FADLI KEBİR NEDİR?
Aziz Kardeşlerim,
Birinci bölüme başlarken bölümün bir tarafını tamamen salavâtla mezcettik. İkinci bölümde ise, salavâtın muhteviyâtına, meziyetlerine ve Rasûlullâhın bazı manevî husûsiyetlerine yer verdik. Sonunda salavâtın terğibi ve teşvîkiyle ilgili hadisleri, Allâhü Zülcelâlin Habîbine vaad etmiş olduğu bazı meziyetleri serdettik. Üçüncü ve dördüncü bölümde de Rasûlullâh’a (Aleyhissâlâtü vesselâm) terğiben ve teşvîkan salavât getirmeyle ilgili hadisler ve bazı meziyetlerini serdettik. Dördüncü bölümün sonunda bu âyeti zikrettik. Bu bölümde de bu âyeti biraz açmak, izah etmek istiyoruz.
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ فَضْلًا كَبِيرًا
(Ahzab/47)
Bu âyet-i Celîlenin sebebi nüzûlü, Aleyhissalâtü vesselâma gelen Âyet-i Celîlenin müjdesidir:
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ
(Fetih/2)
Bu Habîbine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vermiş olduğu kerem ve ihsânı açık, veciz bir şekilde geçmiş ve geleceğinin mağfiret olunacağı vaadi ile, sevinir. Fakat; Ashâbı kiram kendisine, ”Ya Rasûlallah ,Sizin bu istikbâlinizi, Rabbimizin bu fadlı keremini öğrendik. Fakat, bizim istikbâlimiz ne olacak?” diye kendileri için soru sordular :
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine olan merhametine, şefkatine dayanamayarak nasıl bir cevap vereceğim düşüncesinde iken, bu Âyeti Celîleden evvel:
لِيُدْخِلَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ
(Fetih/5)
Bu Âyet-i Celîle gelir. Arkasından da:
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ فَضْلًا كَبِيرًا
(Ahzab/47)
Âyeti Celîlesi gelir.
Nasıl ki Rasûlullaha, ليغفرلك الله “Allah sana mağfiret edecek, gelmiş ve geçmiş ne varsa“ diye bu müjdeyi verdiği gibi mü'minlere de aynı müjdeyi vermiştir. "Mü'minlere müjdele Habîbim... Onlara karşı büyük bir fadlım vardır. Hiç endîşe etmesinler. "buyuruyor. İşte Hz. Sıddık" Yâ Rasûlallah Allah sana neler veriyorsa, senin ümmetini de ayrı bırakmıyor, müşterek bir halimiz var, Allâha şükürler olsun. "diye buyurduğu gibi, bu söylediğimiz de aynı ona benzedi.
Yine, Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelene benzeyen ümmetine de aynısı müştereken gelir. Bu Âyet-i Celile bizler için en büyük avantajdır ve en büyük ganîmettir.
Hülâsâ; “Mü'minlere müjdele Habîbim buyuruyor. Müjde nevîleri en azından ikidir : Kur'ânı Azîmüşşânın çeşitli müjdeleri vardır. Muhbitin, Sâbirîyn, mukimines salât ve diğer benzerleridir:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
(Hacc/35)
Yâni bedenî ve mâli olan ibâdetler. Kur'anı azîmüşşanda, ahlâki ve hâli olan çeşitli nevileri, birer birer meziyetlerini belirterek vasıflarını ilân eder. Bunlara karşı da bir mükâfat ilân ediyor.
Fakat, burası umûmidir. Bu وبشر المؤمنين yi bir sıfata bağlamamış, bir şarta da bağlamamış. Mü'minlerden velev ki zerre kadar imanı olan, mü'minlikten ayrı değildir. Yine mü'mindir. Dolayısı ile, bu umûma şâmildir.
Bunların hiç birisi dışında kalmıyor, yeter ki imanı olsun. Bu müjde nevileri iki kısımdır. Bir kısmı; Rasûlüllah (Aleyhissalâtü vesselâma) müjdele buyuruyor: “O, herhangi bir mü'minin işlemiş olduğu ibâdeti, îtaati, o güzel huyları veya ahlâkları, Allah için yaptığı neler varsa, kulluk vasıflarına uygun halleri varsa onlara müjdele" buyuruyor. Neyi müjdeleyecek? Müjdelenmesini istediği şudur: Müstahak olduğun, istihkak kesbettiğin, fevkinde hiç amel etmediğin, Veya ummadığın derecelerin, mükâfâtların üstünde, hasenelerin bile biğayri hisâb (hesapsız) olduğunu ümmetine müjdele, diye buyurur.
