Aziz Kardeşlerim,
Velâyet hususunda konuşmak bizim gibi âcizin işi değildir, bunu itiraf ediyoruz. Zîrâ bu hâl işidir, kâl işi değildir. Dile gelmez, dile getirmek zordur. Zamanın yeterliliği de mümkün değildir.
Dolayısıyla bu velayet yazı ve satır işi değil, ancak bir nebzecik de olsa bu hususta, yânî Seyyid-i Şerif olan, nesebi Ğavsul Azama dayanan Şeyhül Hazin Hz.'leri hakkında konuşurken, bir şeyler dile getirdik. Bilhassâ, bu mubarek zâtın kendi salâvatını nasıl dile getirdiğini ve kendisinde cari hâdiseleri ve halleri anlatmaya çalıştık. Keşif ve müşahedelerini izaha gayret edip, Mevlânâ Halid (k.s.) Hz. lerinin salâvatının da nasıl meydana geldiğini anlattık. Bu meyanda 40-50 salâvatın da birinci bölümde olduğunu söyledik. Bunların da bir çoğunun bu şekilde müşâhede ve keşif erbâbının işi olduğunu beyan ettik. Salavat sahibi zatlar şunlardır: Başta İmam-ı Ali (r.a.), Abdullah ibni Abbas, Abdulah ibni Mes'ut, Hasan-i Basrî, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Nevêvi, Ğavsul Azam Seyyid Abdul Kâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i Rufâ-i, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid İbrâhim-i Düsûki, Seyyid Ali Ebû Hasan-iş Şâzeli, Şeyhi olan Şeyh Abdusselâm ibni Meşiş, Seyyidi Şerif Şemseddin-i Hanefi, İbrâhim-i Matlubî, Şeyh Nureddin, Şeyh Muhammet Ebûl Hasenil Bekrî, Şeyh Ahmed-i İdrîsî, Şeyh Ebûl Gani Nâblusi ve birçok zatlar. Bunların hepsini saymaya imkân yok. Bu vasıflara haiz olan zatların görüşleri manevî basîret ve duyguları, manevî sırlardan ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakîkatlarından, keşf ve müşâhede erbâbları oldukları halde, bunların manevîyat denizinden çıkardıkları, izhar ettikleri incileri söylerken, bizim şimdi bunları inkâr etmemiz mi gerekir? Bizim baş gözümüzle göremediğimiz şeyleri mübâlağadır diye tâbir etmemiz mi gerekir.
Duyamadığımız, fehmedemediğimiz şeyleri inkâr etmemiz mi gerekir? Allahü Zülcelâl bizleri böyle bir itikatdan korusun.
Şerefiyle müşerref olduğumuz ümmet-i Muhammedin mensubları Cenâbı Fahri Âlem insanlığa şâmildir. Zîrâ, Allahü Zülcelâl onu âleme Rahmet olarak göndermiştir. Böylece kâfirler de dâhilindedir. O sadece bir kavmin, bir milletin değil, insanoğlunun tamâmının peygamberidir. Fakat, ümmed-i Muhammede gelince onlara karşı:
بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ
(Tevbe/128)
Mü'minlere karşı Raûf ve Rahimdir ve hatâlı olanlara da:
شفيع للمذنبين
diye buyuruyor. Bu kendi ümmetine hastır. Böylece Ğavsul Azam Hz.leri, salavatlarının bir tanesinde işâret ederken, Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) salâvat getirdiğinde:
علم يقين العلماء الربانيين
وحق يقين انبياء المكرمين
diye buyuruyor. Böylece, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), bu üç makam sahiplerinin İmâmı ve Reisleridir. Tamâmen ondan yansıtmadır. İster Ruh ve Kalb yönüyle alınan leddünî ilimler, ister sır ve şühûd yoluyla alınan ilimler olsun, bunlar tamamen Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) intikâl eder ve ondan tabiî ki yansıtmadır. Böylece, ulemâ, tabiî kî cev'arihle olunca, bu ulemâ-i zâhir, şeriat erbabıdır, Ehli Hadis vet Tefsîr ve böylece Ahkâm kısmı mezâhib sahipleri, usul ve furû haline getiren, Allah ve lilleh için yapan kimseleri Rabbâniyyûn diye tâbir etmişler.
