بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين

الحمدلله الذى هدانا لهذا وماكنا لنهتدىلولا ان هداناالله وماتوفيق ولاتصان الاباالله عليه توكلت واليه انيب

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Bugün en muhim olan ve hakkında malûmat verilmesi gereken esas mesele i’tikada taalluk eden meseledir. Bugün için imanın esaslarını, muhteviyatını hatırlatmak ve anlatmanın çok zaruri olduğu hepimizce ma’lumdur. Zirâ, pek çok muhtelif i’tikadlar muhtelif dalaletler, küfre dâvetler ve benzeri haller âleni olarak ortalıkta dolaşmaktadır. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi imana i’tikada ve inanca zarar verecek şerlerden korusun… Âmin…

Fitneler ma’lum ve hepimiz biliyoruz artık. Fitne devri bir acayibliktir. Aleyhisselâtü vesselâm fitneler hakkında ma’lümat vermiştir. “Yahudiler 71 fırkaya, Hristiyanlar 72 fırkaya ayrılmışlardır. Benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir tanesi FIRKA-İ NÂCİYE olup kurtuluş bulanlar bunlardır.” Geri kalan 72 fırkanın ise mutlaka bir kaymaları vardır. Tabi ki hepsi de aynı seviyede olmayıp dalalete (sapıklığa) eletenleri olduğu gibi drekt olarak küfre eletenleri de olur. Bazıları âdeta Deccal durumundadırlar. Çünkü başlangıcında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’ın buyurduğu: Kıyametin yaklaştığı, âlâmetlerin ortaya çıktığı devrede bahusus Muhammedü’l Mehdi’nin (as) geleceği devrede 30-40 öncül Deccacilenin geleceğini bildirmiştir. “Daccalün” diye tâbir etmiştir ki, Deccaller demektir. Deccalin gayesi odur ki; halkı küfre dâvet eder. En azından dalalete sapıklığa… Dalalet dediğimiz  yoldan çıkan ve yerini yitiren kimse dalalete düşmüştür. Gaye yoldan çıkarıp Hakkın zıddı olan batıla ve dalalete sokmak… Ya Hakk ya da dalalet. Onun için bu günümüzde i’tikad ve imanı bir daha tazelemek ve bu hususda biraz daha ma’lûmat vermek Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle faydadan hali değildir…

Alaaddin İbn-i Husameddine’t Takiyyü’l Hindî ki; bu zât Kenzü’l ûmmal Celâleddin Süyûtî’nin muhteviyatı olan Camiû’l Kebir ve Camiû’s Sâğir ve zevatları tamamen toplayıp bir araya getiren bir şahsiyettir. Hadisleri âdet itibariyle 46000 küsûrdur. Tekrarlanan hadisleri de almamıştır. Yani bir hadis her yönden yeterli bir şekilde güzelce geldiyse lafız noksanlığı veya fazlalığı yoksa ve aynı hadisi başkaları da rivâyet ettiyse mükerrer olur diye eserine tekrar almamıştır. Buna rağmen mükerrer olmaksızın hadis sayısı 46 622 dir. Allah rahmet eylesin biz bu kardeşimizi çok sevdik ve seviyoruz. Zirâ, ismi de Aladdin, baba ismi de Hüsameddin’dir. Bize çok çok tesirat bırakmıştır. Allahü Zülcelâl mertebesini artırsın. Yine Şeyh Abdulvahhabi Şaranî Hazretleri bu zatın devresinde bulunmuş ve Hicaza gittiğinde bu şahsı görmüştür Mekke’de. Bu zat Mekke’de vaktini bitirmiş sadece Cuma günü evinden Cuma namazına çıkar ve bunun dışında da hiç dışarıya çıkmazdı. Ondan faydalanmak isteyen etrafındakiler ancak evine gelirler de faydalanabilirlerdi. İşte böyle bir şahsiyetti. Esâsen kendisi Hindlidir. Vaktiyle Hindistan’da iken ve oradaki nahoş haller karşısında hicret etmiş başka  bir yere gitmiş. Sonradan Hindistan’a mu’tedil ve adil bir padişah gelmiş bu zatı tekrar Hindistan’a memleketine dâvet etmiştir. O ise “Tekrar dönerim ancak şeriat-ı icrâ ederseniz bu şartla gelirim” diyor. Gâyesi Şeriat-ı Ğarrayı işletmek içindir. Padişah kendisine söz verince gelmiş ve geldikten sonra şeriat sisteminin ahkamlarını tatbikatını ve muamelatını hazırlayıp vermiş: “İşte Şeriat-ı Ğarra budur alın uygulayın” demiştir. Fakat ne çâre ki o zamanlarda bile yani Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’den 1000 sene sonra, H. 10’uncu asırda bile, bizden 500 sene evvel… Çok uğraşmışlar ama Şeriat-ı Ğarrayı bir türlü yürütememişler. O zaman devlet ricâli padişaha baş vurarak diyorlar ki; “Efendim, evet Şeriat-ı Ğarra çok güzeldir, harikadır ve Allahü Zülcelâlden gelen emirleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) işletmiştir. Ve o zamanın halkı sahabeyi kiramdır. Onların hepside çok düzgün şahsiyetlerdir. Ki; Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’nin yüzü suyu hürmetiyle ve etkisiyle gayet düzgün, muttaki ve adaletten ayrılmayan adil şahsiyetler idiler. Evet o zaman şeriat işlenmiştir. Şimdi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da yok o sahabeyi kiramda yok… Onun için de biz bu işi haklayamıyoruz ve mümkün  değil” diye itiraf etmişler. Acziyetlerini ortaya koymuşlar. “İstenilen şekilde işleyip te haklayamıyoruz, hakkından gelemiyoruz” diye i’tiraf edip bildiriyorlar. Tabii öyle olunca padişah tek başına bir işte yapamıyor. Mecburen eski hale dönünce de bahsettiğimiz mübarek Aladdin İbn-i Husameddin Takiyuddin el Hindî oradan kalktığı gibi doğru Mekke’ye gelmiş ve hiç dışarıya çıkmadan ve dünyadan bezmiş bir halde sadece Cuma namazına giderdi ki oda hiç kimselere görünmeden bir safın ucuna oturur Cumasını kılar ve hemen yine evine dönerdi… Şeyh Abdulvahhabî Şaranî Hazretleri “hayatımda onun gibi bir şahsiyet görmedim o kadar müttaki ve gerçekten harika idi” diyor.

Bu zat eserinin başlangıcında Akidetü’l İman diye tâbir eder. İmanın akideleri diye başlar. Ne buyurmuş:

Hadis-i Şerif:

الايمان ان تؤمن باالله وملئكته وكتبه ورسله وتؤمن باالجنة والنار والميزان وتؤمن باالبعث بعدالموت وتؤمن باالقدر خيره وشره من الله تعالى

(رواه البيهقى عن عمر ابن الخطاب (ر.ع))

Hadis Meâli: Hadisi Beyhaki Ömer İbn-i Hattab (ra) dan rivâyet etmiştir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ın bildirdiğine göre iman yönünden i’tikad edeceğimiz nelerdir? Evvelâ Allah’a, meleklerine, kitablarına ve resullerine inanmak ki hepimizde biliyoruz. Ve cennete, cehenneme de iman ederiz. Mizanada iman ederiz ki; yarın mahşerde terazi vardır, hayrat ve şerlerimizi ortaya çıkaracaktır. Öldükten sonra tekrar dirileceğimize hakken inanıyoruz. Kaderin hayrın ve şerrin Allah’dan olduğuna şeksiz şüphesiz inanırız. Bu iman akidesinin başlangıcıdır. Hadis sağlıklı sıhhatlidir.

Hadis-i Şerif:

الايمان معرفة  باالقلب وقول بااللسان وعمل باالاركان

Hadis meâli: Aleyhisselatü vesselamın buyurduğuna göre; iman dediğimiz zaman kalbimizdeki biliştir, mârifettir. Mârifet kalbdedir. Cevarihlerin, diğer  azaların ise imanın emretmiş olduğu hususlarla âmil olması gerekir. İmanın emretmiş olduğu hususuları işleme sokar ve âmel olarak işler. Yâni Allahü Zülcelâlin İslam erkanlarına kalben imanın mârifeti, lisânen ikrarı ve diğer cevarihler ise âmelleri işlemekten sorumludurlar. Kalben  tasdik lisânen ikrar ve diğer cevârihler ise âmelen o işi yaparak isbat etmeleri esastır. O zaman iman âmeli kalben, lisanen ve cevarihen tasdik edilmiş olur. İmana taalluk eden; kalb, lisân ve diğer azalarımız yâni; cevârihlerimiz organlarımızdır. İşte  İman-ı Kâmil diye buna denir. Eğer cevârihlerde noksanlık varsa o imân kemâl yönünden noksandır. Allah korusun dilde ikrâr edemez ise o kimse imanı tamamen  kaybeder. Çünkü kalbinin söylediğini dilinin söylemesi de şarttır. Kalbinin tasdikini dili de ikrâr ediyor amma cevârih işlemlerinde noksanlık olabiliyorsa iman-ı kâmil değilde noksan imandır. Kemâliyeti noksan demektir.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله عليه وسلم:

ذاق طعم الايمان من رضىباالله رباوباالاسلام دينا وبمحمد رسولا

(رواه امام احمد ومسلم والترمذى عن العباس (ر.ع))

Hadis meâli: İmam-ı Ahmed, Müslim ve Tirmizi’nin Abbas (ra) dan rivayet ettiği bu hadisde Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; evvela imanın tadını alabilmek için imanın başlangıcında Rab olarak Allahü Zülcelâli bilmeli ve inanmalı, ikinci olarak din olarak İslamı kabul etmeli, üçüncü olarak da Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmı Rasulullah olarak kabul edip tanıyıb inanmalıdır. Bu üç husus imanın öncül olan akideleridir. Allahü Zülcelâlin vahdâniyyeti, İslam dini ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ın risâletine inanıp kabul etmesi ki, imanın tadı ve halveti bunlarla olur. Başka şekilde değildir. Hadis çok sıhhatli ve sağlıklıdır.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم : ليس الايمان باالتمنى والتحلى ولكن هوماوقرفىالقلب وصدقه العمل

(رواه ابن نجار وابويعلى عن انس ابن مالك (ر.ع))

Hadis meâli: İbn-i Neccar’ın; Firdevs ve Evsatta, Ebu Yala’nın ise Enes (ra)  dan rivayet ettiği hadisde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: İman odur ki; tamamen ciddi olması lazımdır. Yalamalık yapıp iyidir hoştur demek de geçersizdir. Esâsen kalbde olan imanın marifetinin isbatı da gerekir. Bu olmadıkça iman kâmil olamaz. İman; kalbdeki tasdikin lisanla ikrarı ve cevârihle isbatını ve tesbitini gösterip amellerini de işletmek gerekir. Bazıları “kalbim şöyle iyidir, böyle iyidir sen kalbime bak filan falan” derler… Halbuki kalbin tasdikini ve inançlarını fiiliyat olarak ortaya koymak da lazımdır ve şarttır.

