اعوذباالله من الشيطان الرجيم
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمدلله رب العالمين والصلاة والسلام على عبده ورسوله نبينا محمد صادق الأمين وعلى اله واصحابه والتابعين لهم باحسان الى يوم الدين. اما بعد
فان سنة رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: وحى اوحىالله الى نبيه محمد صلىالله تعالى عليه وسلم وهى مع كتاب الله العزيز اساس الدين الاسلامى ومصدره وهمامعا متلازمان تلازم شهادة ان لااله الاالله وشهادة ان محمدا رسول الله ومن لم يؤمن سنتى لم يؤمن باالقرأن
Aziz kardeşlerimiz bu hutbe Celaleddini Suyûtî Hazretlerinin olup Allahü Zülcelâle hamd-ü-senâ ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) selât-ü-selâm getirdikten sonra Kur’an-ı azimü’ş şan ile Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sünnetinin de vahyi olduğunu, kendisine vahiy yoluyla geldiğini ilan eder. İkisi de vahiy yoluyla ancak, vahyin gelişinde değişiklik var. Kur’an-ı azimü’ş şan vahy yoluyla gelmiştir, ancak mücmel olunca hadislere dayanarak açıklanması ve muamelâtta faydalanabilinmesi için sünnet-i seniyyeye mutlaka lazımdır. Kur’an ve sünnet beraber olmadıkça esâsen tekmil olmaz. Nasıl ki şehadette “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammede’r resulullah” denilmedikçe kâmil olmadığı gibi... Risaletine iman hususunda Rasulullah ilan etmiştir ki; teşrifinden sonra her kim risâletine, sünnetine ve hadislerine değer vermez, “Eşhedu enne Muhammade’r resulullah” demezse ashabü’n nardır. Yani cehennemliktir. “Biz Yahudi ya da Nasraniyiz bizim tezimiz başka vs.” demelerinin hepsi geçersizdir ve mensuhtur. Hal bu iken, hem ümmet-i Muhammed olmayı bulmuşken, inkâra kalkışanlara ne demeli. Allah akıl versin, şuûr versin bizlere. Teşrifinden sonra Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bağlanmayı Allahü Zülcelâl Kur’anın her yerinde ilân ediyor:
أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ
(Nisa / 59)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin.” İtaat Allaha ve resülüne olmakla beraber Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şuraya buraya tayinle gönderdiği kişilere dahi itaat mecbur görülmüştür.Görülüyor ki: Sünneti seniyyesine inanmıyorsa Kur’ana da inanmamış oluyor. Ancak, Kur’an ile sünnet arasındaki fark nedir? Kur’an Kelamullahdır. Kelam doğrudan doğruya Allahü Zülcelalindir. Sünneti seniyye ise Allahü Zülcelâlden direkt vahiy yoluyla veya Cibril (as) vasıtasıyla gelen hükümler talimâtlar olup uygulanmasıdır. Kur’an mücmel olup tafsilatlı gerektiriyor. İşte bu tafsilat ise sünneti seniyye ve hadislerdir. Bu tafsilat olmadan kamâlat olamaz noksanlık kalır ve tatbikat hükümleri bilinemez. Rafiziler sorarlar; “Neden Kur’andan söylemiyorsun biz Kur’andan gayrisini tanımıyoruz, Kur’anda var ise tamam vs.” derler. Gayrisini saf dışı ettiklerini sanırlar. Şimdi şöyle iyice bir düşünün bakalım, Kur’an-ı azimü’ş şan ile sünnetin âlâkası nedir? “Sen öğle namazının teferruatını Kur’anda okuyabiliyor musun? Namazın muhteviyât ve muamelâtı anlatılmış mıdır? Haccın, zekatın, orucun teferruatı var mıdır? Hayır, hayır. İşte mesele de budur. Onun için sünnet tafsilattır.
Her ikisi birbirini tamamlarlar. Bu ise mecburî olup sünnet olmadı mı teferruat kısımları hiçte bilinemez.