İLMEL YAKİN - AYNEL YAKİN - HAKKAL YAKİN NE DEMEKTİR?
Böylece Allahü Zülcelâlin rızâsını celbeden ve rahmetine yaklaşan kimselerdir onlar. Bunlar, delil ve bürhan yoluyla, itikadlarını sağlar, sağlamlaştırır, ibadetlerini güçlendirir. Muâmelâtı düzenli hâle getirirler, sened ararlar ve böylece yaptıklarını ve yapacaklarını sağlıklı, sıhhatlı olarak yapmaya çalışırlar. Bunu Allah için yaparlar, bunların mükâfatı vardır. Bunlar şerîat erbâbıdır. Diğerleri ise Evliya kısmıdır. Bu ilmin üstünde, bir üstünlük vardır. Bu da keşfen ve ayandır. Yani keşif yoluyladır. Dolayısıyla bunların ki kalb yoluyladır. Ve ruhlarının terakkiyatına bağlıdır.
Esâsen ruh arşa kadar yücelebilir. Ve arş ile kürre arasında neler görürse görsün, onları keşfen olarak görebilir. Ve bunları bilmesi de ilmi ledünnî kısmındandır.
Esâsen ilmi ledünnî, Ebû Kâsım el Kuşeyri: "Her ferdin kalbinde iki kapı vardır. Bir tanesi zâhirî, bir tanesi de bâtınîdir. Zâhîrî olan: Beş yoldan kalbin üzerine nüfûzu vardır. Havas (Cevarih) aksamından içeriye bir şeyler alır. Fakat iç âleminde bulunan, bâtınî olan kapısı, ancak ilham yoluyla, ilâhî olan kısmından gelen şeylerdir." diyor.
Kalbi bir havuza benzetmiş bir havuza. Havuzun dışından, beş yerden su geliyorsa, dışarıdan olduğu için, nereden geliyorsa o nispette mutlaka bir karışımın katkısı olabiliyor. Bulanıklığı, kirliliği, bulaşıklığı olabilir. Bundan dolayı şek ve şüpheden emin olmaz. Ancak Allahü Zülcelâlin inayeti ola...
Diğeri ise iç kısmından, havuzun dip kısmından, membâ’ından gelecek olursa, membâ’ından çıkan suda hiçbir karışıklık bulanıklık olmaz. Bu zeleldir (saf, temiz). İşte bu, ilâhî Rahman cânîbindendir. Bu gibi şeyler, kalbe gelen böylesi ilham, erbâbının işidir. Bu ilmin gelmesi için kalp gözünün açık olması, ruhaniyetinin temiz ve pâk olması, lâzımdır. Ruhaniyeti böyle olunca da hafifler ve letafeti kolaylaşır. Böylece, yücelmeye sebep ve vesile oluyor, hattâ ki, arşa kadar bile gidilebilir. Çünkü, rûhun makamı zaten arştır. Onlarınki keşiftir. Fakat, bunun üzerindeki kısım âriflerin makamıdır. Daha ötesini aşmak, ancak ve ancak şuhût erbabının işidir ve sır yoluyla olur bunlar, rûhun orada daha ötesine gücü yetmez, dolayısıyla bu sır yoluyla oluyor. Sır ise ilâhidir. Esasen sır dille anlatmaya gelmez, buna insan kabil değildir. Bu sır ilâhîdir. İlâhî bir sır, ancak ilâhî nûru görebilir, müşâhede edebilir.
