SEKERAT HALİ VE MELEK-ÜL- MEVT

 

Aziz Kardeşlerim;

Gelelim insanın ölüm anındaki usul nedir?… Melekül mevt (ölüm meleği), hükmü altındaki meleklerle beraber gelir. Cafer-i Sadık (r.a) buyurduğu gibi; Melekül mevt, ruhu kabzettikten sonra evde bağrış-çağrış olunca kapının halakasını tutar da:

- Bana bir bahane bulmayın, ben bir emir kuluyum. Allahü Zülcelâl’in takdiridir. Benim zûlmüm değil, ne ecelinden ne de rızkından eksiklik yapmadım. Siz sanmayın ki bu ilk ya da son gelişimdir.Nerede bir aile birikintisi var ise 5 namaz vaktinde gelir kontrol ederim.

Onun için namaz kılanların ruhunu kabzederken melekül mevt şeytanı yaklaştırmaz, bu bir avantajdır.

Melekül mevt için, ruhlarını kabzedecek olduğu tüm insanlar sanki bir sofra gibi gözünün önündedir. Vakti geldiğinde ruhu mıknatıs gibi çeker alır… Evvelâ on tane melek, ruhu ayaklarının baş parmaklarından başlamak suretiyle dizlerine kadar getirir. Diğerlerinden bazıları dizden göbeğe kadar getirir. Diğerleri de gargaraya kadar, yani boğaza kadar getirirler. İşte kulun tevbesinin kabuliyyeti, ruh bu gargaraya gelinceye kadar geçerlidir. Bu Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine tanınan bir haktır. Müsebbibi de Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimizdir. İşte bu ruh gargaraya gelince makamını muâyene eder, makamını görür, yarar veya zarar. Cennet ya da cehennem. İşte can buraya gelinceye kadar yapılan tevbeler geçerlidir. Bundan sonra iman da tevbe de geçersizdir. Ruh çıkarken son nefeslerinde “hır, hır” demeye, bu şekilde ses çıkarmaya başlar. İşte o an ruh gargaraya gelmiş demektir. Ruh o hale gelince, alınmaya hazır hale gelmiş demektir. Azrail (a.s) o anda o ruhu kabzeder, alır. Ruh bu gargaraya geldiğinde kendi gideceği makamı, yeri görmeden çıkmaz. Eğer gideceği yer iyi bir yerse sevincinden gözleri sulanır gibi olur. Alnı hafif terler. Simâsı güzel bir hal alır. Sanki arzular gitmeyi. Ama gideceği yer iyi değil de kötü bir yerse; anormal bir hal alır. Renkten renge girer. Gideceği yerin kötülüğünden mütevellid bir sıkıntı ve tedirginlik yaşar, gidesi olmaz sanki. Allah hepimizi böyle bir hale düşmekten korusun. Âmin.

Azrail (a.s) o ruhu aldığında, bir lâhza dahi onun elinden o ruhu bırakmazlar, böyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Tabiî Azrail’in (a.s) karşısında iki kısım melekler durur. Bu meleklerden bir kısmının giysileri siyahtır, diğerlerininki ise beyazdır. Tabii bu melekler o ruhun hangi kısma verileceğini bilmezler. Eğer son anda imân üzere gitmişse, beyaz giysili melekler o ruhu Azrail’in (a.s) elinden alırlar, kefenlerler. Ve o ruhu yukarıya, gök âlemine doğru çıkarırlar. Fakat bu ruh öyle bir ruhtur ki vardığı yerde misk gibi kokular çıkarır, meydana getirir. Bu ruh çok güzel bir nur ile, bir koku ile gitmektedir. Her gök kapısı açıldığında bundan haz duyarlar. Bazen de o ruhta fevkalâde bir hal olur ki, böyle olan ruhlar üzerine de o melekler izin alıp cenaze namazı kılarlar. O ruhtan şeref bulmak için. Artık nereye kadar çıkacaksa çıkar. Neticede muayyen bir yere varır. Orada ruhların tesbiti vardır. Bu ruh oraya çıktığında, oradaki ruhlar bu ruha hücum eder. Yani gelirler. Sanki senelerdir beklenen bir kişi geldiğinde ona karşı nasıl ilgi gösterilirse, bu ruha da öyle ilgi gösterirler. O ruhlar, yeni gelen ruhun yanına gelirler ve çok çeşitli sorular sorarlar. Dünyadakilerin hal ve durumlarını inceden inceye sorarlar. Falan kişi ne oldu. Falan kadın evlendi mi?.. böylesine kardeşvâridirler… İşte sordukları bir kişiyi, o ruh, bu kimse benden evvel öldü der. O ruhlar bakarlar ki o ölen kimsenin ruhu oraya varmamıştır. Oraya varmayınca o ruhlar: “Heyhat! İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun.” Yani onun anası haviyedir, cehennemdir, derler. Ve çok üzülürler. Ne yazıklar olmuş, ne kerih bir anadır haviye derler. O ruhlar, o yeni gelen ruha daha birçok şeyler sormak istediklerinde, o ruhu götüren melekler fazla meşgul etmeyiniz, daha bu ruhun işlemi bitmedi, derler. O ruhun gideceği yer tesbit edilir. Cenab-ı Hakk nereye lâyık gördü ise oraya yerleştirilir. Sonra ruhu alır, geri getirir melekler. Bu saydıklarımız, ruhun alınması ile cenazenin yıkanacağı zaman arasında cereyan eden hadiselerdir. Bu ruh getirilince ceset bir tarafta yıkanmaktadır. Melek de elinde ruh, cenazenin yanında beklemektedir. O cenaze, o anda kendisini yıkayanı gâyet rahatlıkla tanımaktadır. Konuşulanları duymaktadır, suyun sıcaklığını veya soğukluğunu hissetmektedir.  Cenaze defin için götürülürken ruh da naaşın üzerinde gitmektedir. Eğer ruh iyi bir halde ise gideceği yere varmak için sabırsızlanmakta ve beni çabuk götürün diye yalvarmaktadır. Fakat o ruh iyi bir ruh değilse, o ruhun sahibinin son anı kötü olmuşsa (Allahü Zülcelâl bizleri korusun) gideceği yer çok kötü olduğu için gitmek istemez ve beni nereye götürüyorsunuz? der.

 

KABİR ÂLEMİ; TELKİN

Netice olarak; ruh kendisini yıkayanı, tabutunu taşıyanı, kabre indireni de çok iyi bilir. Sanki o da o durumun dışındaymış gibi olur. Ama, onu kabre indirip halk geri dönmeye başladığında, bakar ve görür ki, bu vakı’a esas kendine aittir. O andan itibaren vücuduyla birlikte o ruh da orada kalır. O anda çok ağır bir sorumluluk altındadır. Zirâ vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’e aittir… Tek başına kalmış, kendisiyle alâkalı bütün şeylerden kopmuş, ayrılmıştır. O anda onun çok ünsiyete ihtiyâcı vardır. Hemen kabrin başından ayrılmamak lâzım. Aslında Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mezârın başında  bir hayli oturur, çokça duada bulunur, mevtaya yardımcı olabilmek için Cenab-ı Hakk’tan temennide bulunurdu. Sahabeden bazıları da yanına oturur, Âyatel Kürsi, Fatiha, Âmenerrasulü okurlardı. Aslında bunları okumak çok iyidir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kabir azabından kurtulmasına vesile olacak duaları okur, bu yönde dua ederdi, ayrılmadan önce. Sonra da telkin verilirdi. Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususta şöyle buyuruyor: Din kardeşlerinizden herhangi biri öldüğü zaman ve kabre konup üzeri toprakla örtüldüğü zaman başında bir kimse bulunsun ve telkin versin. (Bunda usul: Telkin veren ile mevtanın yüzü birbirine karşı gelecek, yani yüz yüze duracak). Ne diyecek telkinde? Aslında bu hususta muhtelif hadisler vardır. Bazı hadislerde doğrudan doğruya 3 defa “Lâ ilâhe illallah” de, diye telkin eder. Fakat şöyle bir hadis-i şerif vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Telkinde karşı karşıya geldiğinizde ilân edeceğiniz şu; anasının ismiyle Ya filân ibni filâne, yani ey falânenin oğlu falân deyip biraz duraklama yapıp tekrar aynı şekilde telkin edersin, üçüncüde yine  aynı hitabı tekrar edin, buyurmuştur. (Anası bilinmiyorsa Havva ismine atfedilecektir.)

Bu telkin verilirken; ilk hitabda, bu sesi duyar fehmetmez ve bir şok geçirir hale gelir. Ne dediğini duyar, ama fark edemez. Ne denmek istendiğini tam idrâk edemez. İkinci hitâbta âdeta oturur durumuna gelir. Gerçi ayakları uzatılmış haldedir. Ama bu ikinci hitabta ayaklarını çeker, yarı oturmuş bir vaziyet alır. Bu ikinci hitabı duyar ve ne dendiğini, ne denmek istendiğini fehmeder. Üçüncü hitabda kendisini tam olarak toplar. Ve telkin vereni dinler. Onun sesini duyar ve o anda telkin verene şöyle söyler. Yani;

“Beni irşad et ki Allah’ın rahmetine nail olasın.” Tabii o mevtanın bu şekilde söylediğini biz duyamıyoruz. Bu üç hitaptan sonra bizim o mevtaya söyleyeceğimiz şudur:

اذكرماخرجت عليه من الدنيا شهادة ان لا اله الا الله وان محمداً عبده ورسوله * وانك رضيت باالله رباً وباالاسلام ديناًو بمحمد صلى الله عليه تعالى وسلم نبياً ورسولاً وباالقرأن اماماً وباالكعبة قبلة

Bunları söyleyeceğiz. İşte bunları üç defa bu şekilde söylersek, o zaman münker ile nekir el ele tutuşur ve “Artık bizim burada kalmamıza, oturmamıza gerek yok” derler. Yani Allahü Zülcelâl buna hüccetine ilham vermiş ve telkin etmiştir. Demek ki Allahü Zülcelâl bunun lokmasını vermiş. Telkin, ona lokma vermek demektir. Bundan da anlaşılıyor ki: Allahü Zülcelâl dilediğinde kuluna o kabiliyeti veriyor. Çünkü ruh da beraber olduğundan, sanki hayatta imişcesine söyler ve melekler de onun vermiş olduğu cevabı duyuyorlar. Melekler onun bu haline hayret ederler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bu mevta kendisini toparlayıp, söylenileni fehmedip, cevap verebilecek mi? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şu âyeti okuyor:

يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آَمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآَخِرَةِ

 (İbrahim/27)

Yani Rabbimiz diledikten sonra dilediği şeyi dünyada da ahirette de sebat durumuna getirir. Bu imkânı verir. Anlattığımız minvâl üzere telkin böyle yapılır.

Hepimizin duyduğu ve bildiği gibi bir de kabrin insanı sıkması olayı var. Bunun sebebi şudur: Aslında insanoğlunun tıyneti yani toprağı nereden alınmışsa o alındığı yere defnedilir. Toprağın alındığı yere iadesi, yeryüzüne iadesi vaad edilmiştir. O toprak bir annenin yavrusunu beklediği gibi, o kişiyi bekler. O kişi kendisine geldiği zaman toprak onu bir anne şefkatiyle sıkıyor, özlemişcesine... Fakat o kimse yeryüzünde hayır diye bir şey işlememişse, şer ve şürur ile gelmişse, işte o zaman o yer, o toprak onu öylesine sıkar ki kemik diye bir şey bırakmaz. Âdeta macun haline getirir. Allahü Zülcelâl hepimizi bu hale düşmekten korusun. Eğer o kimse anası durumunda olan yeryüzünde hayırlı işlerle meşgul olmuşsa, o zaman bir annenin evlâdını şefkatle sıktığı gibi sıkar.

Saad bin Muaz (r.a) çok dirâyetli bir şahsiyettir. Muaz, Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in döneminde vefat etti. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenazesinde bulunmuş; fakat kabrinin üstünde biraz fazlaca durmuş. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu durumuna hayret etmişler. Bu hayret edenlere Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki; Saad bin Muaz’ın ölümü karşısında arşı âlâ titredi, sallandı, sarsıldı. Cenazesinde yetmiş bin melek bulundu. Buna rağmen Saad kabrin sıkmasından kurtulamadı, buyuruyor. Tabii ki orada bulunanlar bu nasıl olur diye hayret ettiler. Ruhunun yüceliği karşısında arşı âlânın titrediği bu sahabenin, kabrin sıkmasından kurtulamayışını merak ettiklerinden bunun sebebini araştırıyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem);

كان يقذف فى بعض الطهور من البول

Taharette, bevl hususunda kusuru vardı, diyor. Hasan Basri(r.a) Saad’ın ruhu arşa vardığında arş (şeref duydu da) sevincinden sarsıldı buyurmuştur.

Cahiliyyet devrinde temizliğe fazla ihtimam edilmezdi, dikeldikleri yerde, rastgele yerde bevl ederlerdi. Oturarak bevledenleri de kadınlara benzetir ve üzerine güler, alay ederlerdi. Taharet yönünden Mescid-i Kuba ahalisi hakkında Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ

 (Tevbe/108)

İşte bunlar taharete çok ihtimam ettikleri için Allah onları sevmiştir.

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunun dışında Saad’ın bir kusuru yoktu diyor. Bu gibi kimseler böylesine küçük kusurlardan bu hale düşseler de, bu zahmeti çekseler de gelecekte temiz çıkarlar…

 

 

 

Aziz Kardeşlerim,

Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ölüm hakkında şöyle buyuruyor: Ölümü çok hatırlayın, ölümü anın ki bu sizin kendinize çeki düzen vermenize sebep olur. Zira hiçbir gün yoktur ki yer, toprak, kabir şöyle nida etmesin: Ben sahipsizlerin ve yalnızların eviyim. Garibanların eviyim. Topraktan mamulüm. İçimde de kurt doludur. Kabre gelen bir kimse eğer mü’min ise kabir kendisini “Merhaba, Merhaba! Hoş geldin” diye karşılar. Ve ona şöyle der: “Öyle bil ki; sen yeryüzündeki insanlar içinde benim en çok sevdiğim kişisin, sen buraya gelmeden önce haddini biliyordun. Şimdi ise benim karnıma girdin, bundan sonra benim maiyetimdesin. Kendi maharetimi, hünerimi sana göstereceğim” der ve kabir genişleyebildiği kadar genişler. Aynı zamanda cennetten de bir pencere, menfez açılır.

Kardeşlerim, işte bir mü’minin kabir hâli böyledir. Hepimizin bildiği gibi kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur. Cenab-ı Hakk hepimizi kabirde rahat eden kullarından eylesin. Âmin Ya Mûin...

 

Aziz Kardeşlerim,

Vefât eden kişi ile ilgili konuyu izah etmeye çalışırken, ölünün ruhu ve durumunu, ölüm anındaki hali, yıkanması ve mezara kadarki durumu, mezara konduğunda okunan telkin mevzûunu kısaca da olsa anlatmaya çalışmıştık. Aynı mevzûnun bir başka merhalesi de ölünün ruhuna Kur’an okumaktır. Biraz da bu mevzûyu izaha çalışacağız. Zira ölen kişiye karşı yapılması gereken dini vecibeler, sadece onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmekle bitmiyor. Zira bazılarının dediği gibi insan ölür, kabre konur ve çürür gider. Bu kimsenin ruhuna okunacak Kur’an’ın da bir faydası yoktur, gibi hakikat dışı, ilimden ve irfandan yoksun, İslâm’ın ruhundan uzak bu gibi görüşler karşısında bir şeyler söylemek, Kur’an ve sünnetin ışığında bir şeyler anlatmak mecburiyetimiz vardır. Rabbimizin inâyetiyle…

 

ÖLÜ HAKKINDA HÜSNÜ ZANDA BULUNMAK

(ÖLÜLERİ HAYIRLA YÂD ETMEK)

Bu hususların başında hemen şunu söylememiz gerekir ki vefât eden bir kimse her varlıktan inkıta’a uğramıştır. Sadece muhtaç bir duruma düşmüştür. Dolayısıyla bu kimseye karşı nahoş kelimeler kullanmamalıyız. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

اذكروا موتاكم باالخير

“Mevtalarınızı, ölülerinizi hayırla yâd ediniz,” buyuruyor. Çünkü bu hayırla yad edeceğimiz kimse, hayırla yâd edilmeye lâyık bir kimse değilse, zaten hayırla yâd edilmenin ona bir faydası yoktur. Eğer iyi birisi ise onu hayırla yad etmememiz onu üzer. Rabbısı ile başbaşa kalmıştır. Bize düşen görev Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hadisi mucibince ölülerimizi hayırla yâd etmek, hüsnü zânda bulunmak, sorulduğunda iyi biliriz demektir. Bu mevtâ hakkında nasıl bilirsiniz, diye sorulduğunda: Efendim, onun namaz kıldığını görmedik, onun hakkında iyi bilirdik demekle yalan mı söyleyelim, gibi yapılacak itiraz kesinlikle yanlıştır. Cenaze hakkında cemaate sorulan “Mevtâyı nasıl bilirdiniz?” sorusu ve karşılığında “İyi biliriz”, cevabı, Cenab-ı Hakkın mevtâ için büyük bir lütfûdur. Bu cenaze ve şehadette bulunan mü’minler, cemaatı için çok büyük bir avantajdır. Bu avantaj, ya o cenâzenin sayesinde Cenab-ı Hakk hüsnü zânlarından dolayı bu cemaatı affeder, ya da cemaatın sayesinde o mevtayı affeder. Bu iki durumdan biri mutlaka vardır. Allahü Zülcelâlin vefat eden mü’min kuluna karşı ilk ikramı budur. Bu “iyi biliriz”, şeklindeki şehadetin mutlaka bu şekilde yararı ve faydası vardır. Zira o musalla taşına konan ve her şeyden alâkası kesilmiş olan bu kimseye karşı, merhametten gayrı bir şey dilemek, bir mü’min olarak bize yakışmaz. Çünkü bugün o hale düşen o ise, yarın aynı duruma biz düşeceğiz. Eğer biz başkaları hakkında hüsnü zânda bulunursak, bizim hakkımızda da öldüğümüzde hüsnü zânda bulunurlar. Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bu hususta birçok hadisi vardır. “Keşfül Gumme” isimli eserde bu hadisler cem edilmiştir. Bu hadislerin bir kısmı eğer cenaze namazında şu kadar saf olursa affedilir, cemaat adet bakımından şu kadar olursa cenazenin affına sebep olur, şu kadar kimseler iyi biliriz diye şehadette bulunursa cenaze affolunur, şeklinde birçok hadis-i şerif vardır. Hatta Hz. Ömer buyuruyor ki: Rasûlüllah bu cenaze mevzûundan bahsederken, cemaatin adedini sordum. Hatta iki kişiye kadar indirdim. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “İki kişi de olsa, iyi biliriz diye şahitlik ederse, yine o mevtayı Allah affeder, buyurdu”, diyor.

