KUR’AN-I KERİM ve HADİS-İ ŞERİFLERİN ÖNEMİ

 

Aziz Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde, özellikle fırka-i nâciyenin hükümlerini anlattığımız eserde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in meziyyetlerini anlatmaya çalışmıştık. Hatta o eserin bir bölümünü sırf Rasüllüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e salavat getirmek ve değişik salâvatlara ve salâvât hakkındaki hadislere ayırmıştık. Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşı sevgi ve muhabbetin nasıl olması gerektiğini izâh etmeye çalışmıştık. Orada biraz mücmel olarak anlatmıştık. Ehemmiyetine binâen, bâhusus Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine bir saldırı kampanyası başlamış olduğundan, bu mevzû’yu biraz daha açmak, o hadisleri de daha iyi anlaşılması için izâh etme ihtiyâcı hasıl oldu. Çünkü bazıları; Rasülullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine itimât etmiyor. Aynı zamanda reddediyor. Kur’an’a ihtimâm ediyorlar da hadisleri kabul etmiyorlar. Zira hadislerde insan katkısı varmış, onların bizlere ulaşmasında aracı olarak insan olduğundan, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da beşer olduğundan hadisi şeriflere karşı çıkıyor, kabul etmiyor.

Evet, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) insan olmasına insandır. O da bizim gibi beşerdir. Fakat o insan-ı kâmildir. Hem de en mükemmelidir, kâmilin de ekmelidir. Eğer bir şeyin kabülünde veya reddinde insanı aradan çıkarırsak, onun aracılığını kaldıracak olursak o zaman ortada inanılacak hiçbir şey kalmaz. Hadisi şerifler şöyle dursun, Kur’an dahi kalmaz. Kur’an da, hadis de bizlere tamamen insan yoluyla, onun aracılığıyla bizlere kadar gelmiştir. Allahü Zülcelâl’in kelâmı olan Kur’an nasıl ki elçi vasıtasıyla, Rasül yoluyla bizlere ulaşmışsa; hadisler de yine onun ümmeti olan, Ona kalben ve ruhen bağlı olan, ilim, zekâ, zabt ve adalet yönünden emin ve herkes tarafından kabul edilen âlimler ve muhaddisler tarafından bizlere ulaşmıştır. Bunların yalan üzere olmaları da mümkün değil. Zira muhaddislerde aranan şartlardan biri de budur. İşte böylesine emin ve güvenilir zatlar tarafından cem edilip bizlere nakledilmiştir hadisi şerifler.

Eğer, efendim biz hadisi şeriflere karşı çıkmıyoruz. Mevdû’ hadisler var, onun için böyle konuşuyoruz diyorlarsa, bu mâzereti öne sürüyorlarsa, bu özürleri kabahatlerinden  daha büyüktür. Zira bu hususta bir ömür tüketen, bu ümmete bu hizmeti yapan zatlar hadislerin senetlerini belirtmiş, hangi hadisler sahihtir, hangileri mevdû’dur bunları tek tek ayıklamış ve bu hususta ciltlerle kitaplar telif etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen bu zâtların yaptıklarını görmemezlikten gelip sanki bu mevdû’ hadisler bu güne kadar bilinmiyormuş da bunları kendileri bulmuş gibi bir hava oluşturup, hadisi şeriflere karşı olan güven ve itimâdı sarsmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların bulduğu ve ortaya çıkardığı tek bir mevdû’ hadis yoktur. Bu mevdû’ hadisleri bulup ortaya çıkaran yine İmam-ı Buhariler, Tirmiziler, Nesâiler’dir. Allahü Teâlâ’nın rahmeti üzerlerine olsun.

Bazıları da Mir’ac’ı inkâr ediyorlar. Bazıları da Mi’raç rûhen vuku bulmuştur, bedenen değildir, diyorlar. İşte, bu ve benzeri hususlarda muazzam bir yozlaşma olduğu gözden kaçmıyor. İşte bu gibi kimselerin Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in hadislerine dil uzatmaları ve Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakkındaki edeb dışı ithamları hiç hoş değil. Bunlar bu gibi isnat ve ithamlarla sadece kendilerine yazık etmiş olurlar. Cenab-ı Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hiçbir şey yapamazlar. Çünkü Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ekrem kılan Allahü Teâlâ’dır. Ona kıymet ve değer veren Allahü Zülcelâl’dir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) meziyetini kavrayanlar, ona canımız fedâ olsun demişlerdir. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hususa işâret ederek buyuruyor ki: Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, beni görmek için, aşkından ve muhabbetinden dolayı bir defa görmek karşılığında, tüm varlığını fedâ eder. Ben bu kardeşlerimi görmek arzusundayım, buyuruyor.

Ashab-ı Kirâm da: Ya Rasulallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz? diyorlar. Hayır, siz benim Ashabımsınız. Fakat ahir zamanda öyle kimseler gelecek ki bana karşı aşk ve şevkleri vardır, beni bir defâ görmelerine karşılık mal, mülk ve servetlerinin tamamını verirler, buyuruyor.

İşte bu gibileri de vardır, Elhamdülillah bu zamanda. İşte bu sebepten dolayı bu mevzuya biraz daha eğilmek, bazı hadisi şerifleri biraz daha açmak istiyoruz. Zira Rabbimizin bize vermiş olduğu nîmeti azîmesi Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem).

Rasülümüz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nasıl bir nîmeti azîme ise, bizler için ona ümmet olmak yine nîmeti azîmedendir. Kâinatın Güneşi ve en hayırlısı, en şereflisi olduğu gibi kâinatta her şeyin ibtidası odur. Her varlık onun sayesinde var olmuştur. Bu meyanda ruh yönünden de böyle olduğunu anlatmaya çalışacağız, oldukça. Varlığın varlığına sebebi vücud,  Onun varlığı olduğunu izaha ve isbâta çalışacağız. Ama nankörler görmezler, o başka…

Nitekim Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in kendi devresinde dahi onun hakikatını görmeyenler oldu. Zira müşrikler onu gördü. Onların arasında, içinde yaşadı. Fakat onlar, Onun Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yönünü göremediler. Bu tarafını idrâk edemediler. Bâsiretleri olmadığından Ona Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur, dediler. Bâsiretleri kapalı olduğundan bundan ötesini göremediler, göremezlerdi de. Zira Allahü Zülcelâl Kur’anı Mübininde şöyle buyuruyor:

فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

(Hac/46)

“Baş gözünün görmemesi ile kişi gerçekte kör sayılmaz. Asıl körlük kalb gözünün kör olmasıdır.” En beteri de budur. Zira  bu gözlerde ve bu gözlerin görmesinde kâfirler de bize müşterektirler. Aynı bu baş gözleri onlarda da var. Dünya mâişetlerini bu gözlerle onlar da temin etmektedirler. Aklı mââşa sahiptirler, fakat aklı mââdleri yoktur. Böyle olduğu için onlar Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hakikatini göremiyorlar. Bunu görebilmeleri için kalb basiretlerinin olması lâzımdır. Bu kalb basireti hakkında Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da şöyle buyuruyor:

لولاان الشياطين يحيمون على قلب ابن آدم لنظروا الى ملكوت السموات

Şeytanların getirdikleri perdeler kalb üzerine basireti kapatmasalar; rahatlıkla gök âlemindeki olan melekleri ve benzeri şeyleri görebileceklerdi…

Nasıl ki insanın gözünün önüne bir perde çekildiğinde insan bir şeyi göremez. İşte bunun gibi şeytandan mütevellit mâsiyet, günah da kalb bâsiretinin önünde bir perde olur ve görmeyi engeller. İşte bu gibi günahlar perde olmasaydı melekut âlemini rahatlıkla seyrederdi insanoğlu.

Müşriklerin bu bâsiretleri perdeli olduğundan, bâsiretleri kapalı olduğundan “Ebutâlib’in yetimidir” dediler de daha ötesini göremediler. Medine-i Münevvere’de de münafıklar aynı durum üzere idiler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’i bihakkın kabul etmedikleri için inanmış görünüyorlardı. Bundan dolayı münâfıklar Allahü Zülcelâl’in gazabını kâfirlerden daha çok celbettiler ve:

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا

 (Nisa/145)

Kıyâmette gidecekleri yer esfeli safilindir. Onlara nusret edecek, yardım edecek hiç kimse de bulunmayacaktır. Onların esfeli safilin olmalarının sebebi de budur. Zira hayatları müddetince Allahü Zülcelâl’i kandırdıklarını sanarak , bu inanca sahip olarak yaşadılar. Halktan çekindikleri kadar Allahü Zülcelâl’den çekinmediler.

Allahü Zülcelâl hepimizi bu misilli kimselerin şerrinden korusun. Bizlere mûin olsun, tevfikatıyla refik eylesin,  bizi hakkı hak bilip  hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından  eylesin. Âmin.

 

 

İLK HALK EDİLİŞ (YARATILIŞ)

Bir hadisi şerif daha. Şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:

عن جابر ابن عبدالله رضىالله عنه قال: قلت يا رسول الله بابى انت وامى اخبرنى عن اول شيئ خلقه الله تعالى قبل الاشياء

قال يا جابر : ان الله تعالى خلق قبل الاشياء نور نبيك من نوره .

فجعل ذالك النور يدور باالقدرة حيث شاءالله تعالى . ولم يكن فى ذالك الوقت لوح ولاقلم ولاجنة ولا نار ولاملك ولاسماء ولا ارض ولاشمس ولاقمر ولا جن ولا انسى فلما ارادالله سبحانه وتعالى ان يخلق الخلق قسم ذالك النور اربعة اجزاء فخلق من الجزء الاول القلم و من الثانى اللوح و من الثالث العرشى ثم قسم الجزء الرابع اربعة اجزاء

فخلق من الجزء الاول حملة العرشى ومن الثانى الكرسى و من الثالث بقية الملئكة ثم قسم الجزءالرابع اربعة اجزاء

فخلق من الاول السموات  ومن الثانى الارضين و من الثالث الجنة و النار ثم قسم الرابع اربعة اجزاء

فخلق من الاول نور ابصار المؤمنين ومن الثانى نور قلوبهم وهى المعرفةباالله و من الثالث نور انسهم وهو التوحيد لااله الاالله محمد رسول الله

(رواه حافظ عبدالرزاق بسند صحيح)

Hadisin kısaca meali şöyledir:

Cabir ibni Abdullah (r.a), Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile başbaşa otururlarken: Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), anam babam sana feda olsun. Allahü Zülcelâl eşyayı yaratmazdan evvel ilk olarak neyi yarattı, bana haber verir misiniz? diye bir istekte bulundu. O ara Cabir’in (r.a) babası vefat ettiğinden onun isteğini kırmayıp keyfini hoşetmek için, yerine getirmeyi esirgemedi.  Ve şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem); Ya Cabir, Allahü Teâlâ her şeyden evvel, ilk olarak senin mensubu olduğun, kendi zatının nurundan, Nebinin nurunu yaratmıştır. Her şeyden evvel.

Rasûlüllahın nurunu, kendi zatının nurundan var etmiştir. Ve bu nur öyle  cevelân etti ki kendi mülkünde, Allahü Zülcelâl’in âlemlerinde... Biliyorsunuz, 18000 âlem diye buyuruluyor. Bu nur nasıl cevelân ettiyse, nasıl olduysa onu ancak Allahü Zülcelâl bilir. Ne zaman ki, ne kadar cevelân ettiyse bu, sonunda Rabbımız mahlûkatı yaratmak murad edince, bu nuru dört bölüme ayırdı. Dört cüze böldü. Bu dördün birinci bölümünden kalemi, ikinci bölümünden levhi, üçüncü bölümünden arşı yarattı. Geriye kalan bir cüzü yani dördüncü cüzü de yine dörde böldü, kudretiyle. Bu dört cüzün birinci cüzünden hamele-i arş yani arşı yüklenen melekleri yarattı. İkinci cüzünden kürsî’yi, üçüncüsünden de diğer melekleri tamamen yarattı. Diğer bir dördüncü cüz kaldı. Tekrar bunu da dörde böldü: Birinci cüzden gökleri, ikinci cüzden yeri, üçüncü cüzden de cennet ve narı (cehennemi) yarattı. Kalan bir cüzü de tekrar dörde ayırdı. Bunun da birinci bölümünden mü’minlerin baş basiretini yani göz nurunu yarattı. İkincisinden âriflerin kalb bâsiretlerini, kalb nurunu yani mârifet nurunu yarattı. (Sadece onların kalb bâsireti açıktır.) Üçüncü bölümden Kelime-i Tevhid nurunu yarattı. Yani kelime-i tevhid’den nefret etmeyip de ona üns ve muhabbet duyuyorsa, bu ünsten meydana gelen nuru yarattı. Lâ ilâhe illallah Muhammedür rasûlüllahtan haz duyuyorsa…  Bu kelime-i tevhide sahip olan kişinin ne kadar hataları olursa olsun, hatalarından, günahlarından dolayı cehenneme girse de kelime-i tevhide olan üns ve muhabbetinden dolayı oradan çıkar. Hariciyye mezhebi, cehenneme giren bir kimse oradan çıkıp cennete giremez diyor. Halbuki ehli sünnet vel cemaatın kararı: (Hz. Ömer’in hutbesinde geçmiştir.) Kelime-i tevhide ünsiyet ettiyse, çıkar.

 

EHL-İ SÜNNET VEL-CEMÂÂTIN KARARI

Ehli Sünnet Vel-Cemââtın kararı:

لااله الاالله محمد رسول الله

Kelime-i tevhide ünsiyetinden dolayı bir nur sahibi ise, cehennemde ebedî kalmaz. Oradan çıkar ve cennete girer. Orada kalma süresi ise değişir, az veya çok. Bir gün, bir ay, bir sene hatta dünya ömrü kadar da olabilir. Allah bizleri korusun. Âmin.

Cehenneme gider dendi ise, bu cehennem tabakaları da aynı değildir. Şiddetli olması bakımından eşit değildir. Bu cehennemler içinde bir cehennem vardır ki bu cehennem tevhid ehlinin cehennemidir. Misâl vermek gerekirse; sefer taslarının en üstündeki tabaka gibi diyebiliriz. Bu cehennem tabakasına girenler, küfür pürüzleri giderilinceye kadar itikâdındaki bozukluk nisbetine göre orada kalır. Bu pürüzler giderilince çıkar, tadilât yapılır ve cennete gider. Yoksa bu kelime-i tevhidi getirenler, müşriklerin, kâfirlerin, münâfıkların gideceği cehenneme gitmezler. Bazı tefsir sahipleri, ki Şeyh Muhyiddin-i Arabi bunlardandır, bunların dediği gibi Cehennem sonunda kendi cehennemliğini yitirecek, icrâ ettiği fonksiyon son bulacak, şeklindeki görüşleri doğru değildir. Hâşâ. Çünkü cehennemin azabı günden güne şiddetlenir. Aynı zamanda ebedîdir. Nasıl ki cennetin nîmetleri ebedî ise, cehennemin azabı da ebedîdir. Yani tevhid ehlinin gideceği tabaka hariç, geriye kalan altı tabakası böyle ebedîdir. Bu tevhid ehlinin gideceği cehennem, sonunda cehennemliğini yitirir. Bir hapishâne düşünün ki,  umumi bir afla burada hiç kimse kalmayınca hapishâne olma meziyetini yitirdiği gibi, bu tevhid ehlinin gideceği cehennem de bu misillidir. Bazılarının te’villerinin yanlışlığı buradadır. Bazı zatlar keşfiyâtları ile bu tevhid ehlinin cehennemini ve durumunu görmüş, diğer cehennemleri de bunun gibi olacak sanmışlardır. Bu yanlıştır. Ehli sünnet vel Cemaatın ittifâkına ve inancına aykırıdır, muhaliftir, asılsızdır. Allah bizi hak yoldan ve rızasına muvafık olan inanç ve amellerden ayırmasın. Âmin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Cabir bin Abdullah’ın (r.a) rivâyet ettiği hadiste Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in belirtmiş olduğu mahlûkun yaratılış sırasında ilk yaratılanın Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nuru olduğunu beyân ettikten sonra yaratılanları sıralamış. Birinci sırada kalemi, ikinci sırada levhi, üçüncü sırada da arşı sıralamış. Sadece arş hakkında ûlemânın ihtilâfı vardır. Arşın bunlardan evvel yaratıldığını söylüyorlar. Bunun isbatı bakımından da sıhhat bakımından çok sıhhatli ve sağlam hadis  şudur:

قال الحافظ ايويعلى الهمدانى الاصح ان العرش قبل القلم لماثبت فى الصحيح عن عبدالله ابن عمر رضىالله عنهما قال : قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم : قدرالله مقادير الخلق قبل ان يخلق السموات والارض بخمسين الف سنة وكان عرشه على الماء فهذا صريح فى ان التقدير وقع بعد خلق العرش والتقدر وقع عند اول خلق القلم

(حديث صحيح)

Bu hadis Abdullah bin Ömer’den (r.a) mervi’dir. Hafız Elhemedani, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Tirmizi ve diğer muhaddisler hadisin sahih olduğunu bildiriyorlar.