İmam-ı Şâfi Hazretleri devresinde olan vakı’ada bir vakitte hadis okuyan bir kimseye denk gelmiş ve hadisleri serdettikten sonra diyor ki; “Bu hadislerin hepsine değer vermemiz için ancak ve ancak Kur’anla karşı karşıya getirdiğimizde lafzı lafzına hükmü hükmüne uygun olursa kabul edin, değilse reddedin.” deyip bazı delillerde gösteriyor ki bu hadis; “Kur’ana arzediniz benziyor ise sağlıklıdır değil ise reddedin” olup. İmam-ı Şafi ve İmam-ı Ahmed böyle bir hadisin aslı yoktur diye bildirmişlerdir. Yâni, hadisi Kur’ana arzedeceksiniz de benzeri âyet var ise kabul yoksa red. Böyle bir hadis ise mevcûd olmayıp kendi uydurmalarıdır. Bunun karşısında İmam-ı Şafi Hazretleri şöyle buyuruyor:
فاردت ان اوضح للناس اصل ذالك وابين بطلانه وانه من اعظم المهالك
“İstedim ki bu söylenenleri ibtaline çalışayım. Çünkü, bunların hiçbir dayanakları yoktur. Zirâ, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sağlıklı bir hadisini reddeden; küfre eletir. Hadislerimi kur’ana arzedin bakınız, ölçünüz diye bir hadisin aslı yoktur. Esâsen bu gibi hadislerin butlanını (çürüklük, batıllık, beyhudelik) anlatıp ibtaline çalışdım ki ümmet-i Muhammed tehlikeye düşmesin. Zira bu en azim tehlikedir.” Buyuruyor. Birisi çıkıp Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) en sağlıklı hadisini uydurma bir hadisle durduracak ve aslı olmayan bir sözüde hadis diye ortaya getirecek.
İmam-ı Şafi devamla:
قال الشافعى رحمه الله تعالى:فاعلموا رحمكم الله ان من انكر كون الحديث النبى صلىالله تعالى عليه وسلم قولا كان اوفعلا بشرطه المعروف فى الاصول حجة كفر
Bir hadis ki, kavlen ve fiilen hadis şartlarına uygun mesnedler sağlam ve sağlıklı şartları tamamen tekmil bilinen muhaddislerin nezdinde hüccet olarak görülmüş iken reddedilmesi küfürdür kesinlikle. واخرج عن دائرة الاسلام O zaman reddeden İslam dairesinden çıkmış olur.
مع اليهود والنصارى Böylesine sağlıklı ve sıhhatli bir hadisin ibtaline çalışıp red kelamı konuşursa Yahudi ve Nasranilerle birlikte olur Mahşer gününde... اومع من شاءالله من فرق الكفرة Ve yahutta onlarla bulunmadı ise mutlaka diğer kefere fırkaları arasında olacaktır. Ravisi İmam-ı Şâfidir. Sufyan-i Sevrî ise: لااعلم شيئا من الاعمال افضل من طلب الحديث لمن حسنة فيه نيته “Tüm ibâdetler arasında hadislerle meşguliyetten daha üstün bir ibâdet görmedim. Halisâne bir niyet sahibi olmak şartiyle en azim ibadet olarak hadisle meşgul olmayı gördüm”
Abdullah İbn-i Mübârek ise:
عن عبدالله ابن مبارك قال: مااعلم شيئا افضل من طلب الحديث لمن اراد به الله عزوجل
“İbâdetler arasında hadis talebinde bulunan ve hadisle meşgul olan kimseden daha üstününü görmedim ancak ve ancak Rabbımızın seçmiş olduğu kullarından ola.
İmam-ı Zührî ise:
قال الزهرى قال كان من مضى من علمائنا يقولون الاعتصام بسنتى نجاة هذه الامة
Esâsen hadise dayanarak ve bu şekilde sünneti seniyyesine âmil olan kimseler için alimlerimiz devrelerinde şöyle derlerdi: Ümmet-i Muhammedin necatı (kurtuluşu) esâsen buna bağlıdır. Sünnet-i seniyyesine kavlen ve fiilen sahib oluşlarıdır.
İmam-ı Beyhakî ise şöyle buyuruyor:
من الاحاديث والاثار الدالة على وجوب الاعتصام بسنتى وفرض اتباعها
“Sünneti seniyye ve hadislerin eserlerinde tebaiyyet (bağlılık) göstermek suretiyle i’t isam (tutunma) mümkündür ve buna bağlıdır. Ayni zamanda hadislerin ve sünnetleri öğrendikten sonra bağlılık göstermek farzdır. Dışında kalınamaz.
Hadis-i Şerif:
اخرج الشيخان عن انس ابن مالك وعن ابن عمر رضىالله عنهما قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من رغب عن سنتى فليس منى
Hadis Meâli: Buhari ve Müslim'in Enes ibni Malik’ten (ra) ve Abdullah İbn-i Ömer (ra) dan rivâyet ettikleri hadisde Aleyhisselâtü ve’sselâm buyuruyor ki, kim ki, benim sünnetime ihtiyaç duymazda lakayd davranacak olursa benden değildir. Yani ümmetimden değildir. Sünnetime ilgi duymayıp kendini ona bağlı kabul etmeyen ümmetinden değildir. Allah muhafaza etsin. Âmin..