Yine Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde bir cenaze vaki’ olmuştur. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cemaate soruyor: Bu kimseyi nasıl bilirdiniz? diye. Cemaat, o kimsenin nahoş hallerinin olduğunu ileri sürüp onun hakkında iyi olduğuna dair şehadette bulunmuyorlar. O cemaatın içinde Hz. Ebubekir(r.a); merhameti sebebiyle “İyi bilirdim Ya Rasulallah”, diye şehâdette bulunuyor. Hz. Ömer diyor ki: “Ben o anda Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yanında idim. Cebrâil (a.s) gelip Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) malûmat verdi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da Cebrail’in verdiği malûmatı bana anlattı ki o vefât eden kimse hakkında cemaat nahoş sözler sarfetmişler. Evet söyledikleri yalan değil, doğru söylemişler. Fakat Ebubekir (r.a) iyi bilirim, dediğinde Allahü Zülcelâl Ebubekir’in (r.a) şehadetini kabul etti” buyuruyor. Hz. Ömer(r.a), “O zaman anladım ki bir kişinin şehadeti de geçerli oluyormuş” diyor. Evet, diyeceksiniz ki Ebubekir’in şehâdeti başka… Ama bu da var…

Bu izahattan da anlaşılacağı gibi, musalla taşına konmuş olan cenâze bizlerden bir şeyler bekliyor. Bizim de oraya gelmemizden gaye o cenazeye şefââtçi olmak içindir. Zira cenâze namazındaki niyette Allahü Zülcelâl için namaza, meyyit için duaya, diyoruz. Aslında meyyitin affı için dua etmeye geliyoruz oraya.

Araları iyi olmayan iki kişinin arasını bulmaya gittiğimizde aralarında nahoş haller olan kişileri barıştırmak, aralarında sulhu sağlamak için gittiğimizde elimizden geldiğince, sana karşı şöyle iyi şeyler söyledi gibi, söylemediği şeyleri de söylemiş gibi söyler, anlatırız. İki Müslümanın arasını bulmak için yalan söylemek câizdir. Aradaki buğzu giderip sulhu sağlamak için yalan şâhitlik yapmak, yalan söylemek şer’ân câizdir.

Hayattaki kişiler arasında bu câiz oluyorsa, vefât eden bir kimse hakkında niçin câiz olmasın. Hem biz oraya ona merhameten gelmişiz. O mevtaya karşı merhametli olmak durumundayız. Zira :

من لم يرحم لم يرحم

Kim ki merhamet etmezse, merhametli olmazsa Allahü Zülcelâl de ona karşı merhamet etmez, merhametli olmaz (Hadis-i Şerif). Bu sebepten dolayı afüvkâr olmak lâzım. Daima merhametli olup hüsnü zân beslememiz lâzım. Dolayısıyla böyle bir cenazede bulunduğumuz zaman şehadeti lehine vermek lâzımdır. Aleyhinde şehâdette bulunmamalıyız. Zira cenazeye gelen cemaat ona şefaatçı olmak, elçi olmak için gelmiştir. Binaenaleyh aleyhte şehadette bulunmak ve nahoş kelimeler kullanmak bir mü’mine yakışmaz. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kuluna ilk ihsanı, ilk ikramıdır. İkinci ikramı da şu hadisle sabittir:

 

ALLAHÜ ZÜLCELÂL’İN MERHAMETİ

 

الحديث الشريف عن عبدالله ابن عباس عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال

ارحم مايكون الله بعبده اذاادخل فى قبره

İkinci dereceye gelince; El hadisi şerif:

Abdullah İbni Abbas’dan mervî:

Allah’ın bir kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun kabre girdiği, kabre konduğu andır.

Zira o kabre giren kimsenin etrafında bulunanlar, hayatı boyunca kendileri için çalıştığı çoluk çocuğu, akraba-i taallûkatı, bütün ahbapları, onu o anda yapayalnız bırakıp gittikleri an, Cenab-ı Hakk’ın kuluna en fazla merhamet ettiği, rahmetiyle en ziyade muamele ettiği andır. Zira vahdaniyet Allahü Zülcelâl’e mahsustur. Allahü Zülcelâl’in kuluna en çok acıdığı an işte o andır. Zira o andaki yalnızlık karşısında Allahü Zülcelâl o kuluna merhametinden hiç esirgemiyor.

Bu husustaki başka bir hadis de Enes bin Malik’ten rivâyet edilmiştir. Rasüllüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

ان ارحم ما يكون الله باالعبد اذا وضع فى حفرته

Allahü Zülcelâl’in kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun çukura (kabre - hifretine) konulduğu, yerleştirildiği andır.

Bir başka rivâyette şöyle buyuruluyor:

Kabre konulan kimseye ilk olarak verilecek müjde şudur: Senin cenazene gelen, cenazene katılan, teşyî eden kimseleri Allahü Zülcelâl merhametinden dolayı affetti, diye müjdeliyorlar ki, o kabre konan kul bundan dolayı sevinsin diye.

Cabir Bin Abdullah’tan (r.a) rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: Mü’mini sevindirmek için senin cenazene iştirak eden kimselerin tamamını Cenab-ı Hakk affetti, diye müjde verilir. Ferah veriyor… Üns veriyor…

Kardeşlerim, Cenab-ı Hakk’ın merhametine bakın ki kuluna o yalnızlık anında nasıl moral veriyor, nasıl onu rahatlatıyor. Bu husustaki hadisler birçok sahabeden rivâyet edilmiştir. Hepsini ayrı ayrı zikretmeye lüzum yoktur. Arzu edenler, Nevadirül Usul, Şâbul İman isimli eserlerde, Abdullah bin Abbas, Selman-ı Farisi, Enes bin Malik, Ebu Hureyre ve diğer rivâyetlere bakabilirler. Bu sahabelerden rivâyet edilen hadis-i şeriflerde Allahü Zülcelâl  kulunu sevindirmek için bu tür müjdeler vererek onu kabirde sevindirdiğini buyuruyorlar. Allahü Zülcelâl kulunun hatalarını görmemezlikten gelip hatalarını affederken, cenazesine iştirak eden kullarının şehâdetiyle, hüsnü zânlarıyla kulunu affedip bağışlarken, bizim bir din kardeşimiz hakkında sû-i zanda bulunmamız bizlere yakışır mı? Allahü Zülcelâl kullarını affetmek için bu gibi şeylere başvururken, ona karşı böylesine merhametli davranırken bizlere ne oluyor da o kardeşlerimiz hakkında gılzatlı lâflar kullanıyoruz. Bu gün o, musalla taşına konmuşsa, günü geldiğinde aynı hal bizim de başımıza gelecek. Şu bir hakikattir ki Allahü Zülcelâl bizleri hüsnü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Bir kimseyi, bir saat evvel pek iyi olmayan bir halde görsek, bir saat sonra da bu kimsenin öldüğünü duysak; fukâhanın, tâhkik ehlinin ve tasavvuf ehlinin bu kimse hakkında söylememiz gerekenin hüsnü zan olduğunu beyanlarıdır. “İyi biliriz” demek mecburiyetindeyiz... Çünkü Allahü Zülcelâl bizleri hüsnü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat Allahü Zülcelâl sû-i zânnımızdan dolayı bizleri sorumlu tutar. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de biz kullarına sû-i zândan uzak durmamızı emir buyuruyor. Sû-i zânnın günah olduğunu bildiriyor. Eğer biz bir kardeşimiz hakkında hüsnü zânda bulunursak, biz ölünce bizim hakkımızda da hüsnü zânda bulunmayı Cenab-ı Hakk onların hatırına getirir.

Hatta bu hüsnü zan sadece kulları için değil, Allahü Zülcelâl için de aynı şekilde hüsnü zanda bulunmamızı Cenab-ı Hakk şu hadis-i kutsi’de bildiriyor:

انا عند ظن عبدى بى فليظن بى ماشاء ظناخيرا فخيرا وان ظن غير ذالك فغير ذالك

“Benim kuluma olan muâmelem, kulumun zannına bağlıdır. Hüsn-ü zân sahibi ise; kulum beni afüvkâr bilirse, merhametli olduğuma inanır, benim hakkımdaki zannı böyle olursa, ben de ona bu şekilde muâmele ederim. Eğer benim affedici değil de azab edici olduğuma inanır, hakkımda sû-i zan içinde olursa, ona da o şekilde muamele ederim” buyuruyor. “Bana karşı olan zannı ne ise beni karşısında o zann üzerinde bulur” buyuruyor. Buradan anlaşıldığı gibi Cenâb-ı Hakk’a karşı da daima hüsnü zân beslememiz lâzım. Allahü Zülcelâl hepimize hüsnü zân sahibi olmayı nasib etsin. Âmin

 

VEFAT EDEN KİMSENİN KUL BORCU

Aziz Kardeşlerim, vefât eden kimse hakkında yapılması gereken hususların bazılarını anlatmaya gayret ettik. Fakat mevtâya karşı yapılması gereken bir husus var ki; bu da en önemli olanıdır. Daha evvel anlattıklarımızdan çok daha mühim olmasına rağmen bu hususa pek dikkat edilmiyor, ihtimâm gösterilmiyor. Zira Cenâb-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Vefât eden bir kimse kabre konduğunda bu kimsenin üzerinde kul borcu varsa, bu kimsenin ruhu bu kul borcu ödeninceye kadar mahpus durumdadır. Bu borç ödeninceye kadar bu ruh ne etrafındaki komşularıyla konuşabiliyor, ne de ruhlar için ayrılmış olan makama çıkabiliyor. Zira ruhların birçok makamları vardır. Kabirden berzâh âlemine kadar çıkabilen ruhların kendi kabiliyet ve durumlarına göre çıkabileceği bir makâmı vardır. Eğer o kimse mü’min ise ve üzerinde de kul hakkı, kul borcu bulunuyorsa, işte bu ruh o borca bağlı olarak kabirde hapis durumundadır. Ta ki; o kul borcu ödeninceye kadar. Bu borç ödenmeden o makama çıkamaz. İşte bu ruhu, o rehin durumundan kurtarmak için yapacağımız en mühim iş, onun üzerindeki o kul borcunu ödemektir. Bu çok mühimdir. Buna çok dikkat etmemiz gerekir. Halk bundan habersizdir…

Bu husustaki hadislerin bazılarını buraya serdetmek istiyorum. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن ابىهريرة رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال: نفس المؤمن معلقة بدينه حتى يقضى عنه

Yani, mü’minin ruhu, kul borcu ödeninceye kadar muallâk durumdadır, bağlıdır.

Bu hadis-i şerifi Tirmizi, İbni Mâce ve Beyhaki rivâyet ediyor. Hadis çok kuvvetli ve sahihtir. Hadiste geçen muallâk kelimesini âlimler tutsak olarak belirtmişlerdir, kendisine ait olan güzel makamlara çıkamaz, bu makamlara çıkmak için kabirden ayrılamaz, diye açıklıyorlar.

Bir başka hadis de şöyledir:

اخرج الطبرانى عن انس ابن مالك رضىالله عنه قال: كنا عند رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم واوتى برجل يصلى عليه قال هل على صاحبكم دين. قال نعم . قال ما ينفعكم ان اصلى على رجل روحه مرتهنة فى قبره لا يصعد روحه الى السماء فلوضم رجل دينه فقمت فصليت عليه فصلاتى تنفعه

Hadis Meâli:

Enes bin Mâlik şöyle buyuruyor: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Bir cenaze getirdiler. Namazını kılması için Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teklifte bulundular. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara sordu: Bu kimsenin, üzerinde kul borcu olan var mı? Onlar da: Evet, var! dediler. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da:

 “Benim bu cenaze üzerine namaz kılmam buna bir faide sağlamaz. Zira bunun ruhu, borcu ile rehin durumundadır. Bunun ruhu (bu borcu ödenmeden) semâya çıkamaz. Bu cenaze bu halde iken benim onun üzerine kılacağım namazın ona bir yararı olmaz.

 

Eğer bir kimse bu mevtanın borcunu öderse, o zaman kalkar namazını kılarım, o zaman namazım ona yararlı olur” buyuruyor.

Diğer bir hadis-i şerifte de:

اخرج الطبرانى فى الاوسط والبيهقى والاسفهانى فى الترغيب عن سمرة ابن جندة قال: ان النبى صلى الله تعالى عليه وسلم صلى صلاة الصبح فقال اههنا احد من بنى فلان فان صاحبكم احتبس عند باب الجنة بدين عليه فان شئتم فافدوه وان شئتم فسلموه الى عذاب الله تعالى

Hadis Meâli:

Taberâni, Beyhaki ve İsfehanî’den rivâyet edilen bu hadis-i şerifte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: Semratubni Cünde  diyor ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mescidde sabah namazını kıldıktan sonra falan aileden herhangi bir kimse burada var mı? diye sordu. O  aileden bir kişi peydah oldu ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısına geldi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona buyurdu ki: Sizin sahibi olduğunuz kimsenin cennete girmeye hakkı var, buna müstehâk oldu. Fakat ruhu kul borcu sebebiyle mürtehin (rehin) durumunda, yani cennete bu sebebten giremiyor (demek ki cennete girecek kadar güzel bir şahıs, ruhu cennet kapısına varacak kadar güzel bir şahsiyet). İster bir fedakârlık yapıp onu bu durumdan kurtarıp rahatı rahmana kavuşturun; yok eğer onun bu borcunu ödeyip rahatı rahmana kavuşmasına vesile olmazsanız, onun borcunu ödemezseniz, onu Allahü Zülcelâl’in azabına teslim etmiş olursunuz, buyuruyor.

Tâbiî, buradaki azab elbette ki cehennem demek değil; fakat o varacağı yere, makama varamamak, gidememek onun için bir azabtır. Cennetin kapısına kadar gidebilen, fakat bu kul borcundan dolayı cennete giremeyen kişiye bu hal bir azab demektir…

 

Bir Hadis-i Şerif daha:

اخرج احمد والبيهقى عن جابر ابن عبد الله قال ان رجلا مات وعليه دين ديناراً فلم يصلى عليه النبى صلىالله عليه وسلم فتحملها ابوقتادة فصلى عليه ثم قال له بعد ذالك بيوم مافعل ديناران قال انمامات امسى فعاداليه من الغد فقال له مافعل ديناران قال قضيتها فقال الأن بردت عليه جلدته

Hadis Meâli:

İmâm-ı Ahmed ve Beyhaki’nin Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ettikleri hadiste şöyle buyuruluyor: Cabir bin Abdullah diyor ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Namazının kılınması için bir kişinin cenazesini getirdiler. Bu kişinin, iki dinâr borcu olduğu için Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun cenaze namazını kılmaktan imtina etti, kılmak istemedi. Fakat Ebu Katade gayretkeşlikte bulunarak bu kişinin üzerinde bulunan iki dinâr borcuna kefil oldu. Ben ödeyeceğim, diye kendi üzerine aldı. O zaman Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onun namazını kıldı. Bir gün sonra Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ebu Katade’ye o iki dinar borcu ne yaptın, diye sordu. Katade de: Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Daha dün öldü, diye cevâb verdi. Ertesi gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Katade’ye hiç mühlet vermeden o borcu ödeyib ödemediğini sordu. Katade de Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şimdi ödedim, dedi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da işte şimdi onun hararetini söndürdün, diye buyurdu.

Bir başka hadiste de şöyle buyuruluyor:

روى البزار والطبرانى عن ابن عباس رضىالله عنهما ان رسول الله صلىالله عليه وسلم صلى صلاة الغداة ثم قال اههنا احد من هزيل ان صاحبكم محبوسى على باب الجنة بدينه

Hadis Meâli:

Bezzar ve Taberani, Abdullah ibni Abbas’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir gün (sabah) namazını kıldıktan sonra cemaate dönerek: İçinizde Huzeyl kabilesinden bir kimse var mı? diye sordu. Birisi, ben varım, diye söyledi. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de ona “Sizin sahibi olduğunuz kimsenin ruhu rehin durumdadır. Zira onun üzerinde kul borcu vardır” buyuruyor.

Kardeşlerim, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gayretkeşliği sebebiyle bu şekilde araştırma yapardı ve ümmetini o sıkıntılı durumdan kurtarmaya çalışırdı.

 

Bir hadis-i şerif daha:

روى الامام الاحمد عن سعيد ابن أطول قال مات ابوناوترك ثلث مأة درهم وعيال وديناً فأردت ان انفق على عياله فقال رسول الله صلىالله عليه وسلم ان اباك محبوسى بدينه فقد عنه دينه

Hadis Meâli:

İmam-ı Ahmed, Said bin Etvel’den rivâyet ediyor. Said bin Etvel diyor ki: Babam vefât etti ve geriye servet olarak üçyüz dirhem bıraktı. Buna rağmen borcu vardı. Bu geriye bıraktığı dirhemden birazını infâk etmek istediğimde Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) infâk etmeme mani olup, babanın ruhu, üzerindeki borcundan dolayı rehin durumdadır. İnfâktan evvel babanın borcunu öde, dedi, buyuruyor…

Bir hadis daha:

روى الطبرانى فى الاوسط عن البراء ابن عازل ان رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال : صاحب الدين مأسور بدينه يشك الى الله الوحدة

 Hadis Meâli:

Yani Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Borç sahibi borcundan dolayı esir durumundadır, hiçbir yere gidemez. Yalnız kaldığı durumdan kurtulmak için de Allahü Zülcelâl’e yalvarıyor. El Hadis:

اخرج ابو الشيخ ابن حبان فى الوصايا مرفوعاً الى رسول الله صلى الله عليه وسلم فقال من لم يوصى لم يؤذن له فى الكلام مع الموتى قيل يارسول الله وهل تتكلم الموتى قال نعم ويتزاورون

Hadis Meali:

Ebu Şeyh İbni Hibban rivâyet eder; Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Kim ki ölmeden önce veya ölürken borcu için vâsiyet etmedi ise, bu kimse vardığı yerde kabir komşularıyla konuşamaz, konuşmasına izin verilmez. Soruyorlar: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), mevtâlar konuşurlar mı? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da “Evet konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler” buyuruyor.

Aynı hususta bir hadis daha:

روى الاحمد والحاكم عن جابر ابن عبدالله مرفوعا عن رسول الله صلىالله عليه وسلم قال: من مات على غير وصيت لم يؤذن له فى الكلام الى يوم القيامة قالوا يارسول الله ويكلمون يوم القيامة قال نعم ويتوازرون بعضهم بعضاً

İmam-ı Ahmed ve Hakim, Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Kim ki öldüğünde borcu için vasiyet etmemişse, kıyâmete kadar bu kimsenin konuşmasına izin verilmez. Ya Rasulallah kıyâmetten evvel konuşurlar mı? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: “Evet, hem konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler, çok serbesttir. Ancak alıkoyan sebeb borçdur borç…” buyuruyor.

İşte insanı bu hallerden alıkoyan şey, o kişinin kul borcudur.

 

Aziz Kardeşlerim,

Mevtâ hakkında çok önemli gördüğümüz iki tembihatı ve hususu izah etmeye çalıştık ve bu mevzu’ ile alâkalı birkaç hadis-i şerifi serdetmeye çalıştık. Umarız faydalı olmuşuzdur. Eğer ölen kişi bir dostumuzsa, onu sevdiğimizi iddia ediyorsak, ona faydalı olan, yarar sağlayacak olan ne ise onu yapmaya gayret etmeliyiz. Bu onu sevdiğimizin isbatıdır.

