliyyeden halas olalım. İnşaallah duanız geçerlidir, halimiz çok feci’ derler. O ise: “Susun, susun Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle hadisi vardır ve bu hususta ma’lûmat vermiştir. Umarım ki ilk şehidi ben olurum” diyor ve hakikâten öyle de oldu. Gelmişler saçlı saçlı kimseler. Kendisini götürmek için, tabi haklayamamışlar ve neticesi hançerlemişler. Hançerlerken, hançerleyen kimsenin saçını tutmuş da mübârek, saçını bırakmamış şehid olduğu ve ruhu kabzolunduğu halde elini açmamış, açılmamış... Saçını kesmişlerde elinde bir tutam hain katilin saçıyla defnetmişler. Peki, bunu söyleyen kim... Biz bunların hepsini tarihlerde okuduk. Araştırsınlar... Buna benzer nice nice vardır. Karametiler olsun, diğerleri olsun Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususları umumiyetle anlatmış olduğu halde nasıl olupda yarın yağmur yağmasını bilemeyecekmiş?.. Allah aşkına düşünün bir kerre... İşte mübâreğin, bu günümüzde de “Kadere inanmazlarda yıldızlara inanırlar ki vay hallerine!..” buyurduğu işte bu devremizdir. Kadere değilde yıldızlara bağlanırlar. Bu gün teknik olarak yağmur bulutlarının rüzgarlara göre hızını tesbit edip efendim yarın şu cepheden yağmur var... Canla başla buna inanıyoruz ve ertesi günde geliyor... Bir astrologun hesabını yapıp günlerce yıllarca önceden falan yerde güneş ya da ay tutulması olacak vs. dediğine inanıyoruz da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yarın yağacak yağmuru mu bilemez diyorlar acaba?.. Bir kimse Amerikadan bir telefonla görüşmüşde birisine “ben geliyorum” diyor ve vaktindede gelince gördünüzmü bu bir kerâmet mi diyecekler? Tekniğe inanıyoruz da kerâmet kısmından bir habere neden inanmayalım. Amerikalıların Irak hadisesini bizzâtihi Amerikan Televizyonları canlı yayınlarla aktarma ederek oturduğumuz yerde neler oluyorsa seyredebiliyoruz. Neden Hz. Ömerin (ra) hutbede iken Nihavend şehrinde olan Fütühatta يا سارية الجبل الجبل “Ya Sariye ile’l Cebel, ile’l cebel” “Ey Sariye dağa, dağa” dediğine neden inanmıyoruz acaba? Mümkün değil midir? Teknik olabiliyor da Allahü Zülcelâlin fazl-ü-kerem tekniğine neden inanmayalım? Rabbımız bizleri salah etsin. Âmin... Enbiyaların mü’cizelerine ve evliyânın kerâmetlerine inanmak gerekir. Hele bilhassa mu’cizelere inanmamak küfre götürür. Çünkü nebinin mucizesini inkâr kendisini inkârdır.
Bu şekilde iken inanmayacaksa ale’l küfre gider. Esâsen bu, dinimizin kitabının emridir. Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine değer vermemek kendisine de hâşâ değer vermemek demek olur. Sözüne değer vermiyorsa o zaman nübüvvettende çıkarmış oluyor hâşâ... Bir risâlet bir nübüvvet sahibi kişinin behemahal mu’cizeleri vardır. Mu’cizelerine inanmayan Müslüman mı olur?
Kardeşlerim; Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kıyamete kadar olan fitne ve âlametler hakkında mâ’lûmatlar vermiş ve saymıştır. Muhammedü’l Mehdinin (as) vasıflarını da bildirmiştir. Fırka-i Nâciye kitabımızda uzun uzun anlatılmıştır. Mehdilik şu anda heveslenen meraklıların ve soytarıların işide değildir. Çünkü Allahü Zülcelâl katında Mehdinin (as) çok büyük bir kıymet ve değeri vardır. Onlara sakın inanmayın... Bu fitnecilerden bir kısmı da Mi’racı inkara kalkışıp “ceseden değilde ruhen olmuştur” derler. Bu hususta malûmat vermişiz. Eğer ruhen olsa seninde benimde herkesin de ruhu yükselebiliyor. Yatarken dahi insanın ruhu ta arşa, makamına kadar gidebilir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: abdestle yatarsanız secde emredilirse secde hakkı vardır. Buna rağmen nasıl olurda mi’rac hakkında düzgün bağlılıkları yoktur. Yeterli malûmatta veremiyorlar. Âdeta ellerinden gelse inkâr edecekler. Fakat böyle soytarı şeytanlar bunları nasıl kabul ediyor ve bir de çıkıp “bende Müslümanım” diyebiliyor... Nasıl da cü’ret edebiliyor ki; Hazrete çıkmışta, takdis etmişte vs. Allah aşkına bu ümmet-i Muhammedin böylemi olması lâzımdı? Bu hallere mi düşmeliydi? Mensubu olduğumuz Aleyhisselâtü ve’sselâm ne buyurdu ise esâsen ona bağlı olmamız lâzım. Yoksa herkesin kendi aklıyla olur olmaz demeye hiçte hakkı yoktur. Din adına hiçte böyle olamaz zaten. Rabbımız bizleri salah etsin hidâyet versin ve şuur versin. Âmin...