Hepimiz duyuyoruz, bazıları;  “Kalbe bak sen, benim kalbim temizdir,” diyorlar. Ben artık bilemiyorum kalblerinin temizliğini… Yoktan var eden Allahü Zülcelâle kuluk yapamıyorsa, kâinatın en eşrefi olan bir şahsiyete Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem), bu ni’met-i azimeye sevgi bağlılığı olmazsa ve en muazzam din olan İslâma da sahib çıkmıyorsa kalbi nasıl temiz oluyormuş deterjanla mı yıkamıştır ben bilemiyorum. Bu hususta hepside bir gaflet içindedirler. Sözleri ise gafletten ibârettir. Bunlar her an, her yer ve her halde Allahü Zülcelâlin murâkebesi, gözetimi altında olduklarını bilmiyorlar ve düşünemiyorlar.

Bir misâl olarak anlatayım: Padişahlık devresinde sanıyorum Zenbilli Ali Efendi’yi Bağdad’a kadı olarak göndermişler. Bağdad’da iki kişinin muhakemesi yapılıyor. Her iki kişi de yemin ediyorlar. Birisi ben buna şu kadar para verdim, iâde etmedi diyor. Öbürü de iâde ettim, ödedim diyor. Kadı yemin veriyor her ikisi de yemin ediyorlar. O zaman mübârek şu ferâseti kullanmış Allah rahmet eylesin: Her ikisinide ayrı ayrı çağırmış ve kendilerine gizlice, “seni haklı çıkarabilmem için hiç olmazsa bana bir tavuk veya horoz kesersinde hiç olmazsa o kadarlık bir faydan olsun. Fakat tenbihim şu ki kesdiğin yerde hiç kimse olmayacak ve görmeyecek. Hatta Allah’ın dahi görmeyeceği bir yer olması lâzım ki, Allah da bunu bana sormasın. İşte bu şekilde yapabilirsen o zaman bende senin lehine karar veririm” der. Ötekisine de yine gizlice ayni sistemi kullanır ve söyler. Neticesi; “istenilen günde yani filan vakitte mahkemeniz olacak o zaman getirirsin” diyor. Adam horozu kesmiş alır eve getirir. Zenbilli: “Nasıl kestin horozu” deyince “Ah, Kadı efendi öyle karanlık bir yerde kestim ki bir görseydiniz kendim bile göremedim” der. Öteki de gelmiş eve gizlice ama getirdiği horozu canlı, kesilmemiş. Sorar, “Oğlum sen ne yaptın” diye. O kimse de “Aman efendim, Kadı efendi ben Allahü Zülcelâlin olmadığı ve görmediği bir yer bulamadım. O kadar da araştırıp karanlıklara girdim. Allah Celle Celâlihu’yu üzerime rakib gördüm, gözetir buldum. Kesecek bir yer bulamadım, ister lehimde ister aleyhimde karar ver ben bu işi yapamadım” der.

İşte böylesine düşünce ve inancımız olsa her an muhtaç olduğumuz iman akidesi bozulmaz. Dinimizde dünyamızda ve ahiretimizde daima onun sultası altında Allahü Zülcelâlin uluhiyyet ve rububiyyeti hükmü altında olduğumuza mutlaka ve mutlaka inanarak yaşarsak nasıl olurda lakaydlık yapıp hukuklara riâyet etmeyiz? Bu hiç mümkün mü? Bir me’mur bir âmirine bile bu kadar lakayd davranamaz. Çünkü ya azl eder yada sicilini bozar. Onun için Allahü Zülcelâl bizleri affetsin. Rabbımız bizim gibi aciz ve cehâlete bürünmüş bir topluma dua ederiz ki; Allahü Zülcelâlin ve Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hukukuna riâyet eden saygı gösterenlerden eylesin. Âmin.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عله وسلم: اربع من كن فيه فهومؤمن ومن جاء بثلث وكتم واحدة فهوكافر. شهادة ان لااله الاالله وانى رسول الله وانه مبعوث من بعد الموت وايمان باالقدر خيره وشره من الله تعالى

Hadis meâli: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Dört nesnedir ki kimin kendisinde var ise hakikâten mü’mindir. Velâkin bu dört nesneden bir tanesi dahi noksan ise küfrüne karar verilir. Allah muhafaza etsin. Âmin. Üçünü yapsa da bir tanesini yapmazsa kafir olur. “Vahidün fe hüve kafirun…”

Birincisi: Şehadete La ilahe illallah;  Allahü Zülcelâlin uluhiyyetini, vahdaniyyetini, rububiyyetini ve ilah olduğuna inanmak, kabullenmek ve karar etmektir.

İkincisi: Muhammeden Abduhu ve resuluhu; Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletine tamamen inanmak mecburidir.

Üçüncüsü: Öldükten sonra kıyamet günü tekrar ba’s olunup diriltileceğini kabullenmesi ve inanması şarttır.

Dördüncüsü: Allahü Zülcelâlin takdir etmiş olduğu kaza ve kaderi, hayrî olsun şerrî olsun, başına ne gelirse mutlaka Allahü Zülcelâle ait olduğuna inanması da şarttır. Çünkü Allahü Zülcelâlin takdiridir, kaderidir, hükmüdür. Bunun dışında hiçbir işlem de olamaz.

Uluhiyyet ancak ve ancak Allahü Zülcelâle aittir. Vahdehula şerike lehu: O tekdir, şeriki ortağı da yoktur haşa. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allah tarafından gönderilen elçisidir diyerek yakinen Muhammed Rasulullaha inanmak da şarttır. Öldükten sonra kıyamet günü tekrar ba’s olunacağına inanmak şarttır. Çünkü bazı fırkalar vardır ki bunlar kıyamet günü ba’sı inkâr ederler. Allahü Zülcelâlin var ettiği hükümlerini hayr olsun şer olsun işleyenin yine kendisi olduğuna inanmak kadere inanmaktır ve şarttır. Yâni hayır bir kimseden şer de başkasından olamaz. Bu dört nesneye iman böylesine mutlaka şarttır.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: افضل الايمان ان تعلم ان الله معك حيث ماكنت

(رواه الطبرانى)

Hadis meâli: Tabarani’nin Ubbadete İbni’s Samid’den rivâyet ettiği hadisi şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Efdalü’l iman yani imanın efdali o ki; her nerede olursan ol Allahü Zülcelâl seninle beraberdir. Seni görmediği bir yer yoktur. Senden uzak değildir. Her nerede olursan ol seninle beraberdir. Eğer bu inanç ve âkide sahibi olursan, Allahü Zülcelâlin görüp durduğu böylesi bir kulu nahoş bir hale düşer mi? İnsan büyüğüne bile bir saygı duymaz mı ki Allahü Zülcelâlin hükmü altında ve o nazırı (gözeteni) iken ve bunu bilen inanan kimse gerçekten çok itinalı olur. Allahü Zülcelâlin gazabına ve maktına (hiddet) uğramamak için çaba sarfeder. Allahü Zülcelâl cümlemizi bu minvâl üzere muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin…

Hadis-i Şerif:

خمس من الايمان من لم يكن فيه شيئ من هن فلا ايمان له التسليم لأمرالله والرضاء بقضاءالله والتفويض الىالله والتوكل علىالله والصبر عند صدمة الاولى

Hadis meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) beş nesne ki imandandır. Bunlardan herhangi birisi yoksa imanına noksanlık vermiş olur. Hattaki imanı yoktur. Bunlar ise:

Birincisi: Allahü Zülcelâlin emirlerine teslim olmak.

İkincisi: Allahü Zülcelâlin kaderine rıza göstermek.

Üçüncüsü: Tefvizi umuru (işlerin dağıtımı) Allahü Zülcelâle havale etmek.

Dördüncüsü: Tevekkülü (vekil edinme) başkasına değil de Allahü Zülcelâle bağlamak.