Hadis-i Şerif:
عن عبدالله ابن عباس رضىالله عنهما قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم اللهم ارحم خلفائى قلنا يارسول الله ومن خلفائك قال الذين يأتون من بعدى يرغبون احاديثى ويعلمونهاالناس
Hadis meâli: Abdullah İbn-i Abbas (ra) dan rivâyet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: “Allahım benden sonra gelecek olan hulefama (halifelerime) rahmet kıl” diye rahmet dilemiştir. Sormuşlar “Ya Rasulullah halifelerin kimlerdir acaba?” Şöyle buyuruyor: “Benden sonra gelirler benim hadislerime sahib olurlar, hem hadislerimi meydana çıkarırlar revaçta tutarlar, okuyup ilân ederler, hemde halkın ta’limine öğrenmesine çalışırlar. İşte halifelerim bunlardır.”
Hadis-i Şerif:
واخرج الطبرانى فى الاوسط بسند صحيح عن على رضىالله عنه قال قلت لرسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان نزل بنا امر ليس فيه بيان امر ولانهى فماتأمرنا فقال تشاوروا فقهائكم والعابدين ولاتجعلونه برأى خاصة
Hadis meâli: Tabaranî’nin Evsat’ında sened-i sahihle Ali (ra)den rivâyetle Aleyhisselâtü ve’s selâm’a buyuruyor ki: “Ya Rasulullah bir hadise ile başbaşa kaldığımızda, sizden duymadığımız bir emir veya nehiyle karşılaştığımızda ne yapmamız lazımdır?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Fakihlerinize, abid ve muttaki olan kimselere başvurunuz. O zaman halledebilirsiniz. Fakat, sakının ki rastgeleye bir kimsenin hükmüne hemen kapılmayın. Bir kişinin re’yine kapılmayın” buyuruyor. Hadis sağlıklıdır.
Abdullah İbn-i Abbas (ra) dan yine ayni sistem sormuş da Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Senden bir hüküm ve emir bulamadığımız bir durumla karşı karşıya kalırsak ne yapmamız lâzımdır?” Cevaben: “Şura (istişâre)” buyurmuştur. Abidin ve fukahayı bir araya getirin böylece kendi kendinize bir karar verebilirsiniz. Allahü Zülcelâl bir kolaylık verir. Halisâne olduktan sonra esâsen ahsenini (en güzelini) bulmuş olursunuz. Esâsen bir kişinin rey’ine asla kapılmayınız.” buyurmuştur.
Hadis-i Şerif:
عن عبد الله ابن عمر رضىالله عنهما قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: اكثرما اتخوف على امتى من بعدى رجل يتئول القرأن يضعه على غير موضع
Hadis meâli: Abdullah İbn-i Ömer (ra) dan rivâyet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm şöyle buyuruyor: Benden sonra ümmetimi en fazla dalalate sevkedecek olan ve en fazla korktuğum şudur ki; bir kişi çıkarda, Kur’an-ı azimü’ş şanı kendi rey’ine göre te’vile kalkışır, tefsir verir ve halka anlatır ancak, kendisi gerçekte ise muhaliftir. Zirâ, manasının ve hükümlerinin dışındadır. Te’vilide tefsiri de uygun değildir. Ümmetimi helâka sürükleyen ve ençok korktuğum budur. Çünkü Kur’an; kendi re’yine ve davasına ve çıkarlarına uygun olacak tarzda te’vile kalkışan bir kişinin elinde hâşâ oyuncak haline gelir. Allah muhafaza etsin. Zirâ, tefsir yönü, çok ağırdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), ashab-ı kirâm (ra) ve seçkin tefsir erbabının eserlerine baş vurmadan kafadan olacak iş değildir. Kur’an-ı azimü’ş şan tabiki Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve ashab devresinde gelmiştir. Onun için de ve elbette vakı’aların hepsini, âyetlerin sebeb-i nüzülünü, vürûdûnu, nasıl, neden kimin hakkında, leylî mi, neharî mi, Mekkî mi, Medenî mi, seferî mi, vs. gibi durumları kendi vakitlerinde geldiği için biliyorlardı. Kendi devrelerinde ve yaşamları içinde inmiştir. Ayni zamanda kendi lügatlarıyla gelmiştir. Sahabenin fesahat ve belagatta daha emsâlleri gelmiş de değildir. Onun için kelamullahı onların lügatına uygun olarak göndermişti ki okusunlar bilsinler diye. Başkalarına göre muğlaktır. Ama onlara göre gayet vecizdir. Zira fesahat belagat ve şiirde çok mahir durumları vardır. Her âyetin iniş sebebini biliyorlar çünkü kendi devrelerindedir.