Sevdiğimiz bir kişi vefât ettiğinde yapacağımız ilk iş, musalla taşına konduğunda ona karşı merhâmetli olmak ve hüsnü zânda bulunmaktır. Bu sebeple sanılmasın ki bizim o kişiye karşı merhâmetli davranmamızdan Allahü Zülcelâl hoşlanmayacak. Kesinlikle böyle bir şey düşünmemeliyiz. Kelime-i tevhid getiren herkese karşı bu şekilde hüsnü zân ile davranmalıyız. Fakat bu Kelime-i tevhidi inkâr ediyorsa, bunu kabul etmiyorsa bu müstesnâ. Ama Kelime-i Tevhidi candan söylüyor, bununla mutmâin oluyorsa, bu halinden dolayı onu sever ve hakkında iyi şehadette bulunuruz. Bunu söylediği halde hataları, kusurları varsa, o hallerini de Cenab-ı Hakk’a havale ederiz. Allahü Teâlâ afûvkârdır, dilerse affeder. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in buyurduğu ve Allahü Zülcelâl’ın en çok hoşuna gittiğini söylediği şu dua bunun isbatıdır. “Allahım! Sen afüvvsün (Affedicisin), affetmeyi seversin,” buyuruyor. Affetmeyi seversin , diyor, intikamı seversin, demiyor.

Şunu da söyleyelim ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

اللهم انك عفو تحب العوف فاعف عنا

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeminle buyuruyor ki:

والذى نفسى بيده لولم تكونوا تذنبون لذهب الله بكم ولأتى بقوم غيركم فاذنبوا واستغفروا لغفرالله لهم

“Ruhum yed-i kudretinde bulunan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, eğer siz bir hata işlememiş olsaydınız, Allahü Zülcelâl sizi yok eder ve başka bir kavim getirirdi. O kavim hata işler ve o hatalarının ardından pişmanlık duyar, Allahü Zülcelâl’e bu hataların affı için yalvarırlar ve Allahü Zülcelâl de onların hatalarını affederdi” buyuruyor.

Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi Allahü Zülcelâl affedicidir, affetmeyi sever. İnsan hiç hata işlemeyecek, hiç işlemez demek değildir. Hatasız bir insan hayal etmek doğru değildir. Bunu söylerken hata işleyelim, illâki hata yapalım demek de değildir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

لولم تكونوا تذنبون لخشيت عليكم الكبر من ذالك

Siz bir zenb (günah) işlememiş olsaydınız, daha beterine uğramanızdan korkardım.

Ya Rasulallah sallallahü aleyhi ve sellem , zenbden daha beteri var mı, olur mu? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Var, o da Ûcûb’dur buyuruyor. Kendimizde bir gurur, kibir hali görmek, yaptığınız âmelden dolayı kibir ve gurura kapılmaktır. Zira ucub,

ان العجوب يحبط سبعين سنة من العمل

kişinin yetmiş senelik ibâdetini yok eder. Binaenaleyh bazen hataya düşmemiz; hatamızı bilmemiz için, haddimizi bilmemiz için, Allahü Zülcelâl’e karşı fakriyat ve acziyetimizi idrak etmemiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın kapısında affımızı dilenmemiz ve affedilmemiz için Allahü Zülcelâl’e yalvarmak, Allahü Zülcelâl’in kudret ve azametini idrâk edip onun af ve mağfiret kapısından uzaklaşmamak içindir. Hadis-i kutside de buyurulduğu gibi:

انين المذنبين احب الى من زجر المسبحين

“Günahkâr insanların, hataya düşmüş kimselerin: Ya Rabbi beni affet diye inlemeleri, ahu eninleri, coşkunlukla zikir yapanların sesinden daha hoştur, Allah indinde” buyuruyor Cenab-ı Hakk.

Ama denilebilir ki: Olur mu böyle şey, biri günah işlemiş, hataya düşmüş. Bundan ahu enin ediyor. Diğeri de Allahü Zülcelâl’i zikrediyor. Evet, bu sorunun haklılık yönü vardır. Fakat, burada denilmek istenen, bu sesli olarak zikir yapanlar, belki bu şekilde gurura kapılabilirler, etrafına karşı riyakârlığa da düşebilirler. Fakat ahu enin eden hata işlemiş, bu halini Cenab-ı Hakk’a itiraf ediyor. Tamamen Allahü Zülcelâl’in en çok sevdiği ve kulunda görmek istediği fakr ve acziyeti var. Bu halinde Allahü Zülcelâl’in kulunda görmek istemediği ücûb hali yok, Cenab-ı Hakk’dan af dileyen ve kulluğunu idrak eden bir ses, bir yalvarış var. İşte bu ses, bu yalvarış sesi, zikirle ucuplanan kişinin sesinden, Allahü Zülcelâl katında daha makbul, daha hoştur. Asıl olan Allahü Zülcelâl’in huzuruna kul vasfı ile gelmektir. Kibir, ucub ve gururla değil. Benlik ve kibir Allahü Zülcelâl’e yaraşan vasıflardır…

Bazıları, kişinin o anki hal ve hareketine bakarak gılzatlı (nahoş) sözler söyleyebilirler. Hatalarından dolayı imânlarının olmadığını bile söyleyebilirler. Çünkü bu gibilerin bakışları, merhametten yoksun olmaları, bir başkası hakkında nahoş sözler sarfetmesine yol açabilir. Bu hususa açıklık getiren şu hadis-i şerife dikkat edelim ve manasını fehmetmeğe çalışalım. El Hadisi Şerif:

الحديث الشريف عن انس ابن مالك عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: ثلث من اصل الايمان الكف عمن قال لا اله الاالله محمد رسول الله ولايكفره بذنب ولايخرجه من الاسلام بعمل والجهادماض منذ بعثنى الله الى ان يقاتل اخرامتى الدجال ولايبطله جور جائر ولاعدل عادل والايمان باالقدر خيره وشره من الله تعالى

(رواه ابوداود فى سننه)

Şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Üç nesne vardır ki imânın aslını teşkil eder. Bu üç nesneden birincisi: “Lâ ilâhe illallah Muhammedür Rasûlüllah” diyen bir kimseye  karşı ileri geri konuşmaktan, küfrüne hüküm vermekten  dilini sakınmak. İkincisi: Herhangi bir günahtan dolayı (Kebair de, sagir de olsa) bir kimsenin küfrüne hüküm vermemek. Üçüncüsü: Herhangi bir âmelinden dolayı bir kimseyi İslâm dairesinden çıkarmamak buyuruyor…

Cihad hakkında da şöyle buyuruyor: Cihad, Allahü Zülcelâl’in beni Rasül olarak gönderdiği andan, ümmetimin ahirinin (son zamandaki ümmetim), Deccâli öldürene kadar devam eder. Kişi, küffâr bir kavimle savaş eden sultan fasık ya da facir olsa bile, onun emri altında cihada gitmeye mecburdur, sultan ile cihada gitmeye mecburdur. İsterse bu cihada gideceği Sultan günahkâr olsun, isterse tam adil olmayan biri olsun. Bu gibi halleri olan kişinin bu hallerinden dolayı cihaddan geri kalmaz ve cihada gider. Ancak kendisiyle cihada gideceği Sultan küfrünü ilân ederse, kâfirliği apaçık olursa, dini kabul etmezse, Kur’an’ı kabul etmezse, namazı kabul etmez, ezân okuyanı öldürürse –Bulgaristan’da olduğu gibi- bu gibi küfrünü herkese ilân eden ve dini durdurmaya çalışan bir kimse ile cihada gidilmez.

Hatta imam  hususunda dahi Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

صلوا خلف كل بروفاجر

Yani fısku fücuru (küfre varmayan) kişinin arkasında namaz kılınmaz diye kayıt yok. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), “Onun fısku fücuru kendisine aittir. Fakat arkasında namaz kılan kimsenin namazı sahihtir” buyuruyor. Onun fısku fücuru arkasında namaz kılana geçmez. Nitekim Enes ibni Malik zalim Haccac’ın arkasında cuma namazı kılardı.

Abdullah İbni Mesud da ayyaş olan Kûfe Valisi arkasında namaz kılardı. Ve biz casusluk yapmayız, araştırmayız, ancak gözümüzle görürsek ona göre hüküm veririz. Meselâ bir imam unutup abdestsiz namaz kıldırmış olsa, arkasında namaz kılanların namazı tamamdır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatin bu husustaki kararı ve itikadı nedir diye soruyorlar da cevaben şöyle buyuruyor:

ان تفضلوا الشيخين وتحب الختانين وترى المسح على الخفين وتصلى الخلف وترى الصلاة جائزة خلف كل بر وفاجر وتجاهد مع كل بر وفاجر

Meâli: Ebu Hanife(r.a), Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatın itikadını böyle anlatıyor. Yani Hz. Sıddık (r.a) ile Hz. Ömer’i (r.a) herkesten efdal (faziletli) görmek (Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müstesna), ikinci olarak Hz. Osman(r.a) ve Hz. Ali’yi (r.a) sevmek, mest üzerine meshi caiz görmek, bunun sünnet-i seniyye olduğuna inanmak; iyi olsun, facir olsun her imâmın arkasında namaz kılmayı caiz görmek, facir fasık olsa dahi başlarındaki idareci ile cihada gitmektir, diyor. İşte ehli sünnet velcemaatın görüşü budur, itikâdı budur. Allahü Zülcelâl hepimizi ehli sünnet velcemaat itikadı üzerine dâim eylesin, hizlâna düşürmesin.  Âmin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Tekrar mevzumuza dönelim. Kısaca: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: “Hıfzul lisan selâmatül insan” buyuruyor. İnsan, selâmeti bakımından dilini muhafaza etmesi lâzımdır. Çünkü insan dili hem vezir eder, hem rezil eder. Dilini düzeltmek isteyen mâlâyânî hükümlerden kaçınmalıdır. Zira bilelim ki Allahü Zülcelâl, ana şefkatinden 70 kat daha şefkatlidir. Hele o anda aleyhinde yaramaz şeyler konuşmayı hoş görmez. Allahü Zülcelâl gayyurdur. İcabında o kimseye rahmet eder, yaramaz konuşan da hizlâna düşer. Hizlân dedigimiz rahmetinden uzaklaştırır. İnayeti ona yetişmez bir kerre… Şeytanı ve nefsiyle başbaşa bırakır… Allahü Zülcelâl bu yönden bizlere şuûr versin, alel hak ne ise müyesser eylesin. Âmin… Mevzumuz vefât eden kişi üzerindeki kul hakkı ile ilgili hususları anlatmaktı. Mevtâya karşı yapılması gereken ve üzerinde durulması lâzım gelen hususun kul hakkı olduğunu izah ediyorduk. Bu izahat esnasında vefât eden kişinin üzerinde kul hakkı olunca Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gibi şefkat ve merhametle dolu bir Peygamber dahi onun cenaze namazını kılmıyor. Peki borcu olan bir kimsenin cenaze namazı kılınmaz mı? Bunun üzerine namaz kılmak caiz değil mi? diye bir fikir aklımıza geliyor. Tabii ki Rasûlüllah’ın  (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böyle bir şekilde davranması, borcu olanın cenaze namazı kılınmaz demek değildir. Bu durumdaki kimselerin cenaze namazını kılmak elbette caizdir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok merhametli olduğundan cenaze namazını kılmıyordu. Sebebi, belki gayretkeş birisi çıkar da onun borcuna sahib çıkar ve onu bu borçtan dolayı uğrayacağı sıkıntıdan kurtarır, diye böyle davranıyordu.

Kardeşlerim, ölen bir kimsenin kabre konduğundaki yalnızlığını, herkesten ve herşeyden ilgisinin kesildiğini düşünelim. Kul borcundan dolayı ruhunun rehin durumda olduğunu düşünelim. O andaki sıkıntı durumunu düşünelim de bunun ne anlam ifâde ettiğini idrak edelim. Ölen bir kimseye karşı yapılması gereken bu çok mühim işler varken, buna dikkat edilmeyip, hemen ıskatı salâtmış, yok orucun altmış bir keffaresi varmış gibi hallerle ilgileniyoruz. Evet, bunları nahoş görmüyoruz, hâşâ... Fakat Allahü Zülcelâl’in Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, önüne gelen cenaze için bunun oruç borcu var, namaz borcu var, bu borcundan dolayı onun namazını kılmam demiyor. Böyle bir kayda, bir hadise hiç rastlamadım. Ama kul borcu hakkında birçok hadisleri serdettik. Kul borcu, kişiyi perişân hale düşürür, iflâs durumuna düşürür. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine olan sevgisinden dolayı bunu söylüyor ve bizlere tâ’lim ediyor. Böyle yapın, böyle yapmanız gerek, diye bize buyuruyor. Yapılması gereken evvelâ kul borcunu ödemektir. Hatta Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hicret devrelerinde henüz cihad işleri başlamazdan evvel, kendi durumu da maddî yönden zayıf olduğundan, kendi elinde verecek bir şey olmadığından, ki kendisinde olmuş olsa, başkasına verdirtmeden kendisi verirdi, ama onda da yok. Böyle olunca etrafında bulunanları buna kefil olmaya, borcunu ödemeye teşvik ediyor. Ödeyecek biri çıkmadığında bu borç ödenmeden onun üzerine kılınacak namaz bir fayda sağlamaz, diyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bu çok mühimdir.

Ama ne zaman ki cihad başladı, birçok yerlerden ganimet geldi. Allahü Teâlâ da Habibinin (ömrünün) son devrelerinde  bu ganimetlerin beşte birini bir ikram ve ihsan olarak Habibine(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tahsis etti. Bu ganimetlerden kendisine kalan pay alınınca, gelen ve namazını kıldıracağı cenazenin kul borcu olup olmadığını sorardı. Eğer borcu çıkarsa, onun kul borcu bana aittir, borcuna ben kefilim der ve o cenazenin borcunu öderdi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sadece onun borcunu öderdi ve mirası mirasçılarına aittir, derdi. Hatta o ölen kimsenin çoluk çocuğunun da durumları iyi değilse, onlara da sahib çıkar, yardımcı olurdu. Bu tutumu ümmetine olan sevgi ve şefkatindendi. Böyle bir Peygamberi bizlere nasib ettiği için Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun.

 

 

(ZEKÂT-NAMAZ-ORUÇ-KEFFARETİ YEMİN- NEZİR) BORCU,

SADAKA (BUNLAR FAKİRİN HAKKIDIR )

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine karşı tutumunu şu âyet-i celile çok güzel ifâde ediyor:

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ

 (Ahzab/6)

Yani, bu nebi öyle bir nebidir ki, kişinin kendi nefsini düşündüğünden fazla o kişiyi düşünür, o kişinin evlâdı iyalinden, akraba-i taallûkatından daha çok ümmetim diye o kişiyi düşünür. Ona karşı daha merhametli, daha şefkâtlidir. Bu sebepten dolayı O, ümmetini kurtarmak için bu şekilde davranır ve borcuna sahib çıkardı. Bu kul borcu bu kadar mühim olmamış olsa idi, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kişiyi namazdan mahrum bırakır mıydı? Bu sebeple Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zevceleri dahi (bizim annelerimizdir, onlara ruhumuz fedâ olsun), onlar dahi Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sonra borçlu vefât eden Müslümanın borçlarını öderlerdi, bundan büyük tâ’lim olur mu? Kişinin kul borcu dururken, bir de ikinci borç olarak namaz borcu, oruç borcu çıkarıyoruz, ilk önceliği de buna veriyoruz. Kul borcu hiç dikkate alınmazken bu ıskatı salât ve ıskatı savmı hemen gündeme getiriyoruz. Bu hususta fukahanın görüşü, kararı şu yöndedir: Ölen bir kimsenin ilk olarak ödenmesi gereken borcu şâyet varsa kul borcudur. İkinci sırada zekât borcu gelir. Eğer zekât verecek durumdaki bir kimse ise geriye bıraktığı maldan daha önce çıkarmadığı zekâtı çıkarmaktır. Zira zekâtta hem fakirin hakkı vardır, hem de Allahü Teâlâ’nın emridir. Üçüncü sırada namaz, oruç ve benzeri borçlar gelir. Ölen kişinin malı mülkü varsa bu maldan evvelâ kul borcunu, ikinci olarak zekât gibi hem kul hem de Allahü Zülcelâl ile ilgili borçları, üçüncü olarak da imkânı varsa namaz, oruç ve diğer borçları vermek lâzımdır. Fakat, zaten üzgün, perişân bir halde olan cenaze evi ve dul ve yetim sahibleri ihtiyaç içinde iseler, bir de bu ıskat borcunu gündeme getirip onları daha da borçlandırmak akıl ve insaf işi değildir. Bir kimse Allahü Zülcelâl’in rızası için hacca gitse, mütevazi bir şekilde hac farizasını ifâ ederse anasından doğduğu gün gibi günahsız olarak geri döner. Ama kul borcu yine üzerinde kalır. Affa uğramaz. Zira bu borç namaz, oruç gibi hukukullah’a ait bir borç değil ki Allahü Zülcelâl affetsin. Bu borç hukukul ibaddır. Ancak ödemekle veya o kimse ile helalleşmek yoluyla affedilir. Namaz ve oruç gibi borçlar her ne kadar hukukullah’a taallûk etse de nihâyetinde kendi faydamız ve menfaatimiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın bizim ibâdetlerimize de ihtiyacı yoktur. Emrini tutup yaptığımızda bizleri mükâfatlandırıyor. Yapmadığımızda ise zararı kendimizedir. Eğer vefât eden kimse fakir değil de zenginse, malı mülkü varsa, evladü iyalı onun geriye bıraktığı maldan mülkten, varsa kul borçlarını öder ve mevtanın ıskatı salât, ıskatı savm, kefareti yemin ve nezir gibi borçlarını öder, yerine getirir. Bunu yaparken, bu kefaret borçlarını verirken muhtaç durumda olan fakir kimselere verir. Mevta çok zengin bir kimse ise, bu borçları tam olarak çıkarılıp fakirlere verilir. Eğer fazla zengin değilse bir din kardeşine karşı merhameten “kabultü ve vehebtü,” der. Bu şekilde alındığında o kendi malı olur. Vehebtü diye tekrar iade ettiğinde ikinci kişiye vermiş olur. Bu kesinlikle hile-yi şeriyye değildir. Bir din kardeşine karşı merhameti ve onu sıkıntıdan kurtarmaya yönelik kardeşçe bir harekettir.

Şunu da itiraf etmeliyim ki namaz ve oruç keffaresi, yemin ve nezir keffaresi eğer ödenecekse bilhassa zekât verilecekse, bunlar fakirin hakkıdır, fakire verilmelidir. Bunda zenginin hakkı yoktur. Eğer zengin bir kimse bunu alırsa, bu fakirin hakkına bir tecavüzdür. Fakir kimseye yapılmış bir zulümdür. Çünkü zengin, kendisi zekât verecek durumda olan kimsedir. Hatta zekât verilirken, zekât verilen kimse zenginse, nisaba malikse bu durumunu bildiği halde ona zekât veriyorsa bu zekât sayılmaz, zekât vermiş olmaz. Bir misal vermek gerekirse, adam diyor ki ben zekâtımı devamlı falan hocaefendiye veriyordum, bu hocaefendi şu anda zengin duruma gelmiş olsa da, zekât verecek durumda ise de vermesem olmaz diye bile bile verse, işte bu kesinlikle zekât nev’inden sayılmaz.

Zekâtı, almayı âdet haline getirip fakirlikten kurtulan aynı kişiye vermek caiz değildir. Aslında nisaba malik olan kimse kendisi de o zekâtın câiz olmadığını biliyor. Böyle bildiği halde nisâba malik olan kimsenin zekât alması haramdır. Çünkü bu hali fakirin hakkına tecavüzdür. Zekât ve diğer kefaret borcunun karşılığı olan para, mal, mülk her ne ise mutlaka fakire verilmelidir. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de de buyurduğu:

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ

 (Tevbe/60)

Sadaka, fakir ve miskinlere aittir. Bunlar sadaka aksamındandır.

