Aziz Kardeşlerim...
Sekizinci bölümün bitimine doğru Cibril (a.s) vasıtasıyla Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sorulan sualler ve Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da o suallere verdiği cevapları kısa da olsa anlatmaya çalıştık. Cibril hâdisi ki çok meşhurdur. Cebrail (a.s) bu hadiste, Rasûlullaha anil İslam, anil iman, anil ihsan diye bu üç makamdan sormuş, (Rasûlullahın huzurunda Mevcut olan zevata dinletmek üzere). Bu Cibril hadisi avâm, havâs ve hhas-sül havasla alâkalıdır. Bu da ilmel yakîn, aynel yakîn, Hakkal yakîndir. Aynı zamanda şeriat erbâbı, tarikat erbabı ve hakîkat erbabı ile alâkalıdır.
Tarikât, şerîat erbâbını hakîkat erbabına ileten bir yoldur. Birbirine vuslat buldurmak içindir. Birisi (yani şeriat) daha önce de anlattığımız gibi, delil ve burhana dayandırarak, cevârih ve havası alet olarak kullanmakla olur. Bir tanesi de (yani tarikat) kalben ve rûhen yapılır. Bunların da keşif ve âyan durumları vardır. Bu terakkiyat yoluyla keşfe gider. Yani kalpleri, ruhları, temizlenerek, ruhu pâk, kalpleri de temiz, nûrâni bir halde Allahü Zülcelâlin nûru o kalbe giriş yapınca, o nûrun sayesinde, çok uzakları yani gözlerimizle göremediğimiz, bir çok yerleri ve şeyleri görmeye müyesser ve muvaffak olur.
Rûhumuz habis, mülevvesat'dan dolayı ağırdır. Fazla terakkiyat edemez. Onların hafif ruhları letâfeti daha fazla pak, temiz olunca terakkiyata uygun hale gelir. Böylece bunlar keşif yoluyla daha çok yerleri görür ve müşahade ederler. Ve neticesi, tahkik erbabı her ikisini de beraberce, yani hem şeriat, hem de tarîkat yoluyla hakikata vasıl olurlar. Âdetâ şühûd durumuna gelirler. Yani, Şeriatın me’hazı, menba’I nerede ise, hakîkatına varır, böylece, şühûd erbabı hali olur. O zaman şühûd ve beyan durumuna gelir.
Bu hususlara geçen bölümlerde bir nebzecik işâret ettik Fakat, tafsilâtına geçmeye imkân olmadı.
CİBRİL HADİSİ İSLÂM MAKAMI
MÜSLİM VE MÜ’MİN MÜNAFIK KELİME-İ TEVHİD ŞİRK
Dolayısıyla, bunları geniş ve kapsamlı bir şekilde, bu bölümde, Cibril-i emînin o hadisini teberrüken sizlere serdetmeye çalışacağız. İnâyet ve tevfîkât Allahü Zülcelâldendir. Sizlere de, bizlere de öğrendiğimizle amel etmeyi Allahü Telâlâ nâsip ve müyesser eylesin. Âmîn.
عن عمر بن الخطاب رضىالله عنه قال: بينما نحن جلوس عند رسول الله صلىالله عليه وسلم ذات يوم اذ طلع علينا رجل شديد بياض الثياب شديد سواد الشعر, لايرى عليه اثرالسفر, ولايعرفه منا احد حتى جلس الى النبى صلى الله عليه وسلم فأسند ركبتيه الى ركبتيه, ووضع كفيه على فخذيه وقال : يامحمد, اخبرنى عن الاسلام, فقال رسول اللهِ صلىالله عليه وسلم: الاسلام ان تشهد ان لااله الاالله وان محمد رسول الله, وتقيم الصلاة, وتوتىالزكاة وتصوم رمضان, وتحج البيت ان استطعت اليه سبيلا . قال: صدقت. فعجبنا له يسأله ويصدقه قال: فأخبرنى عن الايمان قال: أن تؤمن باالله, وملائكته, وكتبه. ورسله, واليوم الآخر وتومن باالقدر خيره وشره. قال: صدقت. قال: فأخبرنى عن الاحسان. قال:أن تعبدالله كأنك تراه, فان لم تكن تراه فانه يراك: قال: فأخبرنى عن الساعة. قال: ما المسؤول عنها بأعلم من السائل. قال: فأخبرنى عن أماراتِهَا. قال: ان تلد الامة ربتها, وان ترى الحفاة العراة العالة رعاء الشاء يتطاولون فى البنيان. ثم انطلق فلبثت مليا ثم قال: يا عمر, أتدرى من السائل؟ قلت: الله ورسوله اعلم. قال: فانه جبريل اتاكم يعلمكم دينكم.