İşte bu tecelliyat-ı Zâta mazhar olan zâtlâr, esâsen Hakkal yakin olan zevâtdır. Enbiyâ başta olmak üzere, ümmeti Muhammedin hâs ve müstesnâ şahsiyetleri vardır ki, onlar da mirascı kabilindendir. Böylece buna da muvaffak olabilirler.
Esâsen, tecelliyat-ı Zâtiyyenin imâmı Rasûlullah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Allahü Zülcelâl ona öyle bir kalp vermiş ki, böylesine bir kalp başka hiçbir kimseye verilmemiştir. Allahü Zülcelâl onu hem zâtının nûrundan yaratmış, hem de kalbine zâtının nûru tecelli etmiştir. Ayna mesâbesinde, kalbine müvacêhe kılmıştır. Dolayısıyla Enbiya, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından yansıtma olarak almışlar. Kendi ümmetinde de hâs kimseler var ki, o Enbiyanın taklitçiliğini yapan, mirasçılığını yapan şahsiyetler de var ki, ancak onlar da bir nebze müstefit olurlar.
Başka Nebilerin ümmetleri buna kâbil değildir. Bunlarınki anlattığımız gibi ruh makamına kadardır, yani bunlarınki tecelliyatı sıfâtiyedir, zâtiye değildir. Çünkü, onlar ikinci bir aynadan yâni, kendi nebilerinin aynasından müstefit olabiliyorlar.
Böylece Allahü Zülcelâl, Cenâbı Fahri Âlem (Aleyhisselâtü Vesselâma) öyle bir kalp vermiş ki, onun kabiliyeti ve istîdâdını, idrakten akıl acizdir. İşte böyle yaratmış yaratan, Allahü Zülcelâlın envarı zatiyesinin karşısında, müvacehede durabilecek, dayanabilecek güçte yaratılmıştır.
Zîrâ, Rasûlüllahın ferdî bir makamı vardır. Yani, beşeriyette bu ferdî makam sadece kendisine verilmiştir. Bir kere onun eşi yoktur, eşi olmadığı gibi benzeri de yok, yaratmamış ALLAH, O bir tanedir. Hatta ülü-l-azm olan Peygamberler dâhî, onun makamından dolayı, acayip envarından dolayı hayran ve mest olmuşlardır. Dayanamıyorlar, yani o kadar da mestü hayran olmuşlardır ki, bundan dolayı kendilerinden geçiyorlar. Melâike-yi îzâm olan en büyük melekler dâhî Cenabı Rasûlüllahın envar ve esrarı karşısında dayanamıyorlar. O yüce makamın etrafında hayret ve şaşkınlıkla dönerler. Çünkü onu fehmetmeye, kabil ve imkân yoktur.
Kardeşlerim,
Enbiyâ makamları bizim gibi âcizlerin dile getireceği bir şey değildir. Evliya makamları dahi öyledir. Bunlar hal işidir. Bunlar esâsen tarifle, dille anlatılacak, lâfızlara sığacak şeyler değildir. Çünkü bunlar hal ve zevk işidir. Bunu tatmayan bilmez ki, nasıl anlatalım. Allah ile kul arasındaki halleri, nasıl cereyan ediyorsa bilemiyoruz ki, kalp yolu bu, Allahü Zülcelâl’in ledünnî ilmidir, bu sırdır, keşiftir, bu müşâhededir, bu nasıl anlatılır?
Dolayısıyla, îtîraf ediyoruz, bunu hakkıyla anlatmaktan aciziz. Ancak yedinci bölümde evliya hususunda bir hadisle birazcık olsun izah etmeye çalıştık. Zihninizi dağıtmadan tekrar teberrüken yine hadislere, muctehidlerimizin sözlerine başvuralım. Zîrâ, imam-ı Şâfî'nin buyurduğu gibi,
العلم ماقال الله و قال رسول الله وماعداه قول الرجال
"İlim, Allahın ve Rasûlüllahın buyurduklarıdır. Bunun maadası kavli ricaldir." İmam-ı Ebû Hanife de aynısını söyler.
