Aziz Kardeşlerim;
Gayemiz Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile ilgili âyet ve hadisleri beyan etmeğe gayret etmektir. Zîra, Dünya ve âhiretimizin sââdeti bu konuya bağlıdır. Rasûlullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) anmak ümmetinin üzerinde bir haktır, nîmeti azîme-lerdendir. Nîmet ise şükür gerektirir. Nîmetin devamını ister isen, bunu Allahü Zülcelâl bir kayda bağlamıştır. Şartı da şudur:
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
(İbrahim/7)
Şükrederseniz, nimetime karşı nankörlük yapmazsanız nimetimi arttırırım. Eğer, nankörlük nazarıyla bakarsanız, hor görürseniz o zaman üzerinizdeki nimeti alırım."
Nimeti, nimet olarak görmek, anmak üzerimize bir şarttır. Zîrâ, Habine dahi şöyle buyuruyor Mevlâ:
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
(Duha/11)
(Allahın verdiği nîmeti de an, anlat, yay, sev.)
Dolayısıyla, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzerimizde olan nimeti azimesi nedir? Hiç değilse sevmek mecbûriyetindeyiz. İnsanın nîmete karşı sevgisi olmaz mı? Sevmediğimizde Allahü Zülcelâlin ayni vaadine gelmiş oluruz. Yâni, ihtimam ve rağbet göstermezsek, kalbimizde ve dilimizde yaşatmazsak, o zaman nîmete karşı nankörlük yapmış oluruz, ne zamanki hor gördük, nankör olduk, böylece Allahü Zülcelâl üzerimizdeki, o muhabbeti giderir. Buna karşılık Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki, hepimiz seviyoruz diye söyleriz, evet, ama bu sevmenin bir isbâtı var. Nedir ispatı? İspatını Cenabı Rasûlullah hadis-i şerifle belirtmiştir.
Hz. Aişe’den (r.a) mervî şöyle buyuruyor:
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “Kim ki bir nesneye karşı sevgisi varsa, o nesneyi çok anar."
Zirâ, kim ki bir nesneyi kalbinden, dilinden düşürmez ise, o nesne onun üzerine bir hakîmiyet kurar, dâimi onun etkisi altında yaşar. Bunun canlı misâli günümüzde de çoktur. Bunları görebiliyoruz. Aynı zamanda bir nesnenin kölesi ve müptelâsı ise, ömrünü böylece onunla geçirir. Allahü Zülcelâl korusun...
Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem), ümmetine bir tembihâtı vardır. O da, sekerat anında kişinin hayatını geçirdiği nesnelerle karşı karşıya geleceğini buyurur. İster konuşmasında olsun, ister hayatında olsun, tamamen göz önüne serilir, tamamen diline de böyle şeyler gelir. Sekerat anında mühim bir tembih var.
İbnü Haceril Heytemi Feteva-i Hadisi’yesinde şöyle buyurur: Bir soru sormuşlar. “Cebrâil’in (a.s.), Rasûlullahın vefâtından sonra yer yüzüne 10 defâ ineceğini belirten bir hadis vardır, buna ne dersiniz?” diye. Cevâp, bu Hadis zayıf. Fakat daha ahseni ve sahihi olan şu hadisi beyan eder: “Cebrâil (a.s.) herhangi bir mü'min vefât hâlindeyken mutlaka yardıma gelir. Ancak, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) burada bir şart koşar, umûmi cünüblük hali olmamak şartıyla.” (Zîrâ, cünüb olduğu bir an melek gelmez.) Avantajlardan bir tanesi budur.
İkincisi, İmam-ı Kurtubî bir hadis, ihrac etmiştir. Şöyle buyurur: Sekerât halinde iken şeytanlardan iki tanesi biri ana, biri de baba suretinde gelir. Her biri ayrı bir dâvâda. Birisi der ki, “Yahudi dini daha iyidir, oğlum ben seni severim, bu dine gel, ben bunun daha yararlı olduğunu gördüm.” der... Ötekisi “Oğlum, ben senin annenim, seni severim, Nasara dininden olsan daha iyi olur der...” İkisi de iğvâsına çalışırlar. Allahü Zülcelâl korusun... O anda, kendisinde bu güç bulunmazsa, onları def edecek bir güce ihtiyaç vardır, ya Cebrâil (a.s), ya bir Melaike ve yahut da telâffuzan lâfzıyla def edecek bir güç olmadıkça hali perişandır. Zîrâ, bir hadisinde Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
(رواه امام احمد وابو داود والحاكم)
SON NEFESE KELİME-İ TEVHİD
"Her hangi bir kimsenin son nefesinde "Lâilâhe illâllah Muhammedün rasûlüllah," diyerek her ikisini de söylemesi ulemâca müttefikan şarttır. Zîrâ, Kelimê-i Tevhid buna bağlıdır. Yoksa başka bir millet de "Lâilâhe illâllah" diyebilirler. Bu yetersizdir.
