Aziz kardeşlerimiz;
Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyareti hususunda bir nebzecik daha hoş olan bir hususun üzerinde duracağız İnşaallahu telâlâ. Vakı’a şudur: Muhammed İbn-i Harb el Hilâlî diyor ki:
Bir vakı’adır ki, ben Medine-i Münevvere’ye geldim. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabri şerifini ziyareti de candan arzuluyordum. Allah nâsib etti de ziyâret ettim. Bu meyânda da bir kenara çekilip duvara yaslandım. Harikâ haller gelip geçiyordu. Bu minvâl üzere dururken bir Arabî geldi ve Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabri başında durup kendi kendine diyordu ki: Kainatın en hayırlısı, Resüllerin en azamisi, Allah sana bir kitab vermiştir. Bu kitab sadıktır. Hiç şüphemiz yoktur. Bu kitabda şöyle bir şeyde yazıyor:
قال دخلت المدينة فأتيت قبر النبى صلىالله تعالى عليه وسلم: فزرته فجلست بحزائه فجاء اعرابى فزاره ثم قال يا خير الرسل ان الله انزل عليك كتابا صادقا قال فيه
………………………
وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ
لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
(Nisa / 64)
“Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelselerde günahlarına Allahdan mağfiret dileseler, Peygamber de kendileri için afv isteseydi, elbette Allahı tevbeleri ziyâde kabul edici çok esirgeyici bulacaklardı.”
Senin huzuruna gelen bir kimse hatalarından dolayı Allaha yalvararak hatalarının affı yönünden baş vururda affını dilediği anda; Ya Rasulallah sende bize şefaatçı olursan şüphemiz yok ki Allahü Zülcelâl bizleri affeder. Çünkü âyeti celilede: Beşerdir nefislerine zülmetmişlerdir hatalar işlemişlerdir. Eğer günahlara hatalara düçar olurlarsa senin huzuruna gelirlerde işledikleri zenblerinden Allaha karşı tevbe istiğfar ederler bir de senden şefaat dilerlerse seninde şefaatçi olman şartıyla Allah hem Tevvab hemde Rahimdir. Senin istiğfarını ve şefaatını reddetmez inancımız budur” diyerek Arabî bunları söylemiştir. Şöyle diyor:
يا خير من دفن بالقاء اعظمه فتاب من طيب هنى القاءوالاكم نفس الفداء لقبر انت ساكنه فيه العفاف وفيه الجود والكرم ثم استغفر وانصرف
“Zenbime istiğfar diliyorum ki Rabbımız seni reddetmez” dedikten sonra ağlamış. Hatalarını Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) arzettikten sonra ağlamış. Bayağıca yorgun hale gelip sonunda Arabî, medh-ü-senâ ve iltica olarak Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) meskeninin olduğu yerin çok hayırlı ve hoş olduğunu, buraya geleni eli boş çevirmeyeceğine inandığını, hayr-ü-kereminizden esirgemezsiniz diyor. Evvelâ Allahü Zülcelâle sonra Rasululaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ilticâ ediyor. Sonra gitmiştir. Arabî gittikten sonra El Hilâlî seyrederken uykuya dalıyor ve rüyâsında Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisine “O arabîyi bulabilirsen kendisine müjdele ki Allahü Zülcelâl O’nu affetmiştir” buyuruyor. “Araştırdım ama bulamadım” diyor.
Aziz kardeşlerimiz; Evet Kader Kaderullahtır. Kimisi şöyle kimisi böyledir. Kimisi herşeyini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için fedâ eder. Kimisi de ziyâretini hoş görmez gayri meşru’ bulur ve fazla salavat getirilmesi onları huzursuz eder. Hepimiz hutbelerde duyuyoruz: Âyet-i celilede;
من يهده الله فلامضل له ومن يضلل فلاهادىله
“Allahü Zülcelâl bir kimseye hidâyet verdi ise kimse dalalete sevkedemez. Amma, dalalete düşürdü ise kimse de ona hidâyet edemez” buyurulmaktadır. Aleyhisselâtü ve’s selâmın buyurduğu gibi: انالدليل والهادىالله “Ben delilim, hidâyet veren Allahdır” Allahü Zülcelâlin kaderi icrâ’ olmaktadır. Her ferd için de böyledir. Ancak, bize düşen hakikati anlatmaktır. Hem dünyamıza hem de ahiretimize yarar getirecek hususları anlatmaya gayret edeceğiz inşeallahü teâlâ. Hele bilhassa her zaman muhtaç ve medyun olduğumuz, her şeyimiz O’nun ni’metiyle dönen dünyamızda ahiretimizde tamamen O’na bağlı olan Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Hiçbir kimsenin Allahü Zülcelâlin Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan ni’met-i azimesinin hakkını ödeyip teşekkürü ifâ etmesi mümkün değildir. Bereket versin ki kendisi:
بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ
(Tevbe / 128)
“Mü’minlere Rauf ve Rahimdir.” Zâten Rauf ve Rahim kafirlere karşı kullanılamaz.