SÜNNÎ VE SOFİ KİMDİR?
Ancak Hz. İmam-ı Câfer-i Sâdık (r.a.) şöyle buyuruyor:
ومن عاش فى باطن الرسول فهوصوفى
Rasûlullahın zahirinde yaşayan kimseye sünnî deniliyor. Yani bunlar ehli sünnet vel cemaat diye buyrulanlardır. Zîrâ, zahirinde denilen şey nedir? Cevarihle alâkalı, muamelât-ı ibâdeti, ahkâmları ve tavsiyeleri, neler buyurdu ise, bunları mesnetli, delil ve burhanlı olarak getiren kimselerdir ki bunlara fâkih deniliyor.
Evet, bunlar muhaddisler, müfessirler olmakla beraber, tabii ki mezhep erbabları da, usul ve fürûu ahkâmlarına dayandırarak bir şeyler çıkarıyorlar. İnsanlara, kolaylaştırma yönünden uğraşmışlardır, Allah rahmet eylesin. Bunlara da fukahâ deniliyor. İşte bu iki zümreden biri fukahâ zümresidir. Bu fıkıh ilmi zarûrî olmakla berâber, daha ötesi de kalbî olan bir ilimdir, yani ledünnî olan ilimdir. Rasûlallahın iç âlemini sadece Rabbısıyla arasında olan bazı sırlardan kalb yoluyla, bazen de rûhanî yoluyla alanlara da sofi deniliyor. Bu halleri yaşayanlara da sofiyye deniliyor. Asırların en hayırlısı Rasûlullahın asrı olan birinci asırda, her ikisini de beraber, yani fakîhlik ve sofîliği yürütmüşlerdir. Tâbiîn döneminde de bu iki sınıf çok büyük tesirât yapmıştır. İkinci ve üçüncü kademede oldukça azalmış, sonunda ayrımlar doğmuş, fikir değişikliği başlamıştır. Kimisi, dünya metâ-ına, malına ve mansıbına heves ederek inkıtâ-a uğramış. Diğer kalp erbâbı ise, onlara tevekkül, tefvizi ümur, verâ ve zühte daha fazla yönelerek, bu yönde bu yolu seçmişlerdir. Halktan uzak, kalpleri Halıkıyla birleşerek yaşamışlar. Böylece bunlara sofiyye deniliyor. Yâni, bu devirlerde Ebû Hamzatıl Bağdâdî ve Ebû Hâşimis Sûfî gibi zatlar olmasına rağmen fakat, ne çareki, üçüncü asrın sonlarında Hz. Cüneyd vefât etmiştir. Kendi devresinde dâhî şöyle buyuruyor: "Nerede fesat ve maksat ehli varsa bunlar mürşit kesildi. Nerede takvâ? Nerede vera? Nerede zühd? Din hezeyan oldu." diyor. Bunu kendi devresinde söylüyor, Cüneyd.
Hülâsa, her iki zümreyi de berâber yürütmek zarûrî ve mecbûrîdir.Birisini attal etmek asla olmaz, buna imkân yoktur. Zîrâ, bunlar vücûd ile ruh gibidir. Bunların birisi ruh, birisi vücud mesabesindedir. Vücûdsuz ruh bir şeye elverişli değildir, ruhsuz vücûdda da zaten hayat yoktur.
EBDALLERİN VASIFLARI
Allahü Zülcelâl cümlemize inâyetini esirgemesin, bizlere mûin olsun, tevfîkâtiyle refîk eylesin. Cümlemize salâh ve hidâyet nâsib eylesin. Amin...