Hadisin meâli: Allahü Zülcelâl’in kaderleri takdir yönünden, proje yönünden ilk yarattığı kalemdir. Fakat kalem yaratıldığında Arş su üzerinde idi, buyuruyor.

Demek ki kalem yaratıldığında arş vardı, proje yapılıyor. Hadisi şerifte: “Allahü Teâlâ semâ ve arzı yaratmazdan 50 bin sene evvel kaderleri takdir etti. O zaman arş su üzerinde idi” buyuruyor.

Peki bu su nedir? Bu su; yine Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in nurundandır. Hadis-i Şerifte: “Sema ve arz yaratılmazdan 50 bin sene evvel mekadiri takdir etti. O zaman arş su üzerinde idi” buyuruyor. Arş su üzerinde, demek ki arştan evvel o su var. O yaratılmıştır. Nereden geliyor bu su? Bu su, Allahü Zülcelâl Habibinin cevheri mesabesinde bir şey yaratmış, bu Allahü Zülcelâl’in tensib ettiği üzere bir fevkaladeliktir. Bu yarattığı Habibinin cevherine, Allahü Zülcelâl tecelli etmiştir. Bu tecelli esnasında Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevheri tamamen su haline gelmiştir. Bu su esasen ab-ı hayat yani hayat suyudur. Bu su aslında arşın altında bir deniz mesabesindedir. Bu su Allahü Zülcelâl’in Kur’an’da buyurduğu:

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ

 (Enbiya/30)

Yani: Biz Azimüşşan her şeyi sudan hayat sahibi kıldık, âyetindeki sudan kasıt budur.

Esasen bu hayat suyu arşın altındadır. Arş bu hayat suyunun üzerindedir. Fakat, bu hayat suyu denizinden bir çeşme de cennetin kapısındadır. Peki bunun sebebi nedir? Alahü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde buyuruyor  ki:

وَإِنَّ الدَّارَ الْآَخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ

 (Ankebut/64)

Yani, Ahirette hayat temellidir. Heyevan demek, aslında cennetin kapısında bir çeşme vardır. Nasıl bir çeşme ise. Biz buna bir göl diyelim ki insanlar cennete gireceklerinde bu gölden geçerler, yıkanırlar. Cehennemden çıkıp cennete girecek olanlar da bu gölden geçerler. Mutlaka bu su ile yıkanırlar. Bu su ile yıkandıktan sonra ebedî hayat sahibi olacaklardır. Endamının teşekkülâtı bu su ile yıkandıktan sonra değişecektir. Âdeta endâm olarak Hz. Âdem’in (a.s) endâmı ki 60 arşın boyu, 7 arşın da enindedir. Hz. Davud’un (a.s) sesi, Hz. Yusuf’un (a.s) güzelliği, Hz. Eyyüb’ün (a.s) kalbi, Hz. Süleyman’ın padişahlığı, Hz. İsa’nın (a.s) ömrü, yani 33 sene, bu minvâl üzere endamı değişecek demektir. Bu değişikliğin meydana gelmesine vesile olan su, işte bu sudur, demektir.

Bu “Mâ-ül Hayat, yani hayat suyunu bu şekilde arşın altında deniz mesabesinde olduğunu, cennetin kapısında da bu sudan bir bölümün olduğunu, cennet hayatına sahip olacakların bu sudan geçeceğini, bu minvâl üzere anlatan İmam-ı Buhari’dir.

Hatta ruhlarımız da yaratıldığında bu sudan bir nebzecik de olsa nasiblenmişlerdir. Ruhlarımızın mayasında da bu sudan vardır. Bundan dolayı ruh ölümsüzdür. Esasen ruh lahûtîdir, arşîdir, bu sudan nasibi vardır.

Ama denilebilir ki Firavunun da, Ebu Cehilin de ruhu var. Bu nasıl olur?

Evet, bunların ruhları da bu sudan nasiblenmiştir. Fakat ne çare ki nefis sebebi ile ruh mağlup duruma düşmüştür. Ve o hale iletmiştir. Böyle olmasına rağmen ruh yine hayatiyetini yitirmiyor. İster cennetlik olsun, ister cehennemlik olsun, ölmez. Oradaki hayat dâimîdir.

Arşın yaratılmasına gelince, yani anlattığımız bu sudan sonraki, suyun üzerindeki arşa gelince; Arş bu mükevvenâtın merkezini, yani Âlemül Halk dediğimiz daha doğrusu melekût ve nûsut âleminin en üstü ve bu âlemleri tamamen istiâb etmiş kaplamış, ihatâ etmiş durumdadır. Böyle olduğu halde o da ibtidaîdir. O da Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in nurundandır. Proje meselesine gelince bunun ibtidâsı, başlangıcı da kalemdir. Yaratılışta sıra bu minvâl üzeredir. Bunların tamamı Rasülulah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan ve eserinden var olmuş şeylerdir.  Daha önce zikrettiğimiz hadisi şerifi bir daha zikretmek çok uygun olur kanaatindeyim. Şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

الحديث الشريف : عن سلمان الفارسى رضىالله عنه

قال هبط جبريل على النبى صلى الله تعالى عليه وسلم .

فقال ان ربك يقول ان كنت اتخذت ابراهيم خليلا

فقد اتخذتك حبيباً وما خلقت خلقاً اكرم

على منك ولقد خلقت الدنيا واهلها لأعرفهم

كرامتك ومنـزلتك عندى ولولاك ما خلقت الدنيا

(رواه ابن عساكر)

Hadis Meâli:

Selmani Farisi (r.a) hazretleri Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in yanında  otururken Cibril (a.s) bir müjde ile geliyor ve diyor ki: Ya Muhammed! Rabbin Celle ve Âlâ buyurdu ki: Habibim bilsin ki İbrahim’i Halil’im olarak ittihaz ettimse, Muhammed’i de Habib’im olarak ittihaz ettim. – Halillik bir dostluktan ibarettir, fakat habiblik çok daha farklıdır. Habiblikte hiç ayrı kalmak yoktur.- Bil ki, ya Muhammed Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor: Senden evvel ve sonra yaratılan mahlûkat içinde senden üstün hiçbir mahlûk yaratılmamıştır. En mükerremi sensin. Dünya ve dünya ahalisinin yaratılmasının sebebi, benim katımda senin kıymet, meziyet ve değerinin ne kadar fazla olduğunu bilmeleri içindir. Eğer sen olmasaydın, dünyayı da mahlûkatı da yaratmazdım, buyuruyor.

Evet, bunların yaratılmasının müsebbibi Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhu da ilk yaratılandır. Sırrı da ilk yaratılan sırdır. Velhasıl her ne olursa, ibtidâsı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseridir. Nuru olsun, ruhu olsun, sırrı olsun. Umumiyyetle. Hatta tıynetin ilk başlangıcından göğe ve yere tav’an veya kerhen geliniz denilen şey ilk olarak Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Kâlete eteyte taiin” yine Rasûlüllah‘ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseridir. Hiç kimse bu nîmetin dışında değildir. Kâinât buna minnettâr ve medyundur. Bunun dışında hiç kimse yaşamıyor. Kat’an…

 

 

 

EHLİ TAHKİK’İN RASÛLÜLLAH HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

 

Aziz Kardeşlerim,

Ehli tahkikin bu hususta birbirlerine sordukları suallerin ve cevapların neticesinde ittifâkla verdikleri karar şudur: Allahü Zülcelâl’in her şeyi yaratmasının temelinde, Cevher-i Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) eseri, bazen de “Heyula” diye tabir edenler vardır, diye buyuruyorlar. Bunu bir misal ile şöyle anlatalım. Bir noktayı düşünelim ve bunu ele alalım. Üzerinde hiçbir yazı olmayan bir kâğıdın üzerine konan bir nokta gibi. Her şey bu noktadan intac ediliyor (husule gelme). Kâğıdın üzerinde bir eser yokken, yani kalemin ucunu kâğıda değdirdiğimiz an kâğıtta bir nokta çıkar. Bu noktayı arzuladığımız gibi değiştirir, istediğimiz şeyleri bundan meydana getiririz. Bu noktadan istediğimiz rakam ve yazıları elde edebiliriz, elif yaparsınız, ne yaparsanız yaparsınız.

İşte bu nokta, ilk olarak Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevheridir. Cenab-ı Hak celle celelühü bu cevhere kudret ve heybet nazarıyla tecelli ettiğinde bu cevher sarsılmış, titremiş ve düşmüş, bu heybetinden dolayı da kırılmış. Bu hale gelince bundan bir harikalar var olmuş. Ve neticesi, daha evvel anlattığımız gibi Arşın altında olan ve ab-ı hayat denilen bu su, işte bu cevherden var olmuştur. Ve bütün varlıkların ibtidâsı işte bu cevherdir. Yani Cevher-i Muhammedi’dir(Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bunun daha ötesi sır kısmı…

Âyeti kerimede:

أَوَلَمْ يَرَ الّ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ

 (Enbiya/30)

buyurularak, hayatın var olabilmesini Allahü Zülcelâl suya bağlamıştır. Burada apayrı, bambaşka bir sır vardır. Bundan sonra bir de arş var. Bu arş da bu cevherin nurundan ve sırrından var olmuş. Bu minvâl üzere o da bu su üzerinde kurulmuş ve bundan sonra da kalem yaratılmış. Bu kalemin yaratılışı nurdan olduğu gibi Levh de nurdan yaratılmıştır. Bu levh, levh-i mahfuz değil. Âyette:

وَيَقُولُ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ

 (Ra’d/43)

buyurulan levhtir. Ümmül kitaptır. Yani proje levhasıdır. Bu Allahü Zülcelâl’in nezdinde arşın altında olan levhtir. Fakat bildiğimiz levh-i mahfuz göktedir. Bu anlattığımız levh, levh-i ezelîdir. Levh-i ezelîdeki mâlûmât ancak Allahü Zülcelâl’e malûmdur. Onun kudreti dahilindedir. Orada yazılı olan:

رحمتى سبقت غضبى

Rahmetim gazabımı sebk etmiştir (geçmiştir), yazılıdır. O andan kıyâmete kadar ne olacaksa, adetâ bir proje gibi orada yazılıdır. Bu minvâl üzere kalem, kader ve kazayı yazdıktan sonra ervâh alemi yaratılmıştır. Ervâh âlemi hakkında da muhakkikin- tahkik ehli, hakikât ehli- şöyle buyuruyor: Allahü Zülcelâl âlemi ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri Âlemül Emr, diğeri Âlemül Halk’tır. Zira Allahü Zülcelâl de şöyle buyuruyor:

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

 (A’raf/54)

Âyeti celilesinde Emir de, Halk da Allahü Zülcelâl’in tasarrufu altındadır. Muhakkikler Âlemül Emrin, Âlemül Halk’tan evvel olduğunu söylemişlerdir. Zira Âlemül Emr’de arş vardır. Bundan dolayı Âlemül Emr, Âlemül Halk’tan evvel yaratılmıştır. Bu meyanda Âlemül Ervah da ittifakla Âlemül Emr’dendir. Demek ki Âlemül Ervah da diğer mahlûkattan, yerden, gökten, diğer benzeri âlemlerden evvel yaratılmıştır. Daha cesetler yaratılmadan evvel yaratılmıştır ervâh âlemi… 

 

ELEST ÂLEMİ, BİRİNCİ VE İKİNCİ AHD-Ü MİSÂK

Peki Ervâh âlemi yaratılırken ilk yaratılan ruh hangi ruhtur, kimin ruhudur? Esasen; ilk yaratılan ruh Ruhul Azamül Muhammedî, Ruhul Azamül Akdes diye tabir edilen Ruh-u Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’dir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhundan sonra diğer ervâh yaratılmıştır. Tahkik erbaplarına göre ruhların yaratılışında, ruhlar üzerinde herhangi bir işlem yapılmamıştır. Nasıl ki yeni doğan bir çocuk fıtraten tertemizdir, iyi veya kötü, yararı – zararı var  diye bir hüküm verilmez. Ruhlar da yaratılış bakımından bu minvâl üzeredir. İşte, bu ruhlar da yaratıldıklarında Arşı Âlâ’nın altında bulunan denizden ve cennetin kapısında da olan bu hayat suyundan nasiplerini almışlar ve bu sayede bu ruhların hayat durumları vardır ve ölmezler. Âhirette de hayatiyet durumları devam eder. Ebedî olan ahiret hayatında bu ruhlar hayatiyet  durumlarını devam ettirirler, hiç ölmezler. Çünkü, ahiret hayat yeridir. Âyette de şöyle beyan ediliyor:

وَإِنَّ الدَّارَ الْآَخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

(Ankebut/64)

 “Âhiretin hayat yeri olduğunu bir bilmiş olsalar.” İşte bu âyette de Âhiretin hayat yeri olduğu açıkça belirtiliyor. Âhirette ebediyen yaşayacak olan bu ruhlar yaratılışlarında, ilk yaratıldıklarında birbirlerine karşı herhangi bir farkı olmayarak eşit olarak yaratılmışlardır. Tasavvuf erbâbının ve bazı ehil zâtların, bu ruhların yaratıldıkları an hakkında buyurdukları şudur: Diyorlar ki, Âlemül Ervâh yaratıldığında Allahü Zülcelâl İsrafil’e (a.s) bütün ruhların hazır olması için bir nidâ emri vermiştir. Ruhların ictimâ’ı için Hz. İsrafil’in (a.s) bu nidâsından sonra Allahü Zülcelâl Rububiyetini, kudretini ilân etmek üzere:

أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ

 (A’raf/172)

diye buyurmuştur. Bu Allahü Zülcelâl’in ruhları imtihanıdır. İsrafil’in sa’k durumu nidâsından sonra ruhlar hazır ve ictimâ’ durumunda iken bu hitâb karşısında ruhlar çok değişik hallere gelmişlerdir. O ilk yaratılışlarındaki eşitlik değişip tamamen aralarında ayrıcalık doğmuştur. Bu “Elestü Birabbiküm” hitâbı karşısında ruhlar nezih, pâk olanlar  ayrı, inkâra meyli olanlar da ayrı bir hal almıştır. Çünkü ruhlar aynı halde olup o eşitlik değişmemiş olsa, o zaman ne cennet, ne cehennem olmayacağı gibi hiçbir şey de olmazdı. Tabiî ki bu ruhların içinde zulme meyilli olan, zâlimi olduğu gibi sevimli ve çok düzgün şahsiyetlerin de ruhları vardır. İtaate meyilli ruhlar olduğu gibi isyana ve küfre meyilli olanlar da vardır. Birbirlerinden seçmek lâzım. Böyle olunca bu ruhların o “Elestü Birabbiküm” hitabı karşısında eşitlikleri bozulmuştur. Bu yaratılan ruhlar bedenle birleştikleri zaman asıl işlem yapılmaya başlar. Beden ruhsuz olarak bir heykelden ibarettir. Onu işleten ruhtur. Ruh ile beden; gözleri görmeyen âmâ bir kişi ile ayakları kötürüm olan oturak bir kişi gibidirler. Âmâ olan kişi oturak olan kişiyi sırtına alır. Oturak olan, âmâ olana gidecekleri yolu gösterir, âmâ olan da onu gereken yere götürür… Birisi birinin gözü, birisi de birinin ayağı gibi olurlar. Bunlar birleştiklerinde nasıl iş görüyorlarsa, ruh ile beden de böyledir. Âmâ hiçbir şeyi görmeyip bir iş yapamadığı gibi bedensiz ruh, ruhsuz beden de bir işlem, bir icraat yapamıyor. İşte bu ruh, dünyaya gelen cesetle birleştiği zaman, bir birleşme anında bu ruh, Elest âlemindeki hali ve durumunu beraber getiriyor. Mülevvesât durumunu, inkârcı durumunu, habis durumunu veya güzelliklerini, harikalıklarını beraber getiriyorlar. Böyle olmamış olsa, neden bir çocuk daha büluğ çağına varmadan, daha tıfıl iken neden Ramazan ayında oruç tutuyor. Bu seçenek nerden? Daha sorumlu olduğu yaşa gelmeden, bir çocuk oruç tutuyor, namaz kılıyor. İyi ve güzel işler peşinde koşuyorsa, bu halleri yapmasındaki asıl hüner; işte bu elest âleminde, o devrede ruhun almış olduğu ve üzerine cereyan ettiği o halden dolayıdır. İşte bu ezel devresinde, elest âleminde “Elestü Birabbiküm” hitabı, terennümü bazı ruhlara o kadar hoş gelmiş, o hitap karşısında öylesine  mest ve hayran olmuşlar; bu hitabı öylesine terennüm etmişlerdir ki, bunun karşısında aşk ve şevk ile “Belâ”, Evet, sen bizim Rabbimizsin, demişlerdir.

Bazı ruhlara da bu hitap büyük bir sıkıntı vermiştir. Bu hitaptan hoşlanmadıkları gibi âdeta nefret etmişlerdir. Fakat Cenab-ı Hakkın Elestü Birabbiküm hitâbı esnasında Cenab-ı Hakkın heybetinden dolayı istemeyerek de olsa “Belâ” demişlerdir, Belâ demiyen ruh yoktur. İşte her ruh Belâ dediği için dünyaya geldiğinde, cesetle birleştiğinde Cenab-ı Hakkın emirlerine karşı sorumlu tutulmuştur. Hatta bu ervâh âlemindeki birinci Ahd û Misak olan “Belâ” demelerinden dolayı çocukların telkini verilir. Nitekim Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem oğlu İbrahim vefat ettiğinde onun telkinini vermiştir. “Ahkâm Ussiğâr” isimli kitapta, çocuklara telkin verilir mi? diye sorulan bir soruya cevaben, “Evet verilir,” diyor. Çünkü çocuklar da ilk misâktaki Belâ demelerinden dolayı sorumludurlar, deniliyor. Fukaha da bu hususta ikiye ayrılmıştır. Bunlardan bazıları çocuk büluğ çağına gelmedikçe sorumlu değildir, diyorlar. Bazıları da çocuk büluğ çağına gelmemiş olsa dahi sorumludur. Nitekim Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) oğlu İbrahim’e telkin vermesini delil olarak ileri sürüyorlar.

Onun için evet, birinci misâk budur. Yani ervâh alemindeki birinci Belâ’dır. İkinci  misâk ise büluğ çağına geldiğinde kişinin sorumlu tutulmasıdır. Hz. Âdem (a.s) devresinde olan Elestü Birabbiküm hitâbına verilen Belâ cevâbı işte bu âhid, ikinci Ahd û misâktır. Bundan dolayı Akil baliğ olmadıkça kişi sorumlu değildir, diyenlerin delili budur. İşte ihtilâf buradan doğuyor.

Ervâh âlemi bu hal üzere olunca zaten Allahü Zülcelâl’in malûmudur. İyi ve kötü huylu kimseler belli olmuş ki Allahü Teâlâ tekrar bir imtihan sansürü olarak o ruhlar üzerine bir nur göndermiş. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bu hususta şöyle buyuruyor:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله عليه وسلم قال:

فأسبل عليهم من نوره فمن اصابه من ذالك النور اهتدى فمن اخطئه ضل

(قال الحاكم هو صحيح على شرط الشيخين)

Allahü Zülcelâl tarafından ruhlar üzerine bir nur gönderilmiştir. Bir imtihan olarak bu nur ruhları gezmiştir. Bu ruhların bazıları bu nura sahib çıkmış, onu candan benimsemiştir. Bu nura sahip çıkan ruhlar hidâyet bulmuştur. Fakat bu nuru benimsemeyen, ihtiyaç duymayan ruhlar da dalâlette kalmışlardır.

 

Aziz Kardeşlerim,

Ruhlar cismi lâtiftirler. Yani nuru almaya kabiliyetleri vardır. Hakimi Tirmizi’nin buyurduğu gibi: Ruhların nurdan faydalanabilme, o nuru çekebilme kabiliyetleri vardır, somurabiliyorlar, diyor.

Fakat maalesef bazı ruhlar bu Elestü Birabbiküm hitabı karşısında duydukları nefret sebebiyle tamamen mülevvesat durumuna gelmişlerdir. Bu nuru alma kabiliyetleri kırılmıştır. İstidatlarından çıkmış… Bundan dolayı zulmet içerisinde kalmışlardır, nurları olmamıştır. Kimi nurlu olmuş, kimi karanlıkta kalmış.

Bu zulmet içinde kalan ruhlar inkâra başlamışlardır. Nur tekrar alınınca, nasibi olan nurunu aldı, nasibi olmayan da karanlıkta kaldı. Zulümatta kalan ruhlar inkâra başladılar: Biz böyle Rab tanımıyoruz. Bizi getirmiş buraya ama “nesyen mensiyye” (Unutmuş, unutulduk) durumuna getirdi. Bizi unutmuş. Demek ki beceriksizdir, acizdir diye başlamışlar söylenmeye? İnkârcı bu…

Diğer nur sahibleri mübarekler (Rabbımız cümlemizi bu nur sahiblerinden kılsın) demişler ki Rabbımız celle celâluhu subhanehu ve teâlâ her haliyle kesin kararımız: Rabbımız Allah. Rablarını candan kabûllendiler. Böylece ikiye bölündüler. Allahü Zülcelâl, inkârcılara söylüyor: Benden ne gibi bir noksanlık gördünüz ki yetersiz diyorsunuz, inkâra kalkışıyorsunuz. Unutmuş gibi bir halin var diyorsunuz. Esasen siz nahis (uğursuz – bahtsız) kimselersiniz. Hata sizlerindir... Kalblerine mühür bastı.

Allahü Zülcelâl:

خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

 (Bakara/7)

Âyeti celilesinde de geçtiği gibi, onların kalplerine mühür bastı.

Fakat nurdan istifâde eden diğer ruhlar hakkında da:

كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ

 (Mücadele/22)

buyuruyor. Yani Allahü Zülcelâl o nur sahiplerinin kalplerine imânı yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Teyid etmiştir. Rahmetiyle, lûtfuyla, inâyetiyle…

Bir hadisi şerifte de şöyle buyuruluyor:

الارواح جنود مجندة من تعارف ائتلف ومن تناكر اختلف

Yani ruhlar (ervâh) asker gibi birbirini iyi tanır, iyi bilir. Yani ruhlar birbirini okşar bu âlemde. Ezel devresinde birbirlerine karşı tearuf (tanışma – bilişme) vaki oldu ise, birbirlerine karşı hoşgörü ve ünsiyyet peydah olmuş ise, bu dünyaya geldiklerinde de tearuf vaki’ olur. Hiç ihtilâf doğmaz, birbirlerine karşı çok hoş olurlar. Fakat ezel âleminde aralarında bir terslik, bir zıtlık, bir tenakür (tanımamazlıktan gelmek) vaki olur ise bu dünyada da bunların arasında ihtilâf doğar. Bunlar tamamen ezel devresindeki bir seçenektir, vakı’adır.  Hayyam İbni Haram, Üveysi çok aradı. Üveys bir çay kenarında sırtı dönük olarak abdest alıyordu. Halktan uzlet eder, kaçardı.

Selâm verdiğinde dönmeden:

- Ve aleykümüsselâm ya Hayyam ibni Haram dediğinde,

- Efendim, beni tanımıyorsunuz, ismimi nerden bildiniz? der.

Hz. Üveysî:

- Ervâh âleminde ruhlarımız tanışıktır, buyuruyor.

 

Aziz Kardeşlerim,

Allahü Zülcelâl sübhanehü ve teâlâ; artık ayrım yapıldıktan sonra Habibine özel olarak, her şeyin ilk başlangıcı Habibinin eseridir.

Her şeyin başlangıcının Habibi’nin sallallahü aleyhi ve sellem nuru olduğunu söylemiştik. Onun ruhu, onun sırrı olduğunu, onun cevheri olduğunu izah etmeye çalıştık. Bu vesile ile şunu da kaydetmek gerekir. 

لااله الالله

Bu Tevhid akidesi, Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisine tecelli eder. Rububiyet, Allahü Zülcelâl’in sıfatıdır. Fakat, uluhiyyet, vahdaniyyet Allahü Zülcelâl’in zatıdır. Habibine vaki olan tecelliyat, zatının tecelliyatıdır. Yani, Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzerine vaki olan Zatının tecelliyatıdır. Tabiî ki seçenek yapılmış, birinciliği almıştır mübarek. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bununla şerefleniyor ve öylesine nurlanıyor ki Zâtî tecelliyat ile diğerleri üzerinde âdeta bir Güneş hükmüne geliyor. İşte iki cihanın Güneşi denmesi bu zâtî tecelliyat olduğundandır. Bu tecelliyat tabiî ki şuhûden olan tecelliyattır. Dolayısıyla Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tüm kâinat için bir vasıta olmuştur. Zira Mevlüdi Şerif’te de denildiği gibi: Zatını mir’at edindim zatıma. Bu çok muazzam bir cümledir. Bundan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi zatını zatına mir’at edinmiş, ruh halinde iken bu tecelliyat vaki’ olmuştur. Ama diğer Enbiya’ya bu tecelliyat vaki’ olsaydı kesinlikle tahammül edemezlerdi, güçleri yetmezdi. Allahü Zülcelâl zatının tecellisi karşısında dayanabilme kabiliyetini Habibinden başka kimseye vermemiştir. Bu kabiliyet ve istidadı sadece Habibine verince, Habibi üzerine tecelli etmiştir. Bu tecelliyattan sonra Habibinin vasıtalığıyla diğer enbiya’ya yansımıştır bu tecelliyât. Âdeta Habibullah sallallahü aleyhi ve sellem bir trafo mesabesindedir. Diğer enbiyaya bu tecelliyâtın yansıması, dağılması Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıtasıyladır. Bu vasıta olma, trafo olma kabiliyetine, bu tecelliyatta ayna olmaya bir başkası katlanamaz. Ondan başka ayna da yoktur. İşte Habibullah’a olan bu tecelliyattan, daha sonra Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diğer nebiler, rasüller almıştır. Bu nebiler ve rasüller, Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) alacaklarını aldıktan sonra, bu nebilerin ümmetleri de kendi nebilerinden almışlardır. İşte o zaman her nebinin etrafında bulunan kimseler, tamamen o nebiye ümmet oldular, takdir budur. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) etrafında olanlar,  ona mest ü hayran olanlar da Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti oldular. Tabiî bu Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) etrafında olanlar nebi mesabesinde değil, sadece onun ümmetidir bunlar. Ancak, o ümmetin de kendi aralarında farklı durumları vardır. Hepsi aynı seviyede değil. Bunların içlerinde öylesine zatlar oldu ki bir nebiye mirasçı olacak derecede güçlü, âdeta bir nebi gibi etrafında bir cemaat, bir ümmet toplayabilecek kadar maharetli. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

العلماء ورثة الانبياء

buyurması bu meseledir. Diğer enbiya ve rasüller, Rasüllulah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından alacaklarını aldılar. Bu nebilerin ümmetleri de kendi nebilerinden aldılar. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olan bazı seçkin, yetişkin zatlar da enbiya mirasçıları gibi Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından aldılar. Ancak diğer nebilerin alacaklarını aldıkları ayna ile Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olup da Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynasından alan zatların aldıkları ayna aynı değildir. Enbiyanın aldıkları ayna çok farklı ve değişiktir. Bu ayna enbiya aynasıdır. Fakat diğeri ise evliya aynasıdır. Bir veli velâyet makamlarının zirvesine ulaşmış olsa dahi, bu veli Hz. Sıddık (Hz. Ebubekir) bile olsa, en edna bir nebinin, en alt derecesine bile ulaşamaz. En yüce, en yüksek makamdaki bir veli, en küçük derecedeki bir nebinin vasfına kavuşamaz. Zira velâyetin zirvesi, nihâyeti, nübüvvetin en alt derecesi bile değildir. Dolayısıyla bu makama çıkması mümkün değildir. Çünkü nebilerin mayaları cennettendir, masumdurlar, hiç hata işlemezler. Allahü Zülcelâl onları masum olarak yaratmıştır. Toprak da onların cesetlerini çürütemez, Hz. Musa’nın namaz kıldığı gibi…

Tahkik ehlinin buyurduklarına göre: Allahü Zülcelâl’in zâtî tecellisi, bununla müşerref olma, diğer nebiler için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in vasıtalığıyla, onun aynasından yansıtmakla olmuştur. Bu nebilerin ümmetlerinden hiçbir zat için, bu tecelliyatı zât nasip olmamıştır. Bunlarınki tecelliyatı sıfatiyedir. Tecelliyatı zât yönünden asla nasipleri yoktur.

Fakat, Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine verilen şerefe bakın ki; bunların da Cenab-ı Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  nasipleri olduğu için tecelliyat-ı zat’tan bir nebzecik nasipleri vardır. Ama bu nasipleri kesinlikle enbiyanınki gibi güçlü ve görüntülü değildir. Fakat mirasçı oldukları için enbiyanınki gibi olmasa da kendi rütbe ve kabiliyetlerine göre nasiplenirler.