Beşincisi: Başına bir hal geldi ise; gelir gelmez ilk sadmede sabrını bilmek. Çünkü büyük yerden gelmiştir. Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin. Âmin…

 

Hülasa, kardeşlerimiz; bir kimse nasıl ki bir âmir ya da kumandanın hükmü altında emirlere uyar ve itiraz etmeden bir zarar gelmemesi için çalışırsa en azından düşünmek lâzım ki, Allahü Zülcelâlin kulu isek onun nizamı içerisinde emir ve hükümlerini yerine getirmek şarttır. Dünya ve ahirette her an muhtacı olduğumuz  Allahü Zülcelâl cümlemizi muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin…

 

Hadis-i Şerif:

لايؤمن احدكم حتى اكون احب الى من ولده ووالده والناس اجمعين

(رواه البخارى امام احمد ومسلك ابن ماجه عن انس(ر.ع))

Hadis meâli: Buhari, Müslim, İmam-ı Ahmed, Nesaî ve İbn-i Ma’cenin Enes (ra) den rivayet ettikleri hadis-i şerifde Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Bana karşı olan muhabbetinizin ölçüsü şudur ki; bana olan muhabbetiniz; ana, baba ve çocuklarınıza olan muhabbetinizi aşmadıkça kâmil mü’min değilsiniz. Böylesi muhabbete sahib olmayan bir kimse kâmil (tam) bir iman sahibi olmaz buyuruyor. Yoksa hiç iman etmemiş değil… Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan sevgisi ve saygısı ebeveynine ve çocuklarına olan muhabbetini aşmadıkça ve ondan daha fazla olmadıkça kâmil bir mü’min olamaz. Peki, Allahü Zülcelâle ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan muhabbetin mükafaatı nedir?  Bu hususta:

 

Hadis-i Şerif:

ما من نفس تموت وهى تشهد ان لا اله الاالله وانى رسول الله يرجع ذالك الى قلب موقن الاغفرالله له

(رواه امام احمد والنسئ وابن ماجه عن معاذ (ر.ع))

Hadis meâli: İmam-ı Ahmed, Nesâi, İbn-i Ma’ce ve İbn-i Hibbanın Mu’azdan (ra) rivayet ettikleri hadiste Aleyhisselâtü vesselâm buyuruyor ki; Herhangi bir kimse öleceğine denk zamanda “şehadete La ilâhe illallah Muhammeden Resulullah” derse, yâni Allahü Zülcelâlin uluhiyyetine ve vahdaniyyetine ve ayni zamanda benim de Onun resülü olduğuma risâletime dair kalbinde hiç bir şüphe olmaksızın ciddiyetle şehadet ederse Allahü Zülcelâl onu kesinlikle mağfiret kılar.

 

 

 

Hadis-i Şerif:

يامعاذ ابن جبل مامن احد يشهد ان لا اله الا الله وانى رسول الله صادقا من قلبه الاحرمه الله على النار

Hadis meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mu’az İbn-i Cebel’e: Ey Mu’az bir kimse Allahü Zülcelâlin vahdaniyetine ve benimde Allahın resülü olduğuma ciddiyetle, sadıkâne ve mutmain bir kalb ile şehadet ederse Allahü Zülcelâl onu cehenneme haram kılar. O zaman Mu’az: “Ya Rasulullah halka bildireyim mi?” diyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): Hayır, bildirirsen sonra ihmâlci olurlar buyuruyor.

İşte Allahü Zülcelâle ve Rasulullaha olan muhabbetin sonunu Allahü Zülcelâl buna getirmektedir. Öyle ya, boşuna değil… Cenabı Rasulullahın verdiği malümat ve tenbihatına göre; Allahü Zülcelâl ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gösterilen muhabbet ve bağlılığa bu gibi eşsiz mükafatlar vardır.

Hadis-i Şerif:

يخرج من النار من قال لااله الاالله وكان فى قلبه من الخير مايزن شعيرة ثم يخرج من النار من قال لا اله الا الله وكان فى قلبه من الخير مايزن فخرج من النار من قال لا اله الا الله وكان فى قلبه من الخير ذرة

(رواه احمد ومسلم وبخارى عن انس (ر.ع))

Hadis meâli: Buhari, Müslim, İmam-ı Ahmed ve Nesaî’nin Enes’den (ra) yaptıkları rivâyetlere göre Aleyhisselâtü vesselâm: Allahü Zülcelâl  ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhabbeti olana mükafâtı vardır. Nasıl ki muhabbet şartı konuldu ise muhabbetin akibinde de büyük bir hayrat, berakat ve teshilat olduğuna dair malümat verilmiştir. Gelelim imanında veya kelimelerinde bir küfür varsa. Kâmil bir mü’min değilde bazı küfür kelimeleri var ise ve vaki’ olduysa bu küfründen dolayı  re’sen (doğrudan) cennete giremez bir kerre. Önce cehenneme girer. Çünkü cehennem, küfür pürüzlerini mutlaka yakar ve temizler. Onun için cehenneme önce girer. Fakat buna rağmen Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; değil mi ki, “Lâ İlahe illallah Muhammeden rasulullah” kelimesi vardır. Kalbinde buna inanarak ve mutmain olarak söylemiş ise bu kimsenin hayrdan bir arpa danesi kadar hayrı olsa dahi Allahü Zülcelâl Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) va’detmiştir ki; bu kimse cehennemden çıkar ve sonunda cennete girer. İkinci derecede de bir buğday danesi sikleti (ağırlığı) kadar bile olsa yine çıkar. En sonunda ise bir zerre kadar olsa bile yine cehennemden çıkar ve cennete girer. Bu Allahü Zülcelâlin Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan va’didir. Muazzam bir lütfûdür. Düşünün bir kerre Allahü Zülcelâle ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) saygı duymanın önemini. Hal böyle iken tersine gitmek yakışıyor mu? Hiç esirgemeden, gece-gündüz ve hayatı müddetince mütemadiyen “ümmetim, ümmetim”  diye buyuran Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) saygı duyulmaz mı? Zerre kadar imanı olanı bile cehennemden çıkaracak olan Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmet oluşumuzdan dolayı ne mutlu bize… Ancak, onun hukukuna riâyet etmemek ve saygı duymamak ne kadar da yanlış!.. Halbuysa her muhabbetin üstünde muhabbeti, Allahü Zülcelâl ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) duymak onların üzerimizdeki haklarıdır. Ve onlara muhabbet duymak, bu gibi ikram ve ihsanlara sebeb ve vesile oluyor…

Dikkat ederseniz Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzerimizdeki hakkı ne kadar da çoktur ve sayılmayacak derecededir. Allahü Zülcelâlin ise;

وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

 (İbrahim / 34)

“...Allah’ın nimetini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.”

Eğer Allahın nimetlerini saymaya yeltenirseniz asla haklayamaz ve başa çıkamazsınız. Ne çâre ki Allahü Zülcelâl buyuruyor ki: İnsan bu kadar ni’metler karşısında zalim ve keffardır. Keffar; görmemezlikten gelmek yani, batıl hakkı örtmüş ve hakkı altına alıp batıl üstüne çıkmış demektir. İnsanoğlu kendi kendine zülmeder, bu kadar ni’met içinde ve karşısında iken hemde görmemezlikten gelir. Hülasa, biz bir beşer olarak daima muhtacız  ve bize verilen ni’mete de şükür edip saygı duymak zorundayız. Aksi takdirde nimeti inkâr edene nankör ve namerd derler ve öyle olur zâten… O halde Allahü Zülcelâle ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı nasıl olmamız lâzımdır bir kıyas ediniz. Diyeceksiniz ki; “Biz çok seviyoruz ya!..” Gerçekten Allahü Zülcelâli sevdiğiniz takdirde inanın ki ayni nisbette karşılığını verir ve o nisbette O da sizi sever. Haşa zülûm yoktur. Sen değil mi ki Allahü Zülcelâli ciddiyetle seviyorsun… Tâbi, insan sevdiğine karşı hakikaten onun tezine girer ve uygular. Ve aynı zamanda da emrini yerine getirir. Çünkü tersine gidemez. Hem sevip hemde tersine gidilmez ve bu mümkün değildir. Çünkü sevdiğine dair kanıt, hukukuna riâyet edeceksin. “Ben Allahü Zülcelâli seviyorum amma o beni sever mi sevmez mi onu bilemem” deme. Kesinlikle senin sevdiğinden fazlasıyla Allahü Zülcelâl seni sever. Çünkü lütûfkâr ve keremkârdır.

Cenabı Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı da öyledir. Bakınız hadislerde, mütemâdiyyen Allah (cc) ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhabbetli olması tavsiyede bulunulmuştur. Sen ne kadar seviyorsan o nisbette sevilirsin. Çünkü sen severken onlarda sevmez olurlarsa bu bir nevî zülum olur haşa ve onlara yakışmaz. Anla ki, en az sevgin kadar sevilirsin… Allahü Zülcelâle olan muhabbette de böyle, Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olan muhabbette de böyledir. Hatta açık basiretli bir mürşidi dahi sevmiş olsan o da yine hukuk itibariyle en az ayni seviyede sever. Elinden gelen kadarıyla aynı sevgisi mevcûddur. Hatta ki  mü’minin mü’mine olan ciddiyetli sevgilerinden dolayı ruhları 24 saatlik mesafeden bile birbirlerini okşar ve birbirlerine hassasiyetleri olabiliyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor; 24 saatlik mesafeden ruhlar birbirleriyle irtibat kurabiliyorlar. Yeter ki ciddiyetle sevsinler ve Allah için sevsinler. Ondandır ki Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Bir kimseyi seviyorsanız kendisine duyurun ve ben seni severim diye bildirin” buyuruyor. Çün Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): Ya Mu’az ben seni seviyorum… Seviyorum ve biliyorum ki belki günde binlerce defa Lâ ilâhe illallah diyorsun, halbuki şu kelimeleri getirirsen önceki yaptığından binlerce defa daha fevkâlâdedir. Nedir bu kelimeler:

لااله الاالله عدد كلماته لااله الاالله عدد خلقه لااله الاالله زينةعرشه لااله الاالله ملأسمواته لااله الاالله مثل ذالك معه والحمدلله مثل ذالك معه لايحصيه ملك ولاغيره اشهدان لااله الاالله واشهدان محمدارسول الله