(رواه مسلم و البخارى والترمذى)
Bu rivâyete göre ki, Hz. Ömer'in bu rivayetini Müslim rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre, Muâz ibni Cebel, Ebû Dâvud, cami’-ut Tirmîzî, Nesei ve Enes ibni Malik de bu hadisi rivayet etmişlerdir. Dolayısıyla bu hadis meşhurdur.
Bu Hadis-i Şerif İslâm dininin ana temellerini ve kâidelerini ihtivâ etmektedir. Dolayısıyla, başta İslâm makamı, İslâmın emretmiş olduğu muhteviyatı zahiran işletecek olursa, buna MÜSLİM deniliyor.îtikâden ve îman kâidelerini de ekleyerek, bu kaidelere kalben îtikad ederse, buna da hem müslim, hem de MÜ'MİN denilir. Bunların da ötesinde, marîfet erbâbı, sır yoluyla kalbi işletir ve sırra kadar çıkarsa, şühûd erbâbı olursa buna da, ÂRİF denir.
Bu da hem müslim, hem mü'mindir. Veya tek taraflı kalırsa ya müslim veya mü'mindir, fakat mü'min olduktan sonra muhakkak müslimdir. Fakat, müslim olan mü'min olmayabilir. Yani, mü'min olduğu takdirde mutlaka müslimdir. Ancak, müslim ve mü'min olan da Ârif olmayabilir. Ârif olduğu taktirde üçünü de cem etmiş demektir.
Eğer bunlardan birini seçenek yapmazsanız, kıyamet günü hesaba çekileceksiniz. Kıyameti sorduğunda Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) malûmat vermemiş. Fakat, kıyametin emmare ve alâmetleri sorulunca anahtar mesabesinde bir malûmat vermiştir.
Hülâsa, Allahü Zülcelâl cümlemizi hiç değilse bu mü'min ve müslim makamlarından mahrum etmesin. Cümlemize İman-ı kâmil ve hüsnü hâtimeler nâsîp etsin. Amîn.
Kardeşlerim,
İslâm makamı ile ilgili olarak söyleyeceğimiz şeylere dikkat ediniz. İslâm makamının başına Kelime-i Şahadet gelir, dedik. Kelime-i Şahadet, Allahü Zülcelâlin uluhiyetini ve Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletini diliyle ikrar eden bir kimse, Müslüman olur. Şer'an, hükmen ve zâhirî olarak, bunu anlayan, öğrenen kimse için müslüman hükmü verilir. Bu adam müslümandır. Aynı zamanda bu misilli müslüman, kalben tasdik etmeden olan müslümandır. Çünkü, hakiki bir müslüman olabilmesi için, diliyle ikrar kalbiyle de tasdik etmiş olması lâzımdır. Fakat, kalbiyle tasdik kısmını daha henüz anlatmadık. Diliyle ikrar eden bir kimse hakkında diyoruz ki, bu kimse zâhiren müslümandır. Fakat Hakkan müslümandır denilemiyor. Neden? Çünkü, bu gibilerinin müslüman oluş gayesi, İslâm hükmüne girecek, girince de kendisiyle harb edilmeyecek, cizye alınmayacak, bu gibi şeylerden kurtulacak. Aynı zamanda gelecek olan ganimetlerden de istifade edecek. İşte bunlar münafık kısmıdır. Cenâbı Rasûlullah zamanında bu misilli münafıklar vardı.