 

Aziz Kardeşlerim;

Âyeti celile ile isbat ediyor ki; o günkü ervah üzerindeki cari hadiseyi ve ervah üzerinde alınan ahd ü misak olduğu gibi uluhiyyet babından tecelliyat-ı zatiye yani şuhûd hali de ilk olarak Habibullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) verilmiştir. Diğer enbiya ve rasüllerin tümü Habibullah’ın liderliğini ilân etmişler, kabullenmişler. Kendi dönemlerinde bir istiklâllik durumları olduğu gibi Rasûlüllah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bulunduğu bir yerde gelmiş olsalar, tamamen onun mâiyetinde olacaklar veya niyâbet makamındadırlar. Allahü Zülcelâl onu öylesine yaratmıştır ki, diğerlerine rasüllük verdi ise de, Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) rasüllerin rasülü makamını vermiştir Allahü Zülcelâl. “Vema erselnâke illâ kaffeten linnasi besiran ve nezira” Yani nâsın cümlesine rasul olarak gönderdiğini de ilân ediyor. Esâsen ahd’ü misak alınmıştır. Tekrar yine kendilerine taahhüt etmişlerdir. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Güneş, diğer nebiler yıldızlar mesabesindedir. İşte Allahü Zülcelâl’in bu nebilerden ahd ü misak aldığının delili de şu âyettir:

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آَتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ { فَمَنْ تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

 (Âli İmrân/81-82)

Meali: Allahü Zülcelâl, vaktiyle peygamberlerden: Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! diye söz almış ve: Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? buyurmuştu. Onlar: Kabul ettik, dediler. Allahü Zülcelâl de buyurdu ki: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım. (Âyet 81)

Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir. (Âyet 82)

Bütün ruhlar içinde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhunun zat-ı tecelliye mazhar ve mir’at oluşu hususunu bir miktar açmakta fayda vardır:

Bu ruhlar arasında en mukaddes olan ruh-i Muhammedî’dir. Ruh-i Akdesdir. Allahü Zülcelâl diğer ruhlara tanıştırmak üzere, arşın altına asılan ve yakuttan olan şeffaf bir kandil içinde, âdeta bu dünyada Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) namazda kıyamda, eli bağlı bir halde takdim etti.

Hz. Âdem’in (a.s) nasıl ki beşerriyetine melekleri secdeye davet ettiyse rububiyyetini bildirmek için…

Hz. Âdem’den (a.s) önce bütün ruhlara da, ruh-u Muhammedî’ye (Sallallahu Aleyhi Vesellem) secde değil, kıymetini bildirmek üzere takdim etti… Uluhiyetini bildirmek için… İman ona baglıdır. Nebiler dahi ruh-u Muhammedî’yi kabule mecbur oldular. Bütün ruhlar için böyledir, umumîdir…

Allahü Zülcelâl ruh-u Muhammed’e tecelli etmiş, kalb-i Muhammed’e yansıma yapmış ve kalbi; Mir’at-ı Hayat olmuştur. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kalbinden başka bir kalb için bu hâl mümkün değildir. Ona güç ve değer vermiş ki Allahü Zülcelâl’in tecelliyatına ilk kez muktedir olabilmiştir. Bu tecelliyat tevhid nuru tecelliyatıdır.

Allahü Zülcelâl’in tecellisinin, Tevhid nurunun başka kalblere yansıması için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem aracıdır. Trafo misâlidir. Tecelliyat yakıcıdır. Başka kalbler tahammül edemezler, onun için bu tecelliden Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aracılığı ile faydalanmışlardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ferdî makam sahibidir.

Bu aracılık şarttır mutlaka…

İşte bu hal cereyan ederken Allahü Zülcelâl, ruhlara Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhunu görmelerini emreder, davet eder ki, Habibinin harikalıklarını görsünler ve değerini bilsinler ister. Başta nebilerin ruhları Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhundan yansıma almışlar. Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ayna mesâbesindeki kalbinden nebilerin kalbine yansıtma olmuştur. Nebilerden Ahd-ü Misak alınmıştır. Bunun dışında hiçbiri kalmaz. Saygıları vardır.

İşte; Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti ise; Nebiler gibi olmasa da Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendilerinin nebileri ve rasulleri olduğu için birinci aynadan yansıma almışlardır. İşte nebi miraşçılığı budur. Diğer nebilerin ümmetleri kendi nebilerinden almışlardır, ikinci aynadan. Bu şerefe nâil olamamışlardır.

Bütün ruhlar, ruh-u Muhammed’e bakmaklığa emredilmişlerdir. Dâvet edilmişlerdir.

Kâinatın Güneşi ve lideri olan Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyyetini görmenin yanında, timsâli vücûduna da bakmaklığa sorumlu tutmuştur. Dâvet etmiştir. Ruhlar arasında ihtilâf olmuştur. Evvelce kabul edenler mest-ü-hayran olmuşlar, kabul etmeyenler de öncesinden bir şey görmedik ki bundan ne çıkar deyip dâvete gelmemişler. Bunların nâsibleri yoktur.

İşte, bu görüşe göre insanların hayattaki halleri belirmiştir. Ne hallerde yaşayacakları ona bağlıdır. Hiç görmeyenler de  kâfirlerdir.

İşte imân akidesi  olan; “Lâ ilâhe illallah” ulûhiyyetinin kabulü bu görüşe bağlıdır. Nebiler dahi böyledir.

Allahü Zülcelâl ile kul arasında 70.000 hicâb nurdan, 70.000 hicab da zulmettendir. Nur, Sıfat-ı Celâlden; zulmet ise Sıfat-ı Cemâldendir. Cemâl ünsdür ve huzur verir, Celâl ise yakıcıdır, heybettir.

İşte bundan dolayı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aracı olmuştur. Ancak bu tevhid nuru yansımasından her ferd kendi kabiliyet ve istidadınca nur alabilmiştir. Bir kısmı ise görememiş ve alamamıştır. Uluhiyyeti kabul etmemişlerdir. Halbuki Rububiyeti tüm ruhlar kabul etmişlerdi “belâ” ile…

 

Aziz Kardeşlerim,

Ali İmran 81. âyeti celileyi okuduk. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ait olduğunu. Ahd-ü misak alındığını ve enbiyalar kendilerine Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yokken kitab ve istiklâl verildiyse, verilen o kitap ve hikmetlerde mutlaka Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) medh ü senası vardır. Yani bilinecek tarzda kendilerine böyle bir malûmat verilmiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s) bile Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vezirliği talebinde bulunmuştur Allahü Teâlâ’dan. Hz. İsa(a.s) da daha Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelmeden onun geleceğini müjdelemiştir. Kur’an’da açık açık izah ediliyor. Bu rasüllerin ve nebilerin tamamı Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) geleceğini biliyorlar. Çünkü ahd ü misak sahibidirler. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettikten sonra bu rasüllerin hiçbirisinde istiklâllik durumu yoktur. Umumiyetle onun nusreti ve hükmü altındadır. Sayacaklar, sevgi duyacaklar, nusret edecekler, beraberce çalışacaklar, ama, mâiyet durumundadırlar. Zira O, bütün enbiyanın imamıdır. Bu imamlığı zaten Beytül Makdis’te isbat etmiştir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) makamı riyâset makamıdır, Allahü Teâlâ’ya iltica makamıdır. Hz. Âdem’den (a.s) başlamıştır iltica. Hz. Âdem(a.s) bile zelleye düşünce ilk olarak Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvurmuş ve onu vesile kılmıştır. Bu vesile ile Allahü Teâlâ, Hz. Âdem’in (a.s) duasını kabul etmiştir. Fakat bu durum karşısında Allahü Zülcelâl Hz. Âdem’e soruyor: Ya Âdem sen önce geldin, Muhammed’i nereden biliyorsun ki onu vesile kılarak bana iltica ediyorsun? Hz. Âdem şöyle buyuruyor: Ya Rabbi, bana ruh verdiğin gün gözlerimi açar açmaz Arşta ilk gördüğüm şey “Lâ ilâhe İllallah Muhammedür Rasûlüllah” idi. O  anda senin ismine bu kadar yakın olan bu ismin sahibinden daha üstün bir kimse olamayacağını fehmettim, diyor. Bundan dolayı onu vesile kılarak iltica ettim, diyor. Evet doğru söyledin ya Âdem, onun ismiyle iltica edeni affederim, buyuruyor.

Mahşer âleminde de hepimiz; enbiyalar başta olmak üzere kendisine başvurulacak tek kişi  Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bu hususta daha geniş malûmat sahibi olmak isteyenler Âli İmran suresinin 80-81 âyetlerinin tefsirine bakabilirler. Bu meyanda Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in mi’racını ruhendir deyip vücûden olmasını çok görenlere de bu bir  derstir. Mi’raca bedenen gitmek Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için bir mesele midir?

 

Aziz Kardeşlerim,

Mi’rac hadisesini şöyle anlatayım; Ruh yönünden  fazlaca bir malûmat verildi, artık tongaya basacak bir haliniz kalmadı.

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhî yönünü anlamışsınızdır. Bu hususta mümkün olduğunca malûmat vermeye çalıştık. Umumi manada da ruh meselesini izah etmeye çalıştık. Ruhun hali, durumu, nasıl ve ne zaman yaratıldığını anlattık. Binaenâleyh bugün bazılarının ruh çağırmaları ve buna benzer şeyler hep şeytan işidir. Çünkü ruh eğer azabta ise, azab çekiyorsa, bir lâhza dahi o halden kurtulamaz. O halden çıkıp gelmeye hiçbir boş zaman bulamaz. Eğer azab içinde değilse, bir nîmet içinde ise, yüksek makamları işgal etmişse, bu gibi şeytanlıklara tevessül edip gelmez, bu gibi kimselere uyup da inmez. Bu gibi şeytanlaşmış kimseler ruh üzerinde tahakküm kuramazlar. Böyle kimselere kıymet ve değer vermeyiniz… İnanmayınız… Tenasüh ehli de tamamen kıyâmeti inkâr eden kimselerdir. Bunlar da zaten küfür üzere olan kimselerdir, âlel küfredir. Hiçbir inanılırlıkları yoktur. Bunları kısaca da olsa izah ettikten sonra Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mîracını ruhendir diyenlerin, bedenen olmaz diyenlerin görüşlerini ele alalım.

 

MÎRAC HADİSESİ

 

Kardeşlerim,

Mîrac hadisesinde Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Ümmühanın evinden uyandırılır, Kâbeye getirilir. Kalb üzerinde bir işlem yapılarak mîrac’a uygun hale gelir. Burak’a binerek Mescidi Haramdan Yesrib (Medine) ve sonunda Mescid-i Aksa’ya varır. Mescid-i Aksa’ya vardığında kilitli olması gerektiği halde kapıların açık olduğunu görmüştür. Zira Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Yatarken abdestli olarak yatın. Zira ruhunuz arşa doğru yönelir. Makamı olan arşa çıkar, orada secde yapar” buyuruyor. Çünkü ruhun bir elâstikiyyet hali vardır. Makamı arştadır. Lahuti de olduğundan arşa kadar çıkabiliyor. Bu her mü’min için geçerli olabilecek bir haldir. Nerde kaldı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)… Mi’rac sadece ruhen olup bedenen mümkün değildir diyenler, ruhun mahiyetini idrak edememiş kimselerdir. Ruhen olması herkes için olabilen bir durumdur. İnsan rüyasında ruhen arşa, cennete ve daha ötelere gidebilir. Bu bir mü’min için de geçerlidir. Bu halin bir olağanüstü ve mucizevî yönü yoktur. Mi’rac hadisesinin mucizevî yönü ruhun cesed ile beraber oluşudur.

Cebrail’in (a.s) Burak’ı getirmesi, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’e gitmesi, bunlar bir gecede olabiliyorsa, Kur’an da bunu teyid ediyorsa, Beytül Makdisten ötelere niçin gidemesin. Hz. Ebubekir’e gelip: “Muhammed böyle söylüyor, buna ne diyorsun” diye sorduklarında o da: “Bunu kendisinden mi duydunuz, Beytül Maktis’e gittiğini, bunu o mu söyledi?” dediğinde, “Evet evet hiç olmayasıya… gittiğini söylüyor” demeleri karşısında, “O söyledi ise doğrudur. Beytül Maktis değil göklere dahi dese tamamdır. Bundan zerre kadar hiç şüphem  yoktur” diye tasdik etmesi ve bunda Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için hiçbir zorluğun olamayacağını beyan buyurması, ruh ve cesed ile mîracın vuku bulduğuna en kuvvetli delildir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’te bütün enbiyaya imamlık yapması da sadece ruhen değil vücudendir. Nitekim; o dönemde Ebu Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret için Şam’a gittiğinde oranın meliki ile arasında bu mi’rac hadisesi ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’te enbiyaya imamlık yapması ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıfları mevzûu konuşulurken ve bunun münazarası yapılırken melikin yanında, Beytül Makdis’in ferraşı yani kapıyı açmak ve kilitlemekle, kapamakla görevli olan kişisi, “Ben o gece ne yaptımsa Beytül Makdis’in kapısını kapatamadım. Sanki üzerine duvar yıkılıp, yığılmış, basmış. Ertesi gün geldiğimde hiçbir zorlukla karşılaşmadan kapıyı kapattım” diyor. Aynı zamanda, “o akşam kapıyı niçin kapatamadığımı şimdi anladım” diye bizâtihi kendisi anlatıyor.

Beytül Makdis’ten ötesi gök âlemleri de şereflendirmiştir. Gökler de kendisinden şeref bulmak talebinde bulunup yalvarmışlardır. Yer yüzü nasıl olsa ondan şereflenmiştir. Fakat gökler bundan mahrumdu. Kıyâmet koptuktan sonra nasıl ki yer tebeddülâtı olacaksa, gökler de tamamen yok olacaktır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’i bulma imkânları mahşerde onlar için yok ki… Bu sebepten dolayı tebeddül etmeden Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile müşerref olmuşlardır. Zira her Allah’ın günü 70 bin melek Kâbeyi tavaf ederken ikindiden sonra Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ziyaret ederler… Hiçbir gün yok ki ziyarete gelmesinler… Bu meleklerin içinde ikinci defa ziyarete gelen bir melek de yoktur. Bir  defa meleklerin çokluğuna bakınız, onun için gökler de âşık. Her gün ziyaret eden meleklerin yerine, bir sonraki gün ayrı melekler gelir.

Meleklerin çokluğundan dolayı bu hâl her gün bu şekilde cereyan eder. İşte Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âşık olan sadece yer ehli değil, gökler âlemi de ona âşıktır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mi’rac devresi, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok üzüntülü olduğu bir devredir. Bilhassa bu devrede Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) en çok ünsiyet sağladığı mûnisi olan, bütün sıkıntılı anlarında kendisine yardımcı ve destek olan çok ferasetli olan Hz. Hatice validemizin vefât ettiği devredir. Çok yalnızlık hissettiği bu devrede dâvet-i Hakk vaki’ olmuştur. Allahü Zülcelâl Habibi’ni davet etmiştir. Var edilmelerine sebep olan Habibullah ile şereflenmek isteyen bu âlemler, bu şereften mahrum edilmemiş, aynı zamanda Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da bunların tamamını görmüştür. Mevcut olan mükevvenat onun nurundandır. Zira bu varlıkların tamamının var edilmeleri ve buna sebep Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Hatta cennet dahi onun nurundan yaratılmıştır.

Hakikat erbabının deyişlerine göre: Cennet Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan yaratılmıştır. Cennetin etrafındaki meleklerin tesbihi ise salâvattır. Onlar salâvat getirdikçe cennet genişler, diye buyurmuşlardır.

Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem mi’rac gecesi gök âlemlerinden geçerken, bu âlemlere giderken her gök âleminin kapısında onu bekleyenler, bu dâvet edilen kimse midir? diye soruyorlar. Evet, denilince hemen kapıları açılıyor. Buralarda her tabakanın nebisiyle, Rasülüyle görüşür. Âdem (a.s) ile görüşür, her tabakanın enbiyası ile İbrahim Halilullah’a kadar.  Netice olarak öylesine bir yere varır ki Cebrail(a.s): “Kıf Ya Muhammed” yani; “Dur, Ya Muhammed” diyor. Eğer Mi’rac ruhen olmuş olsa böyle hitap eder mi? “Kıf ya Muhammed” der mi? Ruhen olmuş olsa ona dur denilir mi? Ruh kendisi cevelan eder giderdi. Buradan gâyet açık bir şekilde anlaşıldığı gibi Mi’rac; sadece ruhen değil, ruhen ve cesedendir. “Dur, Ya Muhammed! Ben buradan öteye bir adım dahi atamam” diyor Cebrail(a.s). Bir başka rivâyette de:

ان ربك يصلى

 ”Ya Muhammed! Rabbin sana salât ediyor, namaz kılıyor..” Bunun karşısında Rabbim namaz mı kılar diye bir fikir geçiyor  Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aklından. Bu âyeti kerime de ilk olarak o devrede orada bildirilmiş ve sonra yer yüzünde  de nazil olmuştur. Âmenerrasülü de aynı şekildedir.

Âyette de buyurulduğu gibi:

هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا

 (Ahzab/43)

 “Ya Muhammed! Allahü Zülcelâl’in sizin üzerinize salâtı vardır.” Buradaki salât Allah’ın rahmeti, mağfireti, tezkiyesidir, her çeşit hayrıdır. Allahü Zülcelâl’in salâtı bu yöndedir. Yoksa Allahü Teâlâ birisine secde edecek, rükû edecek değildir, hâşâ. İşte bunların tamamı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mîracının vücûden olduğunun isbatı değil midir?. Cebrail (a.s) ile Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ayrılacaklarında Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Ya Cebrail bir talebin var mı?” diye sorar. Cebrail (a.s) da: “Ya Muhammed, huzura vardığında Rabbimden dileğim şudur ki: Senin ümmetin için fedakâr olayım, onlar sırattan geçeceklerinde kanatlarımı sereyim de senin ümmetin düşmesin, bunu taleb ediyorum, der.” Merhamete bakınız, şefkate bakınız. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e olan aşkına bakınız.

Hülâsa, Allahü Zülcelâl  Habibini huzuruna alır. Amma, tabiî ki bu huzura alış dil ile anlatılacak ve tasavvur edilebilecek bir şey değil. Zira bu hali tasavvur etmek, gözümüzle kulaklarımızla bu hali misâllendirmek mümkün değildir. Bunların tamamı mahlûktur. Mahlûktan sadır olan hayal de, misâl de, dili de, duygusu da mahlûktur. Bunlarla Halikın tasavvuru mümkün değildir. Şekil veremez, bu gözle görmesi de mümkün değildir, hâşâ. Bazı şeytanlaşmış insanların “gittim, görüştüm, konuştum, takdis ettim” demeleri küfürdür. Hz. Musa gibi büyük bir peygamber dahi sesi duymakla ne hale gelmiştir, bunu biliyorsunuz. Böyle bir Peygambere dahi Allahü Zülcelâl:

لَنْ تَرَانِي

 (Araf/143)

 “Beni göremezsin ya Musa!” buyuruyor. Hz. Musa dünyada iken Turi Sina’da bu gözlerle bu dünyada görmek istemiştir. Başka yönden keşfiyat erbâbı, şuhûd ehli onlar görürler, tecelliyat-ı zat sahibleridir bunlar. Fakat dünya gözü ile görmek istemiştir. Âdeta cennette görülebileceği gibi görmek istemiştir. Bu da bu dünyada muhaldir,  olmayasıya…

Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Turi Sina’da değil ki, huzur yerinde, Rabbimizin davet ettiği makama kadar çıkmıştır. Nasıl ki biz Cennete girdiğimizde  Allahü Teâlâ’yı görebilmemiz için, bu gözlerimize o nisbette nur veriliyor ki, bu nur ile Onun nurunu görebiliriz. Yoksa bu gözlerle Allahü Teâlâ’yı görmek mümkün değildir. Bu gözler Allahü Zülcelâl’in nuruna dayanamaz. Bu dünyada Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dahi baş gözüyle Allahü Teâlâ’yı görmesi mümkün değildir. Ama Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif ettiği makam bu görme için lâyıktır, uygundur. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) daha cennet hali vaki’ olmadan, hayattayken peşinen davet vaki’ olmuş, ikram ve ihsan olarak Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu nasib etmiştir. Tabiî ki bu huzur anlarında Allahü Zülcelâl kendisine tehiyyat- selâmlaşmadan sonra, ilmül evvelin vel ahirin’i, tamamen vermiştir. Allahü Zülcelâl, Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) varınca hediyelerini esirgemez ki… Öylesine ilimler vermiştir ki, meselâ Enbiya ilimlerinin tamamını vermiştir. Bu ilimleri verdiği gibi bu ilimlerin ketmine de mecbur tutulmuştur. Çünkü kendisinden sonra Enbiya yok ki bu ilimleri anlatsın. Onun için bu ilimlerin ketmine mecbur kılınmıştır. Çünkü hafsalaya sığmaz ki…

İkinci ilim ise evliya ilmidir.

Evliya ilminde onu muhayyer bırakmıştır. Ehlini bulursa, kalbi ve sırrı açık olan kimselere bu ilimden bahsetme hususunda muhayyer bırakılmıştır. Eğer bu ilmi fehmedecek kimseleri bulamazsa, yok ise, bu ilmi de ketmetmeye mecburdur.

Diğer bizim gibi avam kısmına ilmi ise, şeriat ve ahkâm ilimleridir. Bunlar cevarih ile ilgili olduğundan bu ilmi yaymaya mecbur kılınmıştır. Kalble alâkalı değildir… Gözle kulakla, cevârihle alâkalıdır. Bu vücûdla anlaşabilmektedir. Bu ilmi yaymaya zorunlu ve sorumludur tebliğine…

Kullarına hizmet edecek, yarar ve zararı kullarına tebliğ edecek önderdir.

İşte bu minvâl üzere Allahü Teâlâ kereminden ihsanda bulunduğu üzere huzura varır varmaz, artık huzuru hissetiği anda  Ettehiyyatü’yü okuyor:

التحيات لله والصلواة والطيبات

deyince kendine göre kimsenin gitmediği, basmadığı bir davet olunca müstesna bir makam yakınlığı olunca; Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bu durum karşısında âdeta melike bir selâm gerektiği gibi ettehiyyatüyle selâmlıyor.

Kudretin sergisine o kadar yaklaşmış ki Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) selâm veriyor.

Allahü Zülcelâlden selâm gelir :

السلام عليك ايها النبى ورحمةالله وبركاته

deyince Allahü Zülcelâl, Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bakınız ne kadar azizdir, ne şefûktur, ne kadar rahimdir.

Bu selâm kendisine has (hususi) olarak gelince Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşılığı olarak:

السلام علينا و على عبادالله الصالحين

der. Yani Allahü Zülcelâl selâmını kendine aldığı gibi İbadillahissalihinle kasdettiği Buhari, Müslim, Ebu Davud ve İmam-ı Ahmed mesnedli Abdullah İbn-i Mesud’un (r.a) rivâyet ettiği hadis-i şerifte bildirildiğine göre, diğer nebilerle beraber Allahü Zülcelâl’in göklerdeki ve yer yüzündeki tüm salih kullarını dahi. Allahü Zülcelâl’in bu selâmından mahrum etmek istemiyor. Bu selâmdan meslekdaşlarını mahrum etmemiş, ortak ediyor. Gayretkeşliğine bakınız, rahmetine, ra’fetine bakınız. Bu hâl karşısında başta Cebrail (a.s) olmak üzere bütün melekler de bu merhameti ve şefkati her tarafa yaygın görünce böyle kibar, böyle lâtif hali görünce elbirliğiyle:

اشهدان لااله الاالله واشهدان محمداً عبده ورسوله

diyerekten gök ehli tamamen nere varabildiyse tamamen şehâdet etmişler… Allahü Zülcelâl’in vahdâniyyetini, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in risaletini ve abdiyyetini tasdik ediyorlar. Abdullah ibni Abbas’ın okuduğu ve İmamı Şafii’nin de ölçü olarak aldığı ve okuduğu şehâdette abduhu lâfzı yok. O sadece “Muhammeden Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) diye okur. Ama Abdullah ibni Mesud’dan alınan ve İmamı Âzam Ebu Hanifeye göre yukarıda tam metin olarak yazdığımız ve içinde “Abduhu” lâfzı da olan şehâdettir.

Abdullah ibni Ömer’in hadisine göre ve İmamı Malik’in okuduğu Ettehiyyat ise:

اشهدان لااله الاالله وحده لاشريكله  واشهدان محمداً عبده ورسوله

Bu gibi ettehiyât ve şehâdet değişiklikleri rivâyet edilmiştir.

Hülâsa işte Mîrac âlemi bu minvâl üzere cerayan etmiş. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  umuma gönderilen bir peygamber olduğu için, Enbiyanın imamı ve reisi olduğundan bu ihsan ve ikramlara diğerlerini de ortak yapmıştır. Bu Allahü Zülcelâl’in selâmının sadece kendi üzerine değil, diğerlerinin de üzerine olması talebinde bulunmuştur.

İşte Bakara suresinin son âyetleri yani Amenerrasülü de mîrac âleminde verilmiştir. Hem Kur’an, hem de dua olduğundan sonunda âmin deniliyor. Bu, mi’rac âleminde Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hediye verilen nîmet-i azîmedir.

Namaz hususunda ise, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine 50 vakit namaz verilmiştir. Musa (a.s) ile karşılaşınca Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) neler aldığını soruyor. Allahü Teâlâ’nın vermiş olduğu şeyleri Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), Musa’ya (a.s) anlatıyor. O da: Ya Muhammed, bu ümmetine çok gelir. İste de Allahü Zülcelâl bunu biraz hafifletsin, vakit sayısını aza indirsin, demesi ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) istemesiyle 50 vakit namaz 5 vakte inmiştir. Bu durum karşısında sanılır ki Hz. Musa bizim için bir veli-yi nîmet olmuştur. O olmasaydı 50 vakit namaz kılacaktık. Böyle bir düşünceye kapılmak doğru değildir. Ümmet-i Muhammed  olarak hiç kimseye minnetimiz yoktur. Bunun sebeb-i mucibesi şudur: Cenab-ı Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nasib olan mîrac, herkese nasib olmayan bir şeref, bir nîmet-i azîmedir. Hz. Musa bunun hasreti içindeydi. Taleb ettiği halde buna muvaffak olamadı. Bu hal hususi olarak Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için cereyân etmiştir. Bundan dolayı Allahü Zülcelâl’in huzurundan gelen, o aziz makamdan dönen, o envarı ilâhi ve tecelliyat cemâli üzerinde olan bir kimse teşrif ederken, bu mübârek zatı görünce Hz. Musa(a.s) mest ü hayran oluyor. Çünkü o bu durumun, bu halin âşığıdır. Aynı zamanda Kelimullah’tır. Elbette Kelim ile Habib bir olmaz. Habibine olan muamelesi, Kelimine olan muamelesinden çok farklıdır. Bundan dolayı Hz. Musa Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görünce ona karşı mest ü hayran oldu. Kendisiyle meşgul olmayı, onun cemâlini görmeyi istedi ve Onunla konuşmayı ve bu konuşmayı da uzatmak istedi. Çünkü Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Zülcelâl’in nurunu yansıtıyordu. Hayran ü mest oldu. İşte bu hal karşısında, bu hal sahibi ile müşerref olmak için kelâmı uzattı. Ferasetini kullandı. Çok atuf ve şefûk olan Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) de defalarca gidip geldi, esirgemedi. Hz. Musa(a.s); onun her gelişinde onunla konuşmaktan mest ü hayran oluyordu. Ferasetli olduğundan bu ferasetini kullanıyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da çok lâtif, çok zarif,  çok şefkatli olduğundan, çok edepli, kibar olduğu için onu kırmıyor. Zira Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da buyurduğu gibi,

ادبنى ربى فاحسن تأديبى

Yani: “Beni Rabbim te’dib etti ve edebimi Rabbim en güzel etti. Yani edebiyatımı Rabbim verdi. Bu edebiyatımı en güzel kıldı.” Zaten Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de o halden, o huzurdan, o makamdan dönmek istemiyor. Eğer kendi elinde olsa zaten bir daha dönmeyecek. Dönmeyecek ama, O, orası için yaratılmamış ki orada kalsın. Mutlaka tekrar dünyaya gelecek. Rabbimiz celle celelühü onun bu halini bildiği için, Habibini teselli için buyuruyor ki: “Ya Muhammed, kullarımı davet et. Dünyada seni bu huzurda almış olduğun hazdan, zevkten  mahrum etmem.” -Tabii ki oradaki hazzın aynısı olmaz.- Dünyada namaz kılarken o hazdan bir nebzecik veririm, buyuruyor. İşte namaz halinde iken, orada cereyan eden haller cereyan ediyor. Bilâl-i Habeşiye (r.a): “Ya Bilâl, Erihna bis-salati, yani namazla bizi rahata kavuştur” buyuruyor. Çünkü,

الصلاة معراج المؤمن

namaz mü’minin miracıdır, demesi, namaz halinde o halleri tekrar yaşadığındandır. Namaz, mü’minin miracı olduğu gibi Münâcatül Hak, yani Hakka münâcattır, buyuruyor. Zira namazda Fatiha’yı okurken Huzurullah’ta okuyormuşcasına kendinden geçen zatlar var. Cafer-i Sadık Hz.leri bunlardan biridir. Sa’ka (bayılma) olurdu, lata gibi düşer de uzun süre kendini toparlayamazdı. Öyle mübarek zatlar var ki Kelâmı, Kelâmullahı huzurunda okurcasına…

İşte, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem); Musa (a.s) dedikçe gitti, geldi. Zaten o da ayrılası gelmiyor. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) her defasında Huzurullah’a çıkmakla aldığı zevkle beraber, her gidişinde Hz. Musa’ya (a.s) kerem ve ihsanını esirgemiyor ve her gelişinde Hz. Musa’yı başka bir halde görüyor. Musa’da (a.s) mestü hayrandır…

Zira hakikatte namaz beş vakittir. Zira Ümmet-i Muhammed için bir hasene on haseneye muadildir. Beş vakit namaz da elli vakit namaz muadilidir. Çünkü Cenab-ı Hak:

مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا

 (En’am/160)

buyuruyor. Bu bir haseneye on misli sevab verilmesi Ümmet-i Muhammed’e hastır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hayrat ve bereketiyle onun çok şefkat ve merhametli oluşundandır. Bire on verdi yetmedi, bire yediyüz verdi yetmedi, bi gayri hesabı da vardır. Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun, başka ümmetlerle kıyas mı edilir? Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in başka Rasüller ile kıyası mümkün müdür?

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Namaz hususunda Hz. Musa’nın Habibullah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile her defasında konuşması ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)  da Huzurullah’a gidip gelmesi ve böylesine bir gayretkeş olması, Hz. Musa’nın da Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görünme ve onunla konuşması ve Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) faydalanmasının isbatı şudur: Hakimi Tirmizi, Nevadirül Usul isimli eserinde Mîrac’ta Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyurduğunu kaydediyor:

“Ben altıncı semada Musa ile görüştüğümde Hz. Musa’yı geçince o kadar ağladı ki ve kendi kendine şöyle dediğini duydum: “Heyhat!.. İsrailoğulları Allahü Teâlâ’nın yaratmış olduğu mahlûkat arasında benim, Âdemoğulları arasında en ekrem olduğumu iddia ediyorlar, dava ediyorlar. Ama nerde bu ekremlik. Muhammed beni ekremlikte çok geçti.” buyuruyor.

