اعوذ باالله من الشيطان الرجيم بسم الله الرحمن الرحيم
الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام على خير خلقه محمد و على اله وصحبه اجمعين
اللهم لامانع لما اعطيت ولا معطى لما منعت ولاراد لما قضيت ولامبدل لما حكمت ولا ينفع ذالجد منك الجد
اللهم وفقنا لما فيه الخير والرضى
آمين يا معين
قال الله تعالى : فاعبدالله مخلصاًله الدين . الالله الدين الخالص .*
قال الله تعالى فى اية اخرى: وماامروا الا ليعبدوالله مخلصين له الدين حنفاء *
Aziz Kardeşlerim,
Allahü Zülcelâl, mâdem ki bize kulumsunuz demiş, Habîbine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) de: Ümmetine emretmek üzere, kulluk yapacaksınız diye buyurmuştur. O zaman yapılacak bu kulluğun, hâlisen livechilleh olması lâzımdır. Allahü Zülcelâl, başka nesnelerle karışımına asla râzı değildir. Sâdece sâfiyâne bir hal ile, nazargâh-ı ilâhi olan kalbimizi Allah'a bağlamaktır. Kalıplarımız (vücudumuz) nereyle uğraşırsa, nereye çalışırsa çalışsın, cevâhirlerimiz nelerle meşgul olursa olsun, seveceksek onu sevmek lâzım, rızâ arıyorsak ondan aramak lâzım, kulluk yapacaksak Rabbimize yapmak lâzım, tevekkül edeceksek, Allahü Zülcelâle tevekkül etmek, itimat olunacaksa Allahü Zülcelâle îtimat etmek lâzımdır.
Hülâsa, Razzâkun, Hallâkun, Nâfî-un, Dârrun, Mu-izzun, Mudillün, Bâsitun, Kâbidun... Bu esmâ ve bu sıfat-ı celîleyi hatırlayarak sadece ve sadece, Allahü Zülcelâlin rızâsını ve hoşnutluğunu talep etmektir. Zirâ, dünyaya başı boş olarak gelmedik, bizleri abes olarak da yaratmadı Allahü Zülcelâl...
İmam-ı Ali’nin (r.a) buyurduğu gibi: "İlâhî, bana kulum dedin, bundan daha şerefli şeyi nerden arıyayım." Bizim için, bundan daha şerefli ne olur acabâ? İnsanlığa Allahü Zülcelâl kulum diyor...
Allahü Zülcelâl kulum dediği halde, başka yollara, başka bir nesneye neden sapıyoruz, neden başka nesnelere bağlanıyoruz? Neden bu kalbimizi başka şeylerle dolduruyoruz? Hele, bilhassa Habîbine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmet kılmakla şeref bulmuşuz. Bizim gâyemiz vaaz etmek değil, fakat, bunu anlatmamızdaki gâye, kul ile Allahü Zülcelâlin arasını bağlamaktır. Ve Rasûlullah’ (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı sevgimizi, muhabbetimizi sağlamaktır. Dünya olsun, ahiret olsun, her ne olursa olsun, muhtaç olduğumuz herşey ona bağlıdır. Bunu sağladığımız takdirde, Âriflerden oluruz. Bir zerre mârifet ile Rabbimizin huzuruna çıkmak, vallâhi dağlar kadar yapılan ibâdetten hayırlıdır. Bunu söylerken ibâdet etmiyelim demek istemiyoruz. Fakat, gerçek şu ki ibadet mârifet ile değerlendirilir.
Mârifetimiz sapık ise, fehmetmiyorsak, şirk ise, ortaklaşma ise, bu ibâdetlerin hiçbir kıymet ve değeri olmaz.
AMELLERİN MAKBULİYETİ NEYE BAĞLIDIR?