Peki niçin fakir ve miskinlere veriliyor da zenginlere verilmiyor. Eğer bu zekât zengine verilse, onun kalbine bir sürûr bir sevinç gelmez. Çünkü zengin, bir sıkıntısı yok ki. Fakat bu zekâtı sıkıntısı olan fakru zâruret içinde kıvranan, çoluk çocuğun giyecek, yiyecek ve içeceklerini karşılamakta zorluk içinde olan üzgün, mahzûn bir fakire verirseniz, bu zekâtın onda meydana getireceği sürûru düşünün. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in de buyurduğu gibi:

ادخال السرور على قلب الفقير يطفئ غضب الله

Bir kimse fakirin kalbine sürûrun idhaline (girmesine) vesile olursa, bir fakirin kalbine sürur ve ferah getirmek Allahü Zülcelâl’in azabını söndürür. Ölen kimse namına verdiğiniz bu mal, fakirin kalbinde bir ferah getirecekse ,bu ferah, ölen kimse için Allahü Zülcelâl’in bir gazabı varsa, bu gazabın sönmesine vesile olur.

Hülâsa: Bir yakınımız, bir sevdiğimiz kimse vefât etmişse anlattığımız minvâl üzere bu borçları ödersiniz. Fakirleri sevindirir, kalplerine sürurun idhaline gayret sarfedersiniz. Kabirdeki fitne durumu yedi gün sürer. Cuma günü geldi mi  o mevtânın üzerindeki ağırlıklar, zahmetler kalkar. Zira Cuma günü huzur günüdür, bu yedi gün mü’min içindir. Münafık için kırk gün veya daha fazla sürer. Bahusus yedi günde yapılacak dualar ve hayır duada bulunacak kimselerin gönlünü almak, ihtiyaç sahiplerini yedirmek içirmek, giyindirmek, onun ruhunu huzur içinde bırakır. Bu yedi gün içinde her an yapılacak hayır hasenat, onun için çok kıymetli birer hediye mesabesindedir. Zira kalbi kırık olan kimselerin duaları makbuldür.  

 

MÜ’MİNLERE MADDÎ – MANEVÎ YARDIM

 

Aziz Kardeşlerim;

Vefât eden kimse ister bizden küçük, isterse büyük olsun, bizler ile bir hukuku vardır. Bu hukuktan dolayı onun ardından yapmamız gereken nedir acaba? Eğer bu kimse zengin ise, az çok malı mülkü vardır. Vasiyyeti varsa, bu vasiyetini geriye bıraktığı malın üçte birinden yerine getirmek lâzım. Vasiyyeti yoksa, onun ardından yapılacak hayır hasenat mirasçılarının bileceği ve yapacakları şeylerdir. Eğer, ölen kimse zenginse veya etrafı, akrabaları, çocukları zenginse, onun ardından bir şeyler yapabilecek durumda iseler, bunlar da onun ardından onun adına hayır ve hasenatta bulunabilirler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem döneminde bazı sahabeler bilhassa Saad ibni Muaz gibi sevdiği şahsiyyetlerin, Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) babam vefât ettiğinde cenazesinde bulunamadım. Vefât eden annem için babam için, Allahü Zülcelâl’in rızasını celbedecek ne yapabilirim? diye sorduklarında, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara “SU” için, yani halkın istifâdesi için, halkın su ihtiyacını karşılaması için su kuyusu veya benzeri çeşme gibi şeyleri yapmalarını tavsiye ederdi. Yalnız başlarına yapamayacaklarsa, müştereken birkaç kişinin yapabileceklerini söylerdi. Sudan sonra yani su hayrından sonra cami gelir. Zira câmi ve mescidler Allahü Zülcelâl’in evleri mesabesindedir. Bu mâbedlere hizmet etmek, hayır yardımında bulunmak, sevab bakımından su hayrından hemen sonra gelir. Veya halkın gidip gelmesine yardımcı olacak, halkın faydalanabileceği köprü, hastane gibi halka maddî, mânevî yarar sağlayacak yerlere yardımcı olmalıdır. Kur’an kursları, ilim yuvaları gibi hayır yerleri, halka maddî, manevî, dinî ve bedenî ilim olarak insanlara hizmet yerleridir. Buralara yardımda bulunmak, sadaka-i cariye aksamından olduğu için, ölen bir kimsenin hayrına yardımda bulunulacak yerlerdir. Allahü Zülcelâl’in rızasına uygun olan, sadaka-i cariye hükmünde olan yerlere yardımda bulunulursa, Allahü Zülcelâl de bu hayırlar karşısında kerem ve ihsanını esirgemiyor, o kişiyi mükâfatlandırıyor. Âdeta bir fabrikaya hissedar olan kimsenin kendi hissesine düşeni aldığı gibi, bu kimse de bu hayır yerlere yapılan yardımdan dolayı kendi hissesine düşen sevabı alır. Hayatta olsa âmel defterine yazılır, vefât etmiş de kabirde ise, ona da bir hediye nev’inden olarak ruhuna daima varır. Daha evvel anlattığımız gibi melekler tarafından kendilerine bu hediyeleri iletilir. Ancak şuna da çok dikkat etmek lâzım; vereceğiniz mal; zekât ve fitre gibi fakire taallûk eden, fakir fukaranın hakkı olan mal olmasın. Fakirin hakkı olan bu malı gasbedib de bu hayır kuruluşlarına vermeyiniz. Zira bu fakirin hakkıdır. İster burası cami olsun, isterse başka bir hayır müssesesi olsun, demirbaş olan yerlere kesinlikle zekât gibi, sadaka gibi bir malı buralara yatırmak, fakirin hakkını gasbetmektir. Fakirin hakkını fakire vermeyip gasbederek bir başka tarafa yatırıp da ondan bir hayır beklemek, meded ummak akıl işi değildir. Bu hayır yerlerine vereceğin parayı, malı, mülkü kendine has malından vereceksin ki bir fayda sağlasın. Fakirin hakkı olan zekâtı vermeyip de  bir fabrikadan alacağın hisseye yatırmış olsan, bunun kime faydası olacak? Vefât eden akrabana mı, fakire mi, yoksa senin kendine mi? Bunu iyi düşünmek lâzım. Verilen malın, sadaka-i câriye aksamından olması için kendine ait olan maldan, hususi maldan, net gelirinden olması şarttır. Böyle olmazsa hayır yapmış olmaz, bilâkis zulüm işlemiş olur. Bunun başka bir yolu yoktur. Eğer bu zekât ve sadakayı, nisaba malik olan her fert hakkıyla vermiş olsa, bunun da usulüne riâyet etse, ki usulü her ferd kendi etrafından, akraba-i taallûkatından sorumludur, ilk olarak onlara efradına vermesi ve onları doyurması lâzım, onları bırakıp da başka yerlere vermeye cevaz yoktur. Evvelâ onlara, sonra komşularına, köylülerine, daha sonra da kendi memleketinde olanlara verir. Bu şekilde yakından başlayıp uzaktakilere doğru gider. Kendi memleketinde çok muhtaç durumda olanlar varken başka memleketlere gönderilmez bu zekât. Sadece bir zelzele gibi çok acil ve mühim durumlar müstesna. O zaman cevaz verilir. İstisnâî haller dışında tercih yakınlarındır. Hatta çok muhtaç durumda olan akraba-i taallûkatına vermeyip de başka yerlere, uzaktaki kimselere zekât veren kişiyi Allahü Zülcelâl ahirette sorumlu tutar. Akrabaları, kendilerini bırakıp da başka tarafa bu malı veren kişi hakkında davacı olurlar. Bu davacılıkları da Huzurullah’ta geçerlidir. Bu sebepten dolayı bu dünyada muamelemizi düzgün bir şekilde yapmamız lâzım. İşte zengin olanın hali ve ardından yapılması lâzım olan şeyler bunlardır. Yeter ki Allahü Zülcelâl için kendine has olan servetinden yapılsın, o onun ruhuna varır. Fakir hakkını gasbetme ve tevziî ederken adil ol…

İkinci olarak bu anlattığımız şekilde sadaka-i cariye olarak değil de bu maldan fakir fukaraya, zaruret ve sıkıntı içinde kıvranan ihtiyaç sahiplerine vermek, kırık kalbli olanlara, mahzûn olan kimselere verip onların kırık kalblerini tedâvi etmek, o kalblere sürûru dahil etmek, feraha kavuşturmak Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür. Bu yapılan hayır hasenattan maksad, gaye Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürerek, Allahü Zülcelâl’in rahmetini celbetmektir. Öyle ki turfanda birşeyler çıkar da, fakir fukara çoluk-çocuk görür de alamaz, üzülür. İşte bunlardan alıp verirsiniz onlara. Güzel bir yemekten de ihtiyacı olana verilirse kabirdeki yakınına aynen ikram edilir.

Kabir âlemi apayrı bir âlemdir. Orasını bir çukurdan ibaret sanmayalım. Orası berzâh âlemidir. Allahü Zülcelâl sevdiği bir kulunun, son anda güzel bir hal üzere gitmiş olan kulunun kabrini, en azından bir fersah genişletir. Bu berzâh âlemindeki hal, durum bu gözle görülmez. Ancak keşif erbâbı bunu görebilir. O ölünün iyi halini gördükleri gibi, keşif erbâbı onların azab durumlarını da görebilir. Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem devresinde sahabenin biri gece bir yerde konaklamış. Konakladığı yerde yatarken, yattığı yerden, yerin altından bir sesler gelmiş, bu sese kulak vermiş bir de ne görsün, Mülk Suresini yani Tebâreke sûresini baştan sona kadar okumuş. Ertesi günü Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelerek özür dilemiş ve Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Orada kabrin olduğunu -kabrin bulunduğunu- bilmiyordum, o konakladığım ve gece yattığım yerin altından böyle bir ses geldi ve Tebâreke’yi okuyordu dediğinde Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “O sûre öyle bir sûredir ki, o sûre maniâdır, münciyedir. O, okuyanın başına gelecek felâketleri menetmeye, sahibini korumaya çalışır. Bu surenin herkesin, ümmetimin hafızasında olmasını arzularım.” buyuruyor.

Eğer, kişi zengin değil de malı mülkü ancak kendisine yeterli ise, bu durumdaki kimse için de hayır duada bulunmak, istiğfarda bulunmak, mağfiret talep etmek lâzımdır, manevî olarak. Ayrıca, onun ruhuna Kur’an okumalıdır. Fakir fukaraya hayır olarak, sadaka olarak vermek için hiçbir maddiyatı yok. Bu durumda olan kimse için yapacağımız şey, onun ruhuna Kur’an okumaktır. Efendim ben Kur’an okumasını bilmiyorum ki okuyayım, demek de yanlıştır. Zira Fatiha’yı, İhlâs’ı bilmiyor musun, bunu bilmeyen var mı? Elbette ki yoktur, bunu herkes bilir. Çünkü Allahü Zülcelâl bu hususta öylesine teshilat (kolaylık) vermiştir ki sevab bakımından, kıymet ve değer bakımından çok büyük; lâfız olarak da çok kısa ve ezberlenmesi kolay olan bu sûreler, hemen hemen herkesin hafızasındadır. İşte bu sûreleri yâni bir Fatiha’yı, üç İhlâs’ı okuduğunda âdeta bir hatim sevabı veriyor. Hatim sevabı denince Kur’an’ı baştan sona kadar  okuyan bir kimseye harf başına verilen sevabın aynısı değil. Her hatim inen kimseye hatmin sonunda Allahü Zülcelâl kerem ve ihsanından bu hatim inen kimseye bir hediye verir. Üç defa İhlâsı okuyana da Allahü Tealâ bir ikramda bulunur. İşte hatim sevabı verilir denmesi bu yöndedir. Yoksa Kur’an’ı baştan sona kadar okuyan ile aynı sevabı alır demek değildir. Tam hatim inen kimsenin harf başına aldığı sevab bundan müstesnadır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu: Kur’an okuyan kimseye Allahü Teâlâ’nın vaadi harf başına on sevabtır. Eğer Kur’an okuyan kimse abdestsiz olarak ezbere okuyorsa, harf başına on sevab alır. Eğer abdestli olup, kıbleye dönüp diz üstü oturmuş olarak okuyorsa, hürmet ve kıymet vererek, buna da harf başına yirmi beş sevab verilir, Namazda okuyorsa, harf başına yüz sevab verilir. Eğer namazı oturarak kılıyorsa, buna harf başına elli sevab verilir. İmamı Ali’nin (r.a) verdiği karar ve hüküm budur. Bunun kaynağı da Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) almamış olsa, böyle bir hüküm ve karar veremez. Bundan dolayı bize düşen görev vefat eden kimse fakir ise manevî olarak yardımcı olmamızdır. Onun ruhuna Kur’an okumamızdır. Bazı bedbaht kişiler vardır, bunlar o kadar cefakârdırlar ki, Kur’an okumak ölüye fayda vermez, Kur’an kabristanda okunmazmış. Okunsa da sevabı ulaşmazmış gibi hezeyanda bulunuyorlar. Bu hususta Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle biraz malûmat vermeye çalışacağız. Hadisi Şeriflerle ve Mezheb imâmlarının ictihadlarıyla bu hususu izah etmeye çalışacağız.

 

ÖLÜNÜN RUHUNA KUR’AN OKUMAK

Aziz Kardeşlerim; Hafız Celaleddin-i Suyuti  “Şerhissudur Fi Ahvalil Mevta vel Kubur” isimli eserinde bu mevzu’ ile alâkalı bir fasıl açarak şöyle buyuruyor:

اختلف فى وصول ثواب القرائة للميت فجمهور السلف والأ ئمة الثلثة على الوصول

Yani, meyyit için okunan Kur’an-ın sevabının ona ulaşması veya ulaşmaması hakkında ihtilâf olundu. Cumhuru selef yani seleflerimizin tamamı ittifakla, eimme-i selâse yani İmamı Âzam, İmamı Malik ve İmamı Ahmed okunan Kur’an meyyit’in ruhuna vasıl olur diye hüküm ve karar vermişlerdir. Ancak İmamı Şafîi’ye göre Celaleddin-i Suyyuti de Şafii olduğundan; bizim imamımızın, bu hususta şu âyete istinaden bir tevakkufu bir durgunluğu vardır, diyor:

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى

(Necm/39)

“Kişi ancak kendi sa’yinin (çalışmasının) karşılığını alır.” buyuruyor. Buna istinaden güya kişi başkasından faydalanmayacaktır.

Bu Âyeti Kerime üzerinde biraz duralım. Müfessirlerin görüşlerini kısaca maddeler halinde zikredelim.

a) Bu âyetin mensuh olduğunu söylemişler.

b) Bu âyet Ümmet-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem hakkında değil, geçmiş ümmetler ile alâkalıdır.

Bunu nesheden ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti hakkındaki âyeti kerime şudur:

أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُمْ مِنْ عَمَلِهِمْ مِنْ شَيْءٍ كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ

 (Tur/21)

c) Bu âyeti kerimeden de açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, âkıl-bâliğ olmadan ölmüş olan mü’minlerin çocukları, anne ve babalarının amelleri ile, anne ve babalarının âmellerinin durumuna göre, hangisinin sevabı çoksa, çok sevabı olanın sevabı nisbetinde sevab veriliyor ve hiç çalışmadan cennete girebiliyorlar. Bu çocukları o cennete girdiren âmel, kendi âmelleri değildir. Gayrının sâyi, çalışması ile cennete giriyorlar.

Ulemanın dediği şudur: İlâhî adalet mutlaka tecelli eder. Bir kimseye, bir başkasının yaptığı işlediği hatadan, günahtan dolayı azab edilmez. Allahü Zülcelâl bir kimseye, başkasının cezasını ve azabını yüklemez. Bu adalet yönünden böyledir. Fakat Allahü Teâlâ’nın kerem ve ihsanı sonsuzdur. Hele bilhassa ümmeti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı ikrâm ve ihsânı hudutsuzdur.

d) Meyyit için verilen sadakanın ona faydası vardır ve azabtan kurtulabilir. Bu icma ve sünnetle de sabittir.

e) Üzerine farz olan hac vazifesi, velisinin onun yerine hac etmesiyle meyyitin üzerinden sakıt olur.

f) Nezredilmiş hac ve nezredilmiş oruç başkasının yapmasıyla meyyitten sakıt olur.

g) Buradaki insan’dan maksat mü’min değil, kâfir olan kişi demektir diye de söylemişler.

h) Bunlar bir hediye kabilinden meyyitin ruhuna ulaşır.

 

Bunun böyle olduğundan hiç şüphemiz yoktur. Ehli imân olmak şartıyla “kurretul ayn” durumunda olan çocukların, gözleri arkalarında kalmasın diye, ferah duysunlar diye anne ve babalarının amelleri ve sevablarıyla cennete girerler. İşte bu isbatıdır.

Hatta İmamı Nevevi’nin de bu hususta bir hükmü ve kararı vardır. Şöyle buyuruyor:

قال امام النووى رحمه الله تعالى فى شرح المهدب: يستحب لزائر القبور ان يقرؤه ماتيسر من القرأن ويهديه لهم عقبه نص عليه الشافعى واتفق عليه الاصحاب وزادوا فى موضع آخر ان ختموا القرأن على قبر كان افضل

Yani, Kur’an’dan kolay olan (âyet ve sureleri) okuyup (ölülerin) ruhuna hediye etmek, kabirleri ziyâret edenler için müstehabtır.

İmamı Şafiî ve eshâbı (yani Şafiî fakih ve müctehidleri) bu hususta ittifak halindedirler. Hatta kabir başında, kabir üzerinde Kur’an’ı hatim etmenin daha faydalı, daha efdâl olduğunu da söylemişlerdir.

İmamı Ahmed bin Hambel’in (r.a), bu hususta önceleri bir teredüdü vardı. Kabrin üzerinde Kur’an okunup okunmayacağı hakkında tereddüd ediyordu. Ne zaman ki Ensâr devresinde kabrin üzerine gidip vefât eden kimsenin ruhuna Kur’an okuduklarını görünce (tam olarak tesbit edince) o da kabir başında, diğer imamlar gibi, okunacağını kabul etmiştir.

Zira bu hususta İmam-ı Şafiî şöyle buyuruyor:

كانت الانصار اذامات لهم ميتٌ اختلفوا الى قبره يقرؤن له القرأن

Yani Ensâr devresinde, onların bir meyyitleri olduğunda (devamlı değiştirmek suretiyle) onun kabrine birisi gider birisi gelir, bu şekilde devamlı Kur’an okurlardı.

Ebu Muhammed -es- Semerkandi İhlâs sûresinin fazileti hakkında yazdığı kitabında şöyle buyuruyor: Hz. Ali’den (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu (mer’fu’an) zikrediyor.

من مرعلى المقابر وقرأ قل هوالله احد احدى وعشر مرة ثم وهب أجره للأموات اعطى من الاجربعدالأموات

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğuna göre, “Bir kimse bir kabristanlıktan geçerken o anda onbir kere İhlas’ı okuyup bunun sevabını onlara bağışladığı takdirde (o) kabristanlıkta bulunan ölüler adedince kendisine de sevab veriliyor.”