Kalben inançları yoktu, itikadları yoktu. Sadece zahiren diliyle ikrar eder. Bedenî olan, bazı yapılacak şeyleri yaparlar, Namaz vb. Bunların yaptığı inanarak değil, inanmadan, etrafındakileri kandırmak için yapıyorlar. Dolayısıyla bunlara münafık denir. Bu münafıklar, itikaden bu minvâl üzere oldukları için bunlar Cehennemliktir ve esfelesindendir. Yani:
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ
(Nisa/145)
Allahü Zülcelâl, bu ayette işte bu misilli olan kimseleri kastetmiştir. Bu münafıklara gelince, Cenabı Rasûlullaha kaç defa birçok desiseleri atfetmişler, devesinden düşürmek istemişlerdir. Bazı sahabe-i kiramın duydukları ve gördükleri, nahoş hallerinden dolayı:"Ya Rasûlallah emir buyur da, filân kimseyi öldürelim." derlerdi.
Rasûlullah cevâben der ki:" O kimse Kelime-i Şahadet getirmiyor mu?" Getiriyor ya Rasûlallah. Fakat, bunu getirirken bir ciddiyet olduğunu zannetmiyoruz ya Rasûlallah" dediği zaman, Rasûlullah cevâben:" Ben bununla emrolundum " buyururlardı.
Onun için Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), katletmek hususunda, bunları öldürmeye cevaz vermemiştir. Medine-i Münevvere’ye, oradan, buradan gelen Araplardan bazıları, dilleriyle biz Müslüman olduk dediler. Ef’alleriyle, görüntüleriyle dıştan yapar gibi görünüyorlardı, ikide bir Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) minnet ederlerdi. Âyet-i Celilede:
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آَمَنَّا
(Hucurat/14)
Yani "Biz îman ettik, böylece geldik yardımcı oluyoruz." diyorlar.
Fakat, siz onlara şöyle deyin:
قل لن تؤمنوا
Onlara söyleyin ki, siz îman etmediniz:
ولكن قولوا اسلمنا
Velâkin biz Müslüman olduk deyiniz.
"Ancak, kalbinize îman girerse, işte o zaman iman etmiş olursunuz,. o zaman mü'min olduk diyebilirsiniz ." buyuruldu.
Hülâsa, bir gün Üsâme İbni Zeyd (r.a.) bir yere beş-altı arkadaşıyla gider, bazı kimselerle karşı karşıya kalır ve harp ederler. Neticede Üsâme İbni Zeyd bir kimseyi öldürür. O kimseyi öldüreceği zaman, o kimse Kelime-i Şahadet getirir, fakat buna rağmen onu öldürür. O zaman arkadaşları derler ki: Bunu iyi yapmadın ya Üsâme.
Rasûlullahın huzuruna gelirler. Aleyhissalâtü vesselâma hadiseyi anlatırlar. Hz. Üsâmeyi o kadar sevdiği halde, hiddetle: “ Yâ Üsâme, nasıl olur da böyle bir kimseyi öldürürsün.” der. Hz. Üsâme, tabiî özürler diliyor, bazı mazeretler, bahaneler arıyor. Neticesi: “Korkusundan söyledi ya Rasûlallah” der.
Rasûlullah cevaben şöyle buyurur:
“Biz bir kimsenin söylediğini ne gaye ile söylediğini öğrenmek için kalbini yarıp da bakmakla emrolunmadık.”
نحن نحكم باالظاهروالله اعلم بالسرائر
"Biz zâhirine hüküm veririz, kalbini sırrını Allah bilir."
Kardeşlerim;
Şuna dikkat ediniz ki, münafıkları Kelime-i Şahadet getiriyorlar diye onların öldürülmemesini emreden Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem), biz bununla emrolunduk buyurdu. Bunlarla ilgili olan hadisleri sizlere serdedelim.
Hadisin bir tanesi ve en kıymetlisi Kütübü Sittede vârit olan hadisdir, bu hadis tevâtüran sabittir.