Dolayısıyla, bu kelimeyi Rabbımız cümlemize nâsip etsin. Kişinin son anı, son nefesi bu kelime olduğu vakit kurtuluşa vesile olur. Ve, cennete girer, diyor, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)... Cennete girmesi de, Allahın izniyle azap görmeden girmesidir. Ulema da buna kâ-ildir.
KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABER OLACAK HADİSİ
Şimdilik, mevzû’muza gelelim, Rasûlullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevdik, çok andık, sevdikten sonra da sevdiğimizin delil ve emmâresi çok anmaktır. Salavât getirmektir. Sevdiğimizin de yararı, gelecekte, yani ahirette olacağı içün ne gibi bir faydası vardır? Bununla ilgili bir Hadis var:
Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
المرء مع من احبه
"Kişi sevdiği ile beraberdir. "Yâni gelecekte, kıyâmet gününde, sevdiğiyle beraber olacaktır.
Hz. Enes (r.a.) şöyle buyuruyor: İman nâsib olduktan sonra en fazla sevindiğimiz an, bu Hadisi duyduğumuz an olmuştur. Neden? Çünkü; tüm Sahabe-i Kiramın Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı çok sevgileri vardı. Ona âşık idiler. Onsuz, bir an dahi duramazlardı. Her zaman karşı karşıya olmalarını isterlerdi. Fakat, bu dünyada Allahü Zülcelâl bu nîmeti bize vermiş, fakat gelecekte, Âhiret âleminde, kişilerin makam ve dereceleri değişiktir. Biz burada Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimizi bulduk, gördük, ya orada bulamazsak, göremezsek, halimiz nice olur? diye, bu düşüncede idiler. Bu hadisi duyunca hepimiz sürur ve sevinç içerisinde olduk, dediler... Birincisi budur.
İkincisi: Muaz Bin Cebel (r.a.), bir gün Rasûlullah’a (sa.v) sorar: "Yâ Rasûlallah bu dünyada çoğu, bazı kimseleri sever, onların hallerine, ibâdetlerine uymaya çalışır. Fakat, Allah herkese ayrı ayrı derece vermiştir. Buna ibâdetle erişmeye imkân da yoktur. Bu dünyada sever, fakat onu ahiret âleminde bulmak için bunun çaresi nedir? Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: (Aynı Hadisi tekrarlar):
المرء مع من احبه
"Kişi sevdiğiyle beraber olacaktır." Tekrar, dolambaçlı bir şekilde sorar.
المرء مع من احبه
Yine "Kişi sevdiği ile beraber olacaktır." diye cevap verir. Sonunda, Muaz Bin Cebel (r.a.) dayanamıyor." Yâ Rasûlallah, Allah biliyor, ben Allahı ve Rasûlullahı severim." dedi. Rasûlullah da cevâben, Allah ve Rasûlullah ile beraber olursun, yâ Muaz buyurdu. Bu Hadis tevâtüren sabittir.
Abdullah İbni Mesud’un rivâyetine göre, İmam-ı Ahmet, Buhâri, Sünen-i Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesê-i bunların tamamı bu hadisi rivayet etmiştir.
İşte muhabbetin yararını, menfaatını bu şekilde dile getirdik. Allahü Zülcelâl mahşer âleminde, Rasûlullahın Livâ-il-Hamd sancağı altında, yakînen buluşmayı Rabbimiz nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
Gelelim konumuza, bu sevgimizi Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hasretmeyi, Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) fazlaca ilgi göstermeyi, ve onu anlatmayı, acaba Allahü Zülcelâl bu tezimizi tasvip eder mi, etmez mi? diye belki akla gelir. Allahü Zülcelâl, öteden beri serdetmiş olduğumuz âyet ve hadisleri tamamen tasvip ettiğinin delilidir. Zîrâ, Kur'an’da sadece 21 yerde, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) adıyla Cenabı Allahın adı beraber geçer. Tevhidimizi, İmânımızı ve akidemizi beraber geçirmiştir. Onun üzerine salavât getirene, büyük vaadler, fadl ve ihsan kapılarını tamamen açmıştır. Bu kesin bir delildir. Yani buna hiç itiraz mahalli yoktur.