Ebu Hureyre’den (r.a) mervî’ bir hadiste şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Bir kimse kabristanlığa girdiğinde bir Fatiha, üç İhlâs, bir defa da Elhâkümüttekâsür” surelerini okuyup, Ya Rabbi okuduğum bu sûrelerden hasıl olan sevabı bu mevtaların ruhlarına hediye ediyorum dese, -tabii ki bu ölülerin mü’min olması şartıyla- o kabristandakiler ona şefaatçi olurlar. Onun yararı ve faydası için Allahü Zülcelâl’e yalvarırlar ve taleb ederler.

Kişi, Kur’an’dan okuduğu âyetleri sureleri ruhlarına bağışlayacağı kişileri ayrı ayrı saymasa da, imânlı giden kardeşlerimin ruhlarına bağışladım dese dahi yine tamamdır, onların ruhlarına varır.

 

 

Bir Hadisi Şerif daha:

اخرج عبدالعزيز صاحب الخلال بمسنده عن انسى رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال من دخل المقابر فقرأ سورة ببس خفف الله عنهم وكان له بعدد من فيها حسنات

Enes ibni Malik (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den:

Yani “Kim kabristanlığa girdiğinde Yâsin Suresini okursa Allahü Teâlâ o ehl-i iman mevtaların tamamına bir tahfifat verir ve o Yasin’i okuyan da o kabristanlıktaki mevta adedince sevab alır.”

Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

وقال الطبرى فى حديث صحيح: اقرأ على موتاكم يس هذايحتمل ان تكون هذه القراءة عندالميت فى حال موته ويحتمل ان تكون عند قبره

 

İmâmı Taberi sahih bir Hadisi Şerif’te:

اقرؤا على موتاكم يس

Yani: “Mevtaların üzerine Yasin’i okuyunuz.” Hadisini izah ederken, “Sekerat halinde olan kişiye okunduğu gibi kabri başında da okunur” buyuruyor. Zira sekerat halindeki kimse üzerine okunursa o kimseye –o zor anında- hafiflik verir -o andaki sıkıntısı hafifler-.

İmamı Ahmed bin Hanbel ve diğer büyük zatların dediği gibi: “Yasin’in okunduğu yere ister sekerat halinde olsun, ister mevtânın kabri üzerinden okunsun, o mevtâya bir hafiflik verir, rahmet yağmur gibi yağar… Bu hadisi şerifte her ne şekilde okunursa okunsun, Yasin’in hayrat ve bereketiyle Allahü Teâlâ bir tahfifat (bir kolaylık) veriyor.

قال عبدالحق عن احمد ابن حنبل قال اذا دخلتم المقابر فاقرؤا فاتحة الكتاب

والمعاوذتين وقل هوالله احد واجعلوا ذالك لأهل المقابر فانه يصل اليهم

Abdulhak; İmam-ı Ahmed ibni Hanbel’den mervî olarak şöyle buyuruyor: “Bir kabristanlığa girdiğinizde Fatiha’yı, Muavvizeteyni (Felak-Nas) ve İhlâs suresini okuyun, sevabını o kabir ehline bağışlayın. Çünkü bunların sevabı onların ruhlarına vasıl olur.”

 

İmamı Kurtubi de şöyle buyuruyor: Kur’an okunduğu zaman okuyan nasıl sevab alırsa, bunu dinleyen de sevab alır. Buradaki dinleyenler nasıl sevab alırsa, kabir ehli de bu sevabtan dinleme nasibini alır.

 

Âyeti Celile’de şöyle buyuruluyor:

وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآَنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 (A’raf/204)

Yani “Kur’an’ı okuyan da, ona kulak veren dinleyen de Allahü Zülcelâl’in rahmetine nail olur.” Bazıları; Efendim sevabı vasıl olmaz, ölünün ruhuna gitmez, diyenler bile bu Âyet-i Celile karşısında inkâr fikirlerini açık açık diyemiyorlar. Bunu tam olarak inkâr edemiyorlar. Kur’an’ı okuyana on sevab varsa, dinleyene beş sevab vardır. Velev ki bu misilli olsa dahi onlara duyduklarından dolayı beş sevab veriliyor.

Yine İmamı Kurtubi’den rivâyetle şöyle denilmiştir: “Bazı cemaatlarda derler ki: Allahü Zülcelâlin kereminden esirgemeyin, Allahü Zülcelâl o kadar kerem sahibidir ki, okuyana verdiği sevabı dinleyene de verir, bunu çok görmeyiniz.”

Fetevay-ı Kadıhan isimli eserin sahibi, bunun müellifi İmam-ı Azam’ın mezhebinden yüksek kademeli bir fakihtir. Bir âlim, bir müctehiddir. Şöyle buyuruyor: Bir kabristana girdiğinizde, orada kabri bulunan kabir sahibi ile bir ünsiyet olsun diye oturur Kur’an okursanız, bu şekilde olması tercihlidir, böyle olması halinde bunun bambaşka bir hayrı ve sevabı vardır. Şâyet böyle değil de okuyup sadece bir sevab olarak gönderecekse, nerede olursa olsun, okuduğu Kur’an’ın sevabı mevtânın ruhuna gider, mesafenin uzak olması yakın olması fark etmez buyuruyor.

İmamı Kurtubi ve diğer âlim ve zatlar, ölülerin ruhuna Kur’an okunmaz, okunsa da sevabı gitmez diyenlere karşı şöyle buyuruyorlar: Şunu hepimiz biliyoruz ki, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; azab çekmekte olan iki kabrin başına kurumamış, yeşilliğini kaybetmemiş iki çubuk, iki fidan dikiyor. Çünkü o yeşilliğini kaybetmemiş fidan, bu halini korudukça tesbih getirirler, bazı kabirlerin ehli olanlarda yeşilliklerinden faydalanırlar ve azabları azalır buyuruyor. Kabir azabı da umumiyetle şu üç sebepten ileri gelir:

I) Nemime (Nemmamcılık),

2) Gıybet,

3) İstincaya dikkat etmemek. Yani küçük abdeste dikkat etmemek. İşte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu iki kabirdeki mevtaların azab çektiğini görünce bu yeşilliği alıp kesmiş ve o kabirlerin başına dikmiş. Bunların bu yeşillikten faydalanacaklarını, bu yeşilliğin tesbihi sayesinde azablarının hafifleyeceğini ilân etmiştir. Peki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu tutumu gâyet açık bir şekilde ortada iken, bir çubuğun bir yeşilliğin tesbihi mevtaya fayda veriyorsa,  nasıl olur da kabri başında okunan Kur’an, Kelamullah fayda vermez? Allahü Zülcelâl izân ve şûûr versin... Bu hadisi şerifi hiç kimse inkâr etmiyor. Müteaddid yerlerde geçiyor. Çok sağlıklı, sıhhatli bir hadistir. Bu hadisi şerife dayanarak bir çok kimseler kabirlerine yeşillik dikilmesini vasiyet bile etmişlerdir.

 

Aziz Kardeşlerim, bu mevzû’ hakkında ehli sünnet vel-cemaatin görüşleri budur. Anlamak isteyene bu âyetler ve hadisler yeter de artar. Ama enaniyyet sahibi olan, belirli davalar peşinde koşan ve bu mevzûu kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Onları kendi enaniyyetleri ile baş başa bırakıyoruz. Bu âyet ve hadisleri dikkati nazara almıyorlarsa geçersiz sayıyorlarsa, “bunları Allahü Zülcelâl ıslah etsin” den başka diyecek bir şey bulamıyoruz. Allahü Zülcelâl cümlemize şûûrlu birer Müslüman olmayı nasib etsin. Hakkı Hak bilib Hakka tabi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinab eden kullarından eylesin. Âmin...

 

Aziz kardeşlerim;  bu mevzûu çok geniş bir mevzûudur. Bu hususta yazılmış kitapların te’lifatlarının sayısı bir hayli fazladır.  Bütün teferruatıyla anlatmaya kalksak buna ömür yetmez. Kişi kabre girdiği zaman âmel durumuna göre muhtelif halleri alacaktır. Rabbimiz hepimizi kabirde rahat eden hayırlı âmel sahiblerinden eylesin. Âmin...

 

KABİR HALLERİ

Bu husustaki şu hadisi şerif muhtelif rivâyetlerle sabittir. Biz aşağıya Cabir ibni Abdullah’tan (r.a) rivâyetini sizlere zikretmek istiyoruz.

عن جابر ابن عبدالله (ر.ع) قال:قال رسول الله صلىالله عليه وسلم حسنوا أكفان موتاكم فانهم يتباهون ويتوازرون فيهم. وكذالك اخرج المسلم فى صحيحه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: قال اذاوفى احدكم اخاه فاليحسن كفنه

Hadis Meâli:

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, mevtâlarınızın kefenlerini güzelleştirin, buyuruyor. Yani, temiz ve güzel olmasını tavsiye ediyor. Ki bundan anlaşılan, kefenlerin hem maddî yönden, hem de manevî yönden temiz olmasıdır. Yani o kefende necâset olmaması ve o kefenin haram para ile de alınmış olmamasıdır. Eğer bu minvâl üzere olması  gerekmemiş olsaydı Hz. Sıddık(r.a) ile Hz. Ömer(r.a) kefenlerinin temiz olması hususunda tenbihatta bulunmazlardı. “Bizi kefenleyin, ahım şahım olmasına gerek yok, eğer Allah’ın salih kullarından isek, Allahü Teâlâ o kefeni bizim üzerimizden derhal değiştirir. Eğer salih kullarından değil isek, daha beterine uğrarız”, buyuruyorlar. Allahü Zülcelâl hepimizi korusun. Âmin.

حديث آخر اخرج الترمذى وابن ماجه وابن ابى الدنياوالبيهقى فىالشعب الايمان عن ابى قتادة قال قال. رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم اذاوفى احدكم اخاه فاليحسن كفنه فانهم يتزاورون فيهم

Hadis Meali:

İmamı Tirmizi, İbni Mâce, İbni Ebüd-Dünya, Beyhaki, Şûabul İman isimli kitapta Ebu Katade’den şu hadisi rivâyet ediyorlar: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Kefeniniz düzgün ve güzel olsun, zira kefenli olarak kabirde birbirinizi ziyâret edersiniz.”

Kabirdeki başka bir hal: Bir kimse bu dünyada iken heveslenerek Kur’an tâlimine başlarsa, ister bu tâlim hafızlık için olsun, ister sırf okumak, öğrenmek için olsun, bu kimse bu tâlimi bitirmeden ölürse, Allahü Zülcelâl bir melek gönderir ve kendisine o Kur’an’ı tâlim eder. Kabrinden kalktığı zaman Kur’an’ı okuyan veya ezberlemiş biri olarak kalkar.

Bu hususta da değişik rivâyetlerle birçok hadisi şerif var. Meselâ:

عن ابى سعيد الخدرى عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال: من قرءالقرأن ثم مات ولم يستظهره اتاه ملك يعلمه فى قبره فينق الله فقد استظهره

Hadisin meali:

Bir kimse bu dünyada iken Kur’an’a başlamış fakat bitirememiş ve bu minval üzere ölmüş. Allahü Zülcelâl bu kimsenin kabrine bir melek gönderir, buna Kur’an’ı tâlim ettirir. Bu kimse Huzurullah’a çıkarken Kur’an’ı tâlim etmiş olarak çıkar.

Bir başka rivâyette de hafızlık yönünde şöyle buyuruluyor:

ان العبدالمؤمن اذامات ولم يحفظ القرأن امر حفظته ان يعلمه القرأن فى قبره حتى يبعثه الله تعالى يوم القيامة مع اهله

Hadis Meâli :

“Bir mü’min (Kur’an’ı ezberlerken, ezberlemeye başlamış, bitirmeden) vefât etmişse, Allahü Teâlâ onun hayattayken beraberinde olan  hafaza –muhafaza- meleklerine ona Kur’an’ı ezberletmek için emir verir. Hatta ki bu kimse kıyâmette kalktığı zaman Kur’an ehliyle yani hafızlarla beraber haşredilir.” buyuruyor.

Diğer bir rivâyette de Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

ان المؤمن اذامات وقدبقى عليه شيئ من القرأن لم يتعلمه بعث الله له

ملئكة يحفظونه مابقى عليه منه حتى يبعث من قبره

Hadis Meâli:

Bir mü’min Kur’an ezberlerken bitirememiş, üzerinde birazı kalmışsa, melekler ona kalan bölümünü öğretir, ezberletirler. O kimse mahşer günü haşredilirken yine Kur’an ehliyle beraber haşredilir.

Kefenin güzel olmasına gelince, Hz. Sıddık’ın (r.a) istediği kefenin pahalı, debdebeli, pırıl pırıl parlaması değil, onun maddî ve manevî pisliklerden arınmış olması, temiz olmasıdır. Zira o kefen öyle fazlaca üzerimizde kalmaz, onu değiştirirler. (Onun hali, nasıl olacağı, âmelimiz ve Allahü Teâlâ’nın takdirine kalmıştır.)

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ashabından “Seyfiyul Ğaffari” vefat edeceğinde şöyle buyuruyor: “Benim  kefenimi üzerimdeki gömleğimi yapın, kefen olarak bununla yetinin.” diye emir buyuruyor. Kızı Aliye bu mevzuda babası hakkında şöyle anlatıyor: “Babamızı defnettik, ertesi gün kabrine gittiğimizde onun kefenini (giydirdiğimiz gömlek) kabrin dışında gördük. Zira biz babamızı uzun gömleğiyle gömmek istemedik, güzel bir kefenle gömmek istemiştik, babamız bu şekilde gömülmesini vasiyet ettiğinden böyle gömmüştük.” diyor.

Mü’mine verilecek kabir nîmetlerinden biri daha:

Tefsir ve hadis erbâbı ki İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, Hafızul Münzeri ve Hafız Ebu Naim El-İsfehâni, bunların dördü de şu âyeti celile hakkında şöyle buyuruyorlar:

فَلِأَنْفُسِهِمْ يَمْهَدُونَ

 (Rum/44)

“Kendi nefislerinden yani âmellerinden mütevellid kendilerine bir yatak gelecektir” diye buyuruyorlar.

İmamı Mücahid de bu âyete şöyle mana veriyor: (Kabirde âmeli salih olanların rahatı için) bunlara bir yatak, bir sergi serilecektir. Bazı müfessirler de; o yatağı düzeltecekler, düzgün bir hale getirecekler, diye buyuruyorlar. Hatta İbni Ebüd-Dünya ile İmamı Beyhaki Ebu Hureyre’den rivâyetle Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söylerler:

يقال للمؤمن فى قبره ارقدرقدة العروض

Hadis Meâli:

Yani Mü’min olan bir kimse (kabirde) o yatak düzeltilip hazırlandıktan sonra: “Bir gelinin yatağına yattığı gibi, yatağına yat.” diye söylerler.

 

KABİR ÂLEMİ VE  RUHLARIN MAKAMLARI

Ruhlar âlemine gelince, sorulan sorulara göre verilmiş değişik cevablar vardır. Kimileri ruhlar kabirdedir diyorlar. Kimisi arşın altında, kimisi cennette, kimisi cennet dışında, kimisi anasır-ı erba’ada, kimileri de daha aşağılardadır diye buyurmuşlar. Tabiî ki bunları söylerken Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine dayanarak söylemişler. Bunların tamamını burada zikretmek mümkün değil.

Biz burada en güzel ve veciz bir halde bu mevzuyu beyan eden İMAM-I NESEFİ’nin (r.a) görüşlerini alacağız. Bahrul Kelâm sahibi İmamı Nesefi toplu bir halde gâyet güzel bir şekilde bu mevzuuda hüküm ve karar vermiştir. Zaten kendisi de çok meşhur Hanefi ulemâsından bir zattır. Aynı zamanda usul sahibidir (Şerif-i Cürcani de benzeridir). Bahrul Kelâm isimli eserinde şöyle buyuruyor:Ervah yani ruhların (hali) beş vecih üzerinedir. Mü’minlerin ruhları ise dört vecih’dir. Yani Mü’minler için dört vecih ayırmıştır.

 

 

İMAM-I NESEFİ’YE GÖRE RUHLARIN DURUMLARI

BİRİNCİ VECİH: Enbiya ruhlarıdır. Enbiya ruhları kabirlerinden arşa çıkarılırlar. Yani cennete varırlar. Allahü Teâlâ bunlara yepyeni bir vücûd, ki bu vücûd miskten ve kâfurdandır, böyle bir vücûd verir. Eski vücûdlarına denk olacak derecededir bu vücûd. Bu vücûdları ruhaniyyetleri ile birlikte cennete girerler, cennetteki bütün nîmetlerden istifâde edebilirler, yiyip içebilirler. Gündüzleri bu minvâl üzerinedir. Geceleri ise; arşın altında kandilleri vardır. Bu kandiller âdeta bir yuva durumundadır. Geceleri de buralarda barınırlar ve bu şekilde geçinir giderler.

İKİNCİ VECİH: Sıddîkin ve şüheda ruhlarıdır. Bu şehit ruhları, yeşil veya beyaz bir kuşun içinde, hafsalasında olarak bu kuşlar ile cennete girerler. Böylece bu ruhlar da cennetteki nîmetlerden faydalanırlar, yemede içmede olurlar. Onlar da daha alt kâdemedeki kandillerin içine, âdeta yuvaya girercesine girer ve oralarda barınırlar. Sıddîkin seviyesindeki şühedâ, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresindeki şehitllerdir. Diğer devirlerin şehitlerinin ruhları da kendi derecelerine göre muhtelif makam alırlar.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Müttakîn ruhlarıdır, 3. gökten 7. göğe kadar çıkabilirler (yani müttakî mü’minlerin ruhlarıdır). Bunların ruhları herhangi bir kuşun hafsalasına veya içine girmez. Sadece ruh olarak kendi makamına çıkarlar. Oradan sadece cennet nîmetlerini, cennetin güzelliklerini seyrederler. Cennetin nîmetlerini yeme içme bu ruhlar için söz konusu değil. Bunlar, o nîmetlerden önceki ruhlar gibi faydalanamazlar, sadece seyredebilirler. Böyle olmasının sebebi: Enbiyanın mayaları tıynetleri cennettendir. Masum durumları vardır, isyanları söz konusu değildir. Zira böyle olmasa vücûden cennete giremez. Gerek Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, gerekse diğer rasuller ve nebiler bu anlattığımız vücut şekli ile ruh birleşir, bu şekilde cennete girer. Zira ruh tek başına cennete girip oradaki nîmetlerden faydalanamaz. Zira ruh lâhutidir, âlemi emirdendir. Tek başına yemesi ve içmesi yoktur. Bu ruh mutlaka bir vücudun içine girmesi lâzım ki, o vücûdun yiyip içtiğinden lezzet alsın. İşte Enbiya ruhları bu minvâl üzere âdeta bir vücûd görüntüsü ile cennete girerler, orada yer içer ve o nîmetlerden faydalanırlar. Fakat bu vücûdlar yiyip içtikleri şeyleri ifrazât yapmazlar.

Şüheda ruhlarının kuş karnına, kuşun içine girip o şekilde cennete girmelerinin sebebi, kuşlar yiyip içerler de onlar da lezzeti bu yönden (bu yoldan) aldıklarındandır. Çünkü ruh tek başına kalsa lezzet alamaz.

Üçüncü derecede yalnız ruh olarak duruyor. Bir kuşa veya vücuda girmiyor. Bu sebepten bu ruhlar sadece bakmakla ve seyretmekle yetiniyor, alacakları lezzeti bu yönden alıyorlar.