Kardeşlerim; mu’cizeleri kabul etmeyen bir fırkadır ki; oda mu’tezile fırkasıdır. Nasıl ki Merciyye, kavli tevhidle, tevhidi dille söylemekle yetinip “iman olmuştur ve âmel sakıttır amel işlemenin gerekçesi yoktur” diyorlarsa Mu’tezile mucizeleri inkâr ediyor. Kaderiyye ise hayr Allahtan şer ise şeytandan deyip şeytanada bir rububiyyet veriyor. Basit gibi görünüyor ama direkt küfre eletiyor. Hatta bazı kimseleri de akıl ve mantık oyunlarıyla kandırabiliyorlar. Çünkü şer şeytanla alakalı işler olduğu ve onada yakıştığı için şer şeytandanmış gibi i’tikadına sokma meyli vardır. Allah muhafaza etsin. Âmin... Evet şer şeytana yakışır ve uygun bu doğru... Fakat bu şer kul tarafından tercih edildikten ve seçenek yapıldıktan sonra şerri yaratacak olan kimdir? Allahü Zülcelâl mi? Şeytan mı? Eğer şeytan denilirse o zaman şeytanı, Hallak ve Halîk tanımış olurlar. Ve küfre de düşerler böylece...
Mu’tezilenin halihazır inançları şudur: Günahı kebâir işleyen bir kimse ne mü’mindir ne de kâfir, ikisinin arasında kalır. Halbuki ikisinin arasında ise hiç kimseye bir yer yoktur. İmam-ı Gazalinin buyurduğu gibi: Bunların ki olmayasıya... Ya cennet fırkası ya da sair fırkası. Başkada bir yol yoktur. Bunlar, kabir halini de hiç tanımıyor, kıyâmet günü bile cennete vücüden değilde ruhen girilecekmiş, yeme ile değilde somurma ile faydalanılacakmış... Mu’cizelere kerâmetlere de hiç değer vermeyip âdeta inkar ediyorlar. Halbuki mucizeler Âdem (as) den Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kadar gelen resuller mutlaka ve mutlaka Allah tarafından gönderilen elçilerdir. Gâye nedir? Tevhid kelimesini halka teslim edecek ve öğretecek. Allahü Zülcelâlin vahdaniyyetini ve birliğini bildirecek ki, resülü olmuş. Âdem Safiyullah (as) Nuh Neciyullah (as), İbrahim Halilullah (as) Musa Kelumullah (as) İsa Ruhullah (as) vb. Herhangi bir resul gönderildiyse Allahın (cc) vahdaniyyetini ikrâr ve gönderdiği resüünü elçisini de kabulenmeyi ilân etmiştir. Bunlar mecburidir. Peki bir resülünü göndermiş Allahü Zülcelâl; hiçbir yetkisi ve salahiyeti olmadan hemen başı boş böyle benim gibi senin gibi ayni seviyeli mi olur. Becerikliliği ve fazla harikalıkları yoksa nasıl inandıracak o zaman insanları... Onun için, resül dediğimiz elçisi olduğuna göre halkı davet etmeyi mecburi tutuyor. Bu davetin ve nebiye bağlılığın dışında kalan ise ale’l küfre gider. Mutlaka o nebiyye bağlanması şarttır. Bu insanlarda bu elçilere bağlanabilmek için tatmin olabilmek için elbette emmâreler isterler. Onlarda haklıdır. İşte onların istemiş olduklarını elçiler gösterdiler mi onun adı mu’cize olur. Peki neden ismine mu’cize deniyor. Çünkü onlar sorup isterken olağan üstü şeyler istiyorlar ki olmaz biliyorlar ve mümkün görmüyorlar. “Ölen birisi hayata dönsün. Şu olsun veya bu olsun” gibi... Nitekim Aleyhisselâtü ve’s selâmdan müşrikler ayın ikiye ayrılmasını istemişlerdir.
اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ
(Kamer / 1)
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” Bunu yapmamış olsa idi demek ki beceriksiz derler ve i’tibarda etmezlerdi.