امرت ان اقاتل الناس حتى يشهد ان لااله الاالله وإنى رسول الله فاذا قالوها عصموا منى دمائهم واموالهم الابحقها وحسابُهُمْ علىالله تعالى
Hz. İmam-ı Azam bu hadise dayanarak, Mâtürîdîye göre, el-İslâm:
)اقرار باللسان وتصديق باالجنا(
Sadece dille ikrar, kalple tasdik ettiği takdirde, buna tamamen Müslüman hükmü veriliyor. Kalbiyle de ikrar ederse, o zaman mü'min olduğu da söylenir. O zaman hem müslüman, hem de mü'mindir. Başka hadislerde diğer amelleri saymıştır.
Başka hadislerde de ikinci derecede gelen:
وتقيم الصلاة وتؤتى الزكاة
ilâve etmiştir. Yani namaz ve zekâtı da ilâve etmiştir. Başka bir hadiste de: بماجئت به "Ne getirdimse onunla âmil olunmasıdır ve inanılmasıdır." Bir hadiste de sadece:
بكلمة التوحيد yani بكلمة لااله الاالله محمد رسول الله
Hatta محمد رسول الله olmayan bir kelime yani sadece لااله الاالله Kâfi değildir. Mutlaka محمد رسول الله da olmalıdır. Zira onun Risâletine inanmadan buna hiç itibar olmaz. O zaman yeterli değildir.
Hülâsa, muhtelif hadislerle, biz kısaca anlatmaya çalışacağız. Fazla derine inemeyiz. Evvelâ mensub olduğumuz mezhep olan Mâturîdîye mezhebine göre:
اقراربااللسان وتصديق باالجنان
Dil ile ikrâr kalp ile tasdik eden bu adam müslüman ve mü'mindir, diye inandığımız takdirde bu Maturîdîye göredir. Eş-âriye göre de bu kişinin durumu aynıdır. Ancak imanın fazlalaşması ve artması fikrinde ihtilâf doğar. İhtilâfı nedir?
والعمل باالاركان
Yani Eş-âriye göre bu fazlalık var. Dilde ikrar, kalpte tasdik ve İslâm hükümleri ile, erkân ile âmil olmak yani Namaz, Oruç, vb. şeyleri işlemek. Buna göre imanın fazlalaşması, azalması bu kabildendir.
Meselâ, Ebû Hanifeye göre bir kimse:
لااله الاالله محمد رسول الله
dediği an, namaz ve oruç nasip olmadan öldü ise, bu kimse hem müslüman hem de mü'min midir? Alel iman gitti mi? Sorusunun cevabı evettir. Demek ki, esasen aralarındaki doğan ihtilâf imanın aslından değil, fer-indendir. İmanın aslında hiç ihtilâf yok. Yani, Kelime-i Tevhidi diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etti mi? Ağaç dikilmiştir. Ağacın aslı mevcuttur. Hatta İmam-ı Azama göre, yani Mâturîdîye mezhebine göre bunlar diyorlar ki: Böylesi bir imanın Cebrâilin imânına göre hiç farkı yoktur. Gaye nedir? Gaye; Allahü Zülcelâlin vahdaniyetine inanmak ve Rasûlullahın risaletine inanmaktır. Dilimizle söylemek ve kalbimizle tasdik etmektir. Bunu yeterli görünce, Cibril’in (a.s.) imanı da bunun aynısıdır. Yani, ibadet derecesinin değişikliği ortada olmayınca, bu kelime, esas tâbir edilince, iman itibariyle hepimiz müsâviyiz. O zaman iman sıtandarttır. Yani, kâmil bir mü'minle fasık bir mü'minin, imanları büyüktür, küçüktür diye bir kayıt yoktur. Mâtüridiye göre böyledir.
Ancak, Eş-âriye göre, bir meyva mesabesinde, bir ağacın meyvası var veya yok. Fazlalığı ve azlığı bu nevindendir.