Sual: Acaba başka milletlerin de Allahü Zülcelâle karşı sevgileri olduğuna göre, acaba bu sevgilerinden dolayı müstefid olurlar mı?
Cevap: Şu Hadis-i Şerifle sâbittir.
عن ابى هريرة رضىالله عنه قال: قال رسول الله صلى تعالى عليه وسلم : والذى نفسى محمد بيده لا يسمع بى احدمن هذه الامة يهودياً اوصرانياً ثم يموت ولم يؤمن باالذى ارسلت به الاكان من اصحاب النار (رواه مسلم)
İNANMAYANLARIN DURUMU
"Cenâbı Rasûlullah şöyle buyuruyor: "Ruhum yed’i kudretinde olan Allah hakkı için bana risâlet emri verildikten sonra, o andan itibâren kıyamete kadar Nasrânî olsun, Yahudi olsun, benim getirdiğime inanmazsa, iman etmezse, risâletime tâbi’ olmazsa, kesinlikle cehennemliktir. (yani imanı yoktur.)"
Bir başka hadiste: Hz. Ömer (r.a.) Tevrat’tan bir parçayı Yahudi’lerden bulmuş, böylece Rasûlullahın huzurunda okumak istemiş. Rasûlullah da hiddetle gazaba gelerek kendisini uyarıyor, Yâ Ömer:
يا عمر! قدجئتكم بها بيضاء النقية لاتسئلوهم عن شيئ والذى نفسى بيده لوان موسى كان حياً ماوسعته الا ان يتبعنى (رواه امام احمد و وغيره)
Hz. Ömer’e şöyle buyurur:
"Ben size, öylesine doğru ve apaçık, hiçbir kir, hiçbir lekeye uğramadan bir yol, bir din, bir şeriat getirdim. Dolayısıyla, başka milletlerden asla bir şey sormayınız. Zîrâ, ben bu risâletle, bu yasayla geldikten sonra, eğer, Mûsâ (a.s.) hayatta olsaydı, bana tâbi’ olmaktan başka hiçbir yolu yoktur." buyurdu.
Aziz Kardeşlerim,
Şahsen ben böyle birisiyle karşılaştım. Bir hoca, bizim bu mevzuları, Rasûlullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu şekilde anlatmamızı çok gördü, mübalağa ediyoruz sandı. Ve bize de şöyle bir karşılık verdi.
Rasûlullahın şöyle bir hadisi vardır:
لاترفعونى فوق حقى
Sadece bu bölümü okudu, bu kadarla kesti. Esasen buraya kadar olan kısım hadisin yarısıdır, arkasını bilmiyor. "Hakkımın üzerini aşmayınız." Yâni müstahak olduğum dereceyi aşmayınız, buyuruyor. Fakat, hadisin gerçeği şudur:
لاترفعونى فوق حقى تقولون مثل ما قالت النصارى فى نبيهم
"Hakkımı aşmayınız, Nasranilerin, Peygamberleri hakkında söyledikleri gibi, yani o hâle iletmeyiniz demek istiyor, Hâşâ, Nasâra olsun, Yahudi olsun, bunlar gibi, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakkında böyle bir düşüncenin, böyle bir şeyin fikre gelmesi ihtimal sınırından bile uzaktır. Elhamdülillaaah. Bizler mü'miniz, mü'min ferâsetlidir. Allah’ın nûruyla bakar. Biz onlar gibi hımbıl, ahmak olamayız... İlâh dediğin; yer, içer ve yiyip içtiğini çıkarmaya muhtaç olur mu? Böyle ilâh mı olur? Veya karıya, çoluğa, çocuğa muhtaç olan ilâh mı olur? Böyle bir şey asla olmaz... Allahü Zülcelâle yüzbinlerce şükürler olsun ki, biz ümmeti Muhammedin mensûbu olarak geldik, bu, Allahü Zülcelâlın bize verdiği en büyük nîmetlerdendir. Ancak, Rasûlullahın şu gerçeği var ki, Rasûlullahın hakkına hiçbir ferd muttali’ olamaz. Bu ferdi makam, Rasûlullah’a aittir... Zîrâ, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), tüm enbiyânın derecelerini keşfetmiştir, müşâhede etmiştir, onların durumlarını tetkik edebilir.Çünkü, onlar mâiyettir. Fakat, Rasûlullah’ı tetkik edecek şahsiyet yaratılmamıştır. Ancak, gerçek hakkını, hudûdunu, derecesini, ancak Allah bilir. Bir kere hiçbir ferd buna muttali’ olamaz. Zîrâ, onunki başka dereceler gibi değildir. Falan kimse şudur, falan kimse şöyledir, böyledir, bunlar zâhiri bir ilândır. Bu manevî dereceler, manevî mertebeler, ancak ve ancak keşif ve müşahede yoluyla anlaşılabilir, muttali’ olunabilir...