الحديث الشريف عن ابى هريرة رضىالله عنه. عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:
قال لن تخل الارض من ثلاثين مثل ابراهيم خليل الرحمن بِهِمْ تغاثون وبِهِمْ ترزقون وبِهِمْ تمطرون
(رواه ابن حبان)
"Allâhü Zülcelâlin kullârı arasında 30 kişi vardır ki, bunlar dâimîdir. (Yeryüzü bunlardan hâlî olmaz.) Bunların kalpleri Halîlurrahmanın kalbine yakındır. Yani, merhametli ve şefkatli kimselerdir. Yardımlaşmayı, erzâkınızı, yağmurlarınızı bunlar sâyesinde görüyorsunuz ve bunların yüzü suyu hürmetine geliyor.
Diğer bir hadis de Ebû Hüreyreden mervîdir. Bir gün Rasûlüllah mescidde iken, yanına gittim, bana şöyle buyurdu:
عن ابى هريرة رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: قال يا اباهريرة يدخل على من هذاالباب الساعة رجل من احدالسبعة الذين يدفع الله عن اهل الارض بهم
Ebû Hüreyre, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yanına girince: Rasûlullah, Ebe Hureyre'ye: Ya Eba Hureyre, şu an buraya bir kimse gelecek ki, bu kimse yeryüzündeki yedilerden bir tanesidir. Bunların sayesinde, Rabbimizin yeryüzüne gelecek olan beliyyelerinin ref-ine ve def-ine de sebep olan kimselerdir." buyurdu. O anda, dururken, o kimse geldi diyor. Gelince de, Ebû Hüreyreye dedi ki “Bak işte şimdiki gelen bu kişi, o dediğimiz yedilerden bir tanesidir.” Başının üzerinde bir testi var, su doldurmuş. Câmiyi, Mescidi Nebeviyi sulayacak ve süpürecek, derbederce bir kimse, başında saç yok, yâni umulmaz bir tarzda. Mescide girdiği zamanda Rasûlullahtan şöyle duydum, üç defa tekrarlıyarak: “Merhabam Bi Yesâr, Merhabam Bi Yesâr, Merhabam Bi Yesâr” diyerek üç defâ böyle söyledi, ismi Yesâr demek ki. Merhaba, Merhaba, Merhaba diyerek taltifte bulundu.
Hadis-i Şerif:
Tirmîzînin, Ebu Derdâdan rivayet ettiği bir hadistir. Şöyle buyuruyor:
ان الانبياء كانوا اوتادالارض فلماانقطعت النبوة ابدل الله مكانَّهُمْ قوماً من امة محمد صلى الله عليه وسلم. يقال لهم الابدال لم يفضلوا الناسى بكثرة صوم ولاصلاة ولاتسبيح ولكن بحسن الخلق وبصدق الورع وحسن النية وسلامة قلوبِهِم لجميع المسلمين والنصيحةلله عزوجل
Yani "Nübüvvet (Nebiler) varken, bunlar yerin evtadlarıdır. Fakat, Nübüvvet inkitâya uğrayınca, Cenâbı Rasûlüllahın ümmetinden, onların bedeli olarak geldiği için bunlara ebdal deniliyor. Onlara bedel olarak, onların yerini ebdal işgal etti, vazîfe onlara verildi. Bu kimseler, sanmayın ki, halk arasında fazla namaz, fazla oruç, fazla tesbih yapıyorlar. Aslında bunların fazlalığı şudur, hüsnü hulk sahibidir ve verâları gâyet itinâlıdır. Haramdan, şüpheden kaçınan kimselerdir. Aynı zamanda kalp ve niyetleri de çok hâlisânedir. Allâhü Zülcelâlin kendilerine verdiği merhamet ve şefkat sebebiyle, tüm Müslümanlara karşı kalbi selim sâhibidirler. Kimseye karşı kin diye bir şeyleri yoktur. Nasihatları da sadece Allâhü Zülcelâlin rızâsı içindir, başka hiçbir gâye gütmezler.