Bazı sahabeler derler ki: “Ya Rasulullah Kur’anı biz okurken bir çeşit geliyor sen okurken bir çeşit haller oluyoruz” dediklerinde “Siz okurken Kur’anın zahirinden okursunuz ben ise batınından okurum, çünkü Kur’anın zahiri de vardır, batını da vardır. Tulûatı da vardır haddi ve matla’ı da vardır. Allahın harikâ bir kelâmıdır”. Kelam, Kelamullah. Mu’cize, esâsen Allahü Zülcelâlden Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem)... Başka bir beşere Kelamullah, doğrudan doğruya hiç gelmemiştir. Kelamullah ancak Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) lâyıktır. O’na nazil olduğu için muhteviyatını ve mâhiyetini ancak o bilir. Behamâhal Kur’anın tefsirini Rasulullahdan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ashab-ı kirâmına (ra), onlardan da tebaine ulaşmıştır. Bizde onlara dayanarak söyleyebiliriz. Yoksa 1400 sene önce gelmiş olan Kur’an-ı Kerim’i bu kadar müfessirler gelip geçmişken ashab devri, tabiinler devri, müctehidler devri vs. bu güne kadar meydana getirdikleri ulûmu’l Kur’an ortada iken birilerinin tek başına hangi davanın hizmetçisi olduğu meçhul aklıyla tefsir ve te’viline mi kaldık!.. İtkan ve benzerleri o kadar çok ki. Nâsuh, mensuh sebeb-i nüzûl, tecvid, İ’câz vs. ûlumü’l Kur’an bitmez tükenmez binlerce eser. Zahiri batını olan bir Kur’anı azimü’ş şanı basit bir kitabmış gibi aklına göre bir şeyler yapacakmış!.. Bir şeyler çıkaracakmış! Çıkaracakları nedir? İşte, Fatihayı bestelemişler âlet edâvat edip çalıp söylüyorlar!. Hz. Âdemin (as) halifeliğine yanlış tefsirdir derler vs. işte yaptıkları. Allah böylelerinin şerlerinden ümmet-i Muhammedi korusun. Âmin. Bu feci’ bir durum esâsen. Kur’anı oyunbazlık âleti yapmışlar hâşâ. Hadisi hiç kabul etmezken Kur’anı da keyfince te’vile kalkışıyor. Halbuki;
من فسر القرأن برأيه فليتبوأ مقعده من نار
Kur’anı kendi re’yine göre tefsire kalkışınca cehennemde yerini hazır etmiştir.
Kardeşlerimiz; Kur’anı azimü’ş şanın ilmi sonsuzdur. Allahü Zülcelâlin bir sıfatıdır. Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) göndermiştir. Künhünü ancak ve ancak O bilebilir. Sahabeler O’ndan, Tabiinler sahabelerden duyarak öncekilerden sonrakilere aktarma olmuştur. Böylece birbirine dayanarak olur, yoksa kendi başına kendi aklıyla rastgele bir kitab gibi te’vile kalkışırsa bu kişinin küfrüne fetvâ verilir bir kerre... Allahü Zülcelâl bunlara izân versin cümlemizi ale’l hakka muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin.
Hadis-i Şerif:
عن معاذ ابن جبل قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: اذظهرة البدع فى امتى وشتم اصحابى فليظهر العالم علمه فان لم يفعل فعليه لعنةالله والملئكة والناس اجمعين قال اظهار السنة-
Hadis meâli: Mu’az ibn-i Cebel (ra) den rivayet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: “Benim ümmetim içinde bi’datlar çıkacak ve fazlalaşacak. Hattaki, ashabıma da sebbedecekler (sövecekler). O zaman ilmi olan bir kimse mutlaka ilmini izhar etsin açıklasın ortaya koysun behamâhal ketmetmesin gizlemesin. Eğer ilmini izhar edib onlara karşılık vermezse, Allahın meleklerinin ve insanlarının tamamının lânetleri üzerine olsun.” Mübârek üzüntüsünden lânet kullanmıştır. Bundan dolayı bugün için ilmin ketmine kesinlikle cevâz yoktur. Hatta sormuşlar ki: “Ya Rasulullah ilmin izharı nasıl olacak, hangi ilimle neyesine karşılık verecek veya mücadele edecek?” Aleyhisselâtü ve’s selâm: “Sünnetimi izhâr etmek” Hadislerini, sünnet-i seniyyesini ortaya getirmek bir kerre. Demekki apaçık bir şekilde bu günümüzü ve bu halimizi bildiriyor. Bu günleri görerek bu şekilde uyarmıştır.
Hadis-i Şerif:
عن ابى هريرة رصىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من حفظ على امتى اربعين حديثا فيما ينفعهم فى امردينهم بعث يوم القيامة من العلماء
Hadis meâli: Eba Hureyreden (ra) mervi’ hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: Kim ki; ümmetimin yararı ve faydalanması için ve muhafazası için 40 hadisi ezberlerse bilsin ki yarın mahşerde ülemâ zümresinden olacaktır. Sanki bu günkü i’tikad bozukluğunu görürcesine anlatmıştır. Onun için ümmet-i Muhammed’in dinini sağlayacak, koruyacak, münazara yapabilecek şekilde 40 hadis ezberleyene bu müjdeyi vermiştir Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem).