Hülâsa; bırakın haddini aşmayı, hakkına yakın olmak değil, hakkının yakınına varabilmek bile imkânımız dahilinde değildir. Zîrâ, bundan evvel okuduğumuz salavâtların elfâzını, keşif ve müşâhede erbâbının döktükleri o cevherleri dinleseniz, bilseniz, bizim söylediğimiz onların zerreleri bile olamaz. Yani, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakkının bir zerresini dahi yapmış, dile getirmiş değiliz. Ancak,şunu söyleyeyim ki, Cenâbı Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı acziyetimizi itiraf ediyoruz. Ancak, beşerdir, beşeriyetine 1400 küsur seneden beri hiçbir ferd, başka bir lâkap takmamıştır. Biz beşer olarak biliyoruz. Allah’a şükürler olsun... Ancak beşeriyeti hakkında şöyle buyurmuşlar:
بين البشر مثاله كاالياقوتة بين الحجر
Rasulullahın beşeriyyeti diğer beşeriyete nisbetle yakut taşının diğer taşlara nisbeti gibidir. Yakut taşının diğer taşlara nisbetle kıymet ve değeri ne ise Rasulullah’ın da (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diğer beşeriyete nazaran kıymet ve değeri, üstünlüğü o nisbettedir. Bir duvar taşını düşünelim. O da neticesinde bir taşdır. Ama kıymet bakımından, üstünlük bakımından bu duvar taşı hiç yakut taşı ile kıyas edilebilir mi? Elbette ki edilemez. Evet beşer olmak bakımından o da bizim gibi bir beşerdir. Fakat nasıl ki yakut taşı diğer taşlardan her bakımından farklı ise Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) beşerliği de diğer beşeriyetten çok farklıdır. Hatta onlarla kıyası dahi mümkün değildir.
Hz. Aişe (r.anha.) validemiz, sahur devresinde bir gün, bir şeyler dikerken ışık sönmüş, ışık sönünce de onunla uğraşırken iğnesini düşürmüş, karanlık içerisinde kalmış. O anda Cenabı Fahri Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) içeriye girince, o sönen ışığın üstünde o ışıktan daha fazla bir ışık ile oda bambaşka bir nur içerisinde olmuş ve iğneyi rahatlıkla bulmuş. O anda aşk ve şevkinden, o harikalık karşısında “Anam babam feda olsun, Ya Rasûlallah ne güzel nuru cemâlin vardır ki, ümmetin olanlara ne mutlu” dediler. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o anda üzülerek Hz. Aişe’ye şöyle buyurdular:
ويل لمن لايرانى يوم القيامة قالت عائشة ومن لايراك يارسول الله قال البخيل قالت ومن البخيل قال الذى لايصلى على اذاسمع اسمى
Yani; “Kıyamet günü beni göremeyenlere yazıklar olsun.“ Hz. Aişe (r.a): “Kıyamet günü nasıl olur da, seni göremezler ya Rasûlallah.” Buyurdu ki, “Hasis olanlar beni görmezler.” Hz. Aişe (r.anha) der ki; “Ya Rasûlallah hasis kimlerdir?”, “Benim ismim yanlarında anılır da, üzerime salâvat getirmezler. İşte hasis bunlardır.” buyurdu…
Bir hadis daha:
“Sizlere insanların en hasisini söyleyeyim mi? Evet, Yâ Rasûlallah, buyurdular. İnsanların en hasisi olanlar, yanında benim ismim anılır da üzerime salavat getirmezler. İşte o kimseler, insanlar içerisinde en hasis kimselerdir.” buyurdu.