عن ابى سعيد الخدرى رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال ان ابدال امتى لن يدخل الجنة باالاعمال ولكن انما دخلواها برحمةالله وسخاوة الانفس وسلامة الصدوروالرحمة لجميع المسلمين (رواه البيهقى و الدارانى)
Hadis Meâli:
"Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Ümmetimin ebdalleri, amellerinin çok olmasından dolayı cennete girmiş olmazlar. Ancak cennete girişlerinin sebebi, birincisi Allâhın rahmetiyle, ikincisi sahavetin nefsî, yani cömert ve fedâkardırlar. Ve kalbi selîm sahibidirler, kimseye karşı bir kinleri yoktur. Bundan dolayı cennete girerler. Üçüncü sebep de Allahü Zülcelâlin vermiş olduğu merhamet ve şefkatinden dolayı tüm Müslümanlara karşı merhametli oluşlarındandır."
Kardeşlerim,
Biliyorsunuz ki mevzumuzun baş tarafında zikrettiğimiz hadisi şerifler 15 sahabeden mervîdir ve çok çeşitli yol ve rivâyetleri vardır. Onun için iktisat etmek mecburiyetindeyiz. Hepsini de birer birer zikretmeye imkân yoktur. Çünkü, buna sayfalar ve cildler yetmez. Dolayısıyla ehemmiyetine binâen bir hadisi daha sizlere serdediyorum. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
علامة ابدال امتى انَّهُمْ لايلعنون شيئاً ابداً
“Ümmetimin ebdallerinin alâmetleri, ancak onlar, şöyle anlaşılır ki hiçbir kimseye lânet etmezler. " buyuruyor. Bu alâmetleri birçok hadis ve eserlerde tekrarlanmıştır. Fakat, hepsini de serdedemeyiz. Ancak, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yine buyuruyor ki:
المؤمن ليس بااللعان ولاباالتعان
"Mü'min, kimseye lânet etmez ve sebb de etmez." Zîrâ, Mü'minin vasfı budur. Başka bir hadiste de:
(رواه امام احمد و مسلم و ابو داود)
"Dilini lânete alıştıran bir kimse, kıyamet günü hiç kimseye ne şefaatçı olabilir, ne de şâhitlik verebilir." buyuruyor.
Belki hatırınıza şöyle bir şey gelebilir. Cenâbı Rasûlullah’ın da bazı lânet kelimeleri vardır, kullanmıştır. Buna ne denilir? Bunu da yok edecek ve red edecek olan Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âhiri ömründe. (ömrünün sonlarına doğru). Tevâtüran sâbit olan Ebû Hüreyre, Selman-ı Fârisi, Hüzeyfe ve İbni Mes'uddan mervi ve benzeri şâhsiyetlerin rivâyetleri vardır. Şöyle ki:
Hadîsi Şerif:
الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم : قال اللهم انى اتخذت عندك عهداً لم تخلفنه فانما انا بشر فأيمامؤمن آذيته او شتمته اوجلدته اولعنته فجعلهاله صلاة وزكاة وقربة تقربه بِهَا اليك يوم القيامة (رواه امام احمد و مسلم و البخارى)
Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:" Allahım, aramızda bir ahdimiz vardır. Ahdine de sâdıksın. Evet, îtiraf ediyorum ki, ben de bir beşerim, belki beşeriyetim mûcibince hiddete gelmiş, eğer bir mü'mine eziyet etmiş veya sebb etmiş veya dövmüş veya lânet etmiş isem; bunların tamamen kıyamet günü kendilerine, âdeta namaz ve zekât muâdili ve hatta rahmetini celbedecek olan nesneler ne ise bunlara tebdîl eyle Yâ Rabbi." diye buyurdular.
Bu hadisi Buhâri ve Müslim ihrac etmiştir, sahihtir. Zîrâ, minberde ilân etmiştir. Tevâtüran sâbittir.
Bunun karşısında eğer biz, onun ümmeti olarak, Cenâbı Rasûlullahı ğilzatlı sanırsak, böyle inânırsak, hâşâ o zaman Âyetin hükmüne göre ona hem zıt, hem de muhalif olmuş oluruz. Allah korusun. Zîrâ, Allahü Zülcelâl onu Rahmet olarak göndermiştir.