DÖRDÜNCÜ VECİH: Bu ruhlar birinci gökten 3. göğe kadar çıkabilen ruhlardır. Kendi kâdemelerine göre kendi mertebesi nerede ise oraya kadar çıkabilen ruhlardır. Fakat çok âsi olan ruhlar 1. göğe kadar bile çıkamazlar. Yani anasır-ı erbaanın üstünde göğün altındadırlar. Vakitlerini burada bu minvâl üzere geçirirler.

Peki ruhların kâbirleri ile bir alâkaları yok mu? Hepsi kendi makamına yükselince kabir ile irtibatı tamamen kesiliyor mu?

Hayır, bu itirazlara cevabımız:

Evet, bu zatların söylediklerinin hepsi doğrudur, ruhlar kendilerine ait yerlere makamlara çıktı diye kabirlerinden irtibatı kesmiyorlar, ister ruh azab çeksin, isterse nîmetler içinde, zevkü sefâda olsun. Misâl olarak şunu verebiliriz: Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Bir mü’min yatacağı zaman abdest alsın, imkânı olduğu müddetçe abdestsiz yatmasın. Zira ruh, kişi uykuda iken burun yolundan çıkar. Yaz aylarında bile kişi uyurken bir üşüme hissi duyar. Âdeta vücutta bir boşalma hali olur. Ruhun uzama hali elâstikiyyet hali vardır. (Bundan dolayı bazıları ruhun mahlûk olmadığını söylerler. Tabiî ki bu yanlıştır.) Yedinci göğe kadar hatta arşa kadar çıkar. Ruhun esas makamı arşîdir, yani o âlemden gelmiştir. Uykuda iken fırsat bulursa buralara kadar çıkar. Arşa kadar çıkınca bu ruha secde etmesi emredilir. Eğer abdestli ise secde etmek nasib olur. Bu husustaki Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in tavsiyesi şudur: “Nasıl ki uyuyan bir kimseyi uyandırmak istediğimizde âcilen ve sert bir şekilde değil de yavaş yavaş uyarmak suretiyle uyandırın.”

Şuna dikkat ediniz ki arş nerede, o uyuyan kişi nerede. Ruh arşa çıkmış orada secde ediyor, ama o kişi yatağında yatıyor. Kalk dediğimizde hemen toparlanıp kalkıyor. İşte ruhu  Allahü Zülcelâl böylesine kabiliyetli yaratmış. Ruhun çok acayip, yaygın, geniş hali vardır. Bu makamlara çıktığında, ruh kabirle olan alâkasını kesmiyor. Cennetteki nîmetlerden yiyip içtiklerinde kabirde de bundan haz duyuyor. Çürümedi ise bu haz vücûden de duyulur. Eğer çürüdü ise, çürüdüğü halde, toprak olduğu halde, toprakta da bu hazzı duyar.

Gayr-ı müslimler ve onların ruhlarının durumları ise, onların ruhları yerin üstüne çıkamaz. Onlar yükseklere yücelere değil de aşağıya doğru inerler. Bunların bazıları cehennem azabını görebilmeleri için, cehenneme kadar varabilmeleri için siyah kuşların içerisinde olarak cehenneme gider ve cehennem azabını bu şekilde tadarlar ve azab görürler. Bunların azab çekmeleri de bu minvâl üzerinedir. Nasıl ki cennetlik olanlar, cennetten dışarıya sarkan cennet nîmetleri ve güzelliklerinden haz duyuyorlarsa, bunlar da cehennemden sarkan ve oradaki azabtan dışarıda olsalar da bundan azab duyarlar. Cehenneme bizzat iletilen Fir’avun ve avanesidir. Diğerleri cehennemin dışında olsalar da azab görürler. Cennetlikler durumlarına göre mükâfatlandırılıyor ve cennetten faydalanıyorlarsa, bu gayr-ı müslimler de durumlarına göre tabaka tabaka olan cehennem ve onun azabıyla azab görürler. Kur’an’da “İlliyyun” diye adlandırılan yüceler, yedi göğün üzerindedir. “Siccîn” dediği de yedi yer tabakasının altındadır. Gayri müslim, âlel küfr ruhlar ise yerden bir karış bile yükselemezler. Onlar da yerin alt tabakalarında yerlerini alırlar. İndikçe azab şiddeti artar ki cehenneme kadar.

Firavun ve avanesi siyah kuşların hafsalasında cehenneme girerler. Hadramuttaki Berhud kuyusu bunların aşağı iniş kapılarıdır. İşte bu minval üzere nîmetlenir veya azab görürler.

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Mirac’a teşrif ederken Musa(a.s)’ı kabrinde görmüş. Kabrinde kendi vücûdu ile namaz kılıyor. Her ne kadar vücûdu çürümemiş olsa da bu hal, Âlemül Berzâh ve Âlemül Misâl durumundadır. Çünkü bu âlemden çıkmıştır artık. Bu âlemden çıktıktan sonra, Âlemül Berzahda yeme içme durumu yoktur, buna ihtiyaç duyulmaz. Eğer yeme içme durumu olsa dahi o andaki vücut yediği ve içtiği şeyleri ifrazat haline getirmez. Yeme ve içme tamamen zevktendir.  Bununla yetinirler, açlıktan susuzluktan dolayı yiyip içme ve onu ifrazat haline getirme yoktur. Çünkü bunlar bu âlemle ilgili şeylerdir. Bu Âlemül Berzah’taki hal ve durumları, ancak maneviyâtı basireti açık olanlar görebilir ve durumlarını müşahede ederler. İşte kabirle ruhun irtibatı kesilmediği için bu şekilde nîmetlenir veya azab çeker. Bazıları bir lâmbanın fitilini misal vermiş; fitil lambanın gazından çıktığında söndüğü gibi ruh da vücûddan çıkarsa ölür. O sebeble kabrinden de irtibatı kesmez. Bazıları da Güneşi ve onun ziyâsını misâl veriyorlar. Güneşin şuası, ışını nasıl ki merkeziyle olan irtibatını kesmeden yeryüzüne geliyorsa ruh da kabriyle irtibatını kesmeden gideceği yere gider. Bazıları da bizim de anlatmaya çalıştığımız gibi ruh’un çok muazzam bir uzama genişleme hali vardır diyorlar. (Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nerede olduğunu soruyorlar da cevaben, Refiki Âlâda diye cevap veriyorlar. Zaten Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da son anında şöyle dua etmiştir.

اللهم الحقنى باالرفيق الاعلى

Buradaki “â’lâ illiyin”in en yüce makamıdır. Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), Allahü Teâlâ benim ruhuma öylesine bir güç vermiştir ki, günlük olarak ne kadar selâm verirlerse versinler, ben bunların hepsine karşılık veriyorum, buyuruyor.

Diğer ümmetlerin mensubları ve yüksek makam sahibi olan sâlihin, sıddıkin, şûheda ve benzeri zatlar, kendi durumlarına göre, bir nebzecik Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan faydalanırlar. Bu mevzuyu daha önce anlatmıştık, onların istifâdeleri yansıtma yönündendir. (Kendi rasul ve nebilerinin mirascıları olduğundan Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yansıtma olarak bir nur sahibidirler.) Binaenaleyh evliyanın da kabirlerinde az çok bir nur vardır. Sadece selâm vermek ve almakla kalmaz, bunların yardımlaşma ve himmet etme durumları da vardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in irtihalinden sonra, günümüze gelinceye kadar hayatta olmasalar da çok zor, sıkıntılı anlarda, büyük âfet ve zelzele gibi durumlarda birçok evliyaullah’ın nasıl yardıma koştuklarını inkâr etmek mümkün değildir, seferberlikte de görülmüştür. Bazılarının, her şeye gözlerini kapatarak kendi körlüklerinden dolayı böyle şey olmaz demelerini anlamak mümkün değildir. Şuurlu ve inançlı olanlar, bu evliyaullah’ın, yardım ve himmetlerini hiçbir şekilde inkâr edemez. Çünkü, günümüze kadar büyük evliyaullah’ın, aksi kimselere zararı da görülmüş, iyi kimseler için yardım ve faydaları da görülmüştür.

Hatta Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor:

من عادلوليًا فقد بارزنىباالحرب

Hadis Meâli:

Kim ki benim veli kılmış olduğum kullarıma karşı düşmanlıkta veya nâhoş harekette bulunursa benimle harb ilân etmiş demektir, buyuruyor.

Başka bir Hadisi Kutside de: “Ben onu muharebeye davet ederim.” buyuruyor.

İşte bundan dolayı Allahü zülcelâl’in veli kullarını inkâra kalkışmayalım. Bu velilerin ruhları, diğer avam sınıfının ruhları gibi değil, bunlar arşın altında barınıyor, cennet nîmetlerinden yeşil, beyaz kuşların hafsalasında yiyip içiyorlar. Cennetin dışında olanlar da vardır.

Hülâsa ervah âlemi bu minvâl üzerinedir. Âlemül Berzahın dışına çıkamazlar. Gökte olsalar da yerde olsalar da Âlemül Berzâh’ın içindedirler. Keşif erbabı bunları görebildikleri, makam ve mevkilerini bildikleri gibi nurlarını da seçebiliyorlar.

Hatta Şeyh Abdulazizi Debbağ Hz. leri diyor ki: Fers şehrinin kabristanlığına bakardım, bazı kabirlerden bir direk misali nurların güçlerine göre yükselip makamlarına kadar gittiğini görürdüm. Bazen de halk nazarında büyük bir evliya diye tanınanların mezarına bakardım da nur diye bir şey göremezdim, buyuruyor.

Aziz Kardeşlerim; ervah âlemi çok acayib bir âlemdir. Aynı zamanda bu âlemin dışındadır. Hem şekil verir, hem misâl verir, hem de berzâh… Bu ruhlar, keşif erbabının ifâdelerine göre; geldikleri yerde iz bırakırlar. Bu iz ruhun haline ve gücüne göredir. Kalın veya ince nurlu yani beyaz veya siyah, bu şekilde bırakmış olduğu izleri dahi anlatıyorlar. Giyimleri de aynı şekilde beyaz veya siyahtır, yani imân ehlinin beyaz, diğerlerininki de siyahtır. Bu ruhları taşıyan kuşların da siyah veya beyaz ya da yeşil olduğunu anlatmıştık.

Abdullah İbni Abbas(r.a) şöyle buyuruyor: Ne hikmettir ki münazara, her yerde ve her şey arasında vardır. Hatta vücûd ile ruh da mahşer günü münazara eder. Vücûd der ki, ben bir kalıptan ibaretim, benim hiç hatam yok. Ruh da: Benim yeme içme ile alâkam yok, diye (kabahati bedene bulmaya, vücûda mal etmeye çalışır.) Allahü Teâlâ, bir melek gönderip her ikisine de hatada payı olduğunu gösterir. Misal olarak, bir oturak kişi ile âmâ bir kimseyi gösterir. Oturak iyi şeyleri görüyor, âmâ kişi ise yapmak için gidemez. Âmâ da görmüyor ama hareket ediyor. Faideli bir şey yapmak için her ikisinin de bir araya gelmesi gerekiyor. Beden ile ruh ikisi bir araya gelince bir işlem yapabiliyor, ama zarar ama yarar. Bu sebepten her ikisi de sorumlu tutuluyor.

Allahü Zülcelâl cümlemize alel Hak nâsib eylesin… Âmin…

 

KUL BORCU

Aziz Kardeşlerim; kul borcu hakkında daha önceki bölümlerde malûmat vermeye çalıştık. Ehemmiyetine binâen ve bazı kısımlarını biraz daha açmak, izâh etmek lüzumu hasıl olduğundan tekrar bu mevzu’ya değinmek istiyorum. Daha önce de anlatmaya çalıştığımız gibi Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), üzerinde kul borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmazdı. O kadar merhametli olmasına rağmen, borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmaktan imtina ederdi.

Bunun sebebi: Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir kişinin cenâze namazını kılmak için cenâzenin yanına yaklaşmış, tam niyetleneceği zaman niyet almayarak geri çekilmiş ve bu kimsenin borcunun olup olmadığını sormuş. Borcu var dediklerinde namazını kılmayarak geri durmuş. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niçin böyle yaptığını soruyorlar. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Cebrail(a.s) beni bunun namazını kılmaktan nehyediyor, diye buyuruyor. Zira Habibullah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun namazını kılmış olsa, Allahü Zülcelâlin bu kimseyi affetmesi lâzımdı. Bu kimsenin üzerindeki hak, kul hakkıdır. Bu hakkın illâ ve illâ alınması, ödenmesi lâzımdır. Bundan dolayı bu gibi üzerinde kul hakkı olan kimselerin namazını kılmaktan imtina eder, o borç ödeninceye kadar onun namazını kılmazdı. Ne zaman ki biri öder veya onun borcunu üstlenir, ödeyeceğine dair kefil olur, o zaman o kimsenin namazını kılardı.

Yine aynen buna benzer bir hâdise şöyle cereyan etmiştir. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) döneminde Hz. Ali’nin (r.a) tanıdığı bir kimse vefât ediyor. Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kimsenin cenaze namazını kılmak için cenâzeye yaklaşıyor. Fakat namazını kılmayıp hemen geri çekiliyor ve bu kimsenin borcu var mı? diye soruyor.  Evet, Ya Rasulallah! Bunun iki dinâr borcu var, diyorlar. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da kendisi kıldırmayıp cemaate, o zaman siz bu kardeşinizin namazını kılın, diyerek geri çekilmek istediğinde İmamı Ali (r.a): Yâ Rasûlallah! Onun o iki dinâr borcunu ben üstleniyorum, şu andan itibâren o iki dinâr onun değil, benim borcumdur. Onun borcunu ödemek için ben kefil oluyorum dediğinde, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tekrar cenâzeye yaklaştı ve namazını kıldı. Bu tutumundan dolayı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), İmamı Ali’ye (r.a) hayır duada bulunarak: Ya Ali! Sen bu dünyada bu kimseyi böylesine büyük bir sıkıntıdan kurtardın, bunun zincirlerini çözdün, bu kimseyi esâretten kurtarıp âzad ettin, Allahü Zülcelâl seni de kıyâmet gününde herhangi sıkıntılı bir hal karşısında kalırsan, senin bu kimseyi kurtardığın gibi, Allah da seni kurtarsın, buyurdu. Orada bulunan Sahabe-i Kiram soruyor: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Bu dua sadece Ali’ye  mi hastır? diye. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem): Hayır, yalnız Ali’ye (r.a) has değil: Herhangi bir kimse, bir Müslüman kardeşine karşı aynı şekilde davranır, onu sıkıntıdan, kul borcundan kurtarır, ona kefil olursa, bu hal üzere olan herkes için bu duam geçerlidir, yeter ki Müslümân olsun, buyurdu.

Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir cenaze namazında, kılıp kılmama hakkında, biraz duraklayarak, “çok şiddetli çok şiddetli”, diye buyuruyor. O andaki üzüntüsünden, kendisine bir şey soramıyorlar. Ertesi günü bir yolunu bulup Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niye böyle dediğini ve niçin bu kadar üzüldüğünü sormuşlar. Şöyle buyurmuş, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç, borç” diyor. Sonra da “Hatalarınız az olsun ki, ölüm anınız kolay olsun. Borcunuz da az olsun ki, dışarı çıkarken hür olarak yaşayın. Şöyle buyuruyor:

لاتخيفوا انفسكم بعدأمنها قالوا وماذالك يارسول الله قال الدين

 “Emin durumda iken nefislerinizi korkutmayın.” Emin durumda iken nefislerimizi korkutmak nasıl olur Ya Rasulallah? diye sorduklarında, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç borç” diye buyuruyor.

الحديث الشريف عن ابى سعيد الخدرى رضىالله عنه قال سمعت رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم يقول اعوذباالله من الكفر والدين قال له رجل يارسول الله أتعدل الكفر باالدين قال نعم

Hadis Meâli:

Eba Said-el-Hudri şöyle buyuruyor: Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle dediğini duydum: “Küfürden ve borçtan sana sığınırım  Ya Rabbi.”

Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle buyurunca (oradakilerden) birisi; Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) borcu küfürle yan yana mı koydunuz? diye soruyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Evet, diye cevap veriyor.

Eshâbı Kirâm şöyle buyuruyorlar: Bir gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenâzelerin konulduğu yerde oturuyordu. Bir ara göğe (semâya) doğru baktı ve ellerini başına koyarak öylesine müteessir oldu ki... Sonra: “Subhanallah, subhanallah maenzele minetteşdid” “ne şiddetler geliyor, ne şiddetler iniyor” diye buyurdu. O gün Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzüntüsünden dolayı böyle buyurmasının sebebini soramadık. Ertesi günü bunun sebebini sorduk. Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) nedir bu teşdid, niçin böyle  buyurdunuz?

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç, borç” dedi. Sonra da  şöyle buyurdu:

والذى نفسى بيده لوان رجلا قتل فى سبيل الله ثم عاش ثم قتل ثم عاش ثم قتل  وعليه دين لايدخل الجنة الاان يقضى عنه دينه

(رواه النسئ والطبرانى والحاكم بسندصحيح)

Hadis Meâli:

Yani: “Ruhum yed-i kudretinde olan Allahü Zülcelâl’e yemin ederim ki üzerinde borç olan (borcu bulunan) bir kimse, Allahü Zülcelâl yolunda cihâd’a gitse ve şehid olsa, (bu kimse) tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, (yani üç defa Allahü Zülcelâl hayat verip tekrar şehid olsa) bu kimse üzerinde borç bulundukça asla cennete giremez. Ta ki üzerindeki o borç ödeninceye kadar” Yâni o borçtan kurtulursa o borç ödenirse, ancak o zaman cennete girer.

Nitekim Sad İbni Ebi Vakkas’ın bir kimseden alacağı vardır. Bu alacağını istemeye gitmiş. O kimsenin cihada gittiğini söylemişler. O zaman şöyle buyurmuş: Vallahi ben Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den duydum ki, “Bir kimse cihâda giderse ve şehid olursa üzerindeki borcu ödenmediği takdirde cennete giremez.” diyerek yukarda geçen Hadisi Şerifi zikretmiştir.

 

Aziz  Kardeşlerim; yukarıda zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerden anlaşılan, kişi şehid olsa dahi kul borcu affedilmiyor. Mutlaka bu borcun ödenmesi lâzım. Eğer kişinin borcu kul hakkı değil de Hukukullah’a aitse, bu hak bilindiği gibi kişi hacca gitmiş ve haccı da kabul olmuş ise kişi hac dönüşünde anasından doğduğu gibi tertemiz,  affedilmiş olarak döner. Bu affı ilâhî bazen de umumi olur ki Hukukullah’a müteallik olan hakların tamamını affedebilir. Ama kul hakkı ihmalkâr davranmaya gelmez…

 

Aziz kardeşlerim; mevzûyu kul hakkından açmışken, bunu biraz genişletmek ve bu kul hakkını ödemek hususunda yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için biraz durmak ve izahat vermek istiyorum. Çünkü borçlar da değişiktir. Bir Hadiste şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف عن ثوبان عن رسول الله صلىالله عليه وسلم من فارقت روحه الجسد وهوبريئ من ثلاث دخل الجنة الغلول والدين والكبر

Hadis Meâli:

Yani bir kimsenin ruhu cesedden mufarakat (ayrılmak) ettikten sonra, (bu kimsenin) üç nesneden beri’(kurtulmuş; temiz, hiçbir işe karışmamış) durumu var ise, bu kimse cennete girer. Bu üç nesneden birincisi, kişi galul (zekât toplamak için gönderilen ve topladığı zekâttan kendisine kırpıntı yapan kimse) değilse, yani emin durumda olan bir kimse bu gibi bir göreve gönderilmişse; ikincisi, borçtan beri ise, yani üzerinde kul borcu yoksa; üçüncüsü de kibir sahibi değilse; bu kimse cennete girer, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem.