Hülâsa; Cenâbı Rasûlullah’I (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sevdiğimizin emmaresi, çok andık, salavât getirdik, bundan sonra nîmet olarak kabul ettik, saygı duyduk. Allahü Zülcelâle karşı, bu nîmete mazhar olduğumuzdan dolayı saygı duyduk. Hem Allah’a şükrettik, hem Rasûlullah’a minnettâr olduk. Ne oldu o zaman? Allahü Zülcelâl bizi Rasûlullahın mâiyetine alıyor. Zîrâ, Rasûlullahın buyurduğu gibi:
المرء مع من احبه
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis mucibince mahşer âleminde maiyetine girdik. Fakat bunun tersine, Rasûlulllaha karşı sevgimiz olmasaydı, bunun da delili olarak onu anmıyorsak, salavât getirmiyorsak, o zaman ne olur? Bu azim nîmetin şükrünü ödememiş olurduk. Şükrünü ödemeyince Allahü Zülcelâl ne yapar? Muhabbetini üzerimizden alır. Allah korusun. Yanımızda Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ismi Şerifi anılır da, salavât getirmekte aciz kalırız. Belki de üzerimize mal etmiyoruz, belki de tenezzül etmiyoruz. Allah korusun…
Kardeşlerim… Allahü Zülcelâlin fahri âlem (Aleyhissalâtu Vesselâma) verdiği kıymet ve önemi, ancak kendisi bilir. Neden? Çünkü, Allahü Zülcelâl Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tahsis eylediği aklı yarattığında, yüz bölüme ayırdı, 99’unu Rasûlullaha tahsis eyledi. Kalan bir bölümü 21 cüz’e böldü, bir cüz’üne mü’minler tamamen müşterektir. Buna,
لااله الاالله محمد رسول الله
diyen her mü’min müşterektir. Kalan 20 bölümü, tüm nebiler dahil olmak üzere buna müşterektirler. İnsan, aklı nisbetine göre derecelendirilir ve kıymetlendirilir… Dikkat ediniz ve kıyas ediniz artık, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) derecesi nasıl hafsalaya sığar, acaba? Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kimler muttali’ olabilir? Kimler onu anlayabilir? Dolayısıyla enbiyadan 12 bin peygamber, peygamberlik rütbesinde oldukları halde, neden peygamberimizin ümmeti olmak istemişlerdir? Neden acaba? Onları ümmetliğe teşvik eden bu derece kıymet ve değeri değil midir?
Hülâsa; Canabı Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâlin verdiği kıymet ve önem, Kur’an-ı Azimüşşanda sarihtir. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadisleri de gayet sarihtir. Kendi keyfinden de değil, kendisi mütevâzidir. Üzerime Salavat getirin derken, (ALLAHÜMME SALLİ ALÂ MUHAMMED) der, seyyidina bile kullanmaz. Çok mütevâzidir. Fakat, Allahın bir emridir. Hadis-i Kutsîler vardır. Bu kadar bitmez tükenmez milyonlarca hadisler olup dururken, bunları bertaraf ederek… Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kıymet ve değerini bilmezsek, yazık etmiş oluruz kendimize. Bazı vâizler vardır, kitabında veya kürsüsünde, Rasûlullah üzerine, Avrupalı yazarların yazmış oldukları yazıları getirirler de, “şöyle demiş, böyle demiş” derler. Güya meth etmiş ve takdir etmiş oluyorlar. Veya başka milletten buna benzer şeyler anlatılıyor ki, güya Rasûlullahın kıymet ve değeri bu şekilde anlaşılsın istiyorlar, öyle arzuluyorlar. Hâşâ, hâşâ, bu hal Müslümanlık için hazin bir haldir. Bunu esefle söylüyorum ki, Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), bu gibi kimseyi, buna teşebbüs eden ve vaazını bu şekilde süslendirmeye çalışan âlimleri, cehennemle tehdit etmiştir. Bu da Hadis-i Şerifle sabittir. Çünkü kendisi için de bir yakışığı olmaz. Eğer, bir Avrupalı gerçekten buna inanarak söyledi ise, neden Müslüman olmuyor? Ancak söylerken bunu belki kendi milletinden bir fehmeden olur diye Müslüman milleti için, bunun bir yakışağı olmaz. Bu bir zillettir. Başka birşey düşünülemez. Eğer, o Avrupalı olmasaydı, söylemeseydi, bir Müslüman olarak biz, Peygamberimizin kıymet ve değerini bilmez miydik? Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kıymet ve değerini, şimdi onlardan mı öğrenmiş olduk, bunların demesiyle mi bildik yoksa? Hâşâ… o zaman onlara minnettâr olmamız gerekirdi. Dikkat ediniz. Bu, çok ihtimâm edilecek bir noktadır. Bu sebepledir ki Cenab-ı Rasûlullah böyle bir kimseyi cehennemle tehdit etmiştir…