Zirâ, müjde biliyorsunuz ki, halk arasında iki neviye addedilir. Bir tânesi bir kimse bir iyilik yapmıştır, mükâfât hak etmiştir. Umduğu mükâfâtın üstünde büyük bir fazlalık, büyük bir farkla kendisine müjdelemektir. Bu da bir müjdedir.
Ayrıca, müjdenin bir başka yönü de vardır. Yâni, bu fadlı kısmı dediğimiz. Allahın bir ihsânıdır. İkinci kısma gelince kulları hata ve mâ'siyet işler, her nevisini büyük küçük demeden işlerler. Neticede büyük bir cezaya müstahak olurlar. Bir ceza istilzâm edilir (gerektirir). Buna rağmen bu kullara cezâ değil, affa uğradıklarını müjdelemektir. Bu da kısaca şöyle tâbir edilir. Afv ve ğufrandır, denilir. Allahü Zülcelâlin rahmetini celbeder. Affeder ve mağfiret kılar, bu da bir müjde nevisidir.
Dolayısıyla bu -fadlı ve ihsanı- -afv ve ğufran-anlattığımız iki çeşit müjde bu nev'indendir. İtâatkâr olan kullarına da müjde, isyankâr olan kullarına da müjde, her ikisine de müjde vardır. Bu Âyet-i Celîle her ikisini de hâvîdir.
Kudret kalemi yaratıldığında ilk olarak yazmış olduğu:
رحمتى سبقت غضبى
“Ey kalem... Sen bunu yaz, Rahmetim gadabımı sebketmiştir (geçmiştir)." Rahmet galebe çalınca, yani gâlip olunca gazâbını mağlûp duruma getirmiş. İşte mü'minlere karşı bu tez vardır.
İkinci devrede; kazâ ve kader aksâmını yazarken kalem, diğer ümmetlere de şöyle buyuruyor... Onlara yazış tarzı şöyledir: "Hasene işler, sevapla mükâfatlandırılır, seyyi-e işler, günahla cezâlandırılır." Yâni, hatânın karşısında cezâlandırılır, iyilikler karşısında mükâfatlandırılır. Diğer ümmetlerin hâli bu. Ümmet-i Muhammede gelince, bize karşı hal değişir. Rabbımız sübhânehû ve teâlâ kudret kalemine emrettiği, ümmet-i Muhammede karşı yazılacak olan şudur:
"Bu ümmet öyle bir ümmet ki, ne kadar hata işlerlerse işlesinler, Allahü Zülcelâlin de bunlara karşı mağfireti ve merhameti o kadar fazladır. "Böylelikle, Habîbini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) memnun ve mesrur etmek için Rabbimizin (c.c.), Habibinin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine karşı bambaşka bir muamelâtı vardır. Bambaşka bir hârikalığı vardır. Biz hata işleriz, öyle olduğu halde bu hatamıza karşı durum böyledir. Rabbimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) değil mi ki:
امة مذنبة ورب غفور
diye buyurmuş.
Bizlerin hataları karşısında Rabbimizin affı oldukça fazladır. Fakat diğer ümmetler, hata işleyişlerinde cezâlandırılır. Allâhü Zülcelâlin onlara karşı affı bizim ki gibi bol değildir. Hata işlediklerinde cezâ, iyilik işlediklerinde de mükâfatı vardır. Onlar için bire birdir. Fakat, bizlere istisna vardır. Bizler için seyyie birebirdir. Hasene ise, anlattığımız gibi biğayri hisâba kadar gider. Aynı zamanda seyyie için bir fazlalık olmaz, seyyienin aşması ki o zaman adâlet olmaz, zulüme döner. Hâşâ... Allâhü Zülcelâl için böyle bir şey düşünülemez.