Hadisin aslı bu şekildedir ve şehadet sonradan eklenmiştir. Bu hadis Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mu’az İbn-i Cebele tavsiyesidir ve bizim içinde geçerlidir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Seni seviyorum” diye bildirmiştir.  Zâten muhabbet dediğimizin kökü HABBE’dir ki tohum demektir. Tohumu toprağa ektiğinde kendi özelliklerini meydana çıkaracaktır. Evet, bir vücûd da bir habbedir sevgi, amma hangi yoldan kimi ve neyi ne kadar seviyorsanız cevarihlerede o kadar tesirat bırakır. Kalbden olan muhabbet diğer organları da o yöne götürür. Meselâ spor sevenleri, sporcuları göz önüne alırsan spor kalbine işlemiştir. İşi gücü spordur. Ve yahutta particilik ve benzeri dünya meseleleri… Sizlerde fehmeder ve anlarsınız ki bu kimselerin her organları; göz, kulak, dilleri ve hareketleri dahi hep fikirlerinde olan iledir. İşlemleri de o yöndedir. Onun için kalbde Hak olan muhabbet, Allahü Zülcelâl ve Rasülüne olan muhabbettir. İnanın ki eğer kalbinde muhabbet varsa vallahi cevarihleri başka bir yöne gidemez ve onlara da tesirat bırakır. Aşkla şevkle olan muhabbetler irtibata da vesiledirler.

Biliyorsunuz ki muhabbet deyince, iki zıd bir arada, bir yerde ictima’ olamaz. İki zıd birlikte bulunamazlar. Gece ile gündüz gibi… Dünya muhabbeti ile muhabbetullah gibi…

İmam-ı Rabbaninin buyurduğu hadisde;

Hadis-i Şerif:

حب الد نيارأس كل خطيئة

Hadis meâli: Dünyayı sevmek hataların başıdır. Öyle ya dünya sevgisinin doldurduğu kalbde Allah (cc) ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhabbeti yer bulamaz ki… Dünya muhabbetini kalbine yerleştirdi ise iki zıd bir arada toplanamaz… “Zıddan lâ ictemian” iki zıd cem olunamaz. Dünya denaetten (alçaklık) dir. Rabbımızın hiç hoşlanmadığı şeydir. Ama burasıda bir imtihan diyarıdır. Ahireti seversen ahiret âmeli işlersin, dünyayı seversen dünya âmelleri işlersin. İkisinin sonucunuda görürsün… Bir kimseyi sevme sebebi, dünya ile ilgiliyse bir çeşit, manevî bir muhabbet duyarsan buda bir çeşittir. Kardeşler arasındaki ihvan muhabbeti, Allahü Zülcelâl ve Rasulullahın muhabbetini celbedici ve çekicidir. İhvan muhabbetini çok hadisi kudsîlerle anlatmışızdır.

….  “El kalbi ilel kalbi sebilâ”

Kalbden kalbe bir yol vardır. Mutlaka  kanmaz ve yanılmaz. Ciddiyetle seven ayni sevgiyle karşılık bulur. Bu sevgi ayni zamanda muhabbet; Allah, lillah için ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için olursa mükafatını mutlaka görür ve buluruz. Allahü Zülcelâl cümlemizi alel hak ne ise muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin…

 

Kardeşlerimiz; muhabbet çok mühimdir. Bir tohum ki, kalbe yerleşip yetişince bütün vücûda te’sir eder ve işlemlerini de yaptırır. Zirâ, muhabbetin isbatı kişinin işlemleri, hareketleri ve halleridir. Şimdi size şöyle bir misâl vereyim; Allahü Zülcelâli sevdiğimize dâir; “Namazı kim emretmiş?” “Allahü Zülcelâl” “Peki, Allahü Zülcelâlin bu namaza ihtiyacı mı var? “Hayır, kendi yarar ve ihtiyacımız için…” Allahü Zülcelâl kulunu sevdiğinden dolayı bir yol koymuş bir mâ’lumat vermiş ki bunu yaparsanız daha daha da hak etmiş olursunuz. Çünkü kul olarak hiç olmazsa böyle bir işinin olması lâzımdır. Nasıl ki bir efendi emreder kulda yapar. Seyyid – Köle hadisesini göz önüne getirin. Bizler Allahü Zülcelâlin kulları olarak nasıl davranmamız gerekir, insan başka bir insanın tüm emirlerini uygularken… Bir köle efendisine “bana şunu giydir” diyemez sadece sitretini kapatır ve çıplak bırakmaz. Birde “bana şunu yedireceksin” diyemez ama kendisini aç da bırakmaz. Birde efendisine darılıp da kaçarsa hayatı müddetince işlediği ibâdetler geçersiz olur… Kölelik hukuku budur… Efendisinin kölesi üzerindeki hukuku… Efendisinin işi olmasa da köle başka bir yerde çalışsa kazancını efendisinin eline tutuşturur…

İşte bunlardan ibret alınız ki, bizler Allahü Zülcelâlin kulları olarak bu dünyaya gelmişiz. Sayılmayacak ni’metlerinin içindeyiz. Kendi yararımıza olmasına rağmen, gelecekte sonsuz bir hayata inanmamıza rağmen Allahü Zülcelâl kullarına karşı bir anadan 70 kat daha şefuk ve atuf iken, onlara sahib olup yararlarını dilerken bizler acaba onu nasıl sevmekteyiz?.. Ve sevdiğimizin isbatı, esâsen emirleri dışına çıkmamaktır. Baştan savma emri yapmakta olmaz…

Bir namaz meselesinde bile inanız ki Allahü Zülcelâlin emrettiği; kelâmını okuduğumuz rükû’ ve sücûdunu Ona yaptığımız namazımızı nasıl kılmaktayız. Bir düşünün… Kulluk vâzifemizi Rabbımıza karşı isbat, ta’zim ve tevkir (ululama) olmak üzere kelâmını okurken rükû’ ve sücûd yaparken hiç haz duyabiliyor muyuz? Yoksa baştan savma mı yapıyoruz? Baştan savma yapıyorsak bu hiç yakışır mı? Mükafatını va’dediyor müşerref oluyoruz, kelâmını okuyoruz, rükû’ ve secdeyle Rabbımıza ta’zim ediyoruz mi’rac ediyoruz ki namaz bir vuslat (kavuşma) âleti olup yaklaştırıcı bir ibâdettir. Hatta öyle bir ibadet ki, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki;

وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ  

(Ankebut / 45)

“... Muhakkak ki; namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar...”

Namazı düzgün kıl ki, namaz seni münkirat ve fuhşiyattan alıkoysun. Namazın sayesinde kötülüklerden korunursun ve namaz onları işletmez. Ama bir taraftan namaz kılıyor diğer taraftanda her hezeyanlıkla da meşgul oluyorsa, Allahü Zülcelâlin hiç hoşlanmadığı nahoş şeyleri yapıyorsa bu nasıl namaz kılmaktır. Bir saat namaz kıl ardından da saatlerce menhiyatı (yasaklananları) işle… Tersine işler ki haşa… Bilemiyoruz ki neden böyle oluyor. Nereye gidersek gidelim her yerlerde namazın baştan savma kılınma durumu mevcuddur. Halbu ise namaz silâdır. Vuslât âletidir. Allahü Zülcelâl ile kulunu yaklaştırıcıdır. Zirâ mi’ractır, münacaattır ve muazzamdır. Fakat, ne dersen de boşuna, artık kalblerimiz başka muhabbetlere bağlı oluşundan dolayı namazdan hiçbir zevk duymuyoruz. Hiçbir haz almıyoruz ve hiçbir saygı da duymuyoruz. Tadı tuzu yok ve baştan savma durumda kılmaktayız. Allahü Zülcelâl bizleri korusun. Âmin…

Birgün Aleyhisselâtü vesselâm mescidde otururken bir kimse gelmiş iki rekat namaz kılmış ve sonra gelip selâm vermiş. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) selamının cevabını verdikten sonra “Sen ne yaptın?” diye sorar. O kimsede “Namaz kıldım ya Rasulullah” der. “Hayır, namaz kılmadın git iki rekat namaz kıl” buyurur. O zat gidip tekrar iki rekat namaz kılar. Tekrar gönderir, tekrar kılar. Üç kerre kıldığı halde “bu namazlar olmadı” buyurunca; “Ya Rasulullah ben o kadar bilip o kadar kılabiliyorum nasıl olacaksa bana ta’lim et” der. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Beni seyret” buyurup iki rekat namazı tadil-i erkanıyla birlikte örnek olarak kılar selâm verir ve “işte namazı böyle kılacaksınız” buyurur.

صلوا كمارأيتمونىاصلى

“Ben nasıl gördüğünüz minvâl üzere namaz kılıyorsam sizde ayni şekilde namazınızı kılın. Eğer bu kimsenin kıldığı gibi senelerce dahi kılsanız geçersizdir” buyurur.  Hattaki  Abdullah İbn-i Me’sud: “Vallahi 80 sene” diye yeminle bildirir. “Yani 80 sene tadil-i erkana uymadan namaz kılsa namazı geçersizdir” buyurdu diye bildirmiştir.