Hadîs-i Şerif:
قال رسول الله صلى عليه وسلم: من لايرحم الناس لايرحمه الله
(رواه امام احمد البخارى و مسلم و الترمذى )
"Kim ki, nâsa (insanlara) karşı merhametli olmazsa, Allahü Zülcelal de ona merhamet etmez." buyuruyor.
حديث آخر: قال رسول الله صلىالله عليه وسلم: لن تؤمنوا حتى ترحموا قالوا يارسول الله كلنا رحيم قال انه ليس برحمة احدكم صاحبه ولكنها رحمةالعامة
(رواه الطبرانى)
"Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Kesinlikle hiçbir kimse imân-ı kâmil sahibi olamaz. Hattâ ki, birbirinize merhamet etmedikçe." Ashab-ı kiram o zaman diyorlar ki: Yâ Rasûlallah, biz birbirimize rahîmiz, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cevaben: "Rahimlik sadece kendi câmiânıza, etrafınıza ve arkadaşlarınıza karşı rahim olmak demek değildir. Rahmetiniz umûmi olmadıkça bu yeterli değildir." buyurdular.
Bu hususta hadisler çoktur. Fakat, kısaca geçiyoruz. Akla şöyle bir şey gelebilir. Acaba nâs deyince, insanlığın tamâmını mı kasdediyor? Evet, bu durum karşısında, bu sefer kâfirler de bunun dâhiline giriyor.
Kardeşlerim,
Şu noktaya dikkat ediniz. Kâfir dediğimiz kişiler alel küfre gelmiş gidiyor. Allahü Zülcelâl bizleri korusun ve dâimâ da iman sâhibi kılsın.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): "Bu kâfir, tamâmen bu dünyaya mâlik olsa dünyanın bütün varlığı ile Cennetten bir karış yer dâhi satın alamaz." diye buyuruyor. Bu, velev ki dünyaya mâlik olsa dâhî, Cenneti, geleceği ve hayâti ebediyyesini kaybettikten sonra ve cennette olan makamlarını mü'minlere miras bıraktıktan sonra bizim de Cehennemde olan makamlarımıza bir başkası mirasçı olarak sahip çıktıktan sonra, böyle bir kimseye zavallılığından dolayı insanın üzerine merhameten gelen bir şey olarak, acımamak mümkün mü? Bu kadar da hımbıl ve ahmaklık karşısında, bu kimsenin neyi gıbta edilecek, neyine buğz edilecek. Zâten, uğradığı felâketten daha ötesinde hiçbir şey yoktur.
CEDELCİLİK
الحديث الشريف عن عائشة رضىالله عنها عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: قال ان ابغض الرجال الىالله الأ لدالخصم
(رواه البخارى و مسلم و الترمذى و النسئى)
"Allahü Zülcelâlin o kişiler arasında, en çok buğzettiği kimse kimdir? O kimse âlimdir ki, halka nasîhat ederken, kardeşvârî, muhabbetle ve sevgiyle, şefkatle değil de, şiddet kullanarak ve böylece âdetâ hasım gibi mücâdele, münâzara eden kimsedir." buyruluyor.
Başka bir hadiste:
قال رسول الله صلىالله عليه وسلم : ماضل قوم بعدهدى كانوا عليه الااوتوا الجدل ثم قرأ(ما ضربوه لك) الاجدلاً:بل هم قوم خصمون
(رواه ابن ماجه وابن ابى الدنياو الترمذى )
"Herhangi bir kavîm hidâyetinden sonra bir dalâlete dûçar olurlarsa, Allahü Zülcelâl, cedeli beliyye olarak musibet nev'inden onların üzerlerine musallat eder ve Zuhruf sûresindeki Âyet-i Celileyi de ilâve etti."