Zîrâ Kur'an’da şöyle buyrulur :
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا
(Nisa/40)
"Allâhü Zülcelâl kesinlikle bir zerre kadar dahi zulmetmez. Fakat, haseneyi kat kat verir. Bizler için bu böyledir. Ve ecri azîm de verir. Dolayısıyla onlara eşit olarak verir, fakat, bizler için, afv tarafı fazladır. Haseneye gelince, hasene, başka ümmetler için birdir. Fakat, bizlere bir fazlalık vardır. Bu fazlalık nereden doğuyor, şu okumuş olduğumuz Âyet-i Celîle fadli azîm, fadlı kebir, diye buyrulan işte bu fadlı keremidir, bu fadlı ihsânıdır. Bunun tahdîdi yoktur. Bu bir hadde bağlı değildir.
Halbûki, bir haseneye bir hasene adâlettir. Ama, hasene kısmını aşması fadl ve keremidir, ihsânıdır. Fakat, seyyie aşması zulümdür, hâşâ... Bu aşmaz, umûmî olarak aynıdır. Ancak, bizim için afv fazladır, yani mâdem ki:
امة مذنبة ورب غفور
diye buyurmuş.
Yani bu ümmet zenb işler, fakat Rableri de ğafûrdur, onlara karşı bu müjdeyi Azîme... bize yeter. İşte Habîbine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müjdele diye buyrulan, mü'minler için îtaatkâr olanlara da, velev ki, zerre kadar îman sâhibi olduktan sonra onlara afv gufran var diye de müjdele, buyurmuş. Neden?
Çünkü, kalbinde zerre kadar îmânı olan bir kimse, bu mü'minlik vasfına dâhildir. Zîrâ, Allahü Zülcelâl, bir kalpte hem küfür, hem imân cem etmemiştir. Neden? Çünkü;
"الظدان لا يحتمعان "
"İki zıt bir araya cem olunamaz" bu ikisi zıddır. Dolayısıyla, zerre kadar îman sâhibi olduğu takdirde, bunun ismi mü'mindir. Acaba nasıl bir mü'min? Fâsık bir mü'min olabilir. Mü'min-i kâmil olmayabilir, ama yine de mü'mindir. Kâfir değildir.
Bu mü'minlik vasfıyla mevsuf olan bir kimse, zerre kadar îmânı olduktan sonra bu âyetin hükmüne dâhildir.
Esâsen, bu nîmet-i azîme Rasûlullahındır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Üzerimizdeki bu nîmet için minnettar olduğumuz tek varlık Rasûllullahtır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Tâbî ve Metbu’ olmak üzere, bizler tâbîyiz. Rasûlullah metbu’dur. Onun şerefi nisbetine göre biz de şerefleniyoruz. Allâhü Zülcelâle şükürler olsun.
ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESİLMEZ
Şu âyet-i celîleye dikkat edelim...
Allâhü Teâlâ Habîbine şöyle buyuruyor :
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ
إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
(Zumer/53)
"Habîbim... Kullarıma söyle, nefislerini israf etmişlerdir, zulmetmişlerdir. Mâ'siyet çok işlemişler, çok hata birikintileri vardır. Gerçekte bu halleri çok, fakat “günahlarımız hatalarımız azîm, çok” diyerek rahmetimden umutlarını kesmesinler.. Benim rahmetimin vüs'ati çoktur. Yâni, bu işlenen hataları ne kadar büyük olursa olsun, benim rahmetimin nezdinde denizin bir katresi bile değildir.
Dolayısıyla, bir mü'min, rahmetimden aslâ umudunu kesemez. Neden? çünkü, umûdunu kesecek olan kişi ancak kâfirdir. O kâfirler için, Allahü Zülcelâl başka bir Âyet-i Celîlede :
لَا يَيْئَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
(Yusuf/87)
"Evet, Allahın Rahmetinden ye'se düşecek, umutsuzluğa düşecek olanlar, ancak, kâfirlerdir." Yoksa mü'min aslâ ye'se düşmez, Allahın rahmeti onun güvencesidir. Dolayısıyla :
لاتقنطوامن رحمةالله ان الله يغفرالذنوب جميعاً
"Bu büyük gördüğünüz zenblerinizin nevileri ne olursa olsun, hepsini de mağfirete kâdirdir.Affa kâdirdir. İşte o öyle Rabbınızdır ki mü'minlere karşı hem ğafur, hem Rahimdir.
Bu Âyet-i Celîleyi duyan Hz. Vahşi (r.a.) dahi, o işlemiş olduğu azim hatanın bile affını umdu ve böylece Müslüman oldu. Ashâbı kirâmdan oldu.