Hülasa, buna benzer sordukları ve istedikleri herhangi bir şey tabiki Allahü Zülcelâl’in takdiri ile kendilerine bağlı olan kişiyi kesinlikle ve mutlaka ikna etmek için onu â’ciz hâle getirir. Muc’izeyi göstermek karşıdaki için kabil olamazda ondan dolayı elçinin gösterdiği karşısında a’ciz kalır. Resüller bu mucizeyi göstermeye mecburdurlar. Çünkü halkın bağlanmasıda mecburidir. Yoksa, ale’lküfre giderler. Halkın ikna edilme hakları vardır, o halde resullerde bir şeyler göstereceklerdir.
Hz. Musa (as) devresinde Firavun’un en çok böbürlendiği sihirbazları sihir işlerinde çok ileri durumda idiler. Firavun onlara o kadar güveniyor ve onlarla o kadar böbürleniyordu ki Hz. Musa’yı (as) zor duruma düşürmek için onlarla karşı karşıya getirmiştir. Sihirbazların kendilerine mahsus fenleri vardır. Birşeyler öğrenmişler, sanatlarını göstermişler ve başaracaklarına kesinlikle inanıyorlar. Fakat Allahü Zülcelâl yardım edince, Musa (as) asasını ortaya atınca neleri varsa yutup yok ediyor. Basit bir asa görünümünde ama tüm sihirleri tamamen silip süpürüyor. Bakınız senelerce bu işe devam eden sihirbazların beşeri fenlerini Hz. Musanın (as) asası mu’cizevî bir halle yok edince sihirbazlar oturup bir iyice düşündüler. Öylesine düşündüler ki; bir saat tefekkür ettiler mu’cize karşısında aciz kalıp öyle bir iman sahibi oldular ki Hz. Musanın (as) en kıdemli kimseleri arasında yer aldılar. İman yönünden en güçlü kişileri oldular. Firavun ne isterse onu söylesin; “öldüreceğim, asacağım” desin... hiçte dinlemediler. İşte mu’cize karşısındakileri bu şekilde aciz hale getirir. Mu’cize budur. Kerâmet gibi değildir. Çünkü bir evliyayı beğenmedinse başka birine gidebilirsin ve ona bağlanma mecburiyetin yoktur. İlla o evliyaya bağlanmadın diye kâfir olmazsın. Evliya ve kerâmet işi ayrı bir mesele. Fakat resüller ve nebiler halkı dâvet ederken halkın kendilerine bağlanmaları ve inanmaları mecburidir. Onun içinde onların gösterecekleri mu’cizeler karşısında söylenecek söz kalmaz ve a’ciz bırakır kişiyi...
Hz. İsa (as) devresi biliyorsunuz tebâbet (tıb) yönünden çok ileri idi. Eflatun, sokrat vs. devresi idi. Hz. İsanın (as) getirdiği harika mu’cizeler karşısında diyecek birşeyleri kalmamıştır. Âmâların gözleri açılıyor, kötürüm olanlar yürüyor vs... Gösterdikleri, karşısındakilere i’tiraz edecek bir şey bırakmıyor ve a’ciz bırakıyor. Ancak; Hidayet Allahü Zülcelâle aittir kimin iman nasibi varsa iman eder sihirbazlar gibi... Kiminde iman nasibi yoksa inad eder kâfir olur Firavun gibi... Hülasa mu’cize bu minvâl üzeredir. “Bir fırka cennette bir fırkada cehennemdedir.”
Keramet hususuna gelince; her evliya hangi nebinin tezine tabi’ ise onu uygular. Madem ki:
El ulema veresetü’l enbiya: “Ülema enbiya mirasçılarıdır.” Veresetü’l enbiya” deniyorda “Veresetü’r resül” denmez. Sebebi, her peygamber mutlaka nebidir ama her nebi resül değildir. Her resül ayni zamanda nebidir de... Her resülün bir yasası yâni şeriâtı vardır. Nebilerin ise kendilerine mahsus yasaları şeriâtları yoktur. Onlar Allahü Zülcelâlin resül olarak gönderdiği elçilerinin niyâbetinde (naiblik, vekâlet) irşad edicilerdir. Nebiler mürşidlerdir. Resüllerinden aldıkları yasayı uygularlar. 313 resül gelmişken onların naibi olarak 124.000 nebi gelmiştir. Nebiler halkı hakka davet etmek için halk içine dağılırlar ve daha yaygındırlar.
İşte, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetini irşad eden mürşidler, evliyalar da böyledir. Bunların çeşitli tabakaları vardır. Gavsiyyet, kutbiyyet, Evtad, Nücebâ, Nükebâ vs... Bu hususta Fırka-i Nâciye kitabımızda malumât verilmiştir.