Evet, Allahü Zülcelâl, uluhiyyet yönünden kainatta olanların hepisi kullarıdır. Ondan dolayı:
إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ
(Hac / 65)
“Allahü Zülcelâl insanlara hem Rauftur hemde Rahimdir.” Ama, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir beşerdir ve sadece mü’minlere rauf ve rahimdir. Amma kainatta ise umûmen rahmet olarak gelmiştir.
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(Enbiya / 107)
“(Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Rahmeti umumidir. Kafire dahi rahmettir ve bir rolü vardır esâsen. Çünkü Allahü Zülcelâle küfretmelerine karşılık onlara bir mühlet veriyor ve ni’metleri içerisinde yaşatıyor. İşte bunlar Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) herkese olan rahmetinden dolayıdır. Allahü Zülcelâl kendilerine bir mühlet tanıyor. İster ateşe tapsın, isterse ne yaparsa yapsın. Beterin beterini de yapsa. “Allahü Zülcelâlin oğlu vardır ve benzeri şeyler söylese de... Yine de Allahü Zülcelâl kendilerine karşı hem Rauf hemde Rahimdir. Rabbü’l âlemindir. Sadece Rabbü’l Müslimin değildir. Hani bazı habis ruhlu kimseler varya milletin hepsini tekfir ediyorlar. Halife olmuş, kendi kendine! Türkiyede camilere varıp namaz kılan ama, kendisine katılıp da güyâ cihad etmeyenlerin hepside kâfirdir diye fetva uydurup söylüyor ya! Allah bu gibilerin şerlerinden bizleri korusun. Âmin.
Fakat maalesef hüsranlık kendilerinedir. Çünkü şehadet getiren “Lâ ilâhe illallah Muhammede’r resulullah” diyen bir müslümanı tekfir ve tel’in etmek esâsen kendisine reddolunur. Türkiyedeki camilerde namaz kılanlar keferedir dediği taktirde o misilli kendisini bulur. Zirâ Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):
المؤمن ليس بااللعان ولاباالتعان
“Mü’min hiç bir kimseye ne lânet kullanır ne de ta’n eder” buyuruyor. Mü’min kısmının dilinden ve elinden her ferd emindir. Çünkü hiç bir kimseye ne diliyle ne de eliyle ezâ edip zarar vermez. Müslüman deyince:
المسلم من سلم المسلمون من يده ولسانه
Müslim; müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.
المؤمن من أمن المؤمنون من يده ولسانه
Mü’min; mü’minlerin elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.
المؤمن ليس بااللعان ولابااللتعان
Mü’min olan için lâ’net ve tan’ etmek ve ayıplamak yoktur.
Her ferd onun elinden ve dilinden salim demektir. Mü’min o kimsedir ki, elinden ve dilinden herkes salimdir. Asla hiç bir kimseye sebbetmez (sövmez), tekfir etmez, lâ’net kullanmaz hâşâ. İşte bu şaşkınlar güya ülemâ imiş gibi çıkıp ortaya yok halife imiş yok şeyhmişde ama işi gücü gördüğü müslümana tekfir ve tel’in yapıştırmak. Ehl-i tevhid olmalarına ve “Lâ ilâhe illallah Muhammede’r resulullah” demelerine rağmen tekfir ve tel’in ne demektir be cahiller? Bu kelimeyi söyleyip gölgesi altına giren kimseyi tekfir ve tel’ine kimsenin hakkı yoktur. Her ne hatası olursa olsun değilmi ki tevhid ehli müslümandır. Allah bizleri bu gibi şer-rü-şürurdan korusun ve şuur versin. Âmin.
Ne diyelim gün günden beter geliyor, şerli geliyor ve böyle olunca bir hayr da beklemiyoruz. Hal budur ki, şer günden güne artmakta hayr ise azalmaktadır.