ŞİRK VE DİĞER GÜNAHLAR
Halbûki, başka bir Âyet-i Celîle geldiğinde uyarıldılar:
إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ
(Nisa/48)
Allâhü Zülcelâl: "Şirk eden müstesnâdır. Şirkin dışında günah ne olursa olsun. Allahü Zülcelâlin meşiyyetine bağlıdır. Dilerse azap eder, dilerse mağfiret eder."
Vahşi, bunda durgundu, ben hangi bölümden olduğumu bilmiyorum. Affettiği bölüm mü? Yoksa azap edeceği bölüm mü?demişti. Ancak, bu âyet-I celîle gelince ve bir istisnâ kalmayınca, tamamen hatalarınızı affederim diyen Allâhü Zülcelâlin vâdine karşı, Vahşî (r.a) de böylece ümitlenerek Müslüman oluyor. (Radıyallâh Anh)
HADİSİ KUDSİ:
Hadisi kudsi ki Lâfzı Rasûlullah'tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem), mânâsı Allâhü Zülcelâldan olan hadisdir. Şöyle buyuruyor;
يا ابن آدم انك مادعوتنى ورجوتنى غفرت لك على ما كان منك ولائبالى. ياابن آدم لوبلغت ذنوبك عنان السماء ثم استغفرتنى غفرت لك. يا ابن آدم لواتيتنى بقراب الارض خطايا ثم لقيتنى لاتشرك بى شيئاً لأتيتك بقرابِهَا مغفرة
(رواه الترمذى و غيره )
"Ey âdemoğlu, hatalar işledin, fakat hataların ardından da pişmanlık duydun, nâdim oldun, rahmetimi umdun. Sen bunları talep ettikten sonra ben mağfiret eder de minnet dahi etmem."
"Ey âdemoğlu, senin hatalarının azına çoğuna bakmadan ne kadar olursa olsun, Yâni bunun azlığı halinde mağfiret eder, çokluğunda da bırakır değilim. Çokluğu velev ki bulutlara kadar yükselse dahi; gene mağfiret dilersen, mağfiret ederim."
"Ey âdemoğlu; kıyâmet günü mahşerde huzuruma gelsen ve huzuruma geldiğinde öyle hataların olsa ki, o hataların şu kürrenin ağırlığı kadar bile olsa, buna rağmen içlerinde şirk etmemek şartıyla, bu hataların ne olursa olsun, ne kadar ağır olursa olsun, bunları mağfirete kâdirim ve hazırım. Bunda endişe edecek hiçbir sebep yoktur."
İşte bu hâdisler karşısında, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'e وبشر “müjdele!”diye emredince müjdelemeye memur kıldı.
Artık, emir verdi Allâhü Zülcelâl. Dolayısıyla, bu Âyet-i Celileden sonra, ashâbı kirâmdan, bilhassâ vaaza elverişli olanların veya vaaz edenleri ister orada olsun veya başka yere gidecek olsunlar, bunları daima uyarır ve tavsiyede bulunurdu.
Umûmi olarak tavsiyesi şudur:
يسروا ولاتعسروا بشروا ولاتنفروا
(رواه امام احمد والبخارى و مسلم )
İmamı Ahmet, Buhari, Müslim ve Nesê-i, bunların tamamı bu hadisi belirtmişlerdir. Bu tavsiye nedir acaba? O tavsiye de şudur: "Teshilât gösteriniz, zorluk çıkarmayınız. Müjdeleyici olunuz, ümmetimi Allahü teâlâ'nın rahmetinden ye’se düşürmeyiniz. Tenfir edecek dereceye getirmeyiniz. Yâni senin vaazını dinlemeye gelmiş ise, onu nefret edecek dereceye getirme, tekrar dinlemeye gelmeyecek duruma getirme, dâima müjdeci taraftarı olunuz." Emir bu, hattâ ki Ebû Mûsâ ile Muaz Yemen'e giderken bir hayli gittikten sonra geri çağırdı ve ikisine de şu nasihatı verdi:
يسروا ولاتعسروا بشروا ولاتنفروا وتطاوعاولاتختلفا
"Teshilât gösteriniz, zorluk göstermeyiniz. Müjdeleyici olunuz, nefret edecek hale getirmeyiniz. Birbirinize mûtî olunuz. Aranızda ihtilâf doğmasın." Emir bu idi.