Bu mübarekler çok gayretkeştirler, hepsinin de hakkı vardır. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mi’raca kendisiyle konuşup geçerken, Hz. Musa bunu kendi kendine terennüm etmişti ve ağlamıştı.

Güyâ Ben-i İsrail, Hz. Musa’nın (a.s) en üstün bir varlık olduğunu, ondan daha üstün bir varlığı Allahü Zülcelâl’in yaratmadığını, Âdemoğlu arasında en mükerrem varlığın kendisi olduğunu söylüyorlarmış. Hz. Musa da onların kendisi için böyle söylemelerinin müsbet olmadığını görüyor. Ve en ekrem, en mükerrem varlığın Cenab-ı Rasûlüllah olduğunu söylüyor. Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gidip geldiği yeri de pekâlâ biliyor. Zira Hz. Musa’nın (a.s) kendisinin varamadığı bir yerdir. Bunu çok iyi bildiği gibi Allahü Zülcelâl’in Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) efendimize ne kadar kıymet ve değer verdiğini de pek âlâ farketmiştir. Dolayısıyla bu hadise de pek yerindedir ve bu hadis de isbat ediyor. Şükürler olsun…

Hülâsa kardeşlerimiz; Mi’raç te’lifleri çok. Tefsirlerde de çok var. Biz muhtasar olarak mi’racın bedenî olduğunu anlatıyoruz.

Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mîrac’tan döndüğü, teşrif ettiği günün sabahında bu mi’rac hadisesini anlatırken, tabii ki halka bütün gök âlemlerine gittim dese, onu anlayamazlar ki, bilemezler ki, ancak Beytül Makdis’e gittiğini buyuruyor. Rasülulah sallallahü aleyhi ve sellem’in bir gece içinde Beytül Makdis’e gidip gelmesi, bu günkü gibi imkânlar da olmadığından binlerce km. yolun bir gecede katedilmesi, gidilip-gelinmesi, onların hafsalalarına sığmadı. Bunu iyi bir fırsat bilip, değerlendirmek için, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir yanlışını bulup onun önüne geçmek, onu zabtetmek için Beytül Makdis hakkında mâlûmât istediler. Daha önce de Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buraya gitmediğini biliyorlar, içlerinden bazıları Beytül Makdise gidip gelmişlerdi, biliyorlardı. Dolayısıyla Beytül Makdis’i vasıflandırmasını istiyorlar. Mîraca, neden Mescid-i Haramdan değil de Mescid-i Aksadan gitmiştir Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)? Bunun sebebi; Mescid-i Haram’dan göklere gittim dese hafsalalarına sığmazdı.

Ama Mescid-i Aksa’ya gidip de sonra göklere gittim deyince daha önce Mescid-i Aksaya hiç gitmediğini bildiklerinden Mescid-i Aksa’yı vasıflandır demişlerdir. Hakikaten Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da o anda biraz duraklıyor. Çünkü Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Beytül Makdis’e gidince oranın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu sayacak değil ki. Tabii ki Allahü Zülcelâl Habibini(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunların karşısında mahcub edecek değil ya. Allahü Teâlâ Beytül Makdis’i bir anda Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısına getiriyor. Ne sormuşlarsa, hangi yanını sormuşlarsa, Allahü Teâlâ o cepheyi karşısına getiriyor. Hatta Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) giderken gördüğü kervandan haber vermiş, abdest aldığı testiyi bile bildirmiş ve bu kervan Güneş doğarken Mekkeye girecek buyurmuş ve öyle de olmuştur…

Kardeşlerim, eğer bugünkü teknik olmasaydı, Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu şekilde çok uzaktaki Beytül Makdis’i görmesi ve anlatması akla biraz uzak olurdu. Bugünkü teknikle bu ve benzer  mûcizeleri daha iyi ve kolay anlamak ve kabul etmek lâzım. Onlar sormaya başlıyor. Kapıları kaçtır, pencereleri nedir, falan cephede ne vardır, birer birer soruyorlar. Onların her sorduğunu Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tam olarak harfiyen cevaplıyor. Onlar da bu cevaplar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risaletini ve mi’rac mucizesini kabul etmeyerek yine inkârlarına devam ediyorlar. Zira hidâyet; Hidayetullahtır. Hidâyet Allahü Zülcelâl’dendir. Bu inkârcılar bu durumdan sonra Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in en çok sevdiği, dayandığı ve yakını olan Hz. Sıddık’a (r.a) koştular. Bu hadiseyi ona anlattılar. “Senin inandığın, en çok güvendiğin Muhammed neler anlatıyor, olur mu böyle şey?” dediler. Hz. Sıddık onlara Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ne dediğini sorar. Onlar da: “Efendin bu gece Beytül Makdis’e gidip gelmiş, bu olacak şey mi, bu mümkün mü?” Hz. Sıddık(r.a) mübârek ferasetli, onları dinledikten sonra der ki: “Bu söylediğiniz, anlattığınız şeyleri bizzat kendisi söylüyor mu, ondan duydunuz mu? Bizatihi kendisinden mi duydunuz?” Onlar da: “Evet, bizatihi kendisi söylüyor” dediler. Mübarek Hz. Sıddık onlara cevaben şöyle buyuruyor: “Vallahi kendisi söyledikten sonra Beytül Makdis’e değil, göklere çıktım dese dahi zerre kadar şüphe etmem, Ona inanırım ve her buyurduğu da haktır, doğrudur.”

 

Aziz Kardeşlerim,

İşte bize düşen, kendi enaniyetimizi ortaya koymadan, Allahü Zülcelâl’in inâyetine sığınarak, zerre kadar şüphe etmeden mi’rac hadisesinin ruhen ve ceseden olduğunu tasdik etmektir. Zira bu ve benzeri Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mucizeleri itikadî meselelerdir. Rabbimiz bizleri hizlâna düşürmesin, hepimize şûûr versin, hidâyetini esirgemesin, tevfikatına refik eylesin. İnâyeti daima beraberimizde olsun. Hak olan ne ise onu bizlere müyesser eylesin. Kardeşlerim, bu mi’rac hadisesini burada noktalamak istiyoruz. Çünkü inanan insan için bu yeterlidir. Arif olana bir işaret bile kâfidir. Âmin.

 

ERVAH ÂLEMİ

Bundan sonra kısaca da olsa ruhtan bahsetmek istiyorum.

Bu hususta hemen şunu ifâde edeyim ki, bazılarının ruh hakkındaki görüşleri çok kısırdır. Zira ruhların cevelan  ettiklerine inanmıyorlar. Kişi öldükten sonra ruhların tasarrufunu, irtibatını, inkâra kalkışıyorlar. Öldükten sonra ruh da bir iş yapamaz diyorlar. Sanki ölmüş olunca bir cifeden ibaret kalıyor gibi… İşte bundan dolayı bu hususta bir şeyler söylemenin fâideli olacağına inanıyoruz. Daha önceki bölümde de anlattığımız gibi ruhlar Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in cevherinden olan mâul-hayat, mâul-hayevandan nasiplerini almışlardır. Bundan dolayı ruhlar hayattır, yaratıldıktan sonuna kadar hiç de ölmezler. Cehenneme giren kimsenin de hayatı devamlıdır. Cennete giren kimsenin ruhu için, hayatı devamlıdır. Dolayısıyla cennet de cehennem de devamlıdır. Cennetin nîmetleri nasıl çoğalıyor ve ebedî ise, cehennemin de azabı bitmez ve azab üzerine azab fazlalaşır, devamlıdır. Zira Kur’an-ı Mübin’de Allahü Teâlâ’nın buyurduğu gibi:

زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ

 (Nahl/88)

Yani azab üzerine azabı ziyadeleştiririz. Kat be kat ziyadeleştiririz. Bazılarının dediği gibi azab son bulacak, cehennem de zamanla sona erecek diye bir şey yok, olamaz da…

Zira Allahü Zülcelâl azabı azab üzerine fazlalaştırırız, buyuruyor.

Cennetteki nîmetler nasıl ebedî ise ve fazlalaştıkça fazlalaşıyorsa, Cehennemin de azabı fazlalaşacak ve devamlı olacak. Bundan dolayı ervah âlemi hakkında biraz malûmat vermeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle…

 

Aziz Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde ervâh hakkında biraz malûmat vermiştik. Fakat, tahkik erbablarının  buyurduklarına göre mevzuyu biraz daha açmak lüzumunu hissediyoruz.

Tahkik erbâbı buyuruyorlar ki: Ervah âlemi anlattığımız gibi Alemül Emr’dendir. Alemül Halk’tan evvel var olmuşlardır. Fakat, Allahü Zülcelâl ervah âlemini yaratmazdan evvel berzah âlemini yaratmıştır. Ervah âlemini, âlemül berzah’ın içinde muayyen bir yerde yaratmıştır. Berzah âlemi dediğimiz âlem, bu yerler ve gök kabzasında, yani içinde olan âlemdir. Yani bu yerler ve gökler tamamen bu âlemin içindedir. Yerleri ve gökleri istiab eden bu âlemin alt kâdemesi süfliye gider, üst kademesi cennete ulaşır. Alt kısmı üst kısmına nazaran biraz dardır. Yukarıya doğru çıktıkça genişler. Zira gökler daha geniştir. Velhasıl gökler bittikten sonra, yani yedinci kat semadan sonra bir kubbe teşkilâtı vardır. Üzerinde bu kubbenin teşekkülâtı, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhuna, onun ruhaniyetine has bir yer olarak tayin edilmiştir. Bu kubbeye Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti tamamen gücünü verse, bu kubbe zaten buna tahammül edemez. Bu kubbede; -tam cennet değil de- cennetin az da olsa bir misali vardır. Bunların, asıl cennet tabakalarından faydalanır bir durumları vardır, vuslatları vardır. Bu durum asıl cennete girme  değil de, bu berzah âleminin içinde mevcut olan  bir hâldir. Bu kubbedeki, asıl cennetin bir misali durumunda olan cennetlerdir. İşte ruhlar, bu kubbeden cennetle irtibat kurabiliyorlar. Bu kubbe ancak Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için yapılmıştır. Ruhaniyeti ancak orada istikrar bulabilir. Fakat Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti gâyet yaygın bir haldedir. Zira Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyyeti herhangi bir yerde sakin olamaz. Çünkü bir yerde olsa, oranın Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhuna tahammül ve kudreti yoktur, yanar. Çünkü; envârı ilâhi ve esrâr olunca, Onun ruhaniyetinin, aynı bir yerde olmasına o yer dayanamaz, yanar. Çünkü Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vücudunun gayrı, hiçbir yer, onun ruhuna muktedir değildir; ağırlığını çekemez.

Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyeti o kubbede yaygın bir halde olduğu gibi, maiyetinde olan bilhassa kendi devresindeki Ezvac-ı tahirat, Eshab-ı kiram, Hulefa-i raşidin ve diğerlerinin ruhlarının burada makamları vardır. Bahusus hayatta iken Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) korumak için, kelime-i tevhid, vahdaniyet uğruna şehid olmuş, cehd ü cühd etmiş, Bedir, Uhud eshabı ve benzerlerinin ruhları da oradadır. Zira bunlar müstesnâ kişilerdir. Bunlardan başka ruhların, oraya vasıl olabilmesi için o ruhun, âriflerin ruhu olması gerekir. Onlara ârif deniyor. Bu ârifler de gavsiyyet makamında, kutbu medâr ve kutbu irşad makamında olan zatlardır. Bahusus, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in mirascısı olan, Muhammedül Velâyet makamında olan zevata da Allahü Zülcelâl bu hakkı tanıyor. Habibinin yüzü suyu hürmetine bu hakkı tanıyor onlara, Allahü Zülcelâl. Diğer ruhların, 3. kat semadan 7. kat semaya kadar olan ruhların nurları gâyet güzel ve parlaktır, oraya varacak kimselerin. Şunu da hemen ifâde edelim ki; bu anlattığımız hâl, durum, berzahi bir durumdur. Bu berzah  âleminde muayyen bir makam vardır. Âdeta bir petek gibi bir durum vardır. Henüz seçenek yapılmış değil. Yani her ruha ait altlı üstlü, petek gözü gibi bir makam vardır. Henüz ruhlar bu iki makamdan birini seçmiş durumda değildir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhu istisnadır bu halden. Çünkü onun ruhunun mutlaka bir makamı vardır. Fakat anlatmaya çalıştığımız bu berzah halinde ilk olarak bütün ruhların bir ictima’, bir araya toplanma halleri vardır. Nasıl ki kıyâmet günü ruhlar davet edileceklerinde İsrafil (a.s) tarafından toplanmaları için davet ediliyorsa, bunun gibi berzahtaki toplanmalarında da ruhların hiçbir tefrika durumları yoktur. Hepsi aynıdır. Bu hitaba karşı belâ cevabını vermişlerdir. Makamları aynı olduğu gibi işgal ettikleri yer de aynıdır. Ne zaman ki ruhlar ictima haline gelince “Elestü Birabbiküm” hitâbı karşısında, ruhlar hemen iki değişik hal almış, iki kısma ayrılmışlardır. Bu iki kısımdan bir kısmı bu hitab-ı izzete karşı mest ü hayran olmuşlar, çok içtenlikle, candan, zevkle belâ demişler. Diğer kısmı da bu hitâbtan hiç hoşlanmamışlar, (arıların dumandan kaçtıkları gibi misâl verilmiş) bundan nefret ederek kaçışmışlardır. İşte ruhlar arasındaki değişiklik, farklılık o anda olmuştur. Bu hitabı içtenlikle kabul edenler o anda bir nura sahib olmuşlardır, zaten elverişlidirler de. Zira bu ruhlar lâtif ruhlardır. O nuru almaya kâbil ruhlardır. Allahü Zülcelâl’in rububiyetini kabullendiklerinden, o nura sahip olma kabiliyetleri hasıl olmuştur. Fakat daha önce de anlattığımız gibi şühûd hali ise, tamamen tevhid akidesi, imân akidesidir. Rab demek; terbiye etmek, beslemek, barındırmaktır. Şühûd hali ise, Lâ ilâhe İllallah kelimesini söylemek şühûd halidir. Allahü Zülcelâl’in Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir şühûd tecelliyatı vardır. İşte bu şühûd kısmına gelince rütbeler ayrılıyor. İnananlar arasında dahi rütbeler çok ayrılıyor. Her ne kadar bütün ruhlar istese de istemese de, içtenlikle veya nefretle belâ demişlerse de tenfiren belâ diyenler, kendi maliyetlerini o zaman ortaya koymuşlardır. Nur sahibi olanlar ve nur sahibi olmayanlar ayrılmıştır. İşte inananlar arasındaki farklılık, rütbelerinin değişik olması bu şühûd halinden sonra olmuştur. Şühûd kısmında; elestü sahiblerinin de mertebe ve meziyyet değişikliği başlamıştır. Rasüllerin rasüllüğü, nebilerin nebiliği, velilerin veliliği ve diğerlerinin durumları belirlenmiştir. Her rasülün ümmeti, her velinin cemaatı bundan sonra orada ruhen belirlenmiştir. Bu anlattıklarımız tamamen tâhkik erbâbının izâh ve beyânlarıdır, yoksa kendi kafamızdan söylemiyoruz.