Zîrâ, tüm yapılan ibâdetler bir heykel mesâbesindedir, cansızdır. Bunun canlılığı, rûhu ise ihlâstır. Bir kere ihlâslı olması şarttır, sâdâkatla yapılması şarttır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir Hadis-i Şerifte:
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: ان الله
تعالى لايقبل من العمل الاماكان له خالصاً وابتغى به وجهه
(رواه ابو داود والنسئى)
"Allahü Zülcelâl kulundan hiçbir amel kabul etmez. İllâ, ancak ve ancak hâlisen livechillahi bir amel işlenmedikçe (mükâfatını da sadece Allah’tan beklemedikçe)." Bu hadisin sebebi vürûdu şudur: Bazı kimseler Rasûlullaha sormuşlar: "Yâ Rasûlallah, bazı kimselerimiz cihada gitmek ister. Bu meyanda da, hem ganimetten faydalanmak ister, hem de fikrimizde etraftan cihada gittiğimiz anılsın, cihada gitmiş desinler diye bunu istiyoruz, buna ne buyurursunuz." dediler. İşte o zaman Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hâdisi buyurmuştur. Bu hususta tatmin olmak için adam üç defa gitmiş gelmiş, bu soruyu toplum namına soruyor. Yine aynı soruyu yöneltiyor. Yine Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cevâbında aynı sözü tekrarlıyor. Bu hadis, illâ ve illâ, yapılan amellerin Allah rızası için, başka bir gayeye dayandırmadan yapılmasını beyan ediyor. Bundan dolayı Âriflerin buyurduklarına göre: Bizim belimizi iki büklüm yapan bu hadis'tir. Bu hadisi duyduktan sonra artık amelimize güvenecek, gururlanacak, böbürlenecek, yâni böyle ucûb getirecek durumlar kalmadı. Zîrâ, işlenen amelin kabulü, Allahü Zülcelâle karşı hâlisâne bir şekilde yapılmasına bağlıdır. Kalbimize, sâdece ve sâdece Allahü Zülcelâlin hoşnutluğu ve râzılığı hâkim ise, o zaman umarız ki kabûl buyurur.
İmam-ı Ali'nin (r.a.) buyurduğu gibi: " Amelin çokluğuna ihtimam etmek değil, amelin geçerliliğine ihtimam etmektir." Geçersiz ise ne yararı var, isterse dağlar kadar amel olsun. Hiçbir faydası olmaz. Onun için amelle başbaşa kalmak, amele güvenmek ve gururlanmanın hiç gerekçesi yoktur. İllâki halisâne lillâhi Tâalâ olmadıkça...
İkinci Hadis:
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: ان الله تعالى لاينظر الى صوركم واموالكم ولكن انما ينظر الى قلوبكم واعمالكم
(رواه مسلم وابن ماجه )
"Allahü Zülcelâl sizin suretinize (yani zâhirinize), kalıbınıza, elbisenize bakmaz. Emvâlinize de bakmaz, zengindir diye ayırt etmez. Ancak Allahü Zülcelâl (Nazargah-ı ilâhi olan) kalbinize, âmâlinize bakar. Âmâliniz, kalbinizden zâhir olan duruma göre değerlendirilir. Yani, kalbinizin durumu ne ise âmâliniz de o nispette değerlendirilir. Ancak kalbinizdeki duruma göre geçerliliği müyesser olur. Ondan sonra artık ameliniz ne hükme gececekse ona göre geçirir." diye buyurur.
Rasûlullah (Aleyhisselâtü vesselâm) Mu’az İbni Cebeli Yemen'e gönderirken şöyle bir vasiyette bulunur:
يا معاذ اخلص دينك يكفيك القليل من العمل
"Ey Mu’az, imânını, dînini, inancını, niyyetini, hâlisâne, liecl-illeh kıl. Allahü Zülcelâle karşı kalbini pak tut. Başka gayelere, başka dâvalara yönelme. Ameline riya sum'a karıştırma. Böylece ameli bu minvâl üzere yaparsan, amelin çokluğu değil, en azı bile sana yeter."
قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:
اخلصوا اعمالكم لله فان الله لايقبل الاماخلص له
Umûmi olarak, "Amellerinizi hâlisâne liecl-lilleh kılınız," buyurarak amellerin başka yönden geçerliliğinin olmadığını ilân eder. İhlâsla yapılmayan amelleri Allahü Zülcelâl kabul etmez.