 

Aziz kardeşlerim; Namaz, Allahü Zülcelâle karşı kulluk görevimiz olunca haliyle Allahü Zülcelâle olan saygımız ne derecede ise emretmiş olduğu kendisine ait namazı artık Allah ile kulu arasında olan husustur.  Artık ya felahına (kurtuluşuna) yada hüsranına (mahvına) sebeb olur. Onun için Allahü Zülcelâl hadisi kutside namaz hakkında şöyle buyuruyor:

قسمت الصلاة بينى وبين عبدى نصفين نصفهالى ونصفها لعبدىولعبدىماسئل

Bu hadis hakkında tasavvuf kitabımızda genişçe ma’lümât verilmiştir. Namazın yarısı benim yarısı kulumun buyuruyor.  Hakkaniyetle, düzgünce, Allahü Zülcelâlin emrine uygun olarak, saygılı  ve i’tinalı bir şekilde yaparsa Rabbımız kendisine istek kapısını açmıştır. Artık dilediği ne ise ona verir... Oruç ise nefis terbiyesidir. 11 ay arzuladığınızı yiyip içtiniz, hiç olmazsa 1 ay bakalım Allahü Zülcelâle karşı saygınız ve terbiyeniz var mıdır? Nefisle karşı karşıya getiriyor. Tabi nefis Allahü Zülcelâle karşı âdeta bir düşman gibidir. Nefis esâsen şeytanın bile cü’ret edemediği şeyi çekinmeden yapabilir.

أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى

(Nazi’at / 24)

“Ena rabbikum âlâ” diyen nefistir. “Ben sizin yüce rabbınızım” diyen Firavunun nefsidir. Halbuki şeytan ise:

إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

 (Haşr / 16)

 “İnni eha fullahe rabbi’l âlemin” “Ben alemin rabbi olan Allahtan korkarım” demektedir. Bunlar âyetlerle sabittir. Nitekim Bedir hadisesinde “Ben Allahtan korkarım” diyor. O sebeble Allahü Zülcelâl kulunu bir denetlemeye tâbi tutuyor ki pasını pürüzünü gidermek istiyor. 11 ayın pisini pasını tertemiz etmeyi diliyor.

Zekât ise, kazanmış olduğu malda hukuk itibâriyle bilerek bilmeyerek işlemiş olduğu noksanlık vs. nin hepside malın kiridir, pasıdır. Onun için zekât tezkiyedir. Malın temizlenmesidir. Zekât temizleyicidir. Onun için de camilere vs. zekât verilemez. Zekât fakirin hakkıdır. Camiye verecekse zekatı verilmiş ve temizlenmiş olan malından tasadduk edip verir.

Hac ise; kendisinin ömründe o ana kadar işlemiş olduğu noksanlık olan şeylere karşı bir hüccettir. Tabi ki haccı makbul ise yâni kabul olunmuş bir hac ise... O zaman berâtını alır gelir. Ama haccı merdud (reddedilen) ise haram mal ile yapmış ise berâtı yoktur.

Namaza gelince; Allah ile kulu arasındadır. “Yarısı benim diğer yarısı kulumun, namazını düzgünce yaparsa artık kulum ne isterse veririm” buyuruyor. İşte bu nedenle namazın ta’dil-i erkânla yapılması  kılınması o kadar zarurî ki, esâsen ta’dil-i erkânla kılmak vacibdir. Isparta da “Ta’dil-i erkana uyulmadan namaz kılınsa ne gerekir?” diye sordular. Bende onlara “sizce ne gerekir?” dediğimde bana; “Sehv-i secde yaparız” dediler. Secdetu’s sehv, yanılma secdesi dediğimiz zaman bu ancak unutularak sehven yapılan durumda Farzın tehiri ve vacibin terkinde yapılabilir. Oysa bu zât bilerek böyle yapmış ve gerekeni terketmiştir. Bilerek tadil-i erkânı terkederse ve bir noksanlık yaparsa vakti çıkmadan, vaktini geçirmeden derhal namazı iâde eder. Yâni yeniden kılar. Sehven vacibi tehir ve terkederse, farzı tehir ederse sehv-i secde yapar. Bu şekilde sehvetü’s secde eder. Fakat farzın terkinde ise kesinlikle vakti çıkmadan o namazı iâde eder. Bir kişi ki unutarak değilde bilerek, fıtratında öyle ise ve öyle alışmış ise; “Allahüekber,  Allahü ekber”  deyip baştan savma ta’dil-i erkâna uymadan yatar kalkar ise, o namazı doğrudan doğruya vaktini geçirmeden derhal iâde eder. Vakti geçmiş ise iâde edemez kazaya kalır. Artık Allahü Zülcelâl ile kulu arasında, ne yapar ne eder ben bilemem...

Namaz başka bir şeye benzemez ve hülasası budur. İnsan sevdiği bir kimseyi Allahü Zülcelâlin muhabbetini iddiâ ediyorsa o zaman bu hususta bir imtihan vardır. Ve Allahü Zülcelâli sevib sevmediğini ortaya koyar. Namazının yarısının Allahü Zülcelâle yarısınında kendisine ait olduğunu iyice bilirse namaza gereken değeri kıymeti verir ve bu şekilde uygular.

Gelelim Cenabı Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı sevgisi, saygısı ve aşk-ü şevki varsa neden onu anmasın, salavat getirmesin ve ona ait sünnet-i seniyyeleri olan nesneleri neden doğru dürüst işlemesin... Meselâ teravih namazına bir bakın günümüzde... Baştan savma gibi, sanki yarışma yapar gibi... Hangisi daha çabuk kıldırıp bitirecek gibi haller ki, haşa eğlence haline getiriyorlar... Sevgisi saygısı olan böyle yapar mı, Allah aşkına bir düşünün... Sizler bu hali bu şekilde uygun görüyor musunuz? Allahü Zülcelâle karşı namaza kalkmışsınız; “Allahü ekber” dediğiniz zaman artık Allahü Zülcelâl en büyüktür gayrısı, yâni mâsiva (Allahdan gayrisi) sagir (küçüktür) olur. Çünkü Allah en büyüktür dedin ve ekberiyyet her şeyin üstündedir. Kendisinden başkasını, herşeyi küçük eder yok eder ve hiç haline getirir... Tabi ki, özden dediyseniz... Bu minvâl üzere okuduğun fatiha anlattığımız gibidir. Ve ayni zamanda namaz sahibi kimin huzurunda olduğunu bir bilse muhakkak ihtimam gösterip bu şekilde i’tidalle yapar. Fakat baştan savma yaparsa Allahü Zülcelâl gerçekten namazını paçavra gibi başına  atar ve çarpar.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelince; neden salavat şirkmiş ve şefaatıda yokmuş? Beşermiş, gelmiş geçmiş de hadisleri geçersizmiş? Neden? Neden? Neden acaba?.. Millet dünya işlerinden geri kalmasın diye mi salavatı terke teşvik ediyorlar. Eğer bu kimselerin Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı sevgisi, saygısı ve aşk-ü şevki olsa idi herşeylerini O’na fedâ ederlerdi. Hatta hayatları müddetince salavatı ağızlarından bırakmadan mütemadiyyen işletmek süretiyle devam ederlerdi. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendilerine karşılık verdiği gibi bununla berâber Allahü Zülcelâlde salavatı teşvik edip iştirak eder. Bunu Fırka-i Nâciye isimli eserimizde etraflıca anlatmışızdır. Fakat burada da biraz anlatalım. Düşünün ki; Allahü Zülcelâl Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı ümmetini nasıl tergib ve teşvik edib nasıl bir sistem koymuştur. Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) salavat getiren ümmetine Allahü Zülcelâl 1 salavatına karşılık olarak 10 salavat getirir. 10 salavat getirirse 100, 100 salavat getirirse 1000, yani 10 katı salavat getirirken Allahü Zülcelâl daha nasıl tergib ve teşvik edecek bundan daha iyisi var mıdır acaba? Hiçbir beşer için böyle bir şey olmuş mu acaba? Bundan dolayı salavatın çok büyük bir kıymet ve değeri vardır. Esâsen Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı ne kadar çok muhabbetin ve aşkın, şevkin  var ise o kadar çok  salavat getirirsin... Hatta Hz. Ömer buyuruyor ki:

الأعمال موقوفة والادعية مردودة ان لم يكن فيها صلاة على  رسول الله لم يقبل الله شيئا

Yâni, âmeller durgundur, dualar geçersizdir. Ne zaman ki beraberinde salavat bulunursa dualar ve âmeller geçerli olur. Çünkü, salavatla; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için hayrat-ü-berakat ve daha yüce rütbeler istiyoruz, “Allahümme salli” demek; Allahü Zülcelâlin salatı ma’lüm, rahmetidir ref’etidir, şefkâtidir, ikramıdır, ihsanıdır ve’l hasılı... Salavatla bunları Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için taleb ettikçe, Aleyhisselâtü vesselâma salavat getirdikçe, Cenabı Rasulullah da (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâl de karşılığını verir ve tasvib ederler. Salavat Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı olduğu için reddetmiyor. Başka şeyler gafletle olsa geçersizdir, ancak salavat öyle değildir. Salavatı söylerken fikren meşgul olmadan sadece diliyle söylüyor olsa dahi, esâsen değil mi ki Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ait bir salavattır, Habibinin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yüzü suyu hürmetine Rabbımız reddetmiyor ve kabul buyuruyor. Dualarımızın başlangıcı salavatla başlayıp sonunu da salavatla bağlamış olursak salavat geçerli bir nesne olduğu için dualarımızı da geçerli kılmış olur. Salavatlar sayesinde onlarla birlikte dualarımızda elbirliğiyle geçerler... Geçerli oluşu başında ve sonunda salavat, aralarında da senin duan olunca ve salavatlar kabul edildiğinden onların sayesinde senin duanı da kabul eder Rabbımız... Dönmez asla...

