Aziz Kardeşlerimiz;
Her zaman söylüyoruz ki, Aleyhisselâtü ve’s selâm her gelen sene geçenden, her gelen ay geçenden ve her gelen gün geçenden şerli olacağını buyurmuştur.
Enes İbn-i Malik’in Haccac devresinde buyurduğu gibi:
مامن يوم الاوالذى بعده شرا منه حتى تكون ربكم
“Her gelecek gün geçmiş günden daha şerli olacaktır. Hatta ki, Rabbınızı buluncaya kadar” demek ki, anlaşılan, bir hayr beklenilmez, hayr azalıp şer çoğalacaktır. Hele bilhassa i’tikâdî yönden. Millet bir çok yönden bir çok hususda tahvilât yapıyorlar ama bizi mahveden i’tikâdî olan değişikliklerdir. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ümmetim 73 fırka olacak sadece bir tanesi Fırka-i Nâciye” buyurunca soruyorlar da cevaben:اناواصحابى عليها : “Benim ve ashabımın bulunduğumuz minvâl üzere olanlar” buyuruyor. Bunun dışına çıkanlar inhirafta (hurafe, yalan, uydurma) dırlar. Bu 72 fırkanın bir takım pürüzleri vardır. Kimisi dalalate, sapıklığa, kimisi de küfre eletiyor. Kaderiyye, Merciyye, Mu’tezile vs. 72 fırka eşit değillerdir. Kimisi sapık, kimisi de kâfirdir.
İbn-i Teymiyye ortaya çıktığından beri bunlarla pek çok münazara vs. yapılmıştır. O devrede aleyhinde ve lehinde yazılmış eserler çoktur. İbn-i Teymiyyenin fikrinin aslı Davud-u Zahirînin zahiriyye mezhebine meyyâldir. İnanç yönünden ise Mu’tezile ile ilgisi vardır. Devremizde olmadığı için Onun bu yönleriyle uğraşmıyorum. Fakat, içinde bulunduğumuz devrede etrafımızda bulunanlar Teymiyyeciliğin ve Vehhabiliğin aslı astarı ve hakikâtı nedir diye soruyorlar. Bizi dinleyen ve kabullenen kardeşlerimize, günümüzde inanç ve i’tikadımızı koruyabilmemiz için çok tehlikeli olan bu hususda malümât vereceğiz. Baktığımızda bazılarının dillerinde küfür, şirk ve lâ’net dönmektedir. Bazıları insanları küfürle ve sapıklıkla bilir bilmez suçluyorlar. Âdem (as) den Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kadar geçen milletler ki, Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görmediler ve bilmeyebilirler. Nebileri bilmektedir, fakat devresi değildir. Onun için bizler Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti olarak sorumluyuz. Bizim için kendisi şefaat yönünden gereken gayretkeşliğide yapacaktır ve bundan hiç bir şüphemizde yoktur. Ama, şu günümüze bakıyoruz da bir kısım insanlar âdetâ Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) düşmanı gibi hareket ediyorlar. Evet, dersiniz ki, nasıl oluyor da böyle birden bire düşmanı gibi diyebiliyorsunuz? Nasıl olur da hem müslümanım der hemde peygamberine düşman gibi olabilir? Böyle düşünebilirsiniz. Size şöyle bir malümat vereyim: Biz daha böylesi Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı hasım olan bir toplum görmedik. Evet alevilerde biraz vardır. Onunda sebebi, “Nübüvvet Ali’nin (ra) iken kendisine aldı veya Cebrail (as) emin değil haindir.” Ashabı Kirâm’a ise; hilafet Ali’nin (ra) hakkı iken vermediler de zülmettiler” derler. Böylesi buğuzkârlıkları vardı ve bu haller mevcûddu. Fakat daha beteri olarak vehhabilik ortaya çıkmıştır. Bu Vehhabilik mezhebi çok, çok daha tehlikelidir. Nedir bu Vehhabilik mezhebi acaba? Bu hususda elimizde Muhammed İbn-i Abdull Vehhab’ın başlangıcından bu günümüze kadar yazılmış pek çok telifat ve risâleler vardır. Kendileri de yazmışlar ve cevabı da yazılmıştır. Peki, Vehhabiliğin büyük olan tehlikesi nedir? Fazla tafsilata girmeden, hali hazır bunların sisteminin temeli şudur: Abdu’l Vehhabın ortaya çıkışından itibâren İngiliz ajanlarının kendisine nasıl yardım edip planladıklarını yine İngiliz ajanları hatıralarında bizâtihi kendileri anlatıyorlar. Bize lâzım olan bu yönüde değil. Biz, i’tikadî yönden ele alacağız. Bu kimse kendisine şiâr edinmişdir ki; Kur’anda müşrikliğin ve kâfirliğin anlattığı ne kadar âyetler varsa hepsini ortaya çıkarıyor ve diyor ki; “Herhangi bir müslüman bunlara benzeyecek olursa müşriktir, kafirdir, mürteddir ve katli de câizdir.” “Ailesi, ayalı, malı mülkü ve neyi varsa mübahtır” diyorlar. Adamı da öldürüp mürted kabul ettikleri içinde köpek leşi gibi bir çukura atıyorlar. Yâni, kendi mezheb ve talimâtına uymayan herkesin i’tikadını bozuk kabul ediyor, onları küfre eletip mürteddir diye katlediyor. Bu sistem ise şu anda Suûdî de mevcuddur. Nizâmları bu şekildedir. Onların i’tikadı dışında kalan herkesin canı da, malı da ırzı da ve herşeyi de mübah kabul ediliyor, el konuluyor ve öldürülüyor.