Aziz Kardeşlerimiz;
Hepinizde biliyorsunuz ki bazı kimselerin hadislere karşı allerjileri vardır pek kabul etmiyorlar. Bu şekilde hadislere zıd oluşları benim çok acayibime giderdi ve sebebini bilmezdim. Allahü Zülcelâl denkleştirince Allaha şükürler olsun Celaleddini Suyutî’nin hadis bakımından 700 eseri vardır. Bahusus nakletmiş olduğu da İmam-ı Beyhakî’dendir. Delail-i Nübüvvenin ve Sünen-i Kübra nın birer medhali vardır. Medhal dediğimiz İmam-ı Beyhakî seçmeleridir bunlar. Bu eserlerde bu gibi zındıka ve Rafiziler hakkında hadisleri peşinen buyurmuş Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)...
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu dünyayı terk edib gittikten sonra İmam-ı Ali (kv) devresinde Hz. Muaviye ile aralarında bir mesele çıktı. Sonra İmam-ı Ali (kv) nin karşısında Hariciler ve benzerleri vakı’alar. Artık herc-ü-merc başlamıştır. Zirâ Abdullah İbn-i Mesud öyle buyuruyor: Vallahi Nuh (as) dan bu yana mütemadiyen ordu bozanlık yapan zındıkadır. Bu öteden beri mevcûddur. Her nebide de olmuştur. Celâleddini Suyutî; Zındıka ve Rafizileri 12 fırkaya kadar çıkarmış ki gaye, niyet, akide ve fikirleri değişik değişiktir.
Bir fırkası nübüvvet Alinin (ra) davasında olup Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’ın nübüvveti gasbettiğini savunurlar. Hatta ezanlarında dahi;
“Eşhedü enne Aliyyün resûlüllah yada Aliyyun veliyullah” derler. Gerçi bazı beldelerde Aliyyun veliyullah’ı normal ezana ekliyorlar. Çünkü Rasullullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yerine koysalar ümmet-i Muhammed karşısında güçleri yoktur. Bunu bildiklerinden dolayı doğrudan “Aliyyun Resülullah” demezlerde “Muhammeder-Resullullah” deyip hemen arkasından “Aliyyun Nebiyullah”ı eklerler. Normal bir müslüman şehadeti bilir ve bunların söylediklerini asla kabul etmez.
Diğer inançları ise: Madem ki Ali (kv) nübüvveti alıp kendisine mâl etmediğine göre şu halde vasisidir. Ve hilafet kendisinden sonra Ali’nin (ra) olması lazımdır. Cibrile (as) de hain diyebiliyorlar. İşte bu ve benzeri fikirler zındıka fikirleridir.
Başkacada, Rasülullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dünyadan intikal edip Ebu Bekir Sıddık (ra)’a mübaya’ edilince Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vâsisi olan İmam-ı Ali (ra) hakkını aramadı diye ona kahredip ondan tiksindiler, hakkına sahib çıkmadı diye zıddiyet ortaya koydular.
Hz. Ali’ye (ra) oğlu Hasan (ra) soruyor: “Baba, dedemden sonra vazife kime geçer onun yerine kim olacaktır.”, deyince; “Oğlum, Ebu Bekir Sıddık (ra)” “Baba, Ebu Bekir-i Sıddık’tan sonra kim olur?” “Ömer bin Hattab” diye buyurunca Hz. Hasan (ra) bizatihi itiraf ediyor ki: “Baktım ki, babam kendisine mâl etmiyor o zaman ben kendisine doğrudan doğruya Ömer’den (ra) sonra sana mı geçer, sen misin?” dedim. Mübarek İmam cevaben: “Oğlum, ben mü’min kardeşlerimin aralarında mü’min bir kişiyim bunlardan bir farkım yoktur.” Buyuruyor. Hatta bazı rivayetlerde Hz. Osman’ı (ra) da ilân etmiştir.