Tabi ki العلماء ورثة الانبياء denilince bunu her önüne gelen kendi hesabına gayet güzel kullanıyor. Bu iddiada bulunanların tezlerinin, ahlaklarının terbiyelerinin ve Allahü Zülcelâle karşı olan saygı ve bağlılıklarının hiç olmazsa bir nebzecik nebilerinkine benzemeleri gerekmez mi? Onun içindir ki, Muhiddin-i Arabi ve benzeri zâtlar “124.000 nebi adedince evliya her zaman bulunur ve her evliyada benzeri olan nebinin tezini kullanır” diyorlar. Bunlar normal olarak halkı irşad eden evliyalardır. Birde kemaliyeti tam ve Allahü Zülcelâlin ahd-ü-misakı olan kâmil zatlar vardır ki onlar cebrî olarak bir görevle gönderilirler. İşte bunlar nebileri değilde resülleri taklid ederler ve onlardan alışverişleri olur. Eğer bazı evliyaları ateş yakmıyorsa onlar Halilî meşreblidirler. Ölüleri diriltiyorsa onlar İsevî meşreblidirler. Âdeta onların mu’cizelerini kerâmet olarak gösterirler. Ahlakları, huyları, edebiyatları hatta merhametleri bile aynidir. Hz. Ebubekiri Sıddık (ra) için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) İbrahimî diye buyuruyor.
Hadis-i Şerif:
لوكنت متخذا خليلا غيرالله لاتخذت ابابكر خليلا ولكن صاحبكم خليلا الرحمن
Hadis meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Ben bir Halil (dosd) edinmiş olsaydım Ebu Bekiri ittihaz ederdim. Fakat kardeşiniz Ebu Bekir Halilu’r rahman’ın tezinden gidiyor. Çünkü, istişarelerinde onun tezi gibi yumuşak bir tez uyguluyor.
Âyet-i celilede ise;
فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
(İbrahim / 36)
“Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kimde bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.” Çünkü İbrahim Halilü’r rahman (as): “Bana tabi’ olanlar tabi’ olmuşlardır. Fakat bana isyan edenlere karşı sen Gafuru’r Rahimsin” diyor Allahü Zülcelâle... İbrahim (as) ın kararı bu şekilde olup, kendine isyan edenler için “Şedüdü’l ikâb et” demiyor... Merhamet gösteriyor, şiddet dilemiyor. Hz. Nuhda (as) ise böyle değildir. Onun için İbrahim Halilullahın (as) bu kelimesini çok severdi Aleyhisselâtü ve’s selâm... İşte onun için “Halilu’r rahmanın merhametli huy sahibi oluşundan dolayı eğer bir Halil (dosd) ittihaz etseydim Ebu Bekiri seçerdim fakat Ebu Bekir sahibiniz esâsen Halilu’r rahmanın dosdudur” buyuruyor.
Hz. Ömer (ra) Musevîdir ve biraz celâllidir. Hz. Osman (ra) Harunîdir. Hz. İmam-ı Ali (kv) ye gelince: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisine “Senin İsa’ya benzer bir halin vardır” buyurunca “Neden ya Rasulullah?” diyor Rasulullahda (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “İsa karşısında, kendi devresi insanları iki fırka oldular. Bir fırka İsa’yı çok sevdiklerinden dolayı “İsa Allahın oğludur” dediler. Diğer fırka ise “İsa babasız” diyerek Meryem’e zina isnad edip iftira ettiler. Ve her ikisi de felâkete girmişlerdir. Ya Ali senin için de iki fırka bu hale düşecekler. Seni çok sevdiğini söyleyen kimseler senin için “yer tanrısı” diyecekler. Diğer fırka ise küfrüne hükmedip “kafir” diyecekler buyuruyor. Onun için İmam-ı Ali (ra) İsevîdir. Nitekim öyle de olmuştur. Sebeiyye fırkası Hz. Ali’yi (ra) çok sevdiklerini söyleyerek “Ali yer tanrısıdır” diyorlar.