İşte İngilizlerin destekçiliği ile bu hale gelmişlerdir. Aslında bu İbn-i Abdulvehhab’ın babası olsun, kardeşi olsun çok dindar ve muttaki insanlardı. Fakat hocaları ve kendisi dar kafalı ve sapık kimselerdi. Hatta babası, karşı çıkmış ve kardeşi de aleyhinde eser yazmıştır ki “Haşiyetü’l cema’t” isimli eserdir. Kendisini uyarmış ve doğruyu haber vermiştir. Ancak, hidayet Allahü Zülcelâlindir. Vermedimi vermez. Çünkü öyle buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): اناالدليل والـها دى الله “Ben sadece delilim, hidayet Allah’dandır”
Kardeşlerimiz; Halihazırda bu zümre Kur’anda buldukları şirk ve küfür âyetlerini tamamen ehl-i tevhide yöneltir ve hallederler. Kendi inanç ve i’tikadlarına uymayanlara hemence müşrik yada kafir kelimesini yapıştırırlar. Peki kendi i’tikadları nedir acaba? Başta birincisi, Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) fazla salavat getirmeyeceksin. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kâbir ziyaretine de gitmeyeceksin. Çünkü, meşru’ değildir. Sakın ola Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ya Rasulullah” demiyeceksin, böylesi bir istigase (meded dileme) etmeyeceksin. Birde şefaatı asla kabul etmeyeceksin. Ne Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ne de başkasının şefaat edeceğine kesinlikle inanmayacaksın. Şefaati tasvib etmeyip, şefaat diye bir şey yoktur diyeceksin. Bakınız ve iyi anlayınız ki ne diyorlar: Salavatı çokça getirmeyiniz. Öyla ya, eğer fazlaca anılırsa şirktir. Çünkü, Cenabı Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâle yaklaştırmış olursunuz. Nitekim; âmâ bir müezzin; mübarek, coşmuşda minârede sâlât-ü-selâm getirmiştir. Kendisini alıp Abdul Vehhaba getirmişler de yasağını dinlemedi diye katledip şehid ettiler. Arkasından ise şöyle söylüyorlar: “Fahişe (zâniye) bir kadının evindeki çalgı âleti olan rubâbenin çalınmasından gelen günah, minârelerde peygambere salavat okuyanın günahından daha azdır.” Bu ise; Ahmed b. Zeyni’d Dahlan’ın “Ed Dürerü’s seniyye fi’r reddi ale’l Vehhabiye,” Ebu Hamid bin Merzük’un “Bera’atü’l Eş’ariyye” isimli eserin 229 sahifesindedir. Bakınız ne yapıyor? Mürteddir diye katledip murdar sayıp çukura atıyor ve herşeyine el koyuyor. Ne yapmış âmâ olan bu zat? Peygamberine salavat getirmiş. Ona ne yapıyor? Katledip mürted ve murdar kabul ediyor köpek leşi gibi bir çukura atıyor. Mirasına el koyuyor. Mürted ne demektir? Bir Yahudi veya Nasaranın kesdiği yenir de mürtedin kesdiği yenmez. Şer’an bu böyledir. Ancak, nasıl olurda bir müslüman salavat getirdi diye mürted ilan edilir ve uygulanır? Böylesine habis ruhludurlar bunlar. Onun için, kendisine tabi’ olmayan kendi inancını tanımayan pek çok insanları yok edip katlettiler. Çok canlar yakıp telefiyat vermişlerdir. Mal mülk ve namuslarına el koymuşlardır. Talan etmişler talan. Hali hazırda eğer “Ya Rasulullah” der de istigase edip yardımını beklerseniz bu haliniz küfürdür şirktir ve mürtedliktir. Ayni zamanda dinden çıktınız çünkü “Allah’dan aracısız istemelisiniz” derler.