Tekrar mevzu’umuza dönersek, Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyâretini anlatan eser ve hadisler o kadar çok ki hepsini haklayamayız. Mübârekler nasıl çalışıp çabalamış ve eserlerini ortaya koymuşlar. Fedakârlıklar yapıp mâlümatlar vermişlerdir. Hatta bahusus mübârek Hz. Bilâlî Habeşî (ra) Şam’da olmasına rağmen Aleyhisselâtü ve’s selâm kendisine: “Sen neden gelmiyorsun, hiç özlemedin mi?” diyerekten. Şefkatine merhametine bakınız. Hannaniyetine bakınız. Ve Bilâl (ra) Şamdan Medine-i Münevvere’ye hele bilhassa Kabr-i Şerifi’ne varınca yanaklarını O’nun toprağına sürerek öyle candan ağlar ki. Evet öyle ağlar ki, etrafındakilerde feveran ederler. Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) Bilâlden (ra) ezan okumasını ricâ ederler. Zâten, Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vefâtından o ana kadar hiçbir zaman ezân okuyamamışdı. Aslında gücü de yetmiyor. Ama, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevgilileri olan bu kişileri de bir türlü kıramadı. Ve böylece ezâna çıktı. Rasululllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde ezânı hep Bilâl (ra) okurdu. Seneler sonra tekrar Bilâl’in (ra) ezânını duyan tüm Medine halkı âdetâ sarsıldılar. “Eşhedu enne Muhammed er resulullah” deyince kendine medârı kalmadı ve yere düşdü. Medine ehli tamamen ağlaştı âdetâ yepyeniden o günlere döndüler. İşte Hz. Bilâl (ra) yanaklarını kabrinin topraklarına süre süre ağlamışken ne diyorlar şimdiki şaşkın zındıklar! Haşa Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) geleni gideni tanımazmış, hiç bir faydası yokmuş gibi! Halbuki biliyorsunuz şehid olan bir kimse için bile “Siz öldüler sanıyorsunuz, Hay dirler ve Allah nezdinde yerler içerler. Ama siz şuûr etmiyorsunuz.” buyururken Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ki resüllerin resûlü hatemü’l enbiyadır.
Aleyhisselâtü ve’s selâm bir gün bir yerden binekli olarak geçerken bineğini bir şey ürkütmüş. Araştırmışlar ki neden oldu diye? Meğer, orası bir Yahudi mezarlığı imiş. Hayvanlar dahi azabı görünce müteessir olurlar esâsen. Görüyorlar çünkü.
Yine Aleyhisselâtü ve’s selâm bir mezarlık yanından geçerken iki kimse vardır ki azab içindeler. Azablarının sebeblerini ise basit şeylerdendir. Birisi idrar yaparken sıçrantılardan kendisini korumuyordu. İslam dini gelmeden evvel müşriklerin ve o muhitin âdetleri tamamen ayakta bevl ederlerdi. Sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif edince, bir mü’mine yakışan saygı ve setret ve birde etrafa sıçratmama yönünden oturarak ifrazat yapmayı emredince müşrikler bakar bakarda gülerek: “Böyle şeyleri kadınlar yapar” diyerek mü’min erkeklerle alay ederlerdi. İşte bu kabirlerdekilerden birisi istinca’ (temizlenme) yönünden fazla i’tinalı değilmiş ve kabir azabına düçâr olmuş. Kabir azabının diğer sebebi ise; koğuculuk, nemmamcılık ve söz taşıyıcılıktır. Bu koğucularda kabir azabı görürler,
Bu durumları karşısında Aleyhisselâtü ve’s selâm, yeşil bir çubuk almış ikiye bölmüş ve her iki kabrin başlarına dikmiş. Sormuşlar ki, “Ya Rasulullah, bunların ne gibi bir faydası olacak?” “Bunlar yeşil kaldıkça kabirdekiler tesbihinden faydalanırlar” buyuruyor. Bakınız ki, bir ağacın çubuğunun zikrinden kabir ehli faydalanırken. Hatta, Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diktiği çubuğun dallarından getirilip mezarlarının başına dikilmesini vasiyet ederlerdi. “Bizi defnedince o çubuklardan getirip bizim başımıza dikin” derlerdi.