Aziz kardeşlerim,
Öteden beri, kasteddiğimiz, anlatmaya çalıştığımız iki zümreyi, fukaha ve sofiyyenin (Câfer-i Sadık'ın buyurduğu.) Rasûlullahın zâhirinde ve bâtınînda, her ikisi de berâberinde hem kal, hem hal, elbirliği ile yürütmenin zarûri olduğunu beyan ettik, neden? Zira Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisinde buyurmuştur. Okuduk, kulağımızla duyduk, yazdık veya söyledik, bu yeterli mi? Eğer, bu hadisin emretmiş olduğu ve belirttiği vasıflara halimizi uydurmazsak, bu halimiz sadece vücuda, yani ruhsuz bir vücuda benzemiyor mu? Mutlaka, okuduğumuz gibi, okuduğumuz ve bildiğimiz ile hallenmek mecburiyetindeyiz. İşte o zaman istifade etmiş olur insan. Yoksa bu ilim aleyhimize hüccettir.
İşte cevârih ehli, mutlaka cevarihlerini de, anlattıkları gibi, öğrendikleri gibi, hallerini de buna uydurmaları lâzım. Çünkü biz Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetiyiz.
Kardeşlerim,
Cebrâil (a.s.) Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) islâm, iman ve ihsan makamlarından sormuştur. Ümmetine tarif için, birisi ilmel yâkin, birisi de aynel yakîn, diğeri de Hakkal yakîn olduğuna işarettir. Birisi şerîat, birisi tarikat, birisi de hakikattır. Yine aynı işaret, biri ehli zâhir, biri cevârihlerle ilgili olarak esbab mûcibelerine baş vurur ve böylece bir tanesi de kalben olarak, ilmî ledünnî yoluyla ruhen ve kalben, böylece keşif ve ayan eder. Birisi de makamı ihsandır. Sır yoluyla şühud ve beyan durumuna gelir.
İslâm ve İman makamları birbirine vücûd ve ruh gibidir. Birine sahip olmakla diğerlerinden müstağni değildir, birbirlerine muhtaçtır. Dolayısıyla birisi esbaba baş vurmaktır ki, esbab sünneti seniyyedir. Ötekisi ise İman makamıdır. Tabiî tevekkül ve tefvizdir.
Zîrâ, Cenâbı Allah Ayet-i Celîlede:
فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ
(Âli İmrân/159)
"Bir şeye azm edersen, esbaba baş vurursan, asla Allaha tevekkülü unutma." Bunlar beraber yürür.
Zîrâ, tedbir, takdiri bozmaz, yani, tedbir takdiri bozamaz. Tedbir insanoğlunun meydana getirdiği esbab mucibelerine başvurarak yaptığı, meydana getirdiği tedbirlerdir. Fakat, takdir Allahü Zülcelâlindir.
Bunun için, behemahâl takdire tevekkül etmek lâzım. Allahü Telâlâ ne takdir ederse. Allah’ın kadâ ve kaderi, irade ve meşiyetinin dışında hiçbir şey işlenemez ve yapılamaz.
İşte, Aynel yakîn olan kimsenin hâli. Allahü Telâlâ’nın bu kada ve kaderi, irade ve meşiyetinin icraat ve tasarrufu, keşif ve muayene anında, kahir hükmü altında kendisi ezilir ve yok olur. Hiç enâniyet kalmadığı gibi, tevekkel alellah olmakla:
وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ
(Mü’min/44)
Bundan ötesinde de hiçbir şeyi kalmaz.
Bundan sonra Hakkal yakîn geliyor, bunda da şûhud ve beyan var. Arifler bu hal karşısında teslim ve rîzâ'dadırlar. Bu da ihsan makamıdır.
Allahü Zülcelâl bizleri, böylesine zatların yüzü suyu hürmetine af ve mağfiretine mazhar kılsın. Amîn.
ولاخواننا الذين سبقونا بالايمان ولا تجعل
فى قلوبنا غلا للذين امنوا ربنا انك رؤف رحيم