Yine Caferîlerinde İmamı Ali (ra) için çok aşırı sevgileri vardır. Nitekim namaz kılarken dahi tahiyyatın sonunda iki tarafa selam vermeyip ellerini iki kerre kaldırıp tekrar dizlerine koyuyorlar. Zira bu i’tikadlarının işareti olup: “Nübüvvet, nebilik Muhammedin değildir” diye ellerini kaldırarak reddediyorlar ve “Alinindir” diyerekten tasdiken indiriyorlar. İkinci tekrarda ise; “Cebrail emin değildir.” diye reddedip “haindir” diye tasdiken indiriyorlar. Çünkü “Nübüvveti Aliye getireceği yerde Muhammede getirdi emin değil, haindir” diye işâret ediyorlar. Sistemleri budur. Onun için İmamı Aliyi (ra) çok aşırı seven fırkalar böyledir. Hiç sevmeyen diğer fırka ise Hariciyyelerdir ki; tamamen tersine “kafirdir” diyorlar. Bizzat Hz. Ali (ra) ile çok harbler ettiler. Buna sebeb Hakemeyn (iki hakem) hadisesidir. Muaviye ile olan meselenin çözümü için iki taraftan hakem tayin edilmesi ve onların vereceği hükme uyulacağının bildirilmesi üzerine bir zümre ortaya çıkıp:
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
(Mâide / 44)
“Kim ki Allahın inzal ettiği ile (Kur’anla) hükmetmezse onlar kâfirlerdir” âyetini esas alıp “ortada Kur’an var iken başka hüküm çıkardı diyerekten Hz. Ali (ra) için küfretti ve kafirdir” dediler. Hatta bazı camilerin kapılarında bu ayeti yazarlar ki bunlar esâsen Hariciyye Fırkası mensuplarıdırlar. Hariciler aynı zamanda büyük günah işleyen kimseleri İslamdan saf dışı ederler. İmandan çıkarırlar ve imansızdır derler. Günahı kebâir (büyük hata) işleyenlerin tamamen küfrüne hükmederler. Nitekim Aleyhisselâtü ve’s selâm da İmam-ı Aliye (ra): “Basit bir hükümden dolayı senin tekfirine karar verecekler” buyuruyor. İşte bu Hariciyye mezhebi için:
“Hariciler cehennemin kelbleridir” buyuruyor. Hariciyye Fırkası hakkında apaçık hadisler mevcuddur.
Hal-i hazırda Vehhabî Fırkası da günah-ı kebâiri olanın derhal küfrüne karar vermektedir. Esâsen bunların aslı ise Zahiriyye Fırkasıdır. Hadislerin zahirine bakıp hemen karar verirler. Zahiriyye; Davud-i Zahirî’nin mezhebidir. Ondan Muhammed İbn-i Hazb’e ondan Ahmed Ziyauddin İbn-i Teymiyye’ye ondan da Abdul Vehhab’a intikal eder. Şu andaki Suudîlerin Vehhabîliğide budur. Vehhabilerde bir hadisin zahirine bakıp hemen hüküm verirler. Mesela: “Müşrikle Müslümanın arasını ayıran namazdır” buyurulan hadisin zahirine bakarak namaz kılmayanın aleyhine derhal hükmederler. Suudilerin Şeyhü’l İslamı durumunda olan kimse ki vefât etmiştir. Kendisine iki genç derdlerini ve hallerini anlatmak için gelmişler bende radyodan dinledim. “Biz evleneli şu kadar yıl oldu o günden bu güne namaz kılmıyoruz. Ancak şu anda tevbe edip namaza başladık fakat geçen vakitteki namazlarımızı nasıl ödeyeceğiz?” diye soruyorlar. Cevaben bizzâtihi kendi dinlediğim ki, o zamanlarda 10 dakikalık müşkilat meseleler ve çözümleri diye Ali Tantavî’nin bir programı vardı ve dinlerdik. Bu kişi de “Reisü’l ülemâ” olduğu için kendisine bu suali sormuşlar. Cevabı; “Eğer namaz kılmadığınız devrede ölseydiniz küfür üzere kâfir olarak ölürdünüz” dedi. Bu şekilde söyledi. Bu kişiler, namazı inkâr etmiyorlar ama kılmıyorlar. Kılamamışlar ihmal etmişler. Farz olduğuna inanmış, kılmıyorsa kafir değilde fasık olur. Allahü Zülcelâlin herhangi bir emrini veya yasağını bilerek inkar ederse cürümdür ve küfürdür. Ama inandığı halde yapmıyorsa cürüm değil fısk işlemiş ve fasık olmuştur. Benim dinlediğim hadisede ise namazı kaza ile ödemeye hiç gerek dahi duymadan doğrudan doğruya küfrüne hükmetti. İşte bunlarda Hariciyye mezhebine gayet yakındırlar. Zira; Hariciler de günah-ı kebairden dolayı küfrüne hemen hüküm veriyorlar. İmam-ı Ali (ra) içinde:
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
(Maide / 44)
hükmü ortada iken sen kendine bir hakemeyn hükmü çıkardın diyerekten küfrüne hükmettiler. Çokça da telefiyat olmuştur.