Hülasa bu kadar inceliği var iken ve mezarda dahi geleni gideni bilip selâm alıp verirlerken bunlara ne demeli? Gönderilen bir hayrı taksimat yaparlar. Kefenden elbiseleri ile birbirlerini ziyâret ederler.
O kadarda ahmaklık o kadar da gariblik olur mu? Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisi bu kâinatın eşrafıdır. Kainat ise O’na medyundur. Allahü Zülcelâl O’nu tek olarak Habibi seçmiştir. Allahü Zülcelâl Habibi olana hiç bir şeyi esirger mi? Şerefi ve meziyeti bu iken O’nun isteğini esirger mi? Allahü Zülcelâl bizlere ümmeti olmayı nasib ettiği için iftiharla binlerce şükürler olsun. Cümlemize de şuûrlar versin.
Zirâ, nassı’l ülema (âlimlerin hükümleri) o ki, Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabrini ziyâret mutlaka meşru’ ve sünnettir, hatta diğer kabirlerinde ziyareti meşru’ ve sünnettir. Nasıl ki, Aleyhisselâtü ve’s selâm kendisi de arada sırada Cennetü’l Baki’ye mezarlığına giderdi. Hatta Uhud şehidlerini bizzâtihi ziyâret ederdi. Bu örnekler yetmez mi? Ümmet-i Muhammedin kabrî ziyâret edilebiliyorsa, ümmetin sahibi ziyâret edilemez mi yâni? Kâinatı O’nun yüzü suyu hürmetine var etmiş Allahü Zülcelâl... Hepside onun eserlerindendir. Böyle iken kabrini ziyâreti gayr-i meşru’ sayanlara ne demeli bilmem? Esâsen gayri meşru’ değil de; Kadı İyaz; “Sahibü’ş Şifa-i Şerif”inde kendisi bizzâtihi “Sünneti seniyyedir ve özel sünnetlerden de bir tânesidir” demektedir. Ülemânın ittifakla kararları da budur. Ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı budur.
Ancak, bedbaht olanlar ancak bundan mahrum olurlar da kendilerinin bilecekleri şeydir. Öbür âlemde artık sahibleri kimler olacak biz bilemiyoruz. Evet, Aleyhisselâtü ve’s selâm mü’minlere karşı Rauf ve Rahimdir. Ama, kendisine bu sıfatları lâyık görmediler, saygı göstermediler ve ayni zamanda da nefret eder durumdalar. Böyle olunca bunlara sahib çıkar mı çıkmaz mı bilemem!..
Aleyhisselâtü ve’s selâm bizzâtihi kabirleri ziyâret ederdi. Bahusus Uhud şehitlerine ziyârete giderdi. Onlar ise zararlıdır diyorlar mı bilemiyorum ama yarar getirdiğine inanmıyorlar. Ancak ve ancak ehl-i sünnet dışında olan kimselerdir bunlar. Nasıl olur? Evet, Mu’tezile fırkası öldükten sonra kabir azabı diye bir şeyi tanımıyor ve inkar ediyor. Yok eğer, tenasüh ehli kısmından iseler zâten tenâsüh ehli inancında ruhları bir vücuddan çıkar, başka bir vücuda girerler. Değilse hayvanlara da girebiliyorlarmış. Mü’tezile “cennete dahi ruhen girilecek ceseden değildir” derler.
Ehl-i Sünnet ve’l cemaat inancında ise; kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahutta cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirden sabah akşam ya cennete bir menfez açılışı olur, oradan güzel kokular getirir ve bir esinti eser. O kimseler huzur içinde olurlar. Eğer böyle değilse o zamanda cehennem çukurlarından bir çukura açılış olur ki çok kötüdür.
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ‘ın ziyâreti hususunda imkanımız nisbetince ma’lümât verdik. Bu hususda yazılmış kitablarda yaygındır. Allahü Zülcelâl hidâyet verdi ise bir âyet bir hadis yeterlidir. Neden inanmasın ki, Allahın kelâmı Rasulullahın sünneti seniyyesidir. Onun için bize düşen İmam-ı Şafi’nin buyurduğu gibi:
العلم ما قال الله وقال رسول الله وماعداه قول الرجال
“İlim, esâsen Allah kavli ve Rasulullahın kavlidir, maadası (bunun dışındaki sözler) diğer insanların sözleridir” Bunu iyi bilip anlamak lazım. Onun için Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) basitten alıp kabrine gelip gideni tanımaz sanmak, ziyaret edene yararı olmaz, sanki fuzuliden millet boşuna zahmet çekiyor gelip gidiyor hesabında olanlar bu kadar da cür’et sahibi olmasalardı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabrini ziyareti gayri meşru’ saymazlardı. Faydasız ve beyhude sanan bedbahtlar bilmiyorlarmı ki; ashab-ı kirâm, Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sağlığında nasıl bir saygı duyulmuşlarsa dünyadan göç ettikten sonra da karşısında aynı saygı ve edeble bulunurlardı.