İbadet yönünden de böyledir ki; Allahü Zülcelâlin gâyesi kullarını tergiben teşviken ba husus ümmet-i Muhammed’in, mensubu oldukları zatın kıymet ve değerini bilmelerini istemektedir. Çünkü Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatına herkes ve kâinât muhtaçdır. Şefaatsiz herhangi bir işlemde yürümez. Vallahü’l azim belki de hiç duymamışsınızdır ki; mahşer gününde Hz. Salih (as) nakasına (devesine) binmiş olarak gelecek. Hz. Ali (ra) Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hediyesi olan düldüle, Hz. Fatime (ra) Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) de birer nakaya binmiş olarak mahşer yerine gelecekler. Hz. Bilâl (ra) kıyamette o mahşer günü bir ezân okuyacak ve diyecek ki:

اشهد ان لااله الاالله واشهدان محمداً رسول الله

“Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammede’r resulullah...” İşte o zaman Âdemden (as) kıyamete kadar gelmiş geçmiş olan herkes bu şahadeti orada tâzeleyecek. Rasulullahı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabul edip etmeyecekleri hususunda mahşer günü böyle bir ayırım faslı olacaktır. Bunun, tüm resüller ve nebiler dahilindedir. Yâni Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâleti dışında hiç kimse kalamaz. Musa’da (as) olsa İbrahim’de  (as) olsa Âdem’de (as) olsa tümü umumiyetle Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâleti dışında kalamazlar ve risâletini kabul ederler. Hadisleri araştırınız bakınız ki, geniş tafsilatlar bulacaksınız...

Hülasa sonunda Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gücünü ortaya koyacaktır ve risâletini resuller dahi tasdik edeceklerdir. Çünkü:

وما ارسلناك الاكافة للناس بشيرا ونذيرا

Senin risâletin umumidir. Hem insanlara hem de cinlere geçerlidir. Bir bölüme, bir beldeye ve bir kavme değildir. Rasüllerin resülüdür. Rabbımızın bize bu ni’meti azimeyi nasib buyurduğuna hamdolsun ve sonuna kadar Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aşk ü muhabbetiyle kabuliyetine mazhar olanlardan kılsın. Âmin...

Allahü Zülcelâl dinimizde, dünyamızda ve ahiretimizde Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aşkına ve muhabbetine devamı nasib ve müyesser eylesin. Hüsn-ü hatime versin. Âmin...

Duamız;

اللهم ارناالحق حقاوارزقنا الا تباعه وارناالباطل باطلا وارزقناالاجتنابه

    dır.

 

Aziz kardeşlerim;

Fırka-i Nâciye adlı kitabımızda da anlatıldığı gibi; Elestü bi Rabbikum rububiyyet yönündendir. Bu tecelliyat-ı sıfatiyyedir. Fakat Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhu arşın altında bir kandil içinde olarak, hani Mevlüdde de söylüyor ya “Mir’at edindim zatını zatıma” işte bu ezel devresinde olan iştir. Allahü Zülcelâl, zâtî nurunu şuhudî olarak; yâni, “Lâ ilâhe illallah” zâti nurunu, iman nurunu, esâsen ayna olan Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kandil içindeki ruhuna yansıtma olmuştur. Diğer rasullerde Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından almışlardır. Çünkü hiç bir ferdin kabuliyet ve imkanı yoktur, tahammül edemez ki kendi ruhuna Allahü Zülcelâlin nuru yansıtma olsun. Çünkü, öyle yaratıp öyle güc vermiştir. Ezelde nasıl “Elestü bi Rabbiküm” olduysa Rububiyyet yönünden; Efendimizdir, Rezzakımızdır ve’l hasıl bu tecelliyat-ı sıfatiyedir. Fakat tevhid yönünden olan ise tecelliyat-ı zâtiyyedir. İmanın nuru orada vaki’ oluyor. Allahü Zülcelâl Habibinin kalbine yansıtma yapıyor. Diğer nebiler de Rasulullah’dan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) alıyorlar. Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından aldıklarından dolayı hepside medyun ve müteşekkir olarak “Eşhedu enne Muhammeder resulullah”...  diyorlar.

Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletini Âdem’den (as) kıyamete kadar gelecek olan varlık tasdik edecek veya etmeyecek... Yâni ezelde olan bu ahdini yerine getirib getirmediğini gösterib tekmil verecekler. Kendi nebilerinden alan milletler olduğu gibi, hiç almayanlarda olacaktır. Ki, bunlar müşriklerdir. İşte mahşer günü bu şekilde de ayrıcalık çıkacaktır. Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle ne mutlu Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti oluşumuza... Bu ni’meti azimenin karşılığını ömrümüz boyunca secdeden kalkmasak yine de ödeyemeyiz. Rabbımız bize şuur versin. Âmin...

Burada bir hususu  belirtmek lâzım ki, kıyamet âlametlerinden olan mü’mini kâfiri ayıracak olan Dabbetü’l Arz bir kavle göre Salih’in (as) nakası (devesi) dır. Bu nakayı kafirler öldürmüşler idi ve onun için kendisine mükafaat olarak bu görev verilmiştir.

 

Kardeşlerimiz; zihninizi fazla yormadan başka bir yöne dönelim. Ahir zamanda görüyorsunuz; fitnelerin çokluğu, halkın huzursuzluğu, afatların ve beliyyelerin artışlı oluşu... Böyle vakı’aların sebebleri nelerdir? Bazı kimseler çıkıp bu felâketler şu sebeble, bu sebeble başımıza gelmiştir diyorlar. Fakat bunların hepside tahmindir. Zelzele, hüsûf, küsûf ve benzeri şeylerin hepsinin sebebleri vardır ve hadislerde  mevcuddur. Yoksa bazılarının söylediği gibi de değildir. Meselâ “baş örtüsü yüzünden, bu sebeble olmuştur” gibi söylemeler esâsen zerre bile olamaz. Bunlar Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerinde bildirdikleri yanında zerre bile olamazlar. Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle sizlere biraz ma’lûmat vermeye çalışacağım. Ahir zaman hal ve durumu ne gibi sebeblerle neler olacak neler cereyan edecek...

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان الله عهد الى ان لايأتينى احدمن امتى بلااله الاالله لايخلد بهاشيئا الاوجبت له الجنة قالوا يارسول الله وماالذى يخلد بلااله الاالله قال حرصا على الدنيا وجمعالها ومن عالها يقولون قول الانبياء ويعملون عمل الجبابرة

(رواه الحكيم الترمزى فى نوادر الاصول)

Hadis meâli: Hakimin ve Tirmizi’nin Nevadirü’l üsûl’da Zeyd İbn-i Erkab’dan (ra) rivâyet ettikleri hadisde Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; Allahü Zülcelâlin bana bir ahdi vardır. Kim ki ümmetimden olup da “Lâ ilâhe illallah” ile ahirete gelen kimsenin cennetine gireceğini va’detmiştir. Ancak bu şehadeti halisen, muhlisen birşey karıştırmadan olacak. Ashab-ı Kirâm: “Ya Rasulullah ne gibi karıştırmadan?” diye sordular. Şöyle buyurdu: “Yâni, dünya hırsı sebebiyle hukukunu yerine getirmez. Zekat vermez. Hırs sahibi olunca bir çok ni’metleri men eder ve yapmaz. Allahü Zülcelâlin emirlerini yerine getirmez. Böylelerinin kılık kıyafet, elbise ve söyleyişlerine bakarsınız da enbiya sanırsınız. Fakat âmelleri maalesef cebâbire âmelleridir.” Demek ki bu kimseler; “Lâ ilahe illallah Muhammede’r resulullah” demelerine rağmen gereken değer ve önemi vermemişlerdir. Çünkü Allahü Zülcelâlin emirlerini ve Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hükümlerini yerine getirerek isbat etmemişlerdir. Sadakatı olanlarda ise ufak tefek noksanlıkları affına uğrar. Ama, hırs sebebiyle halkın hukuklarını gözetmeden mülevvesât haline getirdiyse bunlar affolunmazlar.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: لايزال قول لااله الاالله يرفع سخط الله عن العباد حتى اذا نزلوا بالمنـزل الذى لايبالون مانقص من دينهم اذاسلمت لهم دنياهم فقالوا عند ذالك قال الله كذبتم

(رواه الحكيم الترمزى عن انس ابن مالك (ر.ع))

Hadis meâli: Hakim-i Tirmizi’nin Enes İbn-i Malik (ra) den rivâyet ettikleri hadisde Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Lâ ilahe illallah  kelimesi devam etmektedir. Kıymeti, değerliliği ve geçerliliği yerli yerindedir. Ancak ne zamana kadar?.. “Halisâne lillahi Lâ ilâhe illallah”in akvaliyle ahvaliyle kıymet ve değerini bilerek, kelimeti’t tevhid’in yeryüzünde hakkını ödeyerek, yerinde, yolunda ve karıştırmadan devam ederlerse Allahü Zülcelâl o kullar üzerinden sahhatini (zorluk-güçlük) kaldırır. Ne zaman ki; i’tikadlarını, fikirlerini, muamelâtlarını ve ibâdatlarını değiştirmeye kalkışırlarsa... Nasıl oluyor bu? Dinlerinde bir noksanlık, haksızlık, nahoşluk gayri meşruluk vs. yani, Allahın rızasına uygun olmayan şeylere dönüşme yaparlarsa ve buna ihtimam etmeyip te dünya işleri ma’mur olsun da, iyi gitsinde dinlerinde ne gibi noksanlık olursa olsun,  dinleri zarar görürse görsün deyip aldırmadıkları ve önem vermedikleri takdirde; İşte o zaman “Lâ ilâhe illallah” diyen kimselere: “Hayır, hayır yalan söyledin” diye Allahü Zülcelâl bunları tekzib eder, yalanlar. Allahü Zülcelâl sahatini kaldırmaz bir kerre...