İmam-ı Âzama göre de, imanın güçlenmesi olabilir, kuvvet bakımından da tabir ederler. Veyahut da şöyle der, İmam-ı Rabbani Hz.leri imanı tarif ederken, Rasûlullahın bazı Hadisleri vardır. "Kalblerimiz üzerinde hatalar, hicablar bir bulut haline gelir. Ayın üzerine bulut geldiğinde nasıl ki, ay bulutun arkasına saklanıyor ve ziyası görünmüyorsa, kalbimiz de aynı mesabededir.”
İman nuru ise kalbimizdedir. Diyelim ki, kalbimizde 100 mumluk ampul gibi bir iman nuru var. Bunda hepimizinki aynıdır. Kalbin üzerine perde ve hicâb geldikçe perdeli durumuna gelir. Yani kalbi tamamen karartmış olur.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Bir mü'mine, bir kimseye baksan, ayağının baş parmağından başına kadar hiç bir nur eseri görünmez. Nur eseri görünmeyince acaba imanı var mıdır, yok mudur? Esasen, iman vardır. Kalbinde mevcuttur. Yine aynı, yüz mumluktur. Fakat, ziyası, nuru dışarıya-Cevarih’lere nüfuz etmiyor. Sanki hiç eseri yokmuş gibi.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başka bir Hadisinde de:" Bir mü'mine bakıyorsun ki, ayağının baş parmağından başına kadar, bir parça nur”dur. Neden? Çünkü kalbinin üzerindeki perdeler kalkmıştır. Kalbin iç kısmından, iman nuru cevârihlere nüfuz eder. Vücûdunun her tarafında, kalpten gelen bu nur, âdeta pırıl pırıl parlar. Bu nurunu köreltmesi veya var etmesi, halkın nezdinde sanılıyor ki, ke-en-nehû (sanki) iman yok veya var. Azalıyor veya çoğalıyor. Böyle değil aslında, imanın aslı standarttır, aynıdır. Yani amel yoluyla azalma veya çoğalma olmaz. Ebû Hanifeye göre, Mâturîdîye göre, yani usûl ve akaid erbabının tümüne göre, iman ne azalır, ne de çoğalır. Yani, fasık bir mü'minle, kâmil bir mü'minin imanı aynıdır.
İmanın aslında bir ihtilâf doğmuyor. Esasen iman imandır. Ancak, birisi ağacın kendisi demiş, diğeri meyveleri, güç ve kuvvetidir demişler.
Biz Şer'an, zâhire hüküm veririz, artık sırrını Rabbimiz bilir. Dili ile ikrar ederken biz de onu müslüman kabul ediyoruz, ötesini Allah bilir.
Fahri Râzi der ki;" Allahü Zülcelâl bu kelime-i Tevhidi ikiye bölmüştür. Bu iki bölümden bir tanesi, dili ile izhar ederken kılıç darbesinden azabından kurtulmuş oluyor.
Ama kalb kısmındakini diliyle açmadıkca onun durumu bilinmez. Ne zaman ki kalbindekini dilinin de tasdikine açarsa, o zaman Allahü Zülcelâlin azabından kurtulur. Yani insanın üzerinde iki azab vardır. Birisi kılıç azabı, bundan diliyle ikrar ederse kurtulur. Birisi de Cehennem azabıdır, bundan da kalbiyle tasdik edince kurtulur. Her ikisi de yani dil ile ikrar kalb ile tasdik olundu mu, işte o zaman hem kılıçtan, hem de Cehennem azabından kurtulmuş olur. Bir kere ehli sünnet vel-cemâatın, Mâturîdî ve Eş-ari ittifakla, cumhur uleması dahi, eğer bir kimsenin namazını terk etmesinde, kılmayışında, zekâtını vermeyişinde, Haccını yapmayışında, bunlar tekâsülen (tembellik) ve tehâvünen (önemsememe) itikadında mevcut inanıyor, hak olduğunu kabul ediyor. Farziyyetini kabul ediyor. Fakat tekâsülen yapmıyorsa, bu kimse alel küfre gitmez ve küfrüne de hüküm verilmez. Bu kimse mü'mindir, müslimdir diliyle ve kalbiyle tasdik ettiği takdirde hem müslümandır, hem de mü'mindir.