Bu Hadisi Şerif sened bakımından ve sıhhat bakımından çok sağlam ve sıhhatli bir hadistir.

Bir Hadis daha:

عن ابى هريرة عن رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم من أخذ اموال الناسى يريدادائها اده الله عنه ومن اخذاموال الناسى يريد إتلافها اتلفه الله

Hadis’in meali:

Bir kimse ihtiyaç karşısında insanlardan bir borç almış ve samimi olarak o borcu ödemek azminde ve gayesindedir. Allahü Zülcelâl bu niyetle borç almış kimseye ödemesi için kolaylık ihsan eder ve o borcu ödettirir. Fakat o borcu alırken ödemek niyetiyle değil de ödememek niyetiyle almış, telef etmek niyetiyle almışsa, ödemek niyetinde değilse, Allahü Zülcelâl onu telef etsin. (telef ettirir.)

Yani bir kimse insanlardan bir mal alırken eğer emâneten almış ve onu ödemek azminde ise Allahü Zülcelâl onun işini rast getirir ve ödettirir. Yine bir kimse bu borcu, bu malı alırken onu ödemek niyetiyle değil de âdeta savurganlık için, telef etmek için almışsa, bu niyette ise o da o maldan hayır görmez. Bu hadis de sahihtir. İmam-ı Buhari ve diğerleri rivâyet etmiştir.

Hz. Aişe validemizden mervi bir hadiste de şöyle buyuruluyor:

سمعت رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم يقول مامن عبد كانت له نية فى اداء دينه الاكان له من الله عوناً    (رواه امام احمد,صحيح)

Hadis Meâli:

Yani bir kimse aldığı borcu ödeme azmi ve niyetinde ise, Allahü Zülcelâl ona borcunu ödemekte mutlaka yardımcı olur. Ona o borcunu ödemekte Allahü Teâlâ yardımını gönderir, onun işlerini rast getirir.

Bir Hadisi Şerif daha:

عن عائشة رضىالله تعالى عنها قالت:قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من حمل من امتى ديناً ثم جهد فى قضائه ثم مات قبل ان يقضيه فأناوليه

(رواه امام احمد باسنادجيد وابو يعلى والطبرانى فى الاوسط صحيح)

Hadis meâli: Ümmetimden herhangi birisi gayretkeşlik yapıp bir başkasını borçtan kurtarmak için onun borcuna kefil olursa, niyeti de bu borcu ödemek ise, bu durumdaki bir kimse eceli gelip bu borcu ödeyemeden ölürse, bu kimsenin velisi benim, diyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; gayretkeşlik yaptığına ve kefaletinde sadikâne olduğuna ve ödemek nasib olmadığına göre ben ona veli ve kefil olurum buyuruyor.

 

Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

الدين دينان فمن مات وهو ينوى قضائه فأناوليه ومن مات وهولاينوى قضائه فذالك الذى يؤخذمن حسناته ليس يؤمئذ دينار ولادرهم

(حديث صحيح)

Hadis Meâli:

Yani: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem borç iki nev’idir. (ikiye ayrılır) Birincisi; zarurî ihtiyacı için almış olduğu borcu ödemek azmi ve niyetinde olan kimsenin borcu, ki bu borcu ödeyemeden ölen kimsenin velisi benim, ben öderim diyor, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem). Eğer, bu borcu olan kimse ödemek niyetinde değil ve ödemeden ölmüşse, dinar ve dirhemin olmadığı geçmediği kıyâmet gününde onun hasenelerinden alınır, buyuruyor.

 

Bir Hadis meâli daha: “Bir kimse evlenirken üzerine nikâhı kıyılmış olan mihri müecceli (az veya çok belirtilen miktar ne ise) vermeyip (hanımını) kandırıyorsa, bu kimse bu hal üzere ölürse, Allahü Zülcelâl bu kimseyi huzuruna alırken, o kimse hayatı boyunca zinâ işlemiş gibi alır huzuruna. Zinâ yapmış gibi bu minval üzere karşılık verir, cezalandırır.

 

Bir Hadiste de meâlen: Bir kimse ödememek kaydıyla borç almış ve bu hal üzere ölmüşse, bu kimse de Huzurullah’a çıkarken o kimseden çalmış yani hırsız olarak çıkar, buyuruluyor. Meâl olarak verdiğimiz bu iki hadis de sahihtir.

Bu mevzu ile alâkalı bir Hadiste şöyle buyuruluyor:

الحديث الشريف عن عبدالرحمن ابن ابىبكر الصديق رضىالله تعالى عنهما ان رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال يدع الله بصاحب الدين يوم القيامة حتى يوقب بين يديه فيقال يا ابن آدم فيما اخذت هذاالدين وفيما ضيعت حقوق الناس فيقول يا ربى انك تعلم انى اخذته فلم اءكل ولم اشرب ولم ألبس ولم اضيع فيقول الله تعالى صدق عبدى انا احق من قضى عنك فيدع الله شيئ فيضعه فى كفت ميزانه فيرجح حسناته على سيئاته فيدخل الجنة بفضل الله ورحمته

(رواه الاحمد والطبرانى وابو نعيم )

Hadis Meâli:

Yani: Ebubekiri-es-Sıddık (r.a.)’ın oğlu Abdurrahman (r.a.), Rasûlüllah’tan sallallahü aleyhi ve sellem şöyle rivâyet ediyor: Allahü Zülcelâl, borçlu olan kimseyi kıyâmet günü huzuruna dâvet eder, ve o kuluna şöyle der: Neden borç aldın da vermedin, neden, insanların hakkını zâyi’ ettin, insanlardan aldığın bu borcu, onların hakkını nerede zâyi’ ettin? Bu kimse der ki: Ya Rabbi, ben bir kimsenin hakkını (malını) zâyi’ etmek telef etmek niyetinde değildim, fakat ne çâre ki almış olduğum mal üzerime tasallut olundu. Bu mal gâh çalındı, gâh yandı, bazısı kayboldu. İstemiyerek bu şekilde bu malı batırdım. Bu aldığım malı bu sebeblerden dolayı ne yedim, ne içtim ne de giydim. Düçâr olduğum musibetlerden dolayı bu mal telef oldu. Bunda benim hatam yok, der. Allahü Zülcelâl (kulunun) bu durumu karşısında benim kulum doğru söyledi, başına bir hal geldiğinden dolayı ödeyemediği borcunu ödemek benim üzerime haktır. Çünkü bu gibi belâ ve musibetleri veren benim, buyuruyor, Allahü Zülcelâl. Bu kulun mizânında haseneleri seyyieler üzerine ağır basar, seyyieleri hafifletir ve böylece Allahü Zülcelâl’in fazlı rahmetiyle bu kimse cennete girer.

Hadisi Şerif sahihtir.

 

Aziz Kardeşlerim, dikkat edilirse zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerden de anlaşılacağı gibi borcun ödenmesi, bu borçtan kurtulabilmenin yolları değişiktir. Borcu olanın niyeti de çok önemlidir. Borcu olan kişi niyyetine göre muamele görür. Eğer hakikaten bir ihtiyaç karşılığında almış, niyeti de ödemek ise fakat eceli gelip ödeyemeden ölmüş ise, bu durumda olan kimsenin kefili Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’dir ve bu kişi bu borçtan mahşer günü kurtuluyor. Diğer Hadisi Şerifte de borcu olan kimsenin niyyeti halisane, o aldığı borç ile bir şeyler yapmak istiyor, ama buna muvaffak olamamış, aldığı borç ama yanmış ama çalınmış, elinde olmayarak bir musibete uğramış ve elindeki malı yemeden içmeden telef olmuş. Alîm ve Habîr olan Allahü Zülcelâl, kulunun bu durumunu bildiği için, bu kulunun borcunu kendi uhdesine alıyor ve o kulunun mizanına bir şey koyuyor da hasenelerinden her ne kadar verse dahi  yine de ağır getirip cennete girmesine vesile oluyor. Onun bu iyi niyeti onun kurtulmasına vesile oluyor.

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

انما الاعمال باالنيات وانما لكل امرءمانوى

buyurması bundan dolayıdır. Yani bir felâket gelmiş de o borcu ödeyememiş ise, buna Allahü Zülcelâl rahmet ve fazlıyla muamele ederek kurtarıyor. Zira Allahü Zülcelâl hiçbir kuluna zulmetmez, hâşâ. Allahü Zülcelâl’in teshilat yolları çoktur. Yeter ki kişi su-î niyyet sahibi olmasın. Habibini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âlemlere rahmet olarak gönderdiği gibi Rabbimiz de:

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

 (Bakara/143- Hac/65)

İnsanlara karşı rauf ve rahimdir. Böylesine bir nîmeti azîmeye sahib olduğumuz için Allahü Zülcelâle şükürler olsun.

Çok mühim bir mevzu’ya işaret eden şu hadiste Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم

ان الله مع الداء حتى يقضى دينه مالم يكن فيما يكرهه الله تعالى

(رواه ابن ماجه والحاكم بسند صحيح)

Hadis meâli: “Allahü Zülcelâl borçlu olan kimsenin (borcunu ödemesi için) daima onun yardımcısıdır. (Ne zamana kadar, nasıl bir borç olursa yardımcısı olur?) Allahü Zülcelâlin kerih kıldığı şeyler için almışsa veya bu yolda harcıyacaksa bu müstesna. Ona yardımcı olmaz.

Yani bir ihtiyaçtan dolayı almış ve o aldığı borcu meşrû’ bir yolda harcayacaksa, Allahü Zülcelâl bu kimsenin daima mûini (yardımcısı) dır. Ta ki o borcunu ödeyinceye kadar.

 

Aziz Kardeşlerim; bu mevzûdaki hadisler bir hayli çoktur. Hepsini bir bir zikretmeye, bu hadislerin tamamını buraya almaya lüzûm görmüyorum. Çünkü hülâsa bakımından şunu da zikredelim: Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl bir kimsenin hakkını bir başkasının üzerinde bırakmaz. Mutlaka ve mutlaka bu hakkı alır. Kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl dilerse, alacaklı olan kulunu memnun eder, yeter ki borçlu olan kimsenin niyeti halisâne olsun, borcu meşrû’ bir tarzda almış olsun. Bu gibi kimselerin Allahü Zülcelâl yardımcısıdır. Hatta öyle anlar gelir ki, mizan önünde borçlu tamamen iflâs durumuna düşer ve cehenneme gitme durumu karşısında kalır. O anda bir köşk peydah olunur ve bu köşkün satılık olduğu söylenir. O anda alacaklı olan kimseye bu köşkü almaz mısın? denir. O da burada dirhem dinar yok ki nasıl satın alayım der. Ona denir ki, eğer sen o kardeşini affedersen, bunun karşılığında Allahü Zülcelâl bu köşkü sana ikram olarak verecek. O zaman o kimse de o  kardeşini affeder ve böylelikle borcundan dolayı cehenneme gidecek olan kişi bundan kurtulur. O an melekler, o köşke giden kimseye der ki, şu halde bu kardeşinin de elinden tut, el ele tutuşarak beraberce o cennete gidin. Borcun ödenmesi ikram ve ihsanı, ilâhî olarak bu şekilde de olacak. Yeter ki niyet halisâne olsun ve kişi o borcu ödemek azminde olsun. İşte bundan da anlaşılacağı gibi, bu kul hakkı kendiliğinden hemen af olunmaz. Hak haktır, mutlaka alınacaktır. Hiç kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek.

وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا

 (Kehf/49)

 “Allahü Zülcelâl hiç kimseye zerre kadar zulmetmez.” Zulmetmediği gibi kimsenin hakkını da kimseye bırakmaz. İcabında haseneleri alınır da iflâs durumunda kalır, böylelikle de hak alınmış olur.

Bazı borçların değişik halleri vardır. Bunu da Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem birkaç hadisinde belirtiyor. Öyle ki, borç mutlaka ve mutlaka ödenecektir. Ancak üç türlü borç müstesna, buyuruyor.

Bu borçlardan birincisi, kişinin cihatta üst başı elbiseleri yırtılmış, bu durumda avret mahallinin açılmaması için borç aldığı elbise ile düşmanları karşısında kendisini müdafaa ederken kırılan silâhı, kılıcı yerine ödünç aldığı silâh, kılıç gibi şeyleri ödünç alıp da ödememiş veya geri iade etmemişse, Allahü Zülcelâl kulunun bu borcuna kefildir.

İkincisi, evine bir misafir gelmiş ve bu misafir evinde vefât etmiş ise, bunun cenaze techizâtı gibi ihtiyaçları yapmak için borç almış ve ödeyememişse, bu kimsenin de borcuna Allahü Zülcelâl kefildir. Misâfir olduğu için teçhiz tekfin işi ev sahibinin üzerine kalıyor. İşte bu kimsenin teçhiz tekfini için borç almış ve gücü yetmediği için ödeyememiş. İşte bu borcun da kefili Allahü Zülcelâl’dir.

Üçüncüsü, bekâr bir kimse evlenmek istiyor. Zira nefsine uyup günahkâr hallere düşmemek için evlenmek istiyor. Fakat maddî durumu evlenmek için yeterli olmadığından borç almış ve evlenmiş. Bu kimse, bu borcunu ödeyemeden ölmüşse, bu kimseye de Allahü Zülcelâl yardımcı olur. Bu borcundan dolayı kıyâmette hiçbir kimseye onun yakasından tutturmaz.

İşte borçlar ve ödenip ödenmediğinde kişinin göreceği ceza bu minval üzerinedir…

 

Aziz Kardeşlerim;

Bizler beşeriz. Beşer olmamız hasebiyle bir birimize muhtaç olur, birbirimize mutlaka ihtiyaç duyarız. Burası dünya olduğu için, buradaki hayatta bu ihtiyaçtan müstağni değiliz. Dünya hayatında bu ihtiyaç olur. Zira burası cennet değil ki bu ihtiyaç olmasın. Rabbimiz bu dünyada herkesi eşit yaratmamıştır. Bu yarattıkları arasında zayıfı var, güçlüsü var. Fakiri olduğu gibi zengini de var. Cömerti var, aynı zamanda cimri olanı da var. Doğrular olduğu gibi yalancı olanlar da var. Hülâsa her şeyin bir zıddı var. Dolayısıyla bu dünyada Rabbimiz her şeyi eşit olarak yaratmamış. Bundan dolayı mutlaka birbirimize ihtiyaç duyarız. Bu kul borcunda da bu ihtiyaç vardır. Bu borcun ödenmesi ve borçlunun bu borçtan kurtulması için ne yapılması gerektiği hakkında mümkün olduğunca bahsettik.

Hepinizin çok iyi bildiği gibi, Allahü Zülcelâl kuluna bir varlık verdi ise, mutlaka şükrünü edâ etmesi lâzım. O varlığı verdiğinden dolayı mutlaka Allahü Zülcelâl’e şükretmesi lâzımdır. Çünkü şükür o nîmetin devamında bir sigorta durumundadır.

Âyeti Kerimede:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ

 (İbrahim/7)

yani: Eğer (verdiğim nîmetlere) şükrederseniz, (o nîmeti) çoğaltırım, buyuruyor. Ama kişinin başına bir hal gelmiş ve dara düşmüşse, fakir bir duruma düşmüşse, bu kimsenin de bu durumda sabırlı olması, bu duruma sabır göstermesi lâzımdır. Böyle bir durumdaki kimsenin herhangi bir ihtiyacından dolayı borç alması gâyet normal ve tabiidir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir kimseye ihtiyaç duyulduğu için borç vermemiz ve ihtiyacını karşılaması için yardımcı olmamız bizlerin görevidir. Bizler beşeriz. Birbirimize muhtacız. Dünya böyle kurulmuş, böyle devam etmektedir. Eğer kişi dara düşmüşse bir sıkıntı içinde ise, çok darda ise bu halinden dolayı borç almak için bizlere baş vuruyorsa, bunu reddetmemek lâzım. Behemahâl merhamet etmek lâzım. Bizim burada kastettiğimiz borç verme işi, faizcilik, dolandırıcılık yapan, gayr-i meşru yollarda iş yapan ve bu malı gayr-i meşru yollarda kullanan kimselere borç vermek, bunlara yardımcı olmak manasında değil. Bu gibi yollara sapan, bu yollarda çalışan ve uğraşanlarla bizim ilgimiz yoktur. Bizim kastettiğimiz tamamen kardeşvâri, inanan, imân eden kardeşlerimiz için geçerlidir.

Alınan borç ve ödenmesi hususunda yeterli ve gerekli malûmatı vermeye çalıştık. Eğer borç alan kimsenin niyyeti, gayesi, hakikaten dara düşmüş, azmi ve niyeti de o borcu ödemek ise, Allahü Zülcelâl ona o borcu ödemesi için muîn olur ve onu o borcu ödemeye muvaffak kılar. Mutlaka ona yardımcı olur. Eğer hakikaten ödemek için almışsa ona teshilat verir. Şâyet ödemek niyeti ile değil de milletin malını telef etmek için almışsa, o kişi kendisi de telef olmaya mahkûmdur. Çünkü bu gibi kimseler için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bedduası vardır.: “Eğer o malı telef etmek için almışsa, Allahü Zülcelâl de onu telef etsin.” buyurmuştur.

Diğer kimse de borcu almış, niyeti de ödemek idi, ama başına bir musibet gelmiş, bundan dolayı o borç almış olduğu maldan hiçbir şekilde yararlanamamış, aynı zamanda zarar ve ziyan etmiş. Bu kimsenin halini Allahü Zülcelâl bildiği için, bu gibi musibetler benim kaderim olarak cereyan etmiştir buyurarak, bu gibi borçlu kullarına sahib çıkıyor. Hak sahibini ikram ve ihsanıyla memnun ederek onu helâlleştirir.

Yine bir diğer kimse de aldığı borcu ödemek niyetinde idi. Azmi ve gayreti o borcu ödemekti, fakat ecel gelip öldüğünden o borcu ödeyecek zaman ve fırsatı bulamadı ise, bu gibi kimselere de Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) sahib çıkıyor. “Onun velisi benim.” buyuruyor.

Diğer bir borçlu da, aldığı borcu ödemek niyetinde ve azminde değil. İşte bu gibi kimseleri Allahü Zülcelâl huzura alır ve bunlara der ki: Kullarıma zulmederek aldığınız, onları kandırarak elde ettiğiniz malların hesabı sorulmayacak ve onların hukuku sorulmayacak mı sandınız? denir. Ve haseneleri alınarak bunlar tamamen iflâs etmiş duruma düşerler.

Yukarda zikredilen Hadisi Şeriften de anlaşılacağı gibi “Bir kimse Allahü Zülcelâl yolunda cihada gider ve Allahü Zülcelâl  yolunda şehid olur da dirilir, tekrar şehid olup dirilse, üç defa bu hal tekrar etse yine de kul borcundan kurtulamaz. Bu hak yine kendisinden talep edilir ve alınır.”