Ancak “Lâ ilâhe illallah” hakkına uygun olarak, hükümlerini düzgünce yerine getirmek şartıyla, Allahü Zülcelâlin kulları olarak emirlerini yerine getirir, nehiylerinden ictinab eder, çekinir ve bu minvâl üzere olan tevhid mutlaka ve mutlaka Allahü Zülcelâlin sahatini yâni gazabını kaldırır. Ne zaman ki bu halin dışına çıkar kaale almazlar; faizmiş, ribâymış vs. dinleriyle alakalı şeyleri mühimsemeyip önem vermezler. Yeterki dünyaları mamur olsun, menfaat temin etsinler, isterler yani, dinlerini dünyaları ile değiştirirler...

دينكم ديناركم

“Dininiz dinarınızdır” buyuruyor ya işte ayni şekle geldikleri takdirde hiç durmadan:

لااله الاالله  ‘ لااله الاالله’   لااله الاالله

“Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah...” deyip dursalarda Allahü Zülcelâl karşılığında “Kezzebtüm: yalan söylediniz” buyuruyor. Onun için bu kelime artık gazabını yok etmez ve geçerli de değildir. Rabbımızın, tevhid için buyurduğu va’dide kalmıyor artık.

 

 

 

Hadis-i Şerif:

لااله الاالله تدفع عن قائلها تسعة وتسعون بابا من البلاء ادناه الهم

Hadis meâli: Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Lâ ilâhe illallah” kelimesi sahibinin başına gelecek olan afat ve beliyyelerin def’ine çalışır. Hatta 99 beliyeyi birer birer def’eder ki en ednâsı en küçüğü kederdir. Kederli olan kişinin kederini dahi def’eder ki bu en ednâsıdır. Artık bunun üstünde olan daha beterinden 99 beliyye nesnesini def’etmeye kadirdir. Yeter ki tevhidi gerçekten Lâ ilâhe illallah olsun. Allahü Zülcelâlin emir ve nehiylerinin kıymet ve değerleri yerli yerinde olsun. Eğer böyle değilse olmuyor. Zira burada buyuruyor ki;

لااله الاالله

“Lâ ilâhe illallah” öyle bir kelimedir ki; Allah nezdinde çok çok kıymet ve değeri vardır. Bahası biçilmez ve değeri ölçülemez. Esâsen onun karşısına çıkacak yerini tutacak herhangi bir kelime yoktur. Yeterki hakkını bilib işlemek ve haddini bilebilmek... Bu kelimeyi Allahü Zülcelâlin emir ve nehiylerini kâle almadan, ona aldırıp uygulamadan, Allahü Zülcelâlin rafd ettiği (bıraktığı) dünyayı dinine tercih edecek olurlarsa bu kelime onlara nasıl bir yarar getirebilir?.. İçi bomboş bir kelime... Sadece harfleri telaffuz ediyorsa... Allahü Zülcelâl bu hususda bizlere şuur versin ve mu’in olsun. Âmin...

 

Kardeşlerimiz; acayib görmeyinizde şöyle bir inceden düşününüz; “Lâ ilâhe illallah” dediğimiz zaman ilah celle celâlihu subhanehu teâlâ Hazretleri var, mâsiva (Allahü Zülcelâlden gayrisi) yok. Uluhuyyet ancak kendisine lâyık ve uygundur. Peki sen kimsin? Senin sıfatın nedir? Abdsın, kulsun... Peki bir köle efendisinin hiç bir emrini yerine getirmeden sadece “efendim, efendim” diyorsa bu sözleri geçerli olur mu?

Bizde sadece dilimizle ismen “Lâ ilâhe illallah” dedikte, emirlerine ve nehyettiklerine uymayıp, kâle almayıp ve önemsemeyip tam tersine gidersek  bu  halimiz Uluhiyyetin azametine dokunmaz mı? Eğlenir gibi hâşâ, hâşâ... Düşünün, düşünün bir kerre... Tabi ki böylesi bir kuluna artık sahib çıkmayacağı bir gerçektir. Gerçekte de böyledir bu...

Hepimiz pekâlâ biliyoruz ki, bir me’mur amirinin hiçbir emrini yerine getirmez de boyuna “amirim emret, amirim emret” dese de hiç yapmasa bu amirini eğlenceye alıp eğlenmek değil midir? Sözünün karşılığı olmadan birşeyler yapmadan...

Ah kardeşlerim ah!.. Hepimiz düşünelim, kudretini ve azametini düşünelim bir daha... Allahü Zülcelâl ki; varlığımız onun var etmesiyledir. Şu mukevvinattaki tüm ni’metlerin hepsini de bizler için var etmiştir. Umumiyetle tümümüz vermiş olduğu canlılıkla ve mülkünde de yaşıyoruz. Ni’metlerini yiyiyor, içiyor ve faydalanıyoruz. Ve tüm bunlara rağmen bir de sıkılmadan muhalefet yapıyor, umursamıyor ve O’nu kâle almıyoruz... Dönüp bir de diyoruz ki “Lâ ilâhe illallah”.. Evet bu söz güzeldir, harikâdır ama bizim halimizde bu iken, bu sözümüzü gerçek kabul eder mi? Zaten kendisi de haşa bizim gibi kul olsaydı, çoktan bizleri kapısından tard eder, kovardı!.. Bilmelisin ki Allahü Zülcelâl azametini ve kudretini senin söyleyeceğin bir söz ve yapacağın bir iş asla değiştiremez. O gerçekten tek olan ilah celle celâlihu Subhanehu teâlâdır...

Onun içinde misâl olarak; bir köle efendisine, bir me’mur âmirine nasıl davranıp hakkı vardır diye saygı duyuyorsa ve emirlerine uyuyorsa ve kendisine işine gücüne bir nahoşluk olmasın diye çaba sarf ediyor ve ihtimam gösteriyorsa, Allahü Zülcelâlde bizi yoktan var etmiş, ni’metlerini vermiş, vermekte iken ve bizden haşa bir beklentisi de yok iken, Ona karşı olan hal ve tavrımızı bir daha içtenlikle düşünelim. Halbuki kendisi müstagni olup her emri ve nehyi de bizim yararımızadır. Kulunun söyleyeceği hiçbir söze ve yapacağı hiç bir işe de ihtiyacı yoktur. Düşünün bir kerre... Allahü Zülcelâl münezzehtir. Böyle, âmellerimizle böbürlenerek sanki rabbımızın çıkarı var sanmak gibi çok şaşkınca olan düşüncelerden hazer edib çekinelim. Esâsen sadece şefkat ve merhametinden dolayı kullarının cehennemlik olmasına rızası yoktur. Vallahi en şefuk ve atuf olan bir anadan 70 kat daha şefuk ve atufdur kullarına karşı. Velevki kâfir olsa dahi. Değilmi ki kuludur bir kerre... O sebeble rabbımızı bu şekilde tanıyalım ve inanalım. Kulları hakikâten sadakatla “Lâ ilâhe illallah” diyorlarsa, Uluhiyyetine karşı hükümlerini ve emirlerini yerine getiriyorlarsa, saygı duyuyorlarsa, emir ve nehiylerine uygun hareket ediyorlarsa ve evet halleri böyle ise Vallahi Allahü Zülcelâlin gazabını söndürür. Pek çok beliyye ve afatlardan da kurtarır. Hem dünyada hem ahirette böyledir bu... Ama, söyler söylerde hâşâ eğlenir gibi yapmazsa sözünün hiç bir değer ve kıymeti yoktur. Allahü Zülcelâl bizlere şuur versin de bilelim ki; başı boş bırakılmış da değiliz. Üzerimizde Allahü Zülcelâlin hakları vardır. Rastgele bir kimse sana bir kaç kere iyilik yapsa emrinden çıkmaz iken; doğmadan önce başlayıp kıyametten sonrada devam edecek olan sonsuz ni’metleriyle daimî ilahımız Allahü Zülcelâl Celle Celâlihu Subhanehu teâlâdır ve bizler Onun kullarıyız. Onun sultasından ve hükmünden istesek de çıkamayız zâten. Nere gidersek gidelim Onun mülkünde ve O’nun nimetleriyle yaşıyoruz... Hiç bir kimse içinde bunun başka bir yönü  ve yolu da yoktur. Bu incelikleri iyice düşünelim de kelime-i tevhidin önemini ve değerini bildiren bu hadisin gerçekten ne kadar haklı ve yerinde olduğunu anlayalım. Bakınız bu hadis-i şerifte; “Artık yalan söylemeyin” buyuruyor. Bu kelime-i tevhidi sadakatla söyleyenden hiç esirgemiyor... Sadakatla olmayınca da tabi ki bir geçerliliği olmuyor.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله يعذب الموحدين فى جهنم بقدرنقصان ايمانهم ثم يردهم الى الجنة خلودا دائما بئيمانهم

(رواه ابونعيم الاصفهانى عن انس (ر.ع))

Hadis meâli: Ebu Naimü’l Esfahanî’nin Enes (ra) den rivâyet ettiği hadiste Aliyhisselâtü vesselâm buyuruyor ki; Allahü Zülcelâl muvahhidin (Allahın birliğine inanan) olan kullarına dahi azab eder. Bunların imanları vardır ama noksandır. Böylesi kullarını cehennemine eletir ve noksanlıkları nisbetince cehennemde azab eder. Pürüzlerini yakar temizler ve sonradan imanlarıyla cennete gelir, ebeden daimen kalırlar.