Nitekim, şu memleketimizde de günlerce duyduk durduk ki “Allah ile kul arasına hiç kimse giremez, aracı olamaz” diye. “Aracı yoktur” dendi durdu. Evet, vaktiyle tasavvuf yönünden bazı mürşid bozuntusu şaşkınlar aşırı hallere kalkışıp sanki kendileri birşeyler yapıyorlarmış gibi bazı saçmalıklar ortaya koydular, böyle yaptıkları doğrudur. Bu haller, böylesi konuşmalara sebeb oldu isede aslı bu değil ki. Evet, birileri böyle yapabilir ve saçmalayabilir. Ama, İslam dininde “Allah ile kul arasına hiç kimse giremez” dediğiniz takdirde tüm resülleri tamâmen inkar etmiş olursunuz. Çünkü, Allahü Zülcelâl hiç kimseye re’sen (direkt olarak, doğrudan) konuşmuyor ki. Her ferd kendisi bizzât nerde bulup nerde konuşacak bu mümkün müdür? Nitekim en başta:
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً
(Bakara/30)
Allahü Zülcelâl: “Âdemi yeryüzüne halife kılıyorum, yapıyorum ve gönderiyorum” buyuruyor. Çünkü, her ferd doğrudan doğruya rastgele Allahü Zülcelâl ile konuşamaz ki. Bulamazda, böyle bir şey olamazda. Bu olmayasıya bir şey. Onun için, insanın bir şey söyleyeceğinde aklına mantığına uygun ve olur mu böyle bir şey diye düşünerek konuşması gerekmez mi? Güya din adamlarıdırlar ki, günlerce kürsülerden “Allah ile kul arasında kimse aracı olamaz” deyip durdular. “Kimse Allah ile kul arasında olamaz” diyorlar ama, imanın şartlarından olan “Âmentü”nün tümünü de hemence inkar ediyorlar.
آمنت باالله وملئكته وكتبه ورسله
Âmentüye bakınız ve okuyunuz hepisi de Allah ile kul arasındaki aracılardır. Aracı olan nebiler olduğu gibi, Melekler aracı olmasa nasıl gelecek, Melekler aracı olan kitabları getirmeseler Nebiler ne bilecekler. Nebiler aracı olmasa biz ne yapabileceğiz? Evet Allahü Zülcelâl ilahımız ve Rabbımızdır. Ama, her ferd kalkıpda O’nunla doğrudan doğruya alış veriş yapacak bu hiç kimsenin haddi de değil hakkı da değildir. Ancak ve ancak nebiler gelirler ki resüllerdir, elçilerdir, kendilerine, melek yoluyla vahyeder ve bu olur esâsen. Ama, rastgele herkes kendi başına bulamazda bilemezde. Biz nasıl ki; “Rasuller Allah’ın elçisidir” diye inanıyoruz, iman ediyoruz ve aracı olarak kabul ediyoruz. Allahü Zülcelâlin aracısı esâsen resüllerdir. Şimdi bunları inkara kalkışırsak ne olur? Nasıl, “müslümanız!...” diyebiliriz. Hâşâ. Düşünmüyorlar ve durmadan akıl ve mantık diyorlar... “Dinimiz, akıl ve mantık dinidir.” diyerekten pek tavırlı tavırlı ahkam kesiyorlar. Fakat; dinimiz, akıl ve mantık dini değilde mesned dinidir mesned...
Sadece akıl ve mantıkıyla yürüyen kimse gitse gitse esfeli safiline gider başkada hiçbir yol bulamaz!..
Onun için dinimiz, mesned dinidir. Çünkü İmam-ı Şafi Hazretlerinin buyurduğu gibi:
العلم ماقال الله وقال الرسول وماعداه قول الرجال
“İlim, Allah ve Rasülullah’ın kavlidir, gerisi insanların sözleridir.” İlimle öğrenecek olduğumuz, dinimiz; Allahü Zülcelâl’in ayetleri, Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine dayanarak sünnet-i seniyyesidir. Gerisi ise şunun bunun sözleridir. Bu minvâl üzere olup bundan bir değişiklik ve inhirafta olamaz. Ama, aklımıza ve mantığımıza göre olacak olursa o zaman Hristiyan İsevîler gibi: “Uydur, uydur söyle, uydur uydur yap.” Haline gelir ki bu dinde İslam dini denmez. Bu yüzden İncil sayılamayacak kadar çok sayıda olup herkes kendi akıl ve mantığına göre yazmıştır. Birbirleriyle de alakaları yoktur.
1400 sene geçmesine rağmen Kur’an-ı Azimüşşan yine ayni Kur’an’dır. Aynı akide ve aynı dindir. Meğer inhirafına (yalan uydurma) çalışan kimseler her zaman çıkmış ve elanda var ise de onlar kendilerini teraziye koysunlar ve hallerine baksınlar!.. Onun için acayibimize giden şey şudur ki; Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan bu düşmanca zıddıyetleri acaba nereden geliyor, nereden doğuyor? Vallahi, İngiliz ajanlarının hatıralarında okunmaktaki bu mezhebi nasıl meydana getirip nasıl çalışmışlar... Hep acayibe giderdi ki bu müfsidlerin Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı olan gılzatlıkları (kabalık, haşinlik) nedendir? diye... Ne zararı oldu Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunlara?... Nelerine zarar verdi?... Haydi ötekiler, “Ali’nin (ra) hakkını güya vermemişler, bu zülûmdür v.s” diyorlar... Peki bunlara ne oluyor? Neden böyle yapıyor bu Vehhabiler?... Cenab-ı Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sayesinde yaşıyorlarken bu nankörlüklerine ne demeli?... Ama gel velakin; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa hakkında Cenab-ı Rasülullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki;
لاتشد الرحال الالثلثة مساجد
Yani, “Bu üç mescide seyr-i sefer yapılması caizdir ve meşrudur.” buyuruyor. Mescid-i Haram’da esasen Allah’ın Kabesi yani, evi vardır diyerekten bir namaz karşılığı 100.000 sevabdır. Cenab-ı Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mescid-i Nebevi’sine gelince; Medine’de cami çoktur ama, onun kudsal oluşuna sebep orada Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) oluşudur. Onun içinde Mescid-i Nebevi’de kılınan bir namaz karşılığı 1000 kat sevab vardır. Mescid-i Aksa’dan ise bazı nebiler gelip geçmişler ve bundan dolayı O’da şeref bulmuş ve orada kılınan bir namaza ise 500 kat sevab vardır. Diğer mescitlerde ise bir namaz karşılığı 27 kat daha fazla sevap alır ve daha fazileti vardır.