Kardeşlerim;
Ehl-i Sünnet ve’l cemaat olan Fırka-i Nâciye’ye çok ihtiyacımız vardır. Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki “Fırka-i Nâciye” kitabımız imkanlarımız nisbetinde Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Fırka-i Nâciye esaslarına göre hazırlanmıştır. Gayretkeşliğimizin gaye ve sebebi ümmet-i Muhammed mensubu kardeşlerimizin Fırka-i Nâciyenin muhalifi olan fırkaların tongasına düşmemeleridir. Dikkat ediniz ve inanınız ki; şeytanlar halk arasında ilimden bahsedip cirit atacaklar. Kur’an ve hadisde okuyarak bu yönle halkı kandırıp iknâya çalışacaklar. Bir meseleyi ortaya çıkarıp onunla i’tikadları bozup değiştirecekler ve âdeta küfre eletecekler. Onun için günümüzde çok tehlikeli bir durum içindeyiz. Allahü Zülcelâl bizleri korusun bunların şerrinden. Âmin...
Tekrar konumuza dönersek; “Evliyalar nebilerin mirasçılarıdır” buyurulması evliyaların o nebilere benzer halleri vardır demektir. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti de geçmiş ümmetlere benzemez, ümmeti içinde çok dirayetli kimseler vardır. Bir veli bir nebiyi temsil ve taklid ediyorsa 124.000 nebiye karşılık şu anda 124.000 veli vardır. Fazlası da olabilir. Noksanlık olmaz. Her zaman her nebinin bir timsali vardır. Diyeceksiniz ki; ahir zamanda velilerde azalma-çoğalma olmaz mı? Elbette olacak ve ahir zamanda veli adedi gittikçe azalacaktır. Ancak, mevcûd veliler geçmiş devrelerdekilerden çok daha güçlü olmaları mümkündür. Neden? Bakınız, bu meseleyi nasıl anlayabileceksiniz: Mutlaka nebilerin mirasçıları olarak 124.000 veli olması lazımdır. Resüllerin taklidçileri ise müstesnâ şahsiyetlerdir. Her nebinin bir velisi olmayıp da 124.000 nebiye milyonlarca veli olursa mirasın aktarılmasında her veli payına az bir şey düşer. O zamanda güçlü olamaz. Ama her nebiye bir veli olunca çok güçlüdür. Çünkü tek varisdir. Miras taksimatı arttıkça güçleri azalır. Miras taksimatı hiç olmazda bir kişiye kalırsa en güçlü halde olur o veli... Onun için ahirzaman velilerinin kerameti ve güçleri azdır sanmayın. Sayıları azaldıkça güçleri artmaktadır. Evliya sayısı azaldıkça o nisbette miras artmaktadır. Miras dediğimiz şey, varıpta o nebinin malına mirasçı olmak değilde; ahlakı, mertebeleri, mu’cize kısmından kendilerine kerâmet olarak aktarım, huy, terbiye, edeb, kabiliyet, istidad ve benzeri yönlerinden miras alır. Kendi devresinde o veli o nebiyi temsil eder. Hele bilhassa istisnâ olarak Ğavsiyyet makamına kadar gelen bazı veliler bazı zâtlar vardır ki onlar; Muhammedü’l Velâye, Hatemü’l Evliyadırlar. Nevadirü’l üsûl sahibi, meşhur ve mübârek Muhammed Ali Hakimü’t Tirmizi kendisinin “Hatemü’l Evliya” olduğunu buyurmuştur. Kendisi 400 süal (soru) açmış ve bunların cevabını verenler Hatemü’l Evliyadırlar demiştir. Nitekim Şeyh Muhiddin Arabî de Futuhat-ı Mekkiye’sinde bu sûallerin bir kısmına cevab vermiştir. Ben bizzâtihi okudum. Gerçekten verdiği cevapların doğruluğunu anlamak için ise, Hakimü’t Tirmizi olmak gerek... Şeyh Muhiddin’inde ismi Muhammed Alidir ve O dahi “bende Hatemü’l Evliyayım” buyuruyor, umarız. Ama biz bilemiyoruz.
Fakat şeyhimiz Mevlana Alaaddin’in (ks) Şeyhi olan Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Hazretlerinin Hatemü’l Evliya olduğu gösterdiği keramet ve harikalıklarla açık ve kesindir. Kendisi; “Hatemü’l Evliya olanların en bariz özelliklerinin Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kademî üzerine ve onun tezini kullanmalarıdır” diye tabir eder. “Muhammedü’l Meşrebdirler” diye buyurur. Cenab-ı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risaleti, resulü’s sakeleyn olup insanlara ve cinlere de şâmil olmasına karşılık olarak Ali Hüsamettin (ks) hazretlerinin de cinlere karşı olan hakimiyeti bir acayibdir.