Tahkik erbâbı, bu ervah âleminin ahvalini bu şekilde anlatıyorlar. İşte bu anlattığımız minvâl üzere ruhlar oradaki kendi makamlarındadır. Ancak ne zaman ki Âdem (a.s) ve diğer Âdemoğullarının ruhaniyeti bu dünyaya vücûden olarak gelir. Ruh kendisine ait olan vücûtla buluşur ve dünyadaki işlemini yapıp tekrar dönüş yaptığında berzahın makam yerleri dediğimiz 4., 5., 6. semâlardaki yerlerini az çok tesbit edebilirler. Onların makamları nurludur. Kubbedekiler ise ha kezâ yerlerini bilirler. Ancak; bu dünyaya geldikten sonra dönüş yapan ruhların tamamı oradaki eski makamlarının aynısına dönemez, evvelki gibi değil, evvelkisi ile alâkayı kesmiştir. Bu ruh sahipleri bu dünyada kendilerine bir seçenek yapacaklar. Ruhu ulvî midir, yoksa süflî midir? Ulvîsinin çeşit çeşit makamları, rütbeleri de değişik olduğu gibi süflî ruhların da çeşit çeşit azab ve süflîlikleri vardır.

 

Aziz Kardeşlerim,

İşte bu harikulâde halleri anlatan, bizlere izah eden tahkik ve keşif erbâbıdır. Eğer bu zatlar, bu izahları yapmamış olsa, durumun bu halde olduğunu nereden bilebilirdik.

Ehli Hadis erbâbı da Âlem-i Berzah’ı anlatmaya çalışmış. Ruhlar hakkında uzun uzun mütalâalarda bulunmuşlar. Bilhassa ünlü müfessir ve muhaddis Celaleddin-i Suyuti vardır, Kitabu Ruh. İbni Kayyum ve İbni Mendeh’in bu hususta yazmış oldukları kitaplar çok meşhurdur. Fakat berzâh âlemini bu şekilde izah etmek, teşekkülâtını, hadislerini anlatmak için güç ister. Bunun için basiret lâzım, baş basarıyla, gözüyle olmaz. Bir kişi, bir zat vefât edip kabre vardığı zaman, bu kabir dahi görünüşte bir çukurdan ibarettir. Öyle görünür, öyle sanarız. Halbuki Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olabileceği gibi cehennem çukurlarından bir çukur da olur, buyuruyor.

Yine Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Tanıdığın, bildiğin bir mü’minin kabrine vardığında ve yanından geçerken selâm verirseniz selâmınızı alır” buyuruyor. Bunlar uyanıktır. Bildiğin, tanıdığın biri olmasa dahi mü’min kardeşimdir diye selâm versen, o da selâmını alır, buyuruyor. Buradan da anlaşıldığı gibi beden çürüse de ruh hayattadır, yani ölmez. Ruh ölmediği gibi insanın uyruk kemiğindeki ve bir tohum mesabesindeki atomu çürümez. Bu vücûtlar içinde eğer bir vücût, Allahü Zülcelâl’in zikri ile hallolmuş, bütün mafsallarını, damarlarını Allahü Zülcelâl’in zikri ile işletmişse, gıdası tamamen zikrullah olmuşsa, icabında bu vücûd çürümez. Çünkü ârifler alıp verdikleri bir tek soluğunu, nefesini dahi boşa harcamıyor, tek nefeste bile olsa Allahü Zülcelâl’in zikrinden gafil olmuyor. Aslında insana hayatiyet veren, Allah Lâfza-i Celâlindeki ‘HE’ yani Allahü’deki ‘HÜ’ dür. Bütün canlı varlıklar her nefeste onu anar, zikreder ve hayat bulurlar. Kâfirler bile bundan hayat bulurlar. Fakat kâfirler bu nîmet-i azîmeyi fehmedemedikleri için ve nankör oldukları için bu onların lehine değil, âleyhinedir.

Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun, bu nîmet-i azîme olan “Hu”yu söylerken, yani nefes alıp verirken birisi hayat veriyor, birisi de rahat veriyor. Zirâ âyet-i celilede:

أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

 (Ra’d/28)

 “Kalpler ancak Allahü Zülcelâl’in zikriyle huzur bulur” âyeti şerifi mucibince bu ârifler de ancak Allahü Zülcelâl’in zikri ile huzur buluyorlar. İşte bu misilli kişilerin vücudunda bu Zikrullah âdeta bir kimya durumunda olabiliyor ve o vücûdu çürütmeyebilir, bu mümkündür.

Fakat ruhlar gök âleminin üstündeki kubbeye kadar gitme kabiliyetine sahiptir. Ruhlar için bu mümkündür, yürür. Onların hayatiyet durumları vardır. Ve bu ruhlar kabirleriyle olan alâkayı, irtibatı kesmezler. Yine bu mübarek zatlar buyuruyor ki: Eğer bir kimsenin ruhunun nuru fazla değilse vücûdu çürürse, icabında ruhu birinci gökte ikinci gökte olabilir. Fakat bu ruhun fazlaca nuru olmayabilir. Böyle olmasına rağmen o ruh hayattadır, ölü değildir. Ama öylesine müstesna zatlar var ki; bu zatların kabrinden varabilecekleri makama kadar bir nur direği yükselebilir. Binaenaleyh bu ruhlar kabirlerle olan irtibat ve alâkalarını hiçbir şekilde kesmiyorlar. Geleni gideni tanıdığı gibi, bu ruhlar hayrat ve bereketten hali değildirler. Gelen kimseler faydadan hali değildir. Fayda sağlarlar. Çünkü Evliyaullah’ın Allahü Zülcelâl nezdinde, Habibullah sallallahü aleyhi ve sellem nezdinde kıymet ve değerleri vardır. Fakat bazılarının yaptığı bir yanlış var, o da bir velinin ismini anarak “Ey falan, bunu ver, ya da yap” diye yalvarmalarıdır. Tabiî ki bu yanlış bir şeydir. Doğrusu olan; “Ya Rabbi sen azizsin, bu zat da senin sevdiğin kullarından bir kuldur. Velâyeti apaçık. O veli kulunun yüzü suyu hürmetine…” Allahü Zülcelâl evliyaları sever. “

“Vallahü veliyyül mü’minun ve hüve yetevelle salihun” âyeti  celileleri apaçık.

Allahü Zülcelâl sulehaların mütevellisidir, işlerine yardımcı olur.

 

NEFİS VE RUH

 

Kardeşlerim,

Ruh hakkında biraz malûmat vermeye çalıştık. Bu ruh hakkında bir hayli ihtilâf vardır. Kimisi nefisle ruh aynı şeydir demişler. Yani nefis demek ruh demektir, ruh demek de nefis demektir, demişlerdir. Kimileri de ruh başkadır nefis başkadır, demekle, ikisinin aynı şey olmadığını söylemişlerdir. Biz burada ihtilâflara dalıp mevzuyu uzatıp  kafanızı karıştırmayacağız. Sadece ahsen olan görüşü muhtasarca anlatmaya çalışacağız.

Nefis ile ruh memzûctur (birbiri içindedir). Misâl vermek gerekirse gül yağı ile içinde bulunan gül kokusu gibidir. Eğer o yağın içinde gül kokusu varsa, bu yağın kıymet ve değeri fevkalâdedir. Eğer bu koku olmazsa, o yağdan bu gül kokusu alınırsa, diğer yağlardan bir farkı kalmaz, tavuk yağı olur.

Peki ruh diye izah etmeye çalıştığımız bu ruhun cinsiyeti nedir? Esasen ruhun yaratıldığı yer Âlemül Emr’dir. Âlemül Emr, Âlemül Halk’ın üstünde olan bir âlemdir, bunu biliyorsunuz. Aynı zamanda ruh lahutidir,o âlemden olduğu için cinsiyeti de nurdur. Bu ruh ile beraber yaşayabilecek olan, ona yoldaşlık yapabilecek olan ancak melek ve akıldır.

Nefse gelince; nefis âlemi nasut’tandır. Cinsiyeti; anasır-ı erbaadan (Ma’î- Havaî- Turabî- Narî) narî (yani ateş) kısmındandır. Hilkıyyeti (yaratılışı) de turabîdir. Yani topraktandır. Şehvânat hali oldukça fazladır. Nefse şehvet verilmiştir, enaniyet verilmiştir, atılgandır, yırtıcıdır. Bununla birlikte yaşayacak olan da ancak şehevatiyle birlikte şeytandır. Şeytanî kısmı vesvesedir. Melekî kısmı ise ilhâmdır. İşte bu ikisi birleştiğinde, bir araya geldiğinde birbiriyle daima mücadele eder. İnsanoğlunun kalbinde iki kapı vardır. Eğer bu iki kapıdan biri açıksa, diğeri kapalı olur. Her ikisi açık olmadığı gibi her ikisi de kapalı olmaz. Bu iki kapıdan bir tanesi şeytan yoluyla, nefis yoluyla olan vesvese kapısıdır. Diğeri de melek yoluyla, akıl tedbiri ile olacak olan ilham kapısıdır. Allahü Zülcelâl bu aklı en güzel bir mahlûk olarak yaratmıştır. Çok dengeli, gayet uysal, gayet edebiyâtlı… Allahü zülcelâl öyle yaratmıştır. Çünkü imtihan etmiştir. Git, gel, şöyle böyle, öyle güzel bir kulluk yaptırmıştır ki o kadar olsun… Onun için; Allahü Zülcelâl de akla hitaben: İnsanoğlunun kıymet ve değerini seninle ölçeceğim, buyurmuştur. Eğer (insanda) ruh galib gelirse, nefsi alt ederse, o zaman o kişide hayvanî haller, şehevani haller gider, melekî durumuna gelir. Zaten bu iki halden sadece biri bulunacak olsa, o zaman ya melek olur ya da hayvan olur. Fakat bizde bu ikisi de mevcuttur. Biri galib olunca diğeri mağlûb duruma düşer. Ama, mağlûb duruma düştü diye tamamen yok olmaz, çıkıp gitmez. İşte insanoğlunun kıymet ve değeri bu yöndendir ve imtihandan geçmektedir. İnsan melek değil ki, melek olmuş olsa, o sadece kendisine emrolunanı yerine getirmekle mükelleftir, emir kuludur. İsyana kabil değildir. Onun için bir imtihan da söz konusu değildir. Melek aynı zamanda nurdan yaratılmıştır.

Hayvanî kısma gelince, bu envai çeşit yırtıcı mahlûktur. Aynı zamanda enaniyet sahibidir. Hepinizin bildiği gibi Firavun’u o hale ileten nefistir, enaniyettir. İşte bu iki halin daima mücadelesi vardır. Ruh, nefsin istek ve arzularından hoşlanmadığı gibi, nefis de ruhtan ve ruhun isteklerinden hoşlanmaz. Ulemâ bu minvâl üzere karar vermişlerdir. İnsanoğlunun kıymet ve değeri buna bağlıdır, tek taraflı olmaz. Ölçü olarak da bunu koymuşlardır. Onun için ruh hayattır  (ölmez), nefis gibi değildir. Yaratıldıktan sonra bir daha ölmez. Cennete de cehenneme de gitse bu hayatiyetini devam ettirir. Ancak sahiblerinin ileteceği yere.

Bazıları da bu ruh meselesi üzerinde durmamış. Bu hususta fazla mütalâa yapmamışlardır. Bunun sebebi de âyet-i celilede:

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلِيلًا

 (İsra/85)

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e ruh hakkında soruyorlar. Cenab-ı Hakk da: Sana ruhtan sorarlar, de ki ruh Rabbimin emrindedir. Size ruh hakkında verilen ilim azdır.

Tabii sanılır ki; Kur’an’da böyle buyurulunca Allahü Zülcelâl ruh hakkındaki ilmi Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e de kısmıştır. Ona da vermemiştir. Habibullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da ruh hakkında malûmatı yoktur. Halbuki böyle değil. Bu Yahudilere denilmiştir. Çünkü bunlar Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) imtihan edercesine ukalâlık yapmışlardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e ruh hakkında sormuşlar. Cenab-ı Hakk  da onlar hakkında böyle buyuruyor. Yani burada denilmek istenen şudur: Sizin bu ruhu anlamanıza kabiliyet ve imkânınız yoktur. Çünkü ilminiz azdır. Siz bunu fehmedecek kapasitede değilsiniz, demek isteniyor. Yoksa Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da bu hususta pek fazla bir şey bilmiyor demek değildir. Keşif ehli bile Âlem-i Berzahtaki ervâhın durumunu pekâlâ görebiliyor. Bu âyet-i celilede verilen cevab ve kasdedilen Yahudilerdir. Hatta Yahudiler bu cevab karşısında itiraz ediyorlar ve Allah bize Tevrat’ı vermiştir. En çok ilim bizdedir diye söylüyorlardı. Cenab-ı Hak da bunların bu iddialarını çürütüyor. Kehf suresinin sonunda da şöyle buyuruyor: “Bütün ağaçlar kalem olsa, bütün denizler de mürekkep olsa, bu hal tek defa değil iki defa olsa da yazılsa da yine Allah’ın ilmi bitmez. Lokman suresinde de bu durum yedi defa olsa yine Allah’ın ilmini yazamazlar, buyuruluyor. Yani bütün ağaçlar yedi defa kalem olsa, bütün denizler de yedi defa mürekkep olsa Allah’ın ilmi yazmakla bitmez. Yani Allah, ilminin sonsuz olduğunu, namütenahi olduğunu beyan buyuruyor. Zira ilim Allahü Teâlâ’nın sıfatıdır, bunun sonu olmaz ki. Allahü Zülcelâle ait olan sıfat sonsuzdur.

 

  

 

Aziz Kardeşlerim,

Nefis ile ruhun beraber olduğuna, beraber yaşadığına delil de şu âyet-i kerimedir:

وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا { فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا

 (Veş’şems/7-8)

Nefis ile ruh mezc olunca seçenek yapabilecek bir duruma getirilmiştir. Bu seçenek de ister fücur yönünden olsun, ister takva yönünden olsun. Fücur yönünü seçecek olan nefistir, şeytandır. Takva yönündeki tercihte ise ruh vardır, melek vardır. Zira takva yönünü seçerse Allah korkusuyla beraber yaşar. Akıl kendisi ile beraberdir. Böyle olunca hakimiyyet aklındır, ruhundur. Bu durumda da fısk u fücura düşmez. Fücur ve füsuk nefse aittir. Takva ise ruha aittir. Her iki yöne meyletmek de mümkündür. Hangi yöne meyletmiş se o, diğerini peşinden sürükler.

قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا

 (Şems/9)

Kimin ruh kısmı galip gelirse, nefsini alt ederse; ruh, melek ve aklın yanında yer alır da nefsini tezkiye ederse, işte o felâha kavuşur. Onun hali felâh halidir. Öbür kısmı ise:

وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا

 (Şems/10)

biliyorsunuz ki nefsin bir çok desiseleri vardır. Onun oyunbazlığı bitmez tükenmez. İşte bu yön galib gelirse; nefis, ruhu ve aklı alt ederse, işte o zaman hüsran durumunda olur. Yani iflâs durumundadır. Allahü Zülcelâl bizleri bu durumdan korusun. Âmin.

İşte nefis meselesi budur. Nefsin ağır basması, ruhu mağlûb etmesi insanı hayvanattan daha aşağı beter bir duruma sürükler. Bunu da Allahü Zülcelâl ilân ediyor...