حديث آخر ان الله تعالى يقول انا خير قسيم لمن اشرك بى من اشرك بى شيئاً فان عمله قليله وكثره لشريكه الذى اشرك بى انا عنه غنى
(رواه امام احمد ابو داود )
"Allahü Zülcelâl îlân ediyor. Herhangi bir kulum, bir amel işlediğinde, başka nesnelerle müştereken yapıldı ise, ben müştereken yapılan amele karşı taksîmatımı çok iyi yaparım. Ben iştirakçilerin en hayırlısıyım. Zîrâ, ben kendime pay çıkarmam. Olduğu gibi kendine bırakırım. Ameli ister az olsun, ister çok olsun. Çokluğuna kanıp da, heves de etmem. Zîrâ, ortaklıkla yapılan bir amele, kesinlikle ihtiyacım yoktur, bundan müstağnîyim. Sevâbı, rızâsı, hoşnutluğu kimden alırsa, kimin memnûniyetini arzuladı ise onunla bırakırım. Kendime bir pay çıkarmam." buyurmaktadır.
Mevzûmuzun başlangıcından buraya kadar, ihlâs ile ilgili âyet ve hadisleri serdettik. Gâye dinlemek ve ibret nazarıyla bakmak olduktan sonra bir âyet ve bir hadis yeterlidir. Fakat, ihtimam etmezse, mühimsenmezse ne kadar çok olursa olsun, fark etmez.
Dolayısıyla, âciz bir kul olarak bize düşen bunları serdetmektir. Fakat, şu andan itibaren, ibret verici olan şu âyet ve hadislere dikkat ediniz. Bakınız Allahü Zülcelâl İhlâsı nasıl târif etmiş. Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ
(Nahl/66)
"Siz, bu yaratılmış olan, tüm süt veren hayvanlara büyük bir ibret nazarı ile bakarsanız, tefekkür ederseniz, bu ibret-i az'imeyi onlardan alırsınız." buyuruyor. Neden acaba?
Görüyorsunuz ki, türlü türlü, çok çeşit yemleri yiyiyorlar, fakat sonunda, ifrazat yöntemlerine dikkat ediniz, çeşitli ifrâzat yolları vardır. Fakat sizlere nîmet nev'inden vereceğimiz süte dikkat ediniz. Hâlisâne diye buyrulan nîmetlerden bir tânesi süt üzerine buyruluyor.
Allahü Zülcelâlin nîmetleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat, biz bu nîmetlerden bir tanesini göz önüne getiriyoruz. Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor. Ve bu süte dikkat ediniz ki, çeşitli yöntemlerle, çeşitli süzgeçlerden, filtrelerden geçirerek kullarına takdim ederken nasıl bir nimet veriyor. Sütten daha hassas bir madde hemen hemen yoktur. Süt çok hassastır. Pürüz kabul etmez bir kere, yemlerinde nâhoş (hoş olmayan) yem çeşitleri bulunursa, bu gibi bazı yemler sütün kokusunu dâhi değiştirir, bunu biliyorsunuz. Bir kulun, böyle gıdâ yönlerini de dikkate alıp, ameli de böylece hâlisâne, berrak, tertemiz, hiç pürüzsüz yapması gerekir, bu birincisi. İkincisi ise; niyeti ve kalbinin hâlisâne olması gerekir, bu ise en mühimidir. Yemlerin çeşitli oluşu, karışımı sütün tadına değişiklik verir. Ayrıca sağdıkları kapları da temiz tutmak gerekir, sütün bozulmaması için. Eğer, kabın içi temiz değilse, hariçten maddeler süte karışacak olursa, bu süt o zaman beyazlığını, o halis durumunu başka bir renge dönüştürür. Hele bilhassa paslı küflü bir kap ise, asla bu sütün insana yararı olmaz. Neticesi bozulmaya mahkûmdur, bu sebeple.
Kardeşlerim, gıdâmıza ihtimam ettiğimiz kadar, kalblerimizi de, masivadan, paslardan, günah kirlerinden temiz tutmamız lâzım. İşlediğimiz bir amelin, niyetimizin, itikâdımızın, imanımızın, hâlisâne livechilleh olması lâzımdır. Yâni, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hz. Muaz'a (r.a) dediği gibi: اخلص دينك Yâni, dini diye tâbir ederken insanın inancını, itikadını başka bir şeye dayandırmadan hâlisâne lillâhi teâla olması gerekir. Çünkü, her ne olursa olsun, Allahü Zülcelâlin irâde ve meşiyetine, kudretine bağlıdır. Bunun dışına hiçbir şey çıkamaz.
Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl, bu süt nîmetini bir ibret olarak bizlere göstermiş. Ben, kullarıma bu nimetimi böylece ihtimam ederek, tertemiz verirken, ya kullarım bana karşı, emir ve yasaklarıma karşı ve bana karşı itâatkâr olmalarını, bir vazife yapmalarını ve bu vazifeyi de, halisâne lillâh için ihlâsla, hiçbir nesneyi ortak kılmadan yapmaları gerektiğine dikkat etsinler. Nasıl ki başka karışımlar sütün bozulmasına sebep oluyorsa, rengini, kokusunu, tadını değiştiriyorsa, işte öteden beri söylediğimiz, amellerimizi fesâda uğratan sebepler de bu gibi karışımlardır. Kardeşlerim, bu hususta çok ihtimâmlı, çok dikkatli olmak lâzımdır.
İnanın ki, her zaman bu kelimeyi bu âyet-i celileyi göz önüne getirirsek, yapacağımız amelimizi kendi kendimize bir kıyas ederiz ve hiç bir zaman amelimizde bir güvence hasıl olmaz, bir gurur ve ucûb'a sebep olmaz. Çünkü, acziyetimizi îtiraf ediyoruz ki, bu çok zarif ve nâzik bir meseledir.
Allahü Zülcelâl cümlemizi bu hususta bu gibi durumlardan korusun. Râbbimizin inâyeti ve tevfîkatine dayanarak aczimizi itiraf ediyoruz. Zîrâ, bizi, nefsimizle başbaşa bırakır da kendi enâniyetimizle başbaşa kalırsak hizlâna düşeriz, şeytan ve nefsin tuzağına düşer ve onların oyuncağı oluruz. Allah korusun.
Rabbimiz (c.c.) bizlerden inâyetini esirgemesin. Bizlere muin olsun. Bizleri tevfîkatine uygun ve muvaffak kılsın. Amin.
Kardeşlerim...
Azîm olan Allahü Zülcelâl gördünüz ki kullarına kendisini sevdirmek ki, her zaman anlattığımızdan gâye budur. Kulları olarak bizlere vermiş olduğu o nîmeti azîmeyi takdim ederken, nasıl takdîm eder? Acabâ neden bu kadar ihtimâm eder? Hâşâ bize muhtaç mıdır? Hayır. Bu hal Rabbimizin, ana şefkatinden bin kat daha kullarına karşı şefkatlı oluşundandır. Bizlere ikram ediyor, ihsan ediyor, zarar verilmeyecek hâle getiriyor. Ama biz ise, Allahü Zülcelâle her an için her lâhzada muhtaç olduğumuzu idrak edemiyoruz. Her soluk (nefes) alıp verdiğimizde, bir nefes alırız bize hayat verir; bir nefes veririz, bize rahat ve huzur verir. Muhtaç olduğumuz Allahü Zülcelâl dünyamızı da ahretimizi de, doğduğumuz andan itibâren, ezelden ebede kadar, bizim için tahsis etmiş olduğu nîmetlerin de haddi hududu yoktur. Biz artık bu durumu, ona göre kıyas edelim de, kendimize, doğru hak olan şeyler için gayret edelim ve dâima Rabbımızdan inâyet dileyelim. Bir hadis-i kudsîde şöyle buyruluyor:
قال الله تعالى: انى والجن والانس فى نبأ عظيم اخلق ويعبد غيرى وارزق ويشكر غيرى
(رواه الترمذى و البيهقى والحاكم )
"Allahü Zülcelâl sübhânehû ve Teâlâ, yaratmış olduğu ve mükellef kıldığı insanlara, cinleri de (ekleyerek) şöyle buyuruyor: "Aramızda mühim bir davâ vardır. Bu davâ halledilmiyor. Bir türlü halledemiyoruz. Onları (cinleri ve insanları) yoktan var eden ben iken, hâlıkları ben iken başkasına kulluk yaparlar, bana değil. Kulluk yapmaları gereken esas benim. O hak benim iken, onları yaratan ben olduğum halde, bana değil de başkasına kuluk ederler. Tüm nîmetleri esirgemeden, minnetsiz, karşılıksız olarak veren ben iken bunlar bana değil, başkasına teşekkür ederler."