İşte bu Muhammed İbn-i Abdulvahhab söylüyor ki; “Mescid-i Nebevî’ye gidecek olan kimse eğer cami ziyareti olarak giderde iki rekat tahiyyetül mescit kılıp çıkarsa meşru’ olan ziyareti yapmıştır, bu kadardır ve bu şekildedir. Mescid-i Nebevî’ye seyr-i sefer yapılmasına verilen cevaz bu kadardır. Ama, niyetinde Mescid-i Nebevî değilde Rasülullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyaret etmek olursa bunu kabul etmiyor. Böyle yapana seferîlik hakkı da tanımıyor.
Yani seferde iken farzları iki rekat kılmak, takdim-i tehir v.s. teshilatları da kabul etmiyor. Ve böylesi seferi meşruda görmüyor. Yani, açıkça Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyaretine gidilmesi meşru değildir, diyor. Benim şahsen garibe ve acayibime gider ki; kâinatın aşkla şevkle muhtaç oldukları Aleyhissalatü ve’s selam sadece bu dünya da değil hele bilhassa ahiret âleminde muhtacı olduğumuz ortada iken bu gılzatlıkları nerden geliyor!... İşte Allahü Zülcelâl hidâyet vermedi mi vermiyor, verdi mi veriyor. Nasıl müslümandırlar ki; Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyaretini meşru saymıyor, ziyaretine giden bir kimse “Ya Rasulullah” dese istigase edecek ve saygısını sunup yardımını dileyecek olsa, veyahutta ziyaretinde gelecekte ve kıyamette şefaatını dileyecek olsa, bunların tümünü inanç dışı sayıyor. Ve ziyaretine varınca seni de mecbur tutuyor sapık inancına uymayı... Şefaat; birisinin suçundan geçilmesi veya dileğinin olması için aracılıktır. Vehhabiler, şefaati asla kabul etmiyorlar. Anlaşılan bunların mahşer gününde Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ihtiyaçları yoktur. Artık kimleri bulurlarsa bulurlar. Veya bu dünyada hükümlerini geçirdikleri gibi ahirette de geçireceklerini, kabadayılık yapabileceklerini ve Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ihtiyaç duymayacaklarını sanabilirler. Bu fikirde olabilirler. Burada yaptıkları gibi orada da yapabileceklerini sanabilirler. Buna da diyeceğimiz yoktur. Çünkü, her derdin devası vardır, ancak ahmaklığın devâsı yoktur. Ahmaklık derdine ilaç yoktur.
Aziz kardeşlerimiz; düşünün, düşünün ve dikkat edin ki; Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı olan bu gılzat, buğz, garaz, kin ve nefrete bakın... Kabrini ziyareti, istiğaseyi ve şefaatını kabul etmeyip inanç dışında tutuyor. Allahü Zülcelâl şerlerinden korusun. Âmin...
Bizzat kendisi söylüyor ki: “Herhangi bir kimse Muhammed’i kabrinde ziyâret ederse, ondan bir menfaat umarsa ve ahirette de şefaatını umarsa ve inanırsa bunlar şirktir ve küfürdür.” diyor ve ilân ediyor ki: “Kanı akıtılır..:” diyor. Lâmı, cimi yoktur hemen öldürülür, malına mülküne ve ailesine el konulup tasarruf altına alınır, diyor. Artık ne yapar ne ederler onlar biliyorlar!.. Bu ve benzeri sapık iddialarından dolayı kendisi ve yandaşları pek çok eser ve risalelerle uyarılmışlardır. Ama ne çâre ki kader kaderullahdır. Demek ki; Allahü Zülcelâl öyle yaratmış, ezelden bu dalalet üzere bu âleme gelmiş ve böyle gelip geçmiştir... Babası yalvarmıştır. Kardeşi eser yazmış uyarmıştır. Fakat böylesine bir müfsid olmuştur. Olabiliyor bu âlemde; bir yanda mü’min diğer yanda sapık... İnsanoğlunun başına hepsi gelebiliyor... Allahü Zülcelâl cümlemizi hüsn-ü-hâtime ve imân-ı kâmil nâsib etsin. Amin...
Kardeşlerimiz; Benim şimdilerde hafsalama sağmıyor ki, neden acaba hutbelerde, kürsülerde salavat-ı şerifeyi getirmeyi fazladan görüyorlar ve fazlaca getirmeyin demelerinin sebebini bir türlü bulamıyorum. Bir zıddıyet var, Cenab-ı Rasulullah’a karşı... Yani, Aleyhissalatü ve’s selâm’ı fazlaca anarsak şirk mi oluyor kendilerine göre?... Öyle ya, “Allahü Zülcelâli çokça zikrediniz” buyurulunca;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
(Ahzab / 41)
“Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin.”
“Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin.” Âyeti celilesi olunca “artık, salavatta zikrullahla yarışmasın yoksa şirk olur mu” demek istiyorlar bilemiyorum. Fikirlerindeki nedir acaba?.. Kafalarında böyle bir şey mi var? Zira, dikkat ediniz ki; cuma günü âmâ olmasına rağmen minârede ezanı okuyor da arkasından aşkından şevkinden bir salat-ü-selam getiriyor sâlâ veriyor. Nitekim, Cenâb-ı Rasulullah’da (Sallallahu Aleyhi Vesellem)
اكثروا من الصلاة على يوم الجمعة
“Cuma günü benim üzerime çokça salavat getiriniz” buyurduğu için aşkıyla yanarak salavat getirmiş... Getirmiş ama, hemen alıp götürmüşler kendi mahkemelerinde bu suçdan katline cevâz verip hemen orada şehid etmişlerdir. Peki, neye dayanmışlar? Ne bir mesned, ne akıl, ne mantık ne de din var... Kabul edilecek mesele değil ve düpedüz zülûm... İnanınız ki hiçbir dinde dahi benzeri yoktur. Peygamberine salat etti diye öldürmek... Çok salavat getirmiş diye katillik olur mu? Böylesi bir vakıa hiç bir devrede olmamıştır. Demek ki müşrik kabul etmişler... “Allah’a ait olan ezanın arkasından salavat getirince Rasülullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allah’a ortaklaşma yaptın ve böylece müşrik olmuş oldun” diyorlar... “Evet,
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
(Ahzab / 41)
Allah’ı çokça zikredin diye emrediyor ancak, salavatı da çokça getirirseniz o zaman zikirle salavat eş duruma gelir ki; o hal ise ortaklaşma ve şirk olur.” diyorlar. Anlaşılan bu... Peki, Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kadar hasım ve zıddıyet içinde iseniz, adını ve salavatını fazla anmayın diyorsanız (hâşâ) o zaman ezândaki: “Eşhedü enne Muhammede’r Resullulah”ı da yok edinde kurtulun.. Bunu da yapın ki kurtulduk sanın ey ahmaklar!..
Ümmet-i Muhammed’in mensubu olan bir mü’min nasıl olurda Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı bu kadar zıddıyet ve nefret sahibi olabilir. Bunu Müslümanım diyen düşünemez. Bu kadar gılzat nasıl olabilir? Belki ilk yazılışlarında;
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
(Bakara / 18)
“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler” var ise ne diyelim?.. Bu kadar da gılzatınız varsa, salavat sizi rahatsız ediyorsa ki; çokça salavat getirenden nefret ediyorsunuz ve ismini dahi duymak istemiyorsunuz anlaşılan... Demek ki mesele bu...
O zaman ne yapmamız lazım? Doğrudan doğruya dünyadan çıkmamız mı lazımdır. Hayır, dünyadan çıkmayacaksınız. Bakınız Rabbımız ve Rabbınız olan Allahü Zülcelâl ne buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
(Ahzab / 56)
“Ey mü’minler! Sizde O’na (peygamberinize) salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” Buna ne diyeceksiniz söyleyin? Eğer gerçekten iman ehli iseniz mutlaka buna uymanız gerekmektedir.
Zira Allahü Zülcelâl ilân ediyor ve teşviken Allahü Zülcelâl kendisi, melekleriyle birlikte Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) salât-ü-selâm getiriyorlar. Kendisi de getiriyor ve meleklerine de salât-ü-selâm getirtiyor ki, bize örnek olup, teşvik ederek emrediyor. Artık ihmâl etmememizi buyuruyor. Tabiki Allahü Zülcelâl salât-ü-selâm getirdikten sonra biz durur muyuz. Resulünü sevip kıymet ve değer verdiğinden salât-ü-selâm getiriyor ve ardından da “Ey iman şerefiyle şereflenen mü’minler siz de çok çok salât-ü-selâm getirin” diye emreder. Hem emir, hem hüküm, hem tergib hem de teşviktir bu... İşte Allahü Zülcelâl’in emri ve tasvibiyle Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için emretmiş olduğu salât-ü-selâmı yerine getirmek esâsen emri, hükmü ve rızasıdır. Bunu nasıl hafife alıyorsunuz ey ahmaklar? Dikkat ediniz ki;
التحيات لله والصلوات والطيبات السلام عليك ايهاالنبى ورحمةالله وبركاته
“Ettehıyatü lillahü vesselavatü vettayyibatü esselamü aleyke ya eyyühennebiyyü ve rahmetullahü ve berakatühü...”