Hatta bir gün Hz. Ömer’in (ra) yanında Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabrinde bulunduğu sırada başka beldelerden gelenler olup biraz sertçe konuştuklarını duyunca onlara “Eğer siz bu memleketin insanları olsaydınız mutlaka asayı yerdiniz. Sizi döverdim, çünkü Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bulunduğu bir yerde mutlaka edebinizi takınmanız lazımdı, amma garib olduğunuz için affediyorum” buyuruyor. Sahabeyi kirâm kabri şerifinde bulundukları zaman sanki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aralarında imişçesine sağlığında olduğu gibi saygılı, edebli ve i’tinalı olurlardı. Mescide bir çivi bile çakacak olsalar Hz. Aişe (ra) veya başkaları tarafından i’tinalı olmaları için uyarılıyordu. Saygılı ve edebli olmaları tenbih ediliyordu. Hülasa edebiyatlarını Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dan almışlar ve böylece devam ederlerdi.
Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabri şerifinin mahiyet ve muhteviyatını anlamak için kısaca bir şeyler anlatayım; Sahabe-i Kirâm ve Tabiinler dahi Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısında en yüksek edeble bulunup i’tinalı konuşma ve haraketler içinde bulunmuşlardır. Âdetâ hayat oluşu gibi hiç bir fark gözetmeden tezlerini yürütmüşlerdir. O’na böylece saygı duyarlardı. Hz. Sıddık (ra) daima: “Sesinizi yükseltmeyiniz” diye buyuruyordu. “Zira, öyle bir yerdesiniz ki, mübârek bir belde de kabri şerifinde ve huzurunda bulunuyorsunuz” diye edeble uyarırdı.
Huzurda olanlar nasıldır bilmek için bakınız:
روى عن كعب الاحبار رضىالله عنه قال: مامن فجريطلع الانزل سبعون الفامن الملئكة حتى يحيفوا باالقبر يضربون بأجنحتهم ويصلون على النبى صلىالله عليه وسلم حتى اذا امسوا عرجو وهبط مثله
Kab’i’l Ahbar (ra); “Aleyhisselâtü ve’s selâmın kabrinin durumunu şöyle anlamış olursunuz ki, her gün fecir devresinde mutlaka 70.000 Melaike göklerden gelir kabrin etrafında kanatlarıyla teberrük ederler. Ayni zamanda kanatlarıyla kabre temas ederler ve hazz duyarlar. Hemde kanatlarını yerlere çarparken salat-ü-selâm ederler. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar sürer gider. Bir bölük çıkıyor bir bölük iniyor.” diyor.
Hal böyle iken 70.000 melek sabah-akşam selat-ü-selâm getirirken, O’nun ümmetiyim diyen müslüman saygı duymayacak mıdır? Başı boş mu sanıyorlar. Bu kadar da yoz ve cahilin câhili ki echeli bunlar!
Allahü Zülcelâlin kendisini nasıl terbiye ettiğini:
ادبنى ربى فاحسن تأديبى
“Edebimi Rabbim verdi de ne güzel edeb sahibi kıldı” buyurmuştur. Ahlakı derseniz:
بعثت لأتم مكارم الاخلاق
Ben, âhlakın tekemmülü için gönderildim.