Dolayısıyla Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dâhi bizâtihi Allâhü Zülcelâl buyuruyor ve bildiriyor... "Hâbîbim:
وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ
(Âli İmrân/159)
Ayet-i Celîlede : "Eğer sen kalbi ğaliz sâhibi olsaydın, şiddet kullansaydın, etrâfında kimse kalmazdı, dağılırlardı. Bu ise esâsen hoş bir şey değildir, hoş bir tez değildir." buyruluyor.
İmam-ı Ali (r.a.) şöyle buyuruyor: İki kimse var ki belimi iki büklüm yapar. Birisi:
عا لم متنفر diğeri ise هل متنسك جا
Yânî birisi, nefret ettiren âlim; bunun zararı menfaatinden fazladır. İkinci kimse ise, câhil sofulardır. Millet kendisinden örnek alır ve onun yaptığını yapmaya çalışırlar. Halbûki, fıkıh ve akâid bilgisi olmadığı için, yaptığı şeyler belki de şerîat muhâlifidir. (İslâm dışıdır). Belki de bu yaptıkları ile zındıkaya doğru gider. Dolayısıyla, bunun da zarârı menfaatinden fazladır.
İşte Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisinde şöyle buyuruyor:
"Rabbinizi kullarına sevdiriniz. "
Başka bir hadiste ise:
"Allâhü Zülcelâli kullarına sevdiriniz ki, Allah da sizleri sevsin." buyuruyor.
Muhakkiklerin, bu hadislerin karşısında verdikleri hüküm şudur:
"Kalplerin cibilliyeti şudur: Kalpler kimlere karşı temâyül ve muhabbet gösterir? Ancak ihsan edenlere karşı. Kim ki kendilerine ikram ve ihsanda bulunursa, ihsan ve ikram nisbetine göre, o kimseye karşı sevgisi ve muhabbeti artar. Kendinden yaşlı ise zaten saygısı da artar, kendinden küçük ise ona şefkati artar. Bu kalp böyle olup dururken, Allahü Zülcelâlin ihsanı ve kereminden daha azim ihsanı ve keremi olan varmı ki?
Hülâsa: Kalplerimizin meziyeti acâyiptir, bir hârikadır. Zirâ kalp Allâhü Zülcelâlin nûruyla mücehhezdir. Bu nur iman nûrudur. Tevhid nûrudur. Bu nur Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) intikâlen gelmektedir... O kalp ki Allahü Zülcelâlin nazargâhıdır. Allahü Teâlâ’nın nazar ettiği yeri temiz tutmak lâzımdır. Muhabbetimizi, saygımızı, sevgimizi ise tamamen Allâhü Zülcelâle, o nûrun sâhibine yöneltmemiz lâzımdır. Başkasına, gayrisine yapılmasına rıza göstermez. Allâhü Zülcelâl ğayyürdür.
ان الله غيور يحب الغيور
"Allâhü Zülcelâl gayretlidir. Gayretli olanları sever."
Böyle olunca :
مااحببت شيئاً الاكنت له عبداً والله لايحب ان تكون لغيره عبداً
"Bir nesneye fazla sevgi bağlarsan o nesne'nin kölesi olursun. Allahü Zülcelâl ise, kendisinden başkasına asla kölelik yapılmasına râzı değildir ve sevmez de, kerih görür," buyuruyor.
Zîrâ, yer yüzünde mü'minin kalbi, âdetâ Allahü Teââ’nın kapları mesâbesindedir. Envârı ilâhiye, esrârı ilâhiye, tecelliyat-ı ilâhiye tamâmen o kalbe yöneliktir. Kalp Celil yapısıdır, Halil yapısı değil. Kâbeden çok üstündür. Kâbe ise Halil yapısıdır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisidir bu. Böylelikle kalbi mülevvesetten uzak tutmak lâzım. Sevilecekse Allahü Zülcelâli sevmek lâzım... Böylelikle Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şu târifi belirtiyor. Vasiyete dikkat ediniz.
"Huysuz olan bir köleye benzemeyiniz. Zira bu köle dayak ve şiddet görmedikçe çalışmaz. Ecîr de olmayınız. Yânî ücretle çalışan bir köleye de benzemeyiniz. Bu da ücreti belirtmedikçe almadıkça çalışmaz." buyuruyor.
Kardeşlerim...