Yâni, kendisine musahhar kılınmıştır. Gösterdiği harikalıklar ve hastalara bu yönden faydalar sağlaması hiçbir kimsede bu şekilde cereyan etmemiştir. Hatemü’l Enbiya olan Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kademî üzere olunca tabiki bir çok özel teknik ve fenleri mevcuddur. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mu’cizelerinin çokluğu gibi bu zâtlarda da kerâmetler çok olur. Diğer resuller ki 313 adet olup her birisinin bir çeşit takibçisi ve taklidçisi velileri vardır. Şimdiki profesörler gibi, kimi tıb, kimi mühendislik vs. her veli taklidçisi olduğu resül veya nebinin tezini uyguluyor. Ve kerametleri de onların mu’cizelerinden bir eserdir. Ama bir resülün değilde bir nebinin mirasçısı ve velisi ise o zaman müstakil değilde bir resul velisinin hükmü altındadır. Tıpkı nebilerin resüllerin yasalarına tabi’ oldukları gibi...
Kardeşlerim; onun içindir ki evliyayı inkâr ederlerse enbiyayı da inkar etmiş olurlar. Çünkü evliya enbiyanın mirasçısı ve gölgesidir. Aynı tezi kullanırlar. Farkları, onlar nebi bunlar ise velidirler. Resüllerin mirasçısı olan veliler baş tutar mahiyette olan şahsiyetler olup gavsiyyet kutbiyyet vs. gibi makam sahibidirler. Bu zâtlar istiklâl sahibleridirler. Bunların inkârlarıyla mânevî nizam bozulur. Mânevi devlet ricâli daima mevcûddur. Öyle hımbıl hımbıl oturup da sanmasınlar ki kâinatı bu devletler idâre ediyor. Aslında mânevi devlet ricâli olmasa inanın ki alt üst olur kâinat... Bunların yüzü suyu hürmeti, hayrat ve berakatlarıyladır bi nizâmın yürümesi... Çünkü çok merhametli olup hayr duaları ile gelecek olan afat ve beliyyeleri önlüyor yada paylaşıyorlar... Herkes kendi rütbesi nisbetince ağırlık alıyor üzerine... Öyle buyuruyor...
Beliyyelerin en şiddetlisi nebiler üzerinedir. Sonra kademe kademe beliyyeye düçâr olurlar. Paylaşma vardır. Zira, bunlar olmasa nizâm çöker.
Âyeti Celilede:
وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْأَرْضُ وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
(Bakara / 251)
“Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt-üst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütûf ve kerem sahibidir.” Eğer bu zatların yüzü suyu hürmeti olmasa yeryüzü altüst olur ve fesada uğrar. Başka bir âyet-i celilede:
وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنْصُرَنَّ اللَّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
(Hac / 40)
“Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer kısmı ile def’ edip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galibtir.”
وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ
(A’raf / 196)
“Ve o bütün salih kullarını görüp gözetir.”
Açıp baksınlar. Bir salih kişinin 30-40 hatta 100 komşusuna gelecek olan beliyyenin def’ine ve ref’ine sebeb olacağı hadisi şerifle sabittir. Onun için evliyayı inkâr enbiyayı inkârdır. Dini yozlaştırmak içindir. Mirasçı taklikçi ve gölgelerini inkâr asıllarını inkârdır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dan sonra enbiya gelmeyince onların görevlerini evliyalar takliden mirasçı olarak görmektedirler. Bunu nasıl inkâr ederler acaba? Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): العلماء ورثة الانبياء “Ülemâ enbiyanın varisidir” buyurmuştur. Peki de nasıl bir mirasçılık bu her önüne gelen mirasçı mıdır? Elbette birileri; kürsüye de çıkmışken kendisinin de enbiya mirasçısı bir alim olduğunu söyleyecek ve kendine bir pay ayıracak “Alimler nebilerin mirasçılarıdır” hadisinden... Fakat şunu bilmek lazımdır ki; bir kişi mirasçı oldu mu miras bırakanın mirasının tamamından hakkı vardır. Sadece bir bölümünden ve dilenci gibi değil... Yâni, enbiya mirasçısı olan bir âlim sadece zahiri ilmiyle yeterli değil ayni zamanda batınî ilminden de haberi olması lazımdır. Çünkü enbiya öyledir. İlmü’z zahir, şeriatı ve ilmü’l batın, hakati olup her ikisine de sahib olması şarttır. Yoksa Mübârek Seyyidi Şerif Abdülaziz Debbag Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Eğer mirasçı değilse o zaman dilenci durumundadır.” Bir kimse vefât etmişde malı mirasçılarına dağıtacaksa mirasçı olanın tüm maldan payı vardır. Ama, doğrudan doğruya mirasçı değilde birşeyler dilenen birisi ise o dilencinin de eline miras malın bir ucundan bir şeyler tutuştururlar. Tıpkı bunun gibi gerçek mirasçısı olan veli o nebinin; mâneviyatından da, edebiyatından da (edeblerinden), mu’cizelerinden de bir payı ve hakkı vardır. Öyle ya mirasçı böyle olur. Yoksa kaptı kaçtı gibi değildir. Bunu çok iyi anlamak lazımdır. Allah şuûr versin, şuûrsuzluk hiç ama hiç iyi olmuyor hele birde ahmaklığa büründüyse... “Her derdin devası vardır ille’l ahmak...” Her derdin bir ilacı var ancak ahmaklığın ilacı yoktur. Allahü Zülcelâl bizlere muîn olsun ale’l hak ne ise müyesser eylesin. Âmin.