Halbûki, aslında bir nîmeti, kim verirse ona teşekkür etmek lâzım. Bunun hakkında da ayrıca bir hadis vardır. "Yâni, nîmeti verene karşı şükrünü fehmetmeyen, idrâk etmeyen, Allahü Zülcelâle karşı da şükrünü fehmetmez, bilmez. Neden? Çünkü, o kimse nankör kısmındandır. Bu gibi bir iyiliği takdir etmeyen ve fehmetmeyen bir kimsedir. Onun için, nîmetin ancak Allahü Zülcelâlden geldiğini bilmek lâzım. Esâsen kul emrin mahkûmudur. Yâni, Allahü Zülcelâlin emriyle, iradesiyle, mêşiyetiyle olduğunu bilmek, her şeyi böyle bilmek lâzım. Ona sebep olan ancak bir âlet ve edevâttan ibârettir. Ama onun da hizmeti geçmiştir diyerek, ona da teşekkür etmek gerekir. Zîrâ, o, insanlık borcu ve îcâbıdır.
Dolayısıyla, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu tevhid âkidesinden bahsederken ashabına minberde şöyle buyurarak, bir mîsal veriyor: "Bir kimse, amcasının oğluna bir ihtiyaç sebebiyle, talepte bulunur, gider ve talep eder. Amcasının oğlu da onu iyilikle karşılar ve talep ettiği şeyi verir. Böylece amca oğluna minettar ve mesrur olur. Kendisine karşı da sevgi ve saygısı da artar. Bir defa daha ihtiyacı olup da bir şey talep eder, fakat bu sefer, amcasının oğlu vermiyor. Vermeyince kahırlanır evvelki saygısı ve sevgisi de kaybolur. Eğer şunu bilseydik, her an için Rabbimizin murakabesi altında olduğumuzu, onsuz hiçbir şey dönmediğini hatırlasaydık ki:
هوالمعطى والمانع
Îtâ eden de (verdiren de) Allah, men eden de (verdirmeyen de) Allah. " Yâni şahısların bir âlet ve edevâttan başka hiçbir etkileri yoktur. Zîrâ, anlattığımız gibi ancak bir teşekkür etmek lâzım, yani bu teşekkür bir emeği geçtiğinden dolayıdır. Bunu hatırlayabilseydik bu bile yeterdi bize.
Ancak, o nazarla bakılır. Yoksa doğrudan doğruya Allahü Zülcelâli bırakır da, sadece tüm irade, tüm meşieti insanın eline vermesi, işte bu yanlıştır. Böyle olunca tevhidimiz düzgün olamaz. O zaman şirki hâfî işlenmiş olur, Allah korusun.