Hülasa kardeşlerimiz; Hâşâ İmam-ı Ali’nin (k.v) nübüvvete asla bir dahli yoktur. Nübüvvet doğrudan doğruya Rasülullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aittir. Çünkü O’nun ayarında hiçbir kimse yoktur. Gelelim kademe yönünden Ebu Bekiri Sıddık (ra) ilk olarak iman eden bir kişidir. İlk oluşundan dolayı İmam-ı Ali (ra) de diğer ümmet-i Muhammed’de kim iman etti ise Hz. Sıddık’ın (ra) bir hasenesidir. Çünkü Rasülullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Ebu Bekir-i Sıddık’ın imanı terazinin bir kefesine konulsa ondan sonraki kıyamete kadar gelecek ve iman edecek olan ümmet-i Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) imanları da diğer kefeye konulsa “Ebu Bekir’in (ra) imanı racih gelir .” Hz. Ali (k.v) dahi Ebu Bekir’in (ra) bir hasenesi sayılıyor. Hatta “Hz. Ömer (ra) nasıldır?” diye sormuşlar da “Ömer, Ebu Bekir’in bir hasenesidir” buyuruyor. Çünkü, Cenab-ı Rasülullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki:
من سن سنة حسنة فله اجرها واجر من عمل بها الى يوم القيامة
“Sünnet-i hasene işleyen bir kimse kendisinden kıyamete kadar kimlerki kendisini taklid ederde ayni şeyi yapacak olurlarsa kendisine de aynı şeyi yazar.” Onun için Sıddık (ra) ilk olarak iman eden bir kimse olduğundan dolayı kim ki iman ederse aynı Ebur Bekir’in (ra) terazisine ve sahifesine konur. Aynı tartış ve ağırlığı verir. Tüm iman edenler bir kefede, öbür kefede de bunlar olmakla beraber bir de Ebu Bekir Sıddık’ın (ra) imanı olunca ağır gelir ve racihtir. Hz. Ebu Bekir (ra) ile iman yönünden ölçüşecek birisi olamaz.
Hz. Ömer (ra) da adalet yönünden faziletlidir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): Benim yeryüzünde iki vezirim vardır ki, Ebu Bekir ve Ömer’dir.” buyurmuştur.
Birisi sağında birisi solundadırlar. Gerçi Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sağı solu yoktur. Zira, “Namazda ben görüyorumki saflarınızın arasına şeytanlar kara oğlaklar gibi girmekteler. Onun için saflarınızı bir kitle haline getirin.” Buyuruyor. Hülasa Hz. Sıddık (ra) kulak, Hz. Ömer (ra) ise göz mesabesindedir. Hz. Sıddık (ra) iman mesabesindedir. Çünkü görmeye değilde duymaya bağlıdır. İman görmediğimiz bir şeye inanmaktır. Gördükten sonra zaten iman eder. Hz. Ömer ise göz mesabesinde olup İslam meselesidir. Hz. Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra) gelip gittiler. Hz. Ali (ra) gelince ve hadiselerden sonra O’na kahrettiler. Kendi hakkına sahib çıkmadı ve herhangi bir şeye başvurmadı dediler. Sahabenin düzgünce yürümelerine bakıp safraları kabardı. Bir türlü hazmedemeyip Sahabe-yi Kirâm’ı tekfire, sebbetmeye v.s başladılar. Hâşâ...
Tabiki o devirlerde doğrudan yapamadıklarını yavaş yavaş yapmaya ve Sahabe yoluyla intikal eden hadislere şu yanlıştır bu yanlıştır demeye başladılar. Sahabeyi güya düşmanları bilip hadisleri hafife almaya başladılar. Halbuki Aleyhissalatü Vesselam: “yer yüzündeki iki vezirim Hz. Sıddık ve Hz. Ömer olmakla beraber gök âleminde de iki vezirim Cebrail ve Mikâil olup hizmetlerime koşarlar” buyurmuştur. Hal böyle iken gide gide sahabeye sebbetmeye başladılar ve İmam-ı Ali’ye (k.v) ayrıcalık çıkardılar.
Kardeşlerimiz, İmam-ı Ali (ra), Hz. Fatıma’dan (ra) dolayı damadıdır. Çok kıymetlidir denilecek olursa evet, gerçekten de çok kıymetlidir. Fakat, Hz. Osman (ra) da Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) iki kızı vardır. Eğer bu ölçü dersek... Evet İmam-ı Ali (kv) Fatımaya (ra) sahib olmuştur. Hz. Osman (ra) ise Rukiye (ra) ve Ümmü Gülsüme (ra) sahib olmuştur. Hz. Ali (kv) damadıdır ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) babası durumunda denilirse Hz. Sıddıkın (ra) ve Hz. Ömerin (ra) değeri daha fazla olabilir. Gelelim Hz. Fatımaya (ra). Esâsen Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) evladları kalmayışı, arkasından nebi gelmeyeceği için Kasım (ra) olsun, İbrahim (ra) olsun vefât ettiler. Hatta buyuruyor ki: “Eğer İbrahim sağ kalsa idi nebi olması lazımdı ama arkamdan gelecek nebi yoktur” diye kesin hüküm verilmiştir. Kalsaydı zaten kendi evladları kalırdı. Zaten müşrikler ve münafıklar diyorlardıki, “Kendisinin arkasında kimsesi yoktur. Nasıl olsa kendisi de gelir geçer, öldükten sonra ise arkasından gelecek kimsesi kalmaz ve sonu kesintiye inkitaya uğrar” diyorlardı.