Eğer, şiddet gösterilmesi gereken ve şiddet ile çalışan bir kölenin, acabâ efendisine karşı saygısı olur mu? Yaptığını sadece şiddetten korktuğu için yapar. Yânî Cehennem korkusuyla yapılan bir amel, hakkan, Allâhü Zülcelâl için yapılmış değildir. Sâdece Cehennem korkusundan yapılmıştır.
Cennete heves edip çalışan bir kimse, hakkan Allâhü Zülcelâle değil, yaptığını esâsen Cennet hevesi için yapmıştır.
Bunların her ikisi de mahlûktur. İnsanın mâhlûka değil, Hâlıkına bağlanması lâzımdır. Hâlıkı için yapılması lâzım, mâhlûku için değil.
İşte Rasûlullah (Aleyhisselâtü vesselâm) bu mîsâli verirken :"Siz Allahü Zülcelâle kul olunuz. Allahü Zülcelâlin muhabbetini, sevgisini ve rızâsını celbediniz." buyuruyor.
Hem böylece mâiyetine girersiniz. Zirâ, Muaz’ın buyurduğu gibi :
"Yâ Rasûlallah... Ben Allahı ve Rasûlüllahı severim." dedi.
Rasûlüllah da: "Sen de Allah ve Rasûlüyle berâber olursun Yâ Muaz." buyurdular.
Şu Hadis-i Kudsîye dikkat ediniz, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor :
Ey Âdemoğlu... Tüm eşyayı senin için yarattım. Seni ise, zâtı uluhiyyetime kulluk yapasın diye has olarak yarattım. Senin için yaratılan nesneler ile meşgul olman hiç gerekmiyor. Sen, ne gâye ile yaratıldı isen meşguliyetin ona yönelik olsun. Zîrâ , tüm eşya, sana âdetâ müsahhar olan bir köle mesâbesindedir. Dilediğin şekilde kullanırsın. Fakat, sen onlarla meşgul olurken, ne için yaratıldığını ihmal etmen de gerekmiyor. Zîrâ, meşgul olunması gerekmeyen nesnelerle meşgul olmak, perde ve hicâp olur. Bu sebeple benden uzaklaşırsın. Dolayısıyla, bana has olarak yapacağın kulluk, ancak hoşnutluğumu, rızâmı celbetmek gâyesiyle olsun.
HASAN BASRİ HZ.LERİNİN HİKMETLİ SÖZLERİ
Hülasa Hasanul Basri'nin şu ibret verici sözlerine dikkat edelim.
Hasanul Basri insanları beş sınıfa ayırmıştır.
1-Ulema: Bunlar Enbiyanın mirasçılarıdır.
2-Zahidler: Bunların da mürşidlik durumları vardır.
3-Gaziler: Bunlar düşmanlarımıza karşı Allah’ın kılıcı mesabesindedirler.
4-Tüccarlar: Bunların da ümenâ durumları vardır. Yani bunlar emniyetçi durumundadırlar. İhtiyaçlarımızı temin ederler. Bunlar itimat edilir kimselerdir.
5-Mülük (yani Melikler): Bunlar da bir çoban durumunda olup bizleri koruma durumları vardır.
-Eğer Âlimler kendilerine uyacağımız bir anda kendileri tamamen tamahkâr ve dünya malını cem etmeye yönelmişlerse bunlara nasıl uyulabilir?
-Zahidler ise, bunlar da zühdden uzaklaşıp dünya malına rağbet bir durumları varsa, böyle mürşidlerin arkasına nasıl düşülebilir?
-Gaziler ve Mücahidler: Eğer bunların mürâi durumları varsa, ki mürâinin ameli geçersizdir, ondan hiç hayır gelmez.
-Tüccarların da emniyetli bir durumda olmaları gerekirken tamamen hain olurlarsa, bunlara da nasıl emniyet edeceğiz, nasıl güveneceğiz.
-Meliklerin de bizlerin üzerinde bir çoban gibi olmaları gerekirken bir kurt haline gelmişlerse bunların da çobanlığına nasıl güvenebiliriz?
Hülâsa, Hasanul Basri, Vallahi diye yemin ederek diyor ki: “Bizi helâka sürükleyen, müdahene eden âlimler ve râğip yani dünyaya rağbet eden zahidlerdir ve Mürâi olan mücahidlerdir ve hain olan tüccarlardır ve zâlim olan meliklerdir.”