 

Hadis-i Şerif:

والذى نفس محمد بيده لايسمع بى احد من هذه الامة يهوديا ولانصرانيا ثم يموت ولم يؤمن باالذى ارسلت به الاكان من اصحاب النار

Hadis meâli: Cenab-ı  Rasullullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kasemle, ruhum yed’i kudretinde (kudret elinde) olan Allah hakkı için; mevcûd olan insanlık benim risâletimi duyduktan sonra Yahudi olsun, Nasranî olsun veya herhangi başka bir milletten olsun gelişimi ve risâletimi eğer tasdik edib inanmazlarsa, iman etmezler ise cehennem ehlidirler. Başka bir çıkış yollarıda asla yoktur.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra başka kimselerin söylediği veya söyleyeceği “Ben şuyum, buyum” gibi sözleri geçersizdir. Çünkü Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâleti diğer risâletleri ve hükümlerini durdurmuştur. Evet, kendi devrelerinde, vakitlerinde gönderilmiş oldukları belde, kavim ve zümreye resül idiler. Ancak, Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrifi ile bunların risâletleri esâsen durmuştur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) resüllerin resülüdür. Âdem (as) den bu yana gelmiş olan resüllerin tümü de Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zamanında gelmiş olsalardı ona tabi’ olup niyâbet makamında olurlardı. Ama, onların kendi devrelerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şahsen, vücuden bulunmayınca kendi devrelerine münhâsır risâletler verilmiştir. Çünkü resül, elçi demektir. Yetkili ve salâhiyetlidir. Allahü Zülcelâl ile kulları arasında görevli olan elçiler ki kendilerine vahyedilip kitablar veriliyor. Nebiler ise onlar tabi’ oldukları resüllerden alırlar ve o hükümler altında halkı irşad ederler. Resüller vahiy veya kitab sahibleri olup kendilerine verilen, tahsis edilen yasaları vardır. Resüller müstâkil olup 313 tânedirler. 124000 nebi gelip geçmiştir. Halkı irşâd edebilmek için nebi âdedi daha çoktur. Çünkü nebiler belde belde, kavim kavim halkı dolaşıp irşad ederler. Uğraşıp koştururlar halk arasında. Nebiler fazlaca yayında yapamazlar bağlı oldukları resülün tezini yürütürler.

Fakat Cenabı Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâleti umumîdir. Tüm resüllerin yasalarını hükümlerini ve risâletlerini kapsamı altına almıştır. İsa (as), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zamanında gelse resul İsa (as) olarak geçmez ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tabi’ olur... Şu andaki Yahudilerin ve İsevilerin “Biz müstâkiliz” sözleri Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrifiyle nesholunmuştur. Geçersiz kılınmıştır.

Dinleri ve kitab hükümleri de geçersizdir. Hepsi de Kur’an-ı Azimü’ş şanda cem’ edilmiştir. Zâten kitablarını tahrif edib (bozub) binlerce kitab ortaya çıkarmışlardır. Hatta İznikte 4 adede indirmişlerse de onlar dahi uydurmadır.  Güvenilecek halde değildir. Ortada orjinal olan Tevrat ve  İncil kalmamıştır. Halbuki Allahü Zülcelâlin Kur’an-ı azimü’ş şan hakkında va’di vardır:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

(Hicr / 9)

“Kur’an-ı azimü’ş şanı katımızdan biz indirdik ve elbette onu biz muhafaza edeceğiz.” Buyurmuştur. Onun içindir ki; Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar, ref’ oluncaya kadar asla değişmez ve aslen devam eder. Hiçbir kelimesi değişmez. Diğer kitablar için Rabbımızın böyle bir va’di yoktu. Onun içinde çok değişik haller girmiş ve tekallübat olmuştur. Onun için güvenilemez. Tevratın da, İncilin de, Zeburun da ve suhufların da tümünün de anneleri Kur’an-ı azimü’ş şandır. Onlar Kur’andan alma bölümlerdir. Hatta Kur’anın mufassalat fazlalığı vardır.

O sebeble Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra Yahudi, Nasranî veya başkaları olsun ona bağlanmak mecburiyetindedirler. Bazı kimselerin bilir bilmez “Lâ ilâhe illallah” diyenler hemen cennetliktir diye halkı kandırma işleri vardır. Bin defâ “Lâ ilâhe illallah” dese de Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risaletini kabul etmese cennete girmesi imkansızdır. Mahşer âleminde bile Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletini kabul veya tekzibi (yalanlama) mutlaka ortaya çıkacaktır. Risâleti umumîdir. Âdemden (as) kıyamete kadar tüm kainata şâmildir. Teşrif ettikten sonra herkesin uyması zorunludur. Hükmü’llah böyledir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif etmeden öncelerde ise herkes kendi devresinde haktır ve doğrudur. Bunlar daha önce gelip geçtiler ve Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi Vesellem) rastlamadılar ise de mahşer âleminde tasdik veya tekzib edeceklerdir. Dikkat ediniz ki günümüzdeki Yahudilik devam ediyormuş da ne diyorlar haşa:

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ

 (Tevbe / 30)

Yahudiler; “Üzeyir İbnullah”;  “Üzeyir Allahın oğludur” dediler. Bu nasıl ilahmış ki karısı varmış, oğlu varmış filan, falan... Hâşâ hem Allahü Zülcelâle iftira edib hem de cennet mi bekliyorlar!.. Böylesine “Lâ ilâhe illallah” olur mu? Nasara da benzeri:

وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ

 (Tevbe / 30)

“Mesih Allahın oğludur” diyorlar... Hatta, bir zaman bir İncilin Arabça bir şerhini gördüm de başlangıcı “Bismü’l ebb.” “Babanın ismiyle başlarım” diye başlıyor. Hz. İsa (as) yı anlatırken de “Allah başka nebiler gönderirken onlara kitab vs. vermiş isede İsa (as) yı oğlu olarak temsilci göndermiştir.” demekte... Allah baba olarak oğlunu  göndermişmiş hâşâ... Eğer buna iman deniliyorsa din deniliyorsa onların olsun... Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza etsin. İşte günümüzde de bazı “Müslümanım” diyen şaşkınlar vardır ki “Lâ ilâhe illah” desin de ister Musa’yı (as), ister İsa’yı (as) resul tanısın cennete eletiyorlar... Sanki cennet babalarının malıda istediğini sokuyorlar.

İşte İmam-ı Ahmed ve Müslim’in hadisinde Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeminle buyuruyor ki: “Benim risaletimi tasdik etmedikçe “ashabü’n nar” dırlar ve asla çıkacak da değillerdir.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

من شبه الله بشيئ اوظن ان الله يشبه شيئ فهومن المشركين

 (رواه ابونعيم عن الفحاك عن ابن عباس(ر.ع))

Hadis meâli: Herhangi bir kimse; düşünerek tahmin ederek Allahü Zülcelâl bir nesneye benziyor diye meşebbihat ederse, teşbihe kalkışırsa, veya öyle zannederse bir şeye benzetmeyi düşünürse dahi müşriklerdendir. Müşrikin olduğuna dair hüküm veriliyor. Hadisi Ebu Naim (Ani’d Dakkak an İbn-i Abbas) rivâyet etmiştir.

İşte ibret almak lâzımdır ki; hâşâ Allahü Zülcelâl bir şeye benzetilirse veya zannından geçirme tasavvur edilse o zaman Allahü Zülcelâl mahlukatına benzetilmiş olur hâşâ... Bir kerre fikre hayale gelen herhangi bir misâl bir benzer olsa o zaman, bir kerre mahluk olmuş olur hâşâ... İnsanoğlunun tasavvur edeceği şeyler tamamen mahlûktur. İnsanoğlunun tefekkür edeceği duyacağı düşüneceği fikrinden geçireceği şeyler mahlûktur ve Allahü Zülcelâl bu gibi şeylerden münezzehtir. Hiçbir benzeri, misâli, şekli şemâli heyalinden bile geçirmek kesinlikle şirktir. Nerde kaldı “Üzeyir Allahın oğludur” , “İsa Allahın oğludur” demek...

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِئُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ

    (Tevbe / 30)     

Allahü Zülcelâl: “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hristiyanlarda Mesih (İsa) Allahın oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini) Daha önce kafir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin!. Nasılda (haktan batıla) döndürülüyorlar.” buyuruyor.

Allah bunları katletsin, evvelki milletlerin yaptıkları gibi uydur uydur söyle. İşte müşriklik budur. Günümüzde ise bazı ahmaklar kalkıp İsa dese de olur diyebiliyorlar, anlamıyoruz... Cennet babalarının hanı mı ki arzuladıklarını eletmeye niyetleri vardır. Allah şuur versin öyle bir devreye geldik ki ele alınacak hal kalmadı. Dini fesada uğratmak için halkı küfre ve dalalete sevke davet etmekten başka işleri güçleri yok bunların... Aşırı derecede her gün bir başka şeyler çıkarıyorlar bu azgınlar...

Bu hususu teyid için bildirelim ki; Enes İbn-i Malik, Haccac devresinde bulunduğu için kendisine başvururlar ve Haccac için bir şeyler isterler de;  Onlara: “Susun, susun bunu çıkarmayın yoksa bilin ki  Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyurdu” diye şu hadisi rivayet ediyor.

مامن زمان الاوالذى بعده شرا منه مامن سنة الاوالذى بعده

شرا منها مامن يوم الاوالذى بعده شرا منه

Korkarım ki gelen sene geçen seneden daha şerli olacak, gelen gün geçen günden şerli olacak korkarım ve dua ederim ki bir değişiklik olursa daha beteri gelir... Bundan hiç şüphe etmeyiniz. Kıyamete kadar bu böyle devam eder, Âdem (as) den beri de bu böyle... Hele bilhassa Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinden bu yana ise artık son yarım günün devresine girmişiz. Artık din fesada uğrayacak, şeriatın hükümleri tâmâmen fesada uğrayacak ve geçersiz olacak. Ve neticesi daha, daha, daha betere... Hatta ki şerden gayri çoğalan bir şey yoktur. Hayır kısmı gün be gün mütemâdiyyen azalmaktadır ve azalacaktır...