İşte kerâmeti ve evliyayı inkâr edenler dolayısıyla mu’cizeyi ve enbiyâyı inkâr etmiş olurlar. Bu ise günümüzde çok yaygındır. Gittikçe yozlaşıyoruz. Ve bu gibi esas konulardan uzak bırakılıyoruz.
Evet, bazı dalavereciler tarikat adı altında çıkıp tarikat tezlerini kullanarak bazı çirkinlikler yapıyorlar diye halkta bir tiksinme vardır. Ama, bu beyinsizler böyle yapıyor diye evliyanın kerâmetleri ve enbiyanın mu’cizeleri inkâr edilemez. Bu kimselerin yaptıklarının velilikle hiçbir alakası olmayıp saçmalıklardan ibârettir. Çıkardıkları bu arbedeler, bu fitnecilikler ve benzerleri haşa ne bir veliye ne de bir gerçek nebi mirasçısına yakışır. Gerçek tarikatta ve velâyette asla mümkün değildir. Veli denilen zâtta; bir kerre mükemmel bir ahlak ve edeb olması şarttır. Kimselere yük ve külfet olmaması ve halkı sömürmemesi gerektiği gibi tersine kendisi alıcı değil de verici ve cömert olması lâzımdır. Bu yolda kandırmaca ve münafıklık yoktur hâşâ. Ne demek veli? Veli, Allahın dostudur ve yakınıdır. Allah (cc) ve Rasulüne (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yakın olan bir kimse bu gibi arbede, kandırmaca, halkı soyma, fitne çıkarma ve dinini dünya için kullanma işlerine girişir mi? Asla... asla... Allahü Zülcelâlin emir ve nehiylerine sımsıkı sarılmayı halka öğretip uygulayacak olan kimsenin faizcilik, fuhuşat, hak hukuk tanımamazlık, cimrilik, yalancılık, halkı dolandırıcılık, emânete hıyenat vs. gibi afatların en büyükleri ile ne alakası olabilir. Bu gibi kimseler evliyalıktan çok uzak olan eşkiyalardır. Velilik o kimsenin bir liyakat kesbetmesi ile Allahü Zülcelâl tarafından kendisine verilen değerli ve kutsal bir rütbedir. Veliyullah olan bu adı kendisine yakıştırmakla değilde Allahü Zülcelâlin münasib görmesiyle olur. Kur’an-ı Kerimde:
أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(Yunus / 62)
“Dikkat ediniz ki; şüphesiz Allah’ın velilerine korku ve hüzün yoktur.”
Öyle kimseler Allahın velisidir demek istiyoruz. Öyle uydurmaca ve rast geleye veli olunmaz ve bu bir iftiradır. Allahü Zülcelâl bizlere ale’l hak ne ise nâsib ve müyesser eylesin. Âmin.
İşte Mu’tezile Fırkası da mu’cize ve kerâmetleri inkâr edenlerdir. Onların inanç ve akideleri böyledir. Allahü Zülcelâl gözlerimizin nuru olan Fırka-i Nâciyeden bizleri ayırmasın. Başka fırkaların ellerine düşürmesin. Kendi enaniyyetlerimize değil de Allahü Zülcelâlin inâyetine sığınıyoruz. Zirâ:
لاحول عن المعصية الابعصمة الله
Biz nahoş hallere düşmemek için Allahü Zülcelâlin ismetine (korumasına) sığınıp bağlanıyoruz. İbâdetlerimizi ve iyilikleri ise Onun inâyetiyle yapabileceğimize inanıyoruz. Çünkü Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tefsirini yaparken; “bir kimsenin masiyetlere düşmemesi mutlaka Allahü Zülcelâlin ismeti ve korumasına, itaatları işlemeye güç yetirebilmesi ise Onun inâyet ve yardımına bağlıdır mutlaka.” buyurmuştur.