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
(Kalem / 4)
“Muhakkak ki sen azim bir ahlak üzeresin” buyuruluyor âyeti- celilede. Kabrini ziyârete gelen meleklere tekrarı nâsib olup bir daha gelmeye sıra bulamıyorlar. Her an, aşkla şevkle kanatlarını çarpıp haz duyup salat-ü-selâm getiren 70.000 meleğin coşup durduğu kabri şerifini nasılda basitten alabiliyorlar? Ama, uyarıyor ya, Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):
اناالدليل والهادى الله
“Ben delilim, hidâyet Allahındır, Hidâyet Hidâyetullahdır” Allahü Zülcelâl elbette Habibini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok sever. Böyle iken, bir insan bile sevdiğine düşman olanı hoş görmez iken Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı böylesi katı olanlara ne der ne eyler O bilir artık.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dan istigase (yardım dileme) yönünden çocuklar bile bilir ki Âdem (as) zelleye düşünce tek başvurduğu Aleyhisselâtü ve’s selâmdır. Bunu hiç kimse inkâr edemiyor. Âdem (as): “İlahi bu kimsenin, Muhammed’in yüzü suyu hürmetine beni affet” diye söyleyince “Ya Âdem sen bunu nerde gördün, nerde buldun o henüz yaratılmamıştır, nasıl tanış-biliş oldunuz?” buyurunca Âdem (as): Ya Rabbi benim ruhum burun yoluyla vücûduma giriş yaptıktan sonra gözlerim görür hale gelince karşımda Arş’ın sak’ı üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammede’r resulullah” gördüm ve düşündüm ki kendi ismi ile beraber getirdiği bu kimse Allahü Zülcelâlin hoş gördüğü sevdiği ve ismini de ismi ile yanyana beraber kıldığı kimsenin çok geçerli olacağına inanarak baş vurdum. Çünkü bu başka bir kimsede yoktur. Allahü Zülcelâl: Lâ ilâhe illallah” ile uluhiyyetini ilân etmekle beraber hemen arkasından “Muhammede’r resulullah” buyurarak O’nun risâletini de ilân etmiştir. Arşın sak’ında, cennette hatta bazı meleklerin alınlarında dahi yazılıdır.
Onun için Âdem (as): Ne olursun Ya Rabbi, bu zâtın şefaatıyla affeyle” deyince “O senin oğlundur, senin zürriyetinden gelecektir” “Öyle ise böyle bir oğlumun yüzü suyu hürmetine benim gibi zelleye düşmüş derbeder babasının affını dilerim beni affet! diye dua etti ve affetti.
Birde Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde bir tanesinin gözleri âmâ olmuş, kimsesi de yoktur. Câmi’den mahrum olmuş dayanamamış, Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvurmuş: “Ya Rasulullah halim bu. Rabbımız bunu bana vermiştir ve artık Mescidine de gelemeyeceğim, göremeyeceğim ve sesini de duyamayacağım ne olursun bana dua et de gözlerimin nuru avdet etsin de gelip gideyim seni göreyim, senden mahrum kalmayayım” diyor. Bu hususda hadis de vardır:
Hadis-i Şerif:
اذاابتليت عبدى بحببتين عوضه منهماالجنة يريد عينيه
Hadis meâli: “Bir kulumun iki gözünün nurunu alırsam o kimsede sabrederse karşılık olarak cennetimdir” buyuruyor. Bu hadisi buyurduğunda pek çok sahabe âmâ olmayı arzular hale geldiler. Çünkü mizân önünde Rabbımız Celle Celâlihu “Ben bunların hesabını teraziye asla çekemem ve benim gayretim buna asla razı olmaz. Bunların gözlerinin nurlarını aldım karşılığı cennetimdir. Başka bir şey karşılamaz.” Buyurup sorumlu tutmuyor. Bu ise Allahü Zülcelâlin bir lütfû ve keremidir.
Onun için bu kimse Cenabı Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ne olursun ya Rasulullah gözlerim gelsinde sana gelebileyim” deyince dayanamamış yalvarışına da “Şu halde gitte bir abdest al şükrâne olarak namaz kıl ve şu duayı oku:
اللهم انى اسئلك واتوجه اليك بنبيك نبى الرحمة يا محمد انى توجهت بك الى ربىفىقضاءحاجتى
“Ve hacetin ne ise “gözümün nurunu avdet ettir” diye ekle” buyuruyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu duayı iki üç kerre tekrarlamıştır. O kimse söylenenleri yapınca üçüncüsünde gözlerinin nurları avdet etmiştir. Gözleri evvelkisinden de daha iyi görür şekilde geldi geçti gitti. Bu hadise yaygın durumdadır. Bu hadis tevatüren sabittir. Bunu biliyorlar. Onun için “Rasulullaha istiğase olmaz” gibi sözler mesnedsiz ve geçersizdir. O’na istiğase etmeyip de kime edeceğiz? Ona başvurup şefaatini dilemeyen bir kimse Vallahi’l azim cehennemin yolundan başka bir yol da bulamaz. Âdemden (as) kendisine gelinceye kadar her ferd Onun şefaat-ı azimesine muhtaçdır. Bu ise O’na verilmiştir. Her bir nebi bir özür ileri sürüp sonunda O’nun şefaatını dilemeye yöneliyor tüm insanlar mahşer âleminde. Tek iltica’ yeri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dır. Livaü’l Hamd sancağı altında yetki ve salahiyet sadece resüllerin resülü olan Cenabı Rasulullahındır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra risâleti umumidir: Âyet-i celilede:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا ...