Buna ne dersiniz? Bu kıymete karşı bir kıymet ve değer var mıdır? Esasen bizim sevinmemiz lazım eğer inanıyorsak!.. Daha, daha da peygamberimizdir, ümmetiyiz diye haz duymalıyız bundan. Biz doğrusu bunun için Allahü Zülcelâl’e nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz... Cenab-ı Rasulullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevsenizde sevmesenizde O, Allahü Zülcelâl’in Habibi’dir. Allahü Zülcelâl’in Habibi olunca O’na gereken kıymet ve değeri vermiş ve verecektir şükürler olsun. Ne var ki; i’tikadınızda bir değişiklik varsa ve istikbâlde gelecek olan kabir ve mahşer ile ilgili imanı olmayan fırkalardan iseniz varın gidin bu dünyada ne yaparsanız yapın. Çünkü, görüp göreceğiniz bu ve başkada kârınız yoktur. Olmuşu olacağı budur ve başka bir yolu da yoktur. Nitekim Mu’tezile fırkası da bu yöne meyillidir ve Vehhabiliğin benzeridir. Tenasuha inanıp ruhun bedenden bedene aktarma olacağını kabul eder. “Ölenin ruhu başka bir bedene geçer” derler!..
Onun için, geleceğini düşünmüyorsa, istikbalini aramıyorsa ve “bu dünyada ne yaparsak kârımızdır” diyorlarsa işte ona diyeceğimiz yoktur. O zaman “dünyamız mâ’mur olsun da dinimiz vs. varsın harab olsun” diyebilirler. Demek ki, kâle almıyorlar.. Eğer işlerinin bu dünyada bittiğine ahiret vs. gibi gelecek olmadığına inanıyorlarsa o zaman ne diyelim. “Dünyamız ma’mur olsun ve ahiretimiz “ viran olsun derler demesine ama gerçekten tahammülleri olur mu bilmem?.. Böylesine basitten alan bir akaide ne denilir?..
Allahü Zülcelâl:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
(Bakara / 11)
“Onlara: Yeryüzünde fesad çıkarmayın, denildiği zaman “Biz ancak islah edicileriz” derler.” derler demesine ama Allahü Zülcelâl:
أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
(Bakara / 12)
“Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin anlamazlar.” Salah değil de fesad getiriyorlar. Ama şuûrsuz olduklarından belki yaptıklarını salah sanıyorlar. Şuûrsuzluk, şuûrsuzluk her şeyi yaptırır. Allahü Zülcelâl izân versin. Rabbımız bizleri nefsimizle başbaşa bırakmasın. Âmin
Kardeşlerimiz, Futuhat-ı İslamiyye, Zeynid Dahlan onların devrelerinde yaşayan bir kimse ve aynı zamanda Mekke’nin de müftüsü durumundadır. Bunların devresinde yaşamıştır. Vehhabilerin ettikleri elef telefe de şahid olmuştur. Bunlarda vicdan, insaf ve şefkat denilen şey asla yoktur. Bunlar işte böyle kişilerdir. Taif’e girdiklerinde hiçbir şey bırakmamışlar öldürdüklerini öldürmüş, aldıklarını almışlardır. Harab hale getirmişlerdir. Zilhicce ayı olduğundan Hac mevsimi diye cesaret edememişler, Mekke’ye girememişler ve Zilhicceden sonra Mekke’yi de kendilerine mal etmişlerdir. Muhammed ibn-i Abdülvehhab diyoruz ama bu ismine de yazıktır. Çünkü, Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı bu kadar buğuzkâr ve hain olanın bu ismin sahibi olmaması lazımdır. Fiiliyatına göre ismi de mutlaka değişecektir.
Şöyle söylemiş bu kişi:
من استغاث باالنبى صلىالله تعالى عليه وسلم اوبغير من الانبياء والاولياء والصالحين اوناداه اوسئله شفاعة فانه مثل هؤلاء المشركين
Hükmetmiş ki; “Bir kimse Rasulullah veya başka nebilere başvurup da herhangi bir talebde bulunursa, bir şey beklerse veya bana şefaat edin derse müşriktir.” deyip âdeta gerçek müşriklerle aynı seviyeye getiriyor Müslümanları... Yâni, Kur’an’daki müşrik ve kâfir ayetlerinin hükmü altına sokuyor. “Böyle yapıp böyle derlerse bunlar da o müşrik ve kâfirler gibidirler” diyor. Tabi ki müşrik ettimi arkasından mürted hükmünü veriyor ve canını, malını ve ırzını bırakmıyor talan ediyor.