Hülâsa, bu hadisi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) minberde böyle buyurdu. İkinci hadis. Beni isrâil devrinde bir âbid vardı. Dolayısıyla bu âbid, sahih-i Tirmiziye göre 70 sene, başka rivâyete göre de daha fazla. Bu âbidin 70 senelik hayatı dâima böyle ibâdetle geçmiş. Cebrail (a.s.) der ki; Yâ Muhammed, bir zaman bir gün, oradan geçtik, o kimseyi secde halinde gördük. Zîrâ, Rabbinden öyle istemişti, benim ruhumu secde halinde iken kabzet diye dilemişti. Allahü Zülcelâl kabul buyurdu. Cebrâil (a.s.) devamla şöyle anlatıyor. Yarın bu adam mahşer âleminde geldiğinde, Allahü Zülcelâl bu kimseye sorar: "Ey kulum, Cennetime ne ile girmek istersin?" Adam: Yâ Rabbi amelimle girmek isterim, der. Allah (c.c.) ona hatırlatarak; ister rahmetimle gir, ister amelinle, hangisiyle girmek istersin diye tekrar hatırlatır. Adam yine amelimle girmek istiyorum Yâ Rabbi der. Allah (c.c.) şu halde, madem ki amelinle girmek istedin, ben de sana vermiş olduğum nîmetlerin karşılığını isterim der, karşılıklı bu. Adam “Olur Yâ Rabbi” der. Sâdece göz nimetini getiriyorlar, 70 yıllık ibadetine karşılık olarak mîzâna koyuyorlar. Rabbimizin verdiği göz nimeti 70 yıllık ibadetten ağır geliyor. O yetmiş yıllık ibadeti, göz nimetinin karşılığını tamamlıyamıyor. O zaman sürün, götürün Cehenneme diye emredince, adam başlar ağlayıp sızlamaya. “Yâ Rabbi, ben bilemedim, sen bilirsin” diye yalvarmaya başlar. Cenâbı Rabbül Alemîn " Ey kulum, sen bilmiyor musun ki, bir adada seni yaşatan kim, senin yiyeceğini, içeceğini, hayat vereni, hissiyatını, aklını, dengeni, şuurunu, her teshilatını, her tevfikatını, her inâyetini kim verdi ki, veren kimdir?" İşte bu düşüncede olmak ve bunu bilmek lâzımdır. Adam sonunda yalvarıyor, “Ya Rabbi hata ettim, rahmetinle, rahmetinle girerim Yâ Rabbi” diyor...
İşte Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) " Hiçbir kimse ameliyle cennete giremez." buyuruyor. Soruyorlar, Yâ Rasûlullah sen de mi?
ولااناالاان يتغمدنى الله برحمته
“Evet, ben de, illâ Allah (c.c) rahmetiyle gark eder.” Yoksa hiçbir kimse ameliyle Cennete giremez. Cehenneme de ameliyle giremez aslında. Zîrâ, amel ya Cehennemin azabıdır veya Cennetin süsüdür. Fakat, inanmak lâzım. İtikad lâzımdır. Esâsen Cennete veya Cehanneme bizi götüren inancımızdır, itikadımızdır, bu tevhid âkîdemize bağlıdır. Ve orada bu tevhid akîdemizin sağlığına göre erken gireriz veya pürüzlü oluşuna göre geç gireriz. Allah korusun.
Fakat, devamlı kalabilmemiz niyetimize bağlıdır. Burada ne kadar yaşarsak yaşayalım, arzu ve istediğimiz Ala dînil İslâm ümmeti Muhammedin mensûbu olarak, yürümeye azimliyiz. Allah bize ne kadar ömür verirse versin, azmimiz bu olunca, işte bundan dolayı Cennette ebedî durabiliriz.
Cehennemin hâli de böyledir. Kâfirler de sağ oldukça alel küfre gitmekliğe azimlidirler. Bundan dolayı onlar da Cehennemde ebedî kalacaklardır.
Aziz Kardeşlerim;
Bu minvâl üzere amellerimizin ihlâslı olması ile alâkalı hususları izah ederken şunu çok iyi bilmemiz lâzım. Bizim amellerimize Allahü Zülcelâlin zerre kadar ihtiyacı yoktur, olamaz da. Bizim amellerimizden yararlanmamız için, bu amellerin bizlere faideli olabilmesi için, onların boşa gitmemesi için, bize faide sağlaması için, bu amellerin mutlaka halisâne livechilleh olması lâzım. Bilumum ibadet ve amelerimizin geçerli olması için ihlâs şarttır. Çünkü her an herşeyde kendisine muhtaç olduğumuz Allahü Zülcelâl:
غنى عن العالمين
Yani âlemlerden ğanidir. Hiçbir şekilde onların hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur. Bu yaptığımız amelleri yapın diye buyurdu ise de bunlar tamamen bizim kendi menfaatimiz ve yararımız içindir. Fazla teferruata dalmadan birkaç Hadis-i Şerifi zikretmek yerinde olur.