(Sebe’ / 28)
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici olarak gönderdik...”
“(Resûlüm) Biz seni ancak ve ancak insanlar için bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra gelselerdi O’nun emri altında olurlardı. Kendileri niyabet makamında olurlardı. Ama, O yokken her nebi kendi devresinde kendi kavmine olmuştur.
Nasıl ki Rabbımız, ilahımız tektir: لااله الاالله وحده لاشريكله Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da bir tânedir. Her yerde ismi ismiye anılır. Arş’ta cennette vs. Tüm insanlar birleşseler bile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) racihtir. Şefaatı ise; şefaat muhteliftir. Çok çeşitlidir. Millet sıkıntılı iken hesab başlasın diye Havz-ı Kevserde, Mizanda, Sırat üzerinde, ki; Cehenneme girmeye mahküm olmuştur sırattan geçerken ümmetine “Allahümme sellim, Allahümme sellim” diye şefaat edecektir. Cehenneme girecek olan şefaatla girmez. Cehenneme girmiş olan yine de O’nun şefaatıyla çıkabilir. Öbür âlemde kabadayılık yapacak kimmiş? Makam-ı Mahmud esâsen bir kişiye verilmiştir. O’da Cenabı Rasulullahdır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Ve O’nunda liyâkatı vardır. Halik bir tekdir. Mahlukatı içinde de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir tekdir. Kimse onunla ölçüşemez. Çünkü o, Allahü Zülcelâlin nurundan yaratılmıştır. Cabir İbn-i Abdullahın (ra) buyurduğu hadis sağlıklı ve sıhhatlidir ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahın (cc) nurundan yaratılmıştır. Arşta, cennet de O’nun nurundan yaratılmış hepsi Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eserindendir ne var ise kâinatta. Fakat ömür ve vakit itibariyle herkes kendi devresinde resul ve nebi olmuşlardır. Âdem (as) ve evladları (Şit (as), İdris (as), İbrahim (as) vs. kendilerine verilen görevleri yerine getirmişlerdir. Ama Rasulullah teşrif edince ve Kur’anı azimü’ş şan kendisine indirilince her nebi ve herkesin kendisine tabi’ olmaları gerektiğini açık ve sarih hadislerle bildirmiştir. 69 ümmet önceden kendi nebileri idâresinde gelip geçmişlerdir. 70 nci ve son ümmet ise Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetidir. Ancak cennete girecek 120 saflık toplumun 40 safını 69 ümmet, 80 safını ise sadece ümmet-i Muhammed teşkil edecektir. Kıyas böyledir.
İşte mesele budur. Allahü Zülcelâlin verdiği bu ni’metin kıymet ve değerini bilmek lâzımdır. Hele bilhassa O’nun beldesinde ve gölgesinde yaşayıp dururken basitten basitten görüp böyle yapmalarına söyleyecek söz bulamıyorum. Ni’met ne kadar büyükse nankörlüğün cezası da o kadar büyük olur. Er veya geç bulurlar. Çünkü âyeti celilede:
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
(İbrahim / 7)
“Eğer şükrederseniz çoğaltırım yok küfran-ı ni’met ederseniz azabım şiddetlidir.” Ve en azından bu ni’meti elinizden alırım ve üzerinizden kalkar ki Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ni’meti bir kimsenin üzerinden kalktıktan sonra öyle hayat mı olur? “Haşarat olsaydım da bu hallere düşmeseydim” derler ya! Ve böylede olacaktır!..
Tabi ki hidâyet hidayetullahdır:
أَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ
(Zümer / 22)
“Allahın islam nuru ile kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir? Elbette O, Rabbinden bir hidâyet üzeredir. O halde, vay o Allah’ın zikrini terkeden kalbleri katılara!.. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
Kalbinde Rabbimizin buyurduğu nur olması lazımdır ki ona dünyaları verseler dahi Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir nahoşluk kullanmasın!..