O zaman ki âlimlerin söylediklerine iyice dikkat ediniz:
فكيف يجوز لابن عبدالوهاب ومن تبعه ان يجعل المؤمنين الموحدين مثل اولئك المشركين الذين يعتقدون الالوهية الاثنام لجميع الايات المتقدمة وكان مثل الخاص باالكفار والمشركين لايدخل فيه من المؤمنين
“İbn-i Abdülvehhab, Allahü Zülcelâl’in Habibi ve Resulü olan Muhammed Aleyhisselatü ve’s selâma saygı duyan, Fırka-i ehli necât ve ehl-i sünnet olanların üzerlerine Kur’an’da ne kadar müşrik ve kâfir ayetleri varsa haml edip kendilerini âdeta müşrik ve kâfir kabul eder. Nasıl olur da Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti olan muvahhid bir mü’min hakkında müşrik, kâfir hükmüne cevâz verirsin? Nasıl oluyor da onların üzerlerine mürtedliği yakıştırıp yapıştırıyorsun?“ Allah şerlerinden muhafaza etsin. Ehl-i sünnet ve’l cemaat âlimleri, Vehhabilerin bu itikadı zulmünden mü’minleri tenzih ediyorlar. Vehhabileri uyarıyorlar. Ama ne çare ki haklayamıyorlar. Ehl-i sünnet ve’l cemaat burada bir hadis getirip mü’min olan bir kimsenin kâfir durumuna düşürülemeyeceğine delil getiriyorlar:
Hadis-i Şerif:
روى البخارى عن عبدالله ابن عمر رضىالله عنهما عن النبى صلىالله تعالى عليه وسلم فى وصف الخوارج انهم انطلقوا الى ايات نزلت فى الكفار وحملواها على المؤمنين
Hadis Meâli: Buhari’nin Abdullah ibn-i Ömer’den (ra) rivâyet ettiği hadiste Aleyhissalatü ve’s selâm; Haricilerin sıfatlarını belirtmiştir. Hariciler ne yapmışlar? Kur’andaki kâfirlerle alakalı âyetleri mü’minlere haml etmişlerdir. Biliyorsunuz İmam-ı Ali (kv); için Kur’an’da,
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
(Maide / 44)
“Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmez ise işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.”
Hükmü dururken kendi kendine hüküm verip hakemeyni çıkardın diye küfrüne hükmettiler.
İşte Aleyhissalatü ve’s selâm’ın buyurduğu: Bu kimseler (Hariciler) Kur’an’da bulunan kefere ve müşrik âyetlerini onlarla alakadar âyetleri tamamen mü’minlere hamledip yüklerler...” buyuruyor.
Başka bir rivayete göre ise:
اخوف مااخاف على امتى رجل يتأول القرأن يضعه فى غير موضعه
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): Ümmetimin başına gelebilecek hallerden en korktuğum şudur ki; “Bedbaht olan bir kimse Kur’an’ı okur da bu âyetleri (gayr-i mevda’ı) gerçek yerinde kullanmayarak kendi çıkar ve menfaatına uygun halde tevil ve tefsir etmesidir. Ümmetime en çok zarar verecek olan ve en çok korktuğum bu kimselerdir. En çok korktuğum Kur’an-ı Kerim’i ve hadislerimi gerçek yerleri ve mânâları dışında kendi keyf ve arzularına göre yorumlayıp tevil ve tefsir edenlerdir.” Böylesi zındıklar, kur’an’daki müşrik ve kafir âyetlerini peygamberleri olan Muhammedi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevip saygı gösretiyorlar diye haksız yere insafsızca onların üzerlerine yükleyip yapıştırmaya çalışıyorlar. Katl-ü-kitalleride çok çok olmuştur. Hele bilhassa Zeyni’d Dahlan buyuruyor; Esâsen Medine ülemâsını haklayamadılar. Gel velâkin Vehhabilerin onları haklayamadıkları yetmedi ki, i’tikaden Muhammed İbn-i Abdulvehhab, siyâseten Muhammed İbn-i Suûd birleşerek, İngilizlerin tefrika çıkarmak ve islamiyeti yıkmak için gösterdikleri her türlü destek ve tezgahla onlardan da güç alarak Hicaz’ın her tarafını kendilerine mal etmişlerdir. Hicaz tamamen tasarrufları altına girmiştir. Hatta Riyad kısmında Vehhabilerin ellerindeki paranın bolluğunu, mebzul (çok bol) durumunda olduğunu anlatır. Bu kadar parayı nereden buldular diye benim acayibime giderdi hep. Demek ki İngilizlerin işi imiş. İngiliz ajanları hatıralarını anlatıyorlar “İslamı nasıl yok edelim, “Hatırat-ı Hampher.” Nehir Yayınları” ve diğerleri. Nasıl elde ettikleri iyice anlaşılıyor. Yoksa bir avuç kimse ile imkansızlık içinde böylesi yaygın hale gelmeleri imkansız idi.
Onun için böylesi âlimlere Aleyhisselâtü ve’s selâm: “O devrelerdeki âlimlerin dünyaları dinlerinden tercihlidir. Yeter ki dünyaları için nahoşluk olmasın da isterse dinlerinin yarısı olmasın” buyuruyor. İşte bu günümüz için en uygun hadis Âhir Zaman ülemasının dünyası herşeyin üstündedir. Dünyaları ma’mur olsun da isterse dinleri harab olsun. Kale alıp umursamazlar bile. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza etsin ve muîn olsun. Âmin.
Bazı âlimler söylemişlerdir ki “Ey İbn-i Abdulvehhab, kendini topla. Çünkü, Savadü’l Azam olan İslam camiasını haklayamazsınız ve bu şekilde de tekfir etmeye hiç de hakkınız yoktur. Eğer tekfir etmek gerekiyorsa senin gibi kişilere lâyık ve lâzımdır. Çünkü sen, hak yoldan çıkmış olan bir kimsesin. Olsa olsa tekfir sana lâyık olur. Ayni zamanda da arkasından şu âyeti celileyi yapıştırıyorlar kendisine:
وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا
(Nisa / 115)
“Her kimde kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere aykırı harekette bulunur ve mü’minlerin yolundan başkasına uyar giderse onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.”