KİŞİDE BULUNMASI GEREKEN DÖRT ÖNEMLİ HASLET
الحديث الشريف : قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم : اربع اذاكن فيك فلا عليك مافاتك من الدنيا. صدق الحديث وحفظ الامانة وحسن الخلق وعفة مطعم
(رواه احمد والطبرانى والحاكم والبيهقى)
Hadis meali:
Cenabı Rasûlullahın vasiyeti şudur: Dört nesne sende mevcut ise, bu dördün maadası (dışındakileri) için üzülmeye değmez. İnsan için bu dört nesne yeter. Bu dört nesnenin birincisi: “صدق الحديث” yani yalanı tamamen bırakman ve doğru olmandır. Yalan konuşmamandır. Çünkü yalan münafıklık sıfatıdır. Bunu Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) asla hoş görmüyor ve bu konuda uyarıyor.
İkincisi: “وحفظ الامانة “ yani emin olman lâzım. Emanete hıyanet etmemek lâzım. Çünkü bu da münafıklık alametidir. Bu mü’minin sıfatı değildir.
Üçüncüsü:“ وحسن الخلق “ yani güzel ahlâk sahibi olmak lâzımdır. (Bu dört nesne hakkında onlarca hadis olduğu gibi özellikle güzel ahlak sahibi olmayı tavsiye eden hadisler bir hayli fazladır.)
Dördüncüsü de: “وعفة مطعم “ yani yeme, içme hususunda çok ihtiyatlı olmak lâzım. Yediği ve içtiğinin helâl olmasına özen gösterip, asla haram ve şüpheli şeylere yaklaşmamak lâzım. Bu Hadis-i Şerif gayet sağlıklı ve sıhhatli bir hadistir.
حديث آخر : قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:
اربعة من كن فيه كان من المسلمين وبنى الله له بيتًا فى الجنة اوسع من الدنيا وما فيها. من كان عصمة امره لااله الاالله واذا اصابته ذنبٌ قال استغفرالله واذا اعطى نعمة قال الحمد لله واذا اصابته مصيبة قال انالله وانا اليه راجعون
Diğer bir Hadiste Cenab-ı Rasûlullah buyuruyor ki şu dört nesne kimde bulunursa O kimse Müslümanlardandır. Ayrıca bu dört nesne kendisinde bulunan kimseye Allahü Zülcelâl, dünya ve dünyadakilerden daha geniş (daha büyük) bir menzil vereceğini vadetmiştir.
Bu dört nesnenin birincisi: “لااله الاالله “ yani bu Kelimeyi Tevhide karşı gafil olma, daima bu Kelimeyi Tevhidle beraber ol, onunla yaşa, demektir.
İkincisi: “واذا اصابته ذنبٌ قال استغفرالله “ yani bir günah işlediğinde Estağfirullah diyerek hemen istiğfar et. İstiğfarsız kalma. Çünkü biz beşeriz, şaşabilir, bir zenbe düşebiliriz.
İmam-ı Ali’nin (r.a) buyurduğu gibi bizim hepimizin derdi vardır, derdimiz olduğu gibi bu derdimizin devâsı da vardır. Derdimiz zenb (günah) işlemektir. Fakat, devâmızda bu zenbe karşı ilacımız da istiğfârdır buyuruyor. Yani günahın hemen ardından istiğfar getirmemizi tavsiye ediyor.
Üçüncüsü: Allah (c.c.) sana bir nîmet verdi ise bu nîmetden dolayı hemen “الحمدلله“ diyerek Allaha hamd ve şükret.
Dördüncüsü de:
واذا اصابته مصيبة قال انالله وانا اليه راجعون
demek. Yani başına bir musibet geldiği zaman, bu musibet amma malına gelsin amma bedenine gelsin, hemen bunu söyle. Yani “İnne lillahi ve inne ileyhi râciun.“ de bunu söyle. Onun Allahtan geldiğini bil.
İşte bu dört nesne kimde bulunursa, bu hasletlere kim sahip olursa, bu kimselerin Müslüman ve Mü’min olduklarını Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müjdelemiştir.
EN MAKBUL DUA HANGİSİDİR?