Kul, Allah’ın emirlerine inanır, bununla amel etmez cürüm işlerse Allahü Zülcelâl’in emirlerini yerine getirmediğinden buna fasik deniyor.
Bu fısk karşısında o kimsenin durumu, Allahü Zülcelâlin meşiyetine bağlıdır. O kimse, ölmeden evvel tevbe ederse Allahü Zülcelâl Habibine vadetmiştir. Rabbimizin Habibine vâdi şudur. Kul, can boğaza gelinceye kadar tevbe ederse, Rabbimiz bu kulunu mağfiret eder. Hattâ ki:
Hiçbir kimse, makamını görmeden bu dünyadan ayrılmaz. Bir kimse Cennetteki ve Cehennemdeki makamını görmezden evvel tövbe ederse, bu tövbesi geçerlidir. Bu ise Rabbimizin Habibine olan bir vâdidir. Şayet tevbe etmeden giderse, o zaman şu Âyet-i Celilenin hükmü altında olarak gider. Âyet-i Celilenin hükmü nedir?
إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ
(Nisa/48)
Allahü Zülcelal "Şirk eden müstesnâdır, şirkin dışındakileri, meşi-etine bağlamıştır. Dilerse azab eder, dilerse affeder. "Nitekim Rasûlullah şefâatını bu gibilerine bırakmıştır.
شفاعتى لأمتى من اهل الكبائر
"Şefâatimi, ümmetimin büyük günah işleyenlerine tahsis etmişimdir."
حديث شريف عن ابى ذر رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم قال: اتانى جبريل فبشرنى انه من مات من امتك لايشرك باالله شيئاً دخل الجنة. فقلت : وان زنى وان سرق؟ قال: وان زنى وان سرق (رواه البخارى و مسلم )
HADİS MEALİ:
Rasûlullah buyuruyor:
"Cebrâil (a.s.) geldi ve bana müjde verdi. Kim ki, ümmetinden şirki olmamak şartıyla ölürse, bu kimse Cennete girer." Ben o anda dedim ki, zina ve hırsızlığı olsa dahi mi? deyince,. cevâben:" Evet, zina ve hırsızlığı olsa dahi." buyurdu.
İkinci Hadis: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
اتانى جبريل فقال بشر امتك انه من مات لا يشرك باالله شيئاً دخل الجنة فقلت ياجبريل وان زنى وان سرق قال وان زنى وان سرق. قلت وان زنى وان سرق. قال وان زنى وان سرق. قلت وان زنى وان سرق قال نعم وان شرب الخمر
(رواه امام احمد و البخارى و مسلم و الترمذى و النسئى وابن حبان)
HADİS MEALİ:
"Cibril (a.s.) geldi, bana şöyle buyurdu, ümmetine müjdele, kim ki, öldüğünde şirk üzere ölmedikten sonra cennete girer. -Yani, şirki olmamak şartıyla. Cennete girmenin şartı budur. O zaman hoşuma giden bu kelime karşısında dedim ki: Ya Cebrâil, bu anlattığın minval üzere, ümmetimin zina ve hırsızlığı olsa dâhi mi? dedim. Cebrâil: Evet dedi. Sualimi gene tekrarladım, yine cevaben: Evet dedi. Ve şunu da ilâve ederek buyurdu ki, Velevki hamrı içse dahi." buyurdu.
حديث آخر. قال رسول الله صلىالله عليه وسلم. ابشروا وبشروا من ورائكم انه من شهد ان لااله الاالله وان محمداً رسول الله صادقاً بِهَا دخل الجنة
(رواه امام احمد و الطبرانى)
"Rasûlullah (a.s.) etrafındaki sahabeye müjdelemekle beraber, sizden sonra geleceklere de müjde verin. Kim ki, sâdıkan, kelime-i şahâdet getirirse Cennetliktir."
Bu husustaki Âyet ve Hadisleri serdettik. Kabul eden için ayet ve hadislerin az veya çokluğu aranmaz. İnanır ve itibar eder. Zirâ bu anlatmış olduğumuz hususlar tamamen fırka-i Nâciye, ehli sünnet vel Cemâatin, Mâturîdî ve Eş-ârinin hükmüne göredir, tamamen aynısıdır, müttefikan.