Onun için oğlan evladı kalınca nebi olması lâzımdı. Oğlan evladı olmayınca da zürriyeti kesilecekti. Rukiye (ra), Ümmü Gülsüm (ra) ve Zeynebin (ra) hiç evladları da olmadı. Burada Allahü Zülcelâl kimseye yapılmayan bir sistemi işleterek Hz. Fatımayı (ra) seçti ve zürriyeti O’ndan gelmektedir. Nasıl ki bir kişinin kendi erkek evladından nesebi hasebi devam ediyorsa burada da sadece Hz. Fatımaya (ra) has olarak O’nun yoluyla Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zürriyeti nesebi devam ede gelmektedir. Burada hüner Hz. Fatımadadır (ra). Hz. Ali (ra) nin değildir. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kızı olduğundan dolayı kendilerine seyyidlik, şeriflik verilmekte ve Hz. Fatıma (ra) yoluyladır. Yoksa İmam-ı Ali (kv) Fatıma (ra) nın vefâtından sonra da başka hanımlarla evlenmiş evladları olmuştur. Ne var ki Muhammed İbn-i Hanefi Seyyid değildir ve çokda evladları vardır. Hz. Fatıma (ra) Rasulullahdan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) 6 ay sonra vefât etti. Hz. Ali (ra) nin sonradan aldığı hanımlardan nice evladları vardır fakat hiçbirisi yoluyla seyyidlik devam etmiyor. Burada hüner Hz. Ali (kv) dolayı değildir. Esâsen bu hüner Fatıma (ra) dandır.
Kardeşlerim, bugün hemence Ali (kv) diyen herkes Seyyid değildir haşa. Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sülbünden olan kimse bu nesebini inkâr ederse kendisi için felâkettir. Fakat nesebi böyle değil iken kendisinden Seyyid diye bahsederse bu halde de Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zürriyetine yanlışlık yapılmıştır. İftirâdır. Dünya ve ahirette asla hayır görmez. Dünyada birşeyler bulursa olabilir. Zirâ Firavunda yaşamıştır ama ahirette asla... Rasullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hasebi nesebi gayet pak ve temizdir. Başkaca karma şeylerin girmesini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) asla hoş görmez. Çok iyice tahakkuk etmek lazımdır. Bugün Seyyidlik Hz. Hüseyinden (ra) Şeriflik ise Hz. Hasandan (ra) gelmektedir. Kime bağlı ise onun namıyla anılırlar. Her ikisi de güzeldir. Ancak, şunu iyice bilmek lazımdır ki, ana seyyid de, baba seyyid değilse bunlardan gelecek evladların seyyidlikle alakaları yoktur. Kesinlikle kesiktir. Çünkü bu özellik sadece ve sadece Hz. Fatımaya (ra) verilmiştir. Şahsına mühnasırdır. Ana yoluyla dededen seyyidlik alabilecek sadece Hz. Fatıma’dan gelen iki evladıdır. Başka hiç bir kimseye verilmemiştir. Mutlaka babanın seyyid olması lazımdır. Eğer baba seyyid ise ondan gelen tüm evladlarıda seyyiddir. Baba seyyid değilde ana seyyidse inkitaya uğrayıp seyyidlik kesilir. Seyyid olamazlar. Karışıklık olmadan sülbünü düzgünce Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) iletebilmek ve onun şerefini devam ettirebilmek bir meseledir. Çünkü çok karmalar vardır. Kimisi hemence Hz. Alinin (kv) evladı gibi. Ali (kv) nin evladı değilde, Hz. Fatımatü’z zehra (ra) nın evladı... Fatıma (ra) bu dünyada Huri mesabesinde idi. Hurinin sistemi ne ise onda mevcuddu. Doğum yapıp evlad meydana getirdiğinde hemen hiç vaktini geçirmeden gusl edip abdest alıp namazını kılabiliyordu. Başkaları gibi şu kadar gün beklemiyordu. Zirâ, gerekmiyordu. Hiç ana hali (hayz) görmemiştir. Zehrâ dediğimiz bu esâsen. Çok harikadır. Allahü Zülcelâlin bir lütfûdur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sekarat haline gelince çok ağladı da Rasulullah (ra) “Kızım ağlama, esâsen 6 ay sonra yanıma geleceksin benimle olacakın” buyurdu da beşaşet gösterdi.