Denizde şehid olanlar hakkında bir şeyler söylemiştik. Biraz daha malûmat verelim. Zira Cenabı Rasûlüllah’a(Sallallahu Aleyhi Vesellem) sormuşlar: Ya Rasûlallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), bir kimsenin hacca gitmesi mi daha efdal, yoksa cihada gitmesi mi? Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Eğer hac kendisine hakikaten farz olmuşsa ve gitme sorumluluğu varsa, bu kimse için on defa cihada gitmektense hacca gitmesi efdal ve hayırlıdır. Yok eğer hac farizasını yerine getirmişse, sünnet olarak hacca gitmek istiyorsa, bu sünnet olarak on defa hacca gitmektense bir defa cihada gitmesi onun için hayırlı ve efdaldir.

Fakat deniz şehidi hususuna gelince; Cenabı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Deniz şehidlerini müşahede ettim. Âdeta bir mülûk durumunda idiler. Tahtlar üzerinde oturmaktadırlar, onların mertebeleri yücedir. Aynı zamanda bunlar denizdeki dalgaları kat’ederlerken âdeta cehennem vadilerini kat’etmiş olurlar, bu deniz şehidleri bir daha cehennem vadilerini görmezler.” buyuruyor.

Karadaki cihatla denizdeki cihad arasındaki fark (fazilet) bakımından on derece olunca, denizdeki cihadda hayatını kaybeden borçlunun borcunu ödemeyi Cenabı Hak kendi uhdesine alıyor. Hâşâ, Cenab-ı Hakk kimseye zulmetmez, zulmetmediği gibi fazlasıyla verir.

Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi İmamı Ali (r.a.) bir Müslüman kardeşini borçtan kurtarıp onun borcunu üstlendiği zaman Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem İmamı Ali’ye (r.a) bu davranışından dolayı ne kadar hayır duada bulunmuştu. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böylesine hayırlı duasına nail olmak istersek bizim de bu şekilde davranmamız lâzımdır. Bir kardeşimize karşı yardımcı olmamız lâzım. Meşrû’ olarak alınan, meşrû’ yolda kullanmak ve sarfetmek için alınan borç ve bu şekildeki borçlunun vefâtı anında ona yardımcı olmalıyız. Bu borç kul borcudur. Fakat Allahü Zülcelâl’e karşı olan borç, yani Hukukullah’a ait borç, Allahü Zülcelâl ile kulu arasındadır. Buna biz karışamayız.

 

Çünkü Cenabı Hak kullarına karşı çok merhametlidir.

Zira Âyette:

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

 (Hac/65)

Yani Cenabı Hak insanlara karşı hem rauf hem rahimdir. Bir annenin evlâdına karşı olan şefkat ve merhametinden, yetmiş kat daha kullarına şefkât ve merhametlidir. Allahü Zülcelâl’in kullarına olan merhameti bizim merhametimize benzemez. Bunun için Allahü Teâlâ’nın hukukuna aracı olmaya başvurmayalım. Allahü Teâlâ’nın hukukunu affettirmek için değil de kul hakkını affettirmek için çalışalım. Yapılması gereken budur. Kul hakkından kurtulmazsa kişi müflis durumuna düşer. En güzeli, kişiyi bu hale düşmekten kurtarmaktır. Bunu yaparak onu bağlı bir durumdan kurtarıp hür bir hale getirmek en güzelidir. Bu kardeşimize karşı gayretkeşliğimiz bu yönden olsun. Bizler beşer olduğumuz için birbirimize muhtacız. Zira Allahü Zücelâl bizleri eşit olarak yaratmamış. Zenginimiz olduğu gibi fakir olanımız da var, sağlıklılarımız olduğu gibi hasta olanlarımız da var. Bu hallerimizden dolayı birbirimize karşı ihtiyaç doğar. Bundan dolayı kardeşvâri olarak birbirimize yardımcı olmamız gerekir.

 

 

MÜSLÜMAN’IN KALBİNE SÜRUR KOYMANIN FAZİLETİ

Bu husustaki Hadisi Şerifleri serdetmek, zikretmek istiyoruz.

Bu hadislerden bir tanesi şöyledir:

الحديث الشريف:قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

المسلم أخ المسلم لايظلمه ولايؤلمه من كان فى حاجة اخيه كان الله فى حاجته

ومن فرج عن مسلم كربة فرج الله عنه بها كربة

من كرب يوم القيامة ومن ستر مسلماً ستره الله يوم القيامة

(رواه البخار والمسلم وسنن ابى داور بسند صحيح)

Hadis Meâli:

Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmesin ve onu üzmesin. Ona elem vermesin. Yani Allahü Zülcelâl’in vermiş olduğu nîmetlerden onu mahrum etmesin, imkânı olduğu halde ona yardımcı olmayıp, onun üzüntülü halini seyretmesin. Zira Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) göre bu zulüm sayılıyor. Aynı zamanda ona elem vermiş olur. Yine bir kimse Müslüman kardeşinin hacetini görmeye koşarsa, kıyâmet günü Allahü Zülcelâl de onun hacetini görür. Yine bir kimse, sıkıntı içinde bulunan bir kimsenin sıkıntısını giderir de feraha kavuşturursa, Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onun sıkıntılarını giderir, ferah ve sürûr içinde bırakır onu. Yine bir kimse; Müslüman bir kardeşinin perişân duruma düşmesini önlemek için (icra gelir vs.) Müslüman kardeşine yardımcı olursa (onu setrederse), Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onu fecî durumlara düşürecek hallerini setreder. Ona karşı Allahü Zülcelâl’in “Settar” ismi tecelli eder, onu perişân etmez, hiçbir kimseye karşı da onu rezil ve rüsvây etmez.

Bu, Allahü Zülcelâlin kullarına bir nîmeti azîmesidir. Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de ümmetine bir teşvik babından olarak bunları bildiriyor ki merhamete gelip kurtarmaya sebeb olsunlar, birbirlerine yardımcı olsunlar diye.

 

Diğer bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

حديث آخر: عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

من نفس عن مسلم كربة من كرب الدنيا نفس الله عنه كربة من كرب يوم القيامة.

ومن يسرعلى معسر فىالدينا يسرالله عليه فى الدنيا والآخرة.

ومن سترعلى مسلم فى الدنيا سترالله عليه فى الدنيا والآخرة والله فىعون العبدماكان العبد فى عون اخيه.

(رواه المسلم وابو داور فى سننه و ابن ماجه والحاكم والترمزى بسند صحيح)

Hadis Meâli:

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “Bir kimse, bir derde, hüzünlü bir hale, sıkıntılı bir duruma yardımcı olur da bu halini feraha çevirirse, yardımcı olur da onu o halden kurtarırsa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada hem de ahirette onun sıkıntı ve kederlerini giderir.

Yine bir kimse bir zorlukta, sıkıntıda olan kardeşinin durumunu feraha döndürmek için teshilata (kolaylık) döndürecek olursa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada, hem ahirette (onun) zorluklarını kolaylaştırır. Bir de bir kimse Müslüman bir kardeşinin, halk karşısında perişân bir duruma düşmemesi için bir ayıbını hatasını veya herhangi bir halini açığa vurmayıp, örterse, Allahü Zülcelâl da hem dünyada hem de âhirette (onun hatalarını, ayıplarını) örter. Onu perişân rezil bir duruma düşürmez. Hadisi Şerifin sonunda da: Müslüman bir kardeşinin yardımcısı olduğu müddetçe, Allahü Zülcelâl de o kimsenin yardımcısı olur, buyruluyor. Allahü Zülcelâl bu hususda hepimize gayretler versin. Âmin…

 

Bir Hadiste de şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

ان لله خلقاً خلقهم لحوائج الناسى يفزع الناسى اليهم فى حوائجهم اولئك هم الأمنون من عذاب النار

(رواه الطبرانى وابن حبان وابن ابى الدنيا حديث حسن)

Yani Allahü Zülcelâlin öylesine özel kulları vardır ki, bu kullarına gayretkeşlik vermiştir, heves ederler, koşarlar, yaparlar,  aynı zamanda imkân da vermiştir. Allahü Zülcelâl bunları, ihtiyaçlarının karşılanmasında kendilerine başvurulduğunda, müracaat edildiğinde, bu kullarının ihtiyaçlarını karşılamak, ya da aracılık etmek için yaratmıştır. İşte bunların emin durumları vardır, bunlar cehennemden berîdirler, cehennemden kurtulmuş kimselerdir.

 

Bu mevzuda bir hadis daha

الحديث الشريف: قال رسول الله صلىالله عليه وسلم:

ان لله اقواماً اختصهم بالنعم لمنافع العباد يقرهم فيها مابذلوها

فاذامنعوها نزعهامنهم فحولها الى غيرهم

(رواه ابن ابى الدنيا والطبرانى فى الكبير والاوسط وقيل سنده حسن)

Yani: Allahü Zülcelâlin bazı kulları vardır. Allahü Zülcelâl bu kullarına nîmetlerinden bolca vermiştir. Tabiî bu nîmetleri onlara vermesi, bir imtihan içindir ve bunlara Allah’ın bu nîmetleri vermesi devamlıdır. Bu nîmetlerin devamının şartı vardır. O şart da Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetleri, Allahü Zülcelâl’in kullarına, başvurduklarında vermeleridir. Esirgemeyip onlara vermeleridir. Böyle olursa nîmet devam eder. Fakat menedecek olurlarsa, gelene yok diye yardımcı olmazlarsa, Allahü Zülcelâl onlardan o nîmeti alır, başkalarına verir.

Bu nîmet verilen kimseler bilmelidirler ki, bu nîmet Allahü Zülcelâl’indir, aynı zamanda bir emanettir ve bununla bir imtihandır. Aksi takdirde niçin hepimiz aynı değiliz? Böyle olmamış olsa, niçin Allahü Zülcelâl kimimize veriyor da kimimize vermiyor? Burası bir imtihan diyârıdır. Yoksa adaletsizlik olurdu. İnsanoğlu için sabır da lâzım, şükür de lâzım. Her ikisi de imânın yarısıdır. Kişinin imânının, imânı kâmil olması için her ikisine de sahib olması lâzım. Allahü Zülcelâl eğer nîmetlerini bol vermişse, bu nîmetlere şükretmesini bilmesi lâzım. Eğer Allahü Zülcelâl vermediyse, buna da sabretmesini bilmesi lâzım. Eğer kişinin bedeni sağlıklı sıhhatli ise buna şükretmesi ve ödemesi lâzım, namaz vs. gibi. Eğer hasta ise bedenî bir rahatsızlığı varsa, buna da sabretmesi lâzım.

İşte Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetlerin devam etmesinin şartı sigortası, kendisine ihtiyaç anında başvuranlara yardımcı olmasıdır. İşte bu minval üzere “Eğer şükrederseniz nîmetimi çoğaltırım.” buyuruyor Allahü Zülcelâl.

Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor:

انفق انفق عليك

Yani: “Ey kulum, sen ver ki ben de sana vereyim.”

 

Âyeti Kerimede de:

وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ

 (Sebe/39)

Hiçbir şey infak etmezsiniz ki illâ, mutlaka fazlasıyla veririm. Çünkü ben rızık verenlerin en hayırlısıyım.

Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

مانقصت مال من صدقة

Yemin etsem yeminim kalmaz ki; tasaddukta bulunmak, malı noksanlaştırmaz. Sadaka vermekle mal eksilmez. İster sadaka yönünden olsun, isterse bir Müslüman’ın ihtiyacını görmesi için verilen yardım olsun, bunlar malı eksiltmediği gibi tam aksine artırır. Nîmetlerin artmasına vesile olur.

Bir Hadiste de Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم قال:

ان من موجبات المغفرة ادخالك السرور على اخيك المسلم

(رواه الطبرانى فىالاوسط بسند حسن)

Hadis Meâli:

Allahü Zülcelâl’in mağfiretini celbetmeye sebeb, Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr ithal etmendir. Yani kalbinde bir sıkıntısı üzüntüsü olan mü’minin kalbine (amma maddî, amma manevî) her ne yaptın ise bu yaptığınla onun kalbine ferah ve  huzur koydunsa, bu davranışın Allahü Zülcelâlin seni mağfiret etmesine mucib olur.

Nitekim daha önceki bölümlerde de zikrettiğimiz gibi:

ادخال السرور على قلب الفقير يطفئ غضب الرب

Fakirin kalbine bir sürûr bir ferah getirmek, Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür, buyurmuştur Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem).

Fakat yukarda zikrettiğimiz Hadisi Şerifte ise Allahü Zülcelâl’in mağfiretini garantilemiş oluyor. Bu haldeki kimseyi mağfiret etmeyi Allahü Zülcelâl kendine vacip hükmünde kılıyor.

 

Hz. Ömer (R.A)’dan rivâyet edilen bir Hadisi Şerifte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

الحديث الشريف: افضل الاعمال ادخال السرور على المؤمن كسوة عورته اواشبعت جوعته اوقضيت له حاجةً

(رواه الطبرانى فى الاوسط بسند حسن)

Hadis Meâli:

Yâni, Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Âmellerin en faziletlisi Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr koymak, idhal etmek, getirmektir. (Bu sürûr ne ile olursa) giyecek ihtiyacı olanı giydirmekle veya yiyecek ihtiyacı olanı yani aç olanı doyurmakla veya mühim bir hacetini (ihtiyacını) sağlamakla, bir hacetini görmekle Müslümân kalbine ferah getirmek, âmellerin en faziletlisidir.

 

Bir Hadis daha:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

احب الاعمال الىالله عزوجل سرور تدخله على مسلم اوتكشف عنه

كربة اوتطرد عنه جزعاً اوتقضى عنه ديناً

Hadis meâli: Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

“Âmeller arasında Allahü Zülcelâlin en çok sevdiği âmel şudur: Dara düşmüş, kalbi kederli bir kimsenin kederini gidermekle veya korktuğu bir şeyden onu selâmet haline getirmekle veya o kimsenin borcunu ödemekle o Müslümanın kalbine sürûr koymaktır. İşte Allahü Zülcelâl nezdinde en çok sevilen amel budur.

 

Bir başka rivâyette de şöyle buyuruyor Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem):

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم:

من ادخل على اهل بيت من المسلمين سروراً لم يرضى له ثواباًدون الجنة

(رواه الطبرانى بسند حسن)

Hadis meâli: Herhangi bir Müslüman, kederli Müslüman bir ailenin kederini sürûra çevirirse, bunun karşılığında ona vereceğim sevab cennetimdir, buyuruyor Allahü Zülcelâl. (Yani bu amelinin karşılığı olarak) Allahü Zülcelâl ona cenneti verir, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem. Bunun dışında bir sevabı yetersiz görüyor Allah Celle ve Âlâ.

 

Hülâsa:

Aziz Kardeşlerim; fakir fukaranın kalbine sürûr ferah koymanın, idhal etmenin Allahü Zülcelâl nezdinde ne kadar faziletli ve makbul bir âmel olduğunu, hadisi şerifleri birbir zikretmekle izâh etmeye çalıştık. Zenginim diye fakirleri hor görmekten, onları aşağılamaktan vazgeçelim. Efendim niye vereyim, benimle beraber mi kazandı gibi Müslüman’a yakışmayan tutum ve davranışlardan uzak duralım. Bir Müslüman’a yakışan, fakir fukarayı sevindirmektir. Eğer mevtalara karşı bir hayır hasenat yapılacaksa, yine o mevtaların adına yapın, ama fakir fukaraya yapın. Sadakanızı yardımlarınızı mutlaka fakirlere yapın ki bu ameliniz karşılığında Allahü Teâlâ size cenneti versin, bu ameliniz Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürsün, bu amelinizden dolayı Allahü Zülcelâl’in  mağfireti sizlere vacib olsun.

Olur olmaz yerlere ve kişilere yardım yapacağımıza, Allahü Zülcelâl’in ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnud olacağı, verin diye buyurduğu kimselere, yani ihtiyaç sahibi muhtaç durumda olan fakirlere verelim. Bunun faydasını hadislerde zikrettik. İhtiyacı olmayan zengin kimselere yapacak olsan, bu âmelin ona ne sürûr getirecek ki. Yedirsen ne olur, giydirsen ne olur? Onun için fakire karşı çok merhametli olun. Sadakanızı, zekâtınızı, fitrenizi oldukça fakirlere vermeye çalışın. Tek kelime ile fakiri sevindirmeye bakın.

 

اللهم اصلح امة سيدنا محمد اللهم فرج عن امة

سيدنا محمد اللهم ارحم عن امة سيدنا محمد

يا ربنا هيئ لنا من امرنا رشدا واجعل

معاونتك العظمىلنا مددا ولاتكلنا الى تدبير

انفسنا فان عبادك الفقراء العاجزين عن اصلاح مافسدا

اللهم وفقنالما فيه الخير والرضاء آمين يا معين

سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام

على المرسلين والحمدلله رب العالمين

اللهم انا نسئلك بك ان تصلى

على سيدنا ومولانا محمد و على

سائر الانبياء والمرسلين وعلى آلهم وصحبهم اجمعين

و ان تغفرلنا مامضى وتحفظنا فيمايقى آمين

 

اعوذ باالله من الشيطان الرجيم

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين و به نستعين والصلاة والسلام على خيرخلقه

محمد و على اله و صحبه اجمعين

الحمدلله رب العالمين حمداً يوافى نعمه ويكافى مزيده .

اللهم ما انعمت علينا من نعمة اوعلى

احدمن خلقك فمنك وحدك لاشريك لك

فلك الحمد ولك الشكر على ذالك

 

اللهم انا نسئلك بجلال الهوية { و جمال الحضرة القدسية { والانوار المحمدية { والاسرار الاحمدية { والخلافة القطبانية { والمظاهر الصدقية { والشموس العرفانية { والاقمار الاء يمانية { والنجوم العلمية { والاكوان العملية { بمابطن فى الأزل { وبماظهر فى الأبد من نبين ورسول وعالم وعامل وولى ووارث وجامع { ان تجمع لنا خصائص القرب ونفحات الحب { ورقائق العلم { ودقائق الفهم { ولطائف العرفان { وحضرات الاحسان { ومشاهدة الشهود { والتصريف فى الوجود بالسرالذى خضع له كل شيئ { وبالاسم الذى لايضرمعه شيئ { وبالذكر الذى طرد كل شيطان مارد { وقمع كل باغ حاسد  {وقهر كل ظالم { واعز كل متواضع عالم { وجذب كل محب صادق { واصطفى كل خليل مصادق { الله الله تباركت ربنا وتعاليت عمايقول الظالمون { والجاحدون علواً كبيراً { ياحنان يا منان { ياعظيم السلطان { ياقديم الاحسان { يادائم النعم { ياكثير الخير{ ياباسط الرزق { ياواسع العطاء { يادافع البلاء { ياغافر الخطاء { ياحاضر الليس بغائب  ياموجود عند الشدائد { ياخفى اللطف { يا لطيف الصنع { ياجميل الستر  ياعظيم الذكر { ياحليم لايعجل {

ياالله بك تحصنا وبعبدك ورسولك سيدنا ومولانا محمد صلىالله تعالى عليه وسلم استجرنااللهم انا نسئلك يارحمن يارحيم بأسمائك العظام وملائكتك الكرام ورسلك عليهم افضل الصلاة واتم السلام انت المحنا بلمحت اهل بدر ولمحاتِهم وتنفحنا بنفحاتِهم بحقهم عليك يا رب سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام على المرسلين والحمدلله رب العالمين   تمت بعون الله الملك العلام