Yani amel sebebiyle ne küfrüne hüküm verilir, ne de imansız olur. Ne arkasında namaz câiz değil der, ne de cenaze namazı kılınmaz der. Böyle bir şey düşünülmez der. Zîrâ, ehli kıblenin kesinlikle tekfirinê hüküm verilmez.
Ancak fırka-i dâllêye gelince bunlar tabiî müstesnadır. Bunların birçok halleri vardır. Hatta bazısı, kendi mezhebine dahil olmayınca, o kişinin katline de cevaz verir, malını da mübah görür. Bazı kimseler günah işleyince küfrüne de hüküm verir. Bazıları da böyle kimselerin hakkında ebediyyen Cehennemde kalacağı kesindir diye söyler. Mutezile ve Hariciye olsun birçok bozuk mezhepler bu görüştedir.
Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin. Yani inanmak veya inanmamak, hidâyet Allahü Zülcelalindir. Biz hali hazır, acizane olarak, delil ve burhanları bu şekilde beyan ettik. Zîrâ, günümüzde birçok kimseler mantıkıyla hüküm veriyor. Hattakî vaaz kürsüsünde bir hoca birçok talebe yetiştirdiğini îtiraf ederek, ilân eder. Bir kimse İslâmın şartından herhangi birini yerine getirmediği takdirde, buna müslim denilemez diyor. Mü'mindir fakat, müslim değildir diyor. Demek ki amelinden dolayı bunun müslimliğini yok ediyor.
Halbûki, öteden beri söylüyoruz, müslüman olur, mü'min olamaz, fakat mü'min olduğu takdirde mutlaka müslümandır. Bunun söylediğine hiçbir mezheb kâil değildir. Kendine sorsanız, müslim değil de, ya nedir? desen, bir isim de bulamaz.
Kardeşlerim,
Hülâsa, Elhamdülillâhi Teâlâ günümüzde kitap çok, hepimiz de okuyoruz. Tefsirden, hadisten, usülden, fıkıhdan, akâidden, edebiyat hepsi var. Ancak, okumak yeterli değildir. Ahkâmlarından malûmat edinmek lâzım, akâid okumak lâzım. Ayet olsun, Hadis olsun, hemen hükmüne karar veriyoruz. Bunlar araştırmaya muhtaçtır. Biliyorsunuz ki üniversiteli olan bir kimsenin fehmettiği ile, ilk okulda okuyan birinin fehmettiği aynı değildir.
Dolayısıyla, okurken önünüze şöyle bir hadis gelir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):
لايزنى الزانى حين يزنى وهومؤمن ولايسرق السارق حين يسرق وهومؤمن ولايشرب الخمر حين يشرب وهومؤمن
Hadis gayet sağlıklıdır. Yani: "Kişi Mü'min iken zina işlemez, mü'min iken hırsızlık yapmaz, mü'min iken içki içmez." buyuruyor.
Peki, biraz evvel geçen hadiste, bu cürümler karşısında Cennetliktir buyuruyorduya, yeter ki, şirk olmasın... diye müjdeleyen Cenabı Rasûlullah ve Cebrail (a.s.) dır.
Bu hadiste ise, mü'min iken yapmaz deyince, bu sefer mü'min değil midir, yani imansız mı kalıyor? Başka bir hadiste:
"Emaneti olmayan birinin imanı yoktur. Ahdine vefakâr olmayanın da dini yoktur." buyruluyor.
Şu halde bunlar da, dinden ve imandan çıkıyor mu? Esasen bundan kasıt ve gâye, îman-ı Kamil sahibi olsaydı bunları yapmazdı demektir. Yani, bunları yapmakla imanının ve dininin aslını yok etmiş olmuyor. Yeter ki inkâr etmesin.
Allahü Zülcelâl bizlere muin olsun, inayetini bizden esirgemesin. Bizleri hakkı hak bilip, hakka tabi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip, batıldan içtinab eden kullarından eylesin. Âmîn.