Kardeşlerimiz bu hususda anlatılacak çok. Bereket versin İmam-ı Alinin (kv) yeryüzünde bir kabri şerifini bulamıyorlar. Gerçi Necef-i Eşref’de olduğunu söylerler ama değildir. İmam-ı Ali’nin (ra) kendisi vasiyet etmiştir ki, “Beni imkan varsa Medine’ye gönderin” diye. Onun için Medine’ye yollamak üzere bir deve üzerinde bir heyetle yola çıkmışlar, haliyle yolda yorgunluk olup konaklayıp uyumuşlar. Kalktıklarında ne deve ne de cenaze var. Onun için “bazıları Ali (kv) sehabde (bulutta) dir. Veya gök gürlerse O’nun na’rasıdır” vs. derler. Derler, derler... Kayboluşu sebebiyle çeşitli uydurmasyonlar ortaya çıkarmışlardır. Fakat fi’l hakika esâsen Tayy kabilesinde böyle üzerinde cenâze olan bir deve bulunmuş da tek çâresi defnetmişler. Nerden geldiğini bilmiyorlar. Eğer hayatta bilinen bir kabri olmuş olsa idi belki de tapmaya başlarlardı. Ve de “nübüvvet buradadır”da diyebilirlerdi. Esâsen kendisi de onların şerlerinden kurtuldu, arasalarda bulamıyorlar...
Kardeşlerimiz, bizim aradığımız husus şu ki, Hz. Hasanın (ra) oğlu Zeyd; etrafında çokça olan kimseleri sapık i’tikadlarından dolayı onları Rafd (رف ض) (rafz: kovmak) etti. Rafiziler denildi. Onların yanlış tasavvur ve i’tikad sapıklıklarını kabul etmedi. Onları reddetti ve rafzetti. Onlarda artık, Rasulullahdan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelen hadis, sünnet ve benzerlerinin tamamen karşısında oldular. Hadis, sünnet ve ashaba karşı zıddıyet içinde davalarını devam ettirdiler.
Hatta Aleyhisselâtü ve’s selâm bir gün: “Ya Ali sende bir İsa (as) misâli vardır ki, aynen senin başında da cereyan edecektir” “Ya Rasulullah nedir bu İsa misâli? İsa geldiğinde Yahudiler çekemediler ve bundan dolayıda etrafta yaymaya başladılar ki “Babasız olan bir kimsenin arkasına düşülür mü?” Çok kimselerde bu yüzden İsa’ya etraf olmadılar. Birisi budur. Diğeri ise; İsa göğe kaldırılıp gaib olduktan sonra “Eh demek ki Allahın oğludur ki yanına almıştır” dediler. Bu iki fırkanın her iki de cehennemliktir. Sana da ayni iki fırka benzer şekilde deyip dalalete gireceklerdir. Bir tanesi, basit bir hükümden dolayı küfrüne hüküm verirler, Nitekim Hariciler Hakameyn meselesinde ortaya çıkardığından dolayı
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
(Maide/44)
“Allahın hükmü ile hükmetmeyen kafirdir” diyerekten Alinin (ra) küfrüne hüküm verdiler ve karşısında oldular. Çok da telefiyât oldu biliyorsunuz.
İkincisi ise; güya İmam-ı Aliyi (ra) çok sevdiklerinden dolayı sebeiyye fırkası “Ali yer tanrısıdır” dediler. Hatta bir kısmı da çıkıp “Cebrail haindir, nübüvveti Aliye getirmedi” dediler.
Yani “Rasulullahdan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sonra hilâfet ancak ve ancak Aliye (ra) layıktır” dediler sevdiklerinden dolayı. Hz. Aliyi (ra) öne sürüp halkı çeşitli yönlerden küfre eletiyor ve çok zararlar veriyorlar. Bundan dolayı da her iki fırkada cehennemdedir. İmam-ı Aliyi (ra) sevdik diyenler O’nun bizâtihi işlediği inancını ve muamelatını da aynı şekilde seviyorlar mı?
Hayır, tam tersinedir. Hz. Ali (ra) haşa Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevmiyormuydu? Hadislerine karşı mı oldu? Sünnetlerini işlemedi mi? Haşa ve kellâ. İnsan sevdiği kimsenin tersine gider mi? Muhabbeti bozulmasın diye harfiyyen tatbikine çalışır. Rabia’nın söylediği gibi: “Allahü teâlâ’ya bir taraftan isyan edersiniz, diğer taraftan da sevdiğinizi iddia edersiniz. İnsan sevdiğine mutlaka muti’dir. İtaat eder. İsyankâr olamaz. Esâsen muhabbetin terazisi budur” Onun için de لأن الحبيب لمـحبه مطيع zirâ, sevdikten sonra kendisine itaatkâr olur, isyankâr olamaz. İşte şartlar budur. Gerçekten Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevenlerin sünnetini, hadislerini ve benzeri hususları da sevmeleri sevgi davalarının gereğidir. Bunları candan kabullenip sevmektir bunun ölçüsü. Tersi ise, sapıklık ve zındıklıktır vesselâm...