“Sevad-ı Azam (ulu topluluk) olan Ümmet-i Muhammedi ehl-i sünnet ve’l cemaatı haklayıp tümünün tekfirini kabul ettirebileceğini mi sanıyorsun? Tekfir ancak sana ve senin gibi zındıklara yakışır.”
Çünkü yukardaki âyet-i celilede Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hükümleri arasında bir değişiklik getirmeye çalışan ve karşılaştırıp ayrıcalık arayan kimseler ki; mü’minlerin yollarına girmeyip ayrılıp karşı çıkarlar. Mü’minlerin yollarına tebaiyyet göstermeyip kendine mal etmiyorlar esâsen. Bunlara, Allahü Zülcelâl dalalet mührünü vurmuştur. Hatta tekfiri de mümkündür. Çünkü, bir kimse bir müslümana kâfir, müşrik, mel’un dediği takdirde bu kelimeyi hiç bir yer kabul etmez. Ağzından çıktıktan derhal kimin hakkında söylediği ise oraya gider, eğer o kimse hakikâten dediği gibi ise; kafirse, müşrikse, mel’unsa üzerinde durur. Yok eğer değilse söyleyene geri döner, sahibine avdet eder de söyleyen olur kâfir, müşrik veya mel’un.
Onun için cevab veren mübârekler: “Tekfire siz uygun ve layıksınız” diye söylemeleri bundan dolayıdır. Zira âyeti celilede de “Hidâyet olunduktan sonra Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhalefet yapmak, mü’minlerin yolundan başka değişik bir yol aramak istiyorsa o zaman varacağı yer belli ve cehennem ona lâyık olmuştur. Bu âyeti celile kendilerine akibetlerini bildirip ilân ediyor.
Kardeşlerimiz; Allahü Zülcelâl haşa kimseye zülmetmez, Zülmeden zalimler ve zulmedilen mazlumlarda neticelerini görürler. Haklı hakkını mutlaka alır. Müstehak olduğuna varır. Aleyhisselâtü ve’s selâm; sadece şefaatı ile alakalı 40 hadis sıralamıştır. Nasıl olur da okumazlar? Görmemezlikten gelirler? Hz. Ömer (ra) dahi hutbesinde dahi şefaatı anlatmıştır. Şefaat-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kadar yaygındır ki bir müslim bir mü’min olsunda şefaat hususundaki islam hükümlerini bilmesin hiç sanmıyorum. Az çok mâlümâtları vardır ve dinleyip duymuşlardır. Böylesine Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatını külleyip hiç hükmüne getireceklerini sanmak cidden ahmakça ve zor bir meseledir. Çünkü, açıkçadır ve 40 küsur hadisle sabittir. Hatta şefaat dahi çok çeşitli ve bir çok yönleri vardır. Sadece şefaat-ı kübra değil bir çok şefaatlar vardır.
Onun için şefaat, istigase saygı gösterip ta’zim etmek yönünden başta Âdem (as) olmak üzere ki; zelleye düşdüğünde kendisi Aleyhisselâtü ve’s selâma başvurmuştur. Hatta Allahü Zülcelâl kendisine sormuştur: “Ya Âdem nerden biliyorsun?” O ise: “Ya Rabbi; Lâ ilâhe illallah Muhammede’r Resulullah’ı meleklerin alınlarında, cennetin bazı yerlerinde hatta arşın sakında dahi yazılı gördüm. Ve bu kimse muhakkak Allah nezdinde en çok değer ve kıymeti olan bir kimsedir diye O’na iltica ettim” deyince “Haklısın, senin evladlarından bir kimsedir” buyurur. Âdem (as) ise “Şu halde benim böyle olan bir evladım yüzü suyu hürmetine hatalı olan babasını affet” diye diledi. Bunun benzerleri pek çoktur. Bir kimse ki gözleri âmâ olmuştur. Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvurduğunda “Eğer böyle âmâ olarak kalırsan Allahü Zülcelâl hadisi kudside buyuruyor ki:
اذا ابتليت عبدى بحببتيه عوضته منهما الجنة يريد عينيه
“Bir kulumun en sevdiği iki gözünün nurunu alırsam karşılığı ancak ve ancak cennettir eğer sabrederse” Buna rağmen bu kimse “Ya Rasulullah ben senden ayrı kalmak, sen varken bu hayatımda sana yetişememek, gelememek benim için cennetten bunu tercih ederim” deyince ciddiyetine bakıp dayanamıyor ve şu duayı buyuruyor ki, git abdest al, iki rekât namaz kıl ve arkasından da şu duayı yap:
اللهم انى اسئلك واتوجه اليك بنبيك نبى الرحمة يا محمد انى توجهت بك الى ربى فى قضاء جاجة هذه لتقضىلى
O kimse buyurulanları yapıyor gözlerinin verilmesini diliyor ve “Ya Muhammed sana iltica ettim” diyor. Hakikâten gözleri açılmış olarak meclise gelip gidiyor. İşte hadise, istigase, iltica ve şefaat...