حديث آخر : قال رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال اربع دعوات لاترد. دعوت الحج حتى يرجع ودعوت الغازى حتى يرجع ودعوت المريض حتى يبرأ ودعوت الأخ لأخيه بظهر الغيب واسرع هؤلاء الدعوات اجابة دعوت الأخ لأخيه بظهر الغيب
Diğer bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruyor: Dört dua vardır ki Allah (c.c.) reddetmez, yani kabul buyurur. Bu reddolunmayan, kabul olunan dualardan birincisi Hac’daki dua. Yani Arafatta yapılan dualardır. Ve bu dualar reddolunmaz. Çünkü onlar dönünceye kadar Allahü Zülcelâl’in misafirleridir. Misafirlerin istekleri ise red olunmaz.
Duaları red olunmayan ikinci sınıf ise Gazilerdir.
Allah yolunda cihada giden gazilerin de cihaddan dönünceye kadar yaptıkları dualar makbuldur. Allah (c.c.) bunların da dualarını kabul buyurur, red etmez.
Üçüncü sınıf da: Hastalardır ki, Allahü Zülcelâl tarafından verilmiş herhangi bir hastalık sebebiyle hasta olanların dualarıdır. Bunlar da iyileşinceye kadar bu hastalıkları halinde nahoş bir halleri olmayıp, Allahü Zülcelâl’den gelmiş diye halinden şikayetçi olmayarak sabrediyorsa, işte bu hastaların dualarını da Allah (c.c.) red etmez.
Dördüncü zümre ise: Bir kardeşinin (ki; bu, Allah için olan kardeşliktir) yüzüne karşı değil de, onun gıyabında içtenlikle Allah rızası için yapılan dualardır ki, bu dualar da red olunmaz. İşte Allah için kardeş olanların birbirlerinin gıyabında yapılan samimi dualar ki, bu dualar diğerlerinden daha icabetlidir. Çünkü bu dualar diğerlerinden daha da geçerlidir.
Zira Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) de buna işaret ederek böyle bir kardeşin diğer bir kardeşine yaptığı dua geçerlidir buyuruyor.
Diğer bir Hadiste Cenab-ı Rasûlullah buyuruyor ki:
حديث آخر: قال رسول الله صلىالله عليه وسلم : اربعة دنانير دينار اعطيته مسكيناً ودينار انفقته فى رقبة ودينار انفقته فى سبيل الله ودينار انفقته على اهلك افضلها الذى انفقته على اهلك
Bir kimse dört dinar infak etmiş, bu dinardan birini bir miskine vermiştir. İkincisini de azad olunması için bir köleye vermiş, üçüncüsünü de kendi efradı iyalinin ihtiyacı için vermiş, bu yolda infak etmiştir. Bunların içinde en faziletlisi kendi efradı iyalinin ihtiyacı için vermiş olduğu dinardır. Zira kendi efradı iyalinin ihtiyacını gidermek, bu ihtiyacı temin etmek kişiye farz-ı ayn durumundadır. Kendi efradının ihtiyacı varken başkalarına veremez. Zira bu, bunların haklarını gasbetmektir, ve efradı iyaline zulm etmektir.
حديث آخر: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم : قال الله عز و جل : إنى لأجدنى استحى من عبدى يرفع يديه ثم اردهما قالت الملئكة إلهنا ليس لذالك بأهل . قال الله تعالى : لكنى اهل التقوى واهل المغفرة . اشهدكم إنى قد غفرت له
Bir diğer Hadisinde de Cenab-ı Rasûlullah şöyle buyuruyor: Yani Cenab-ı Rasûlullah, Allahü Zülcelâlin kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu müjdeliyor. “Allahü Zülcelâl buyuruyor ki, bana ellerini kaldırıp benden bir talepte bulunan kulumun duasını red etmekten haya ederim. Bu talebini red etmekten kendimden utanırım.” buyuruyor. Allahü Zülcelâl böyle buyurunca bu buyruğun karşısında Melekler der ki:
-Ya Rabbi bu kulun öyle göründüğü gibi değil, bu kulun buna ehil değil.
Allahü Zülcelâl da:
-Eğer bu kulum buna ehil değil ise de ben buna ehilim. Çünkü mağfiret etmek benim sıfatımdır, buyuruyor. Ve şahit olun, ben bu kulumu mağfiret ettim, o kulum buna ehil olmayabilir, ama bana mağfiret etmek yakışır, buyuruyor.