Kardeşlerim…
Hülâsa, Cenabı Rasûlullah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâl ilk olarak zatı uluhiyyetine, zatının nuruna ayna ittihaz etmiştir. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kalbini ayna ittihaz etmiştir. Zatı uluhiyyetinin nuru o kalbe tecelli etmiştir. Esasen tevhid ve iman denilen budur. Tüm tevhid, iman tamamen Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından yansıtıcılığı vasıtalığıyla intikal eder, ister nebiler olsun, ister gayrisi olsun. Yani, re’sen Allahü Zülcelâlden alabilecek başka hiçbir güç yoktur. Rasûlullahın vasıtalığı, ezelden beri devam eder. Hatta, mahşer âleminde bile 69 ümmet nebileriyle beraber gelirler. Orada tüm enbiyânın söylediklerini ümmetleri tekzib ederler. Fakat, başka bir çareleri yoktur ki, yine Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvururlar, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şahitliğiyle diğer nebiler yakalarını kurtarabilirler. Bu da âyetle sabittir:
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا
(Nisa/41)
“Tüm ümmetlerden birer şahit getirdik. Ümmetleri üzerine konuştular, yarar, zarar, fakat o ümmetler inkâr ettiler, kabul etmediler, bize tebliğ etmedi dediler, nebiler hayrette kaldılar.” Sen orada şahitlik yapacaksın ki o nebiler öylelikle kurtulacaklar. Yani, nebilerin kurtuluşu Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şahitliğiyle olacaktır. Şimdilik bunun karşısındaki Hz. Sıddık’ın (r.a.) buyurduğu gibi, “Ya Rasûlallah, sana Allah ne verdi ise, bizi de ona ortak kıldı, fazlı keremini bize karşı da esirgemedi. Geçmiş ümmetlerin nebileriyle münazaraları geçerken, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nebileri kurtarıyor, kendi şahitliğiyle. Sıra ümmetlere gelince, bizi şahit gösteriyor. O zaman bizler şahit olduğumuzda, bu ümmetlerin hallerini, tamamen, baştan sona kadar Allahü Zülcelâl’e anlatıyoruz. Ümmetler itiraz ederler, bunlar bizden sonra geldiler. Nerden biliyorlar bunu? diye. Biz deriz ki, Ya Rabbi, bizler kelâmınla biliyoruz. Bize Kur’anı gönderdin, bunların teferruatlarını tamamen okuduk ve öğrendik.
İşte Ayet-i Celile:
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا
(Bakara/143)
“Sizi vasat bir ümmet olarak yarattım. Âdil, alel hak, hem insanlar üzerine, geçmiş ümmetlere şahitlik verebiliyorsunuz. Fakat, sizin üzerinize hiçbir kimse şahitlik veremez, ancak Rasûlünüz verir.” Başka hiçbir kimseye ihtiyacımız yok, bağlı da değiliz. Allahü Zülcelâle şükürler olsun.
Diğer nebiler, Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) muhtaç, diğer ümmetler de, bizim vereceğimiz şahitliğe bağlıdırlar. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şerefiyle şereflendik. Ona tâbî olmakla Allahü Zülcelâl tarafından ikramına da mazhar olduk. Lütfi, keremi ve ihsanını şu Ayet-i Celile ile beyân etmiştir. Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِأَنَّ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ فَضْلًا كَبِيرًا
(Ahzab/47)
“Habibim, Mü’minlere müjdele, benim onlara karşı fadlım, azimdir, büyüktür.”
Allahü Zülcelâlin fadlı, müstehak olduğumuzun fazlasıyla olduğudur. Meselâ, Allahü Zülcelâl şu kadar vereceğim diye bir miktar belirtti ise de fadl dediğimiz zaman, fadl fazladandır. Hak ettiğimizi fazlasıyla vereceğidir. Bir yaparsak, buna mukabil binlerce yapmış gibi, kıymet ve değer göstermesidir, vermesidir. Hem de Allahü Zülcelâl, nezdinde azim bir fadl olduğunu da ilân eder. Allahü Zülcelâl’in Habibi’nin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine karşı büyük bir merhameti ve şefkati oluşu sebebiyle, bu ikramda bulunmuştur. Gaye, Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnut olsun. Bu nimet-i azime karşısında bize düşen vazife, çok salavat getirmektir. Vesselâââm...