Ruh galib gelir de nefsi mağlûb ederse, insan âdeta melek gibi olur. İşte imtihan budur. İyiyi kötüyü, hayrı şerri bilmektir. İşte insanoğluna değer verilmesi, bu tercihi yapabilme yönü olduğundandır.

Kardeşlerim, daha önce de izah ettiğimiz gibi Elestü Birabbiküm hitabı izze karşısında bütün ruhlar ama isteyerek, ama istemeyerek “Belâ” demiştir. Başka bir rab olmadığına göre, bütün ruhlar bunu kabul etmiştir, kim besleyecek? İşte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhaniyetini seçmiştir, ruhaniyetiyle tecelli etmiştir, o günde Güneş mesâbesinde olmuştur. Diğer nebiler de hidâyet yıldızları olmuşlardır. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ruhu; imânın, hidâyetin Güneşi olmuştur. Tevhid nuru budur… Her enbiyanın ümmeti kendi etrafında toplanmıştır ve kendi nebilerinden yansıtma olarak envâr-ı ilâhiden müstefid olmuşlardır. Evliyâlar ise Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendi nurundan almışlardır, ancak evliya aynası başka, enbiya aynası başka.

Bir ümmet enbiya mirasçısı olduğu zaman; mirasçı olan kimse malın tek tarafından almaz, tümüne varisdir. Bir dilenci gelse herhangi bir parça verilebilir. Ama miraşçı dediğimiz zaman vefat eden zengin babasının her varlığında payı vardır. Enbiya mirasçıları bu minval üzere mürşidlik vazifesini yapabilirler, etraflarına cemaat toplayabilirler. Enbiyaların ümmet topladıkları gibi… Enbiyaların tüm sırlarından pay almaları lâzımdır. Ancak tabiî ki enbiyalar gibi olamaz. Böyle olması lâzım ki mürşidlik yapabilsin, mürşidliğe kabiliyyet ve istidadı olabilsin.

Bunu anlatmamızın sebebi, şu ervah âleminin daha evvelden olduğunu “âlem-ül-emr”den olduğunu anlatmaktır. Neden acaba bazı kimseler var ki, hâlâ daha elestü Âdem’den (a.s) başladı demekteler?

Şimdi şöyle bir misâl verelim: Allahü Zülcelâl Âdem’i (a.s) yarattı. En güzel bir surette yarattığı Âdem(a.s), bir zelleye düştü. Bu da Allahü Zülcelâlin bir takdiridir. Zira Cenab-ı Hakk onu cennette otursun diye yaratmadı. Daha o yaratılmazdan evvel Allahü Zülcelâl:

إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً

 (Bakara/30)

buyuruyor. Yani Onu yeryüzüne halife kılacağını buyuruyor. Hz. Âdem zelleye düşünce Allahü Zülcelâl’in karşısında mahcub bir durumda iken arşın üzerinde: “Lâ İlâhe İllallah Muhammedür Rasûlüllah” yazılı olduğunu görüyor. Buna, yani Rasûlüllah ile tevessül eder. Rasûlüllah’ı vesile kılarak, “Ya Rabbi! Beni bunun yüzü suyu hürmetine affet” diye yalvarıyor. Cenab-ı Hakk da: “Ya Âdem! Muhammed henüz yaratılmış değil. Sen Muhammed’i nereden biliyorsun da onu vesile kılıyorsun?” diye buyuruyor.

Âdem (a.s) : “Ya Rabbi! Beni en güzel bir şekilde yarattın, sana teşekkür ederim, her yönü ile minnettârım. Fakat; ruh vücuduma girdiğinde gözlerimi açar açmaz arşın üzerinde yazılı olduğunu gördüm ve senin isminle beraber ismini yazdığın, sana bu kadar yakın olan zattan, senin yanında daha kıymetli birisinin olamayacağına kanaat getirdim ve onu vesile kıldım” diyor.

Cenab-ı Hakk da: “Haklısın, doğru söyledin Ya Âdem. Sen veya bir başkası olsun, izzetim ve celâlim hakkı için onu vesile kılarsa duasını reddetmem, kabul ederim” buyuruyor.

Ulemânın ittifakıyla bu şekilde istiğasede bulunulabiliyor. Eğer bu şekilde tevessülde bulunmak şirk olsaydı Cenab-ı Hakk; Âdem’e (a.s): ”Ya Âdem! Ben var iken neden Muhammed’e başvuruyorsun, demez miydi? Eğer Hz. Âdem’in (a.s) yaptığı yanlış olsaydı, Allahü Zülcelâl onu bundan menetmez miydi, elçi vasıtasıyla istemekten menetmez miydi? Dikkat edilecek olursa, Allahü Zülcelâl Hz. Âdem’ı (a.s) bundan menetmediği gibi, bu şekilde tevessül edenlerin de dualarını kabul edeceğini vadediyor.

Hatta Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem devresinde dahi bir kimsenin gözleri kör olmuş, kimsesiz biri de olduğu için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in huzuruna gelip halini arzetmiş. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da ona: “Ey falan, bu gibi bir hale müptelâ olan kimseye, Allahü Zülcelâl cenneti vâdediyor.” diye buyuruyor. Hadis-i Kutsi şöyle:

“Bir kulumu göz beliyyesiyle müptelâ kılarsam, sevgilisi olan gözlerini alırsam, bunun karşılığı cennetimdir, başka karşılık yetersizdir” buyuruyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kişiye böyle buyuruyor. Eğer sabredersen karşılığında Allahü Zülcelâl cenneti vâdediyor, diyor. Fakat o kişi hiç kimsem yok, ben senin cemaatinden de mahrum kalmak istemiyorum, gözlerimin açılması, görmesi için duada bulun diye ısrar ediyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o zaman ona şöyle buyuruyor. Git abdest al, iki rekât şükran lillah (Allah’a teşekkür namazı) kıl ve şu duaya başvurarak Allah’tan dilediğini iste, der. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona bizzat talim ettirdiği dua şudur:

اللهم انى اسئلك واتوجه اليك بنبيك محمد النبى الرحمة يا محمد انى توجهت بك الى ربى فى قضاء حاجتى هذا لتقضى لى اللهم شفعه فى بجاهه لديك

Yani “Allahım! Şu hacetimin yerine gelmesi için Muhammed’i (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vesile kılıyorum.” Burada Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıta kılıyor. Onu vesile kılarak istiyor. Ona bunu talim ettiren de Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisidir. Ona, sen hiçbir şeyi vesile kılma, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’tan iste, demiyor. İşte ulemâ ittifakla bu şekilde istiğase ve iltica câizdir, demişlerdir. Kardeşlerim, bunu çok görmeyelim. Çünkü Rasûlüllah’ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vasıta kılan, elçi olarak gönderen bizzât Cenab-ı Haktır. Elçilerin vasıtalığı Allahü Zülcelâl tarafındandır. Bu rasülleri vasıta kılarak ilticada bulunmak neden şirk olsun. Enbiyaların elçiliği olmasa, Allahü Zülcelâlle biz mi görüşeceğiz? Hâşâ… Elçiliği vasıta kılan bizzati Allahü Zülcelâl kendisidir…

 

Aziz Kardeşlerim, bu müşkili; “Nevadirul Ûsûl” isimli eserin sahibi olan Hakimi Tirmizi, bu eserinde şu dört şey istiğase gerektiren şeylerdendir, buyuruyor. Bu dört şeyin 1.si Sultan, 2. si Kur’an-ı Azimüşşan, 3. sü İman ehli, 4.sü Kâbedir, buyuruyor. Bunların dördüne de istiğase edilir. Abdullah ibni Amr İbni (a.s) rivayet ediyor…

Sultana yapılacak istiğasedeki neden; çünkü sultan bir padişahtır. Kişinin başına bir hal gelir, mazlum duruma düşer. Bu zulümden kurtulmak için başvuracağı, yardım isteyeceği kişi elbette sultandır. Zira “sultan, padişah, Allahü Zülcelâlin yeryüzündeki bir gölgesidir” buyuruyor. Çünkü Allahü Zülcelâl bizzat gelip hüküm verecek değil. Şuraya dikkat edelim; sultan Allahü Zülcelâl’in yeryüzündeki bir gölgesidir, buyuruyor. Neden gölge: Çünkü gölge yakıcı bir Güneşe karşı, onun yakıcılığına karşı kendisine sığındığımız bir istiğase değil midir? Zulme uğradığımız zaman, haksızlığa uğradığımız zaman kime başvuracağız, yardım isteyeceğiz? Elbette sultana. İşte bu sebepten sultandan istiğase etmek câizdir, diyor.

2.si Kur’an-ı Azimüşşandır. İstiğasenin caiz olduğu dört şeyden ikincisi Kur’an’dır. Malûm olduğu üzere Kur’an hem ahkâm bakımından, hem  şifa yönünden, hem de hidâyet yönünden, velhasıl bütün yönleriyle Kur’an-ı Azimüşşan’a istiğase edilir. Zira Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor: Kur’an mü’minler için hem şifadır, hem de hidâyet nurudur. Peki buna istiğase etmeyip de, onu rehber edinmeyip de nasıl hidâyeti bulacaksın? Her ferdin aynı gücü, aynı marifeti, bilgisi yoktur. Onun için ehl-i iman kalb erbablarına istigase etmek, öncülük yapmak, hidayet yönünden aracı kılmak doğrudur. İnsan kendi başına bilemez ki.

3.si İman ehlidir. İman ehli, imân erbabı, bilmeyenlere güzel yolu tarif ederler. Hidâyet yönlerini en güzel bir şekilde gösterirler. İnsan kendi başına her şeyi tam olarak bilemez ki. İşte bunlardan yardım istemek de caizdir. İnsanın basarla göremediğini onlar basiretle görürler.

4.sü Kâbe-i Muazzama: Kâbe, mübârek bir mekân olduğu için, Beytullah olduğundan yine bununla ilticâ edersin. Bunlarla ilticâ ediliyorsa, câiz ise Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile niçin câiz olmasın?..

 

HAKİM-İ TİRMİZİ’YE GÖRE RUH

Yine Hakim-i Tirmizi Hz.leri ruh hakkında anlatırken şöyle buyuruyor: Ruhlar, Âlemül Eşbâhtan iki bin sene evvel yaratılmışlardır. Fakat ruh öylesine kutsaldır, öylesine bir değeri vardır ki, öylesine hassas yaratılmış, öylesine bir mertebeye sahibdir ki, yeter ki bu ruh nefse galib gelebilsin. Eğer nefse galip gelebilirse, melek ve akıl ile birlikte olunca, bu ruhun yapamayacağı hiçbir şey yoktur, Allahü Zülcelâlin izniyle ve inâyetiyle. Kendisinde büyük imkân ve kabiliyet vardır, yüce makamlara sahibtir, buyuruyor.

Kardeşlerim, ne çare ki bu basiretimizle ruhun bu hallerini ne görebiliyoruz, ne de fehmedebiliyoruz. Bunu Hakim-i Tirmizi kendisi de itiraf ediyor.

Bunu görebilmek bu basiret ile olmaz. Bunu itiraf ediyoruz. Ehl-i zâhir bunu bir türlü fehmedemiyorlar, ruh yönünden kat’an... Bunlar ahd ü misak olarak; Hz. Âdemin ahd-ü misak alınan devresini görüyorlar. Bundan ötesini hiç de fehmedemiyorlar.

Halbuki ehl-i tahkikin dedikleri çok daha hoşumuza gidiyor. Ve alel hak olduklarını da defalarca müşahede etmişizdir. Allahü Zülcelâl’in emmâresini de görmüşüzdür. Allahü Zülcelâle şükürler olsun. Ehl-i zahire bir sorun, âlemül berzah nedir, nasıldır, yaratılışları nedir? makamları nelerdir, eşkali nasıldır? diye… Bunların hiçbir tanesini bilmezler.

Hz. Âdem(a.s) daha henüz toprak iken, ruh bedeninin yarısında iken “Lâ ilâhe illallah Muhammedur Rasûlüllah”’ı görmüştür. Bu devre daha ahd ü misak alınmış devre değil ki. Âdem(a.s) daha hayata yeni geliyor. İşte, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bu risâlet makamı, birinci imtihan sansürünün eseridir.

Bu hususta insanı en iyi bir şekilde tatmin eden tahkik ehlinin, tasavvuf erbabının sözleridir. Buna candan inanıyorum. Ve beni tatmin ederler…

İşte Hakim-i Tirmizi’nin, ruhlar âlemül eşbahtan,  Hz. Âdem’den (a.s) iki bin sene evvel yaratılmıştır, demesi de budur. Bunların deyişleri keşfendir, görerek söylüyorlar. Bu âlemül berzah’ı bu şekilde anlatacak, fehmedecek zatlar çok nadirattandır. Celaleddin-i Suyuti bile Âlemül berzah’tan lâf açar, o konuda konuşur; fakat ehli tahkikin anlattığının onda biri bile değil bu anlattığı. Elbette ki ruhlar yaratılırken muayyen bir yerin olması lâzım. Öyle her ferd dünyaya geleceği zaman hemen ruhu da yaratılıyor ve dünyaya geliyor değil. Bu ruh, Hz. Âdemin zerrelerinin içine sokulmuş da değil.

Elestü Birabbiküm hitabının karşısında ervah âlemindeki ruhların halini bilmedikleri gibi, bilhassa şühûd halinden zahir ülemanın hiçbirinin bahsettiğini duymadım. Bu hitâbı izze karşısında ruhların durumları ve bu şühûd hâli bir hakikattir. Çünkü “Elestü Birabbiküm” hitâbına cevaben bütün ruhlar “belâ” demiştir. Ama uluhiyetini ve Rasülünün risâletini ilân edecek kelime-i tevhid getirip, bu Rasülü’nün nurunun Güneş gibi olup diğerlerine ondan yansıttığını, ona olan tecelliyâtı zatiyyeyi  ve bu şühûd halini ve buna Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem‘den başka dayanacak hiçbir varlığın olamayacağını ve Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ayrıcalığının da buradan doğduğunu, bunu bu şekilde izah ettiklerini, bu zahir ülemâdan hiç ama hiç duymadım.

Allahü Zülcelâl bizleri dünyada da ahirette de bu ehl-i tahkikten ayırmasın. Ben şahsen bunları severim, ehlullahı da severim. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ehlini de severim. Bunlar cedelci değil, keşif ehlidirler. Söyledikleri tasavvur değil, keşfendir. Çünkü bu gözlerin gördüğü ile, kalb gözünün gördüğü bir olur mu? Kalb gözü ile görenle, ruh gözüyle gören bir olur mu? Sır gözü ile görenlerle diğerleri bir olur mu? Bunlar ayrı ayrı kâdemede ve derecededirler. Hepsinin görüş kabiliyeti aynı değil, ayrı ayrıdır. Bu muhterem zatlar bu halleri, âlemleri görüyor ve anlatıyorlar. Diğerleri kendi önlerindeki şeyi bile göremiyorlar ki âlemi berzâhı görebilsinler. Göremedikleri gibi hiç bahsettikleri de yok. Bilmiyorlar ki, bahsetsinler.

 

Aziz Kardeşlerim,

Bu istiğase bahsini daha fazla uzatmadan bu kadarını kâfi gördüğümüz için burada noktalıyoruz. Faydalı olacağına inandığım bir hususu burada kısaca arz etmek istiyorum.

Cenab-ı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Sizin âmelleriniz Perşembe ve Pazartesi olmak üzere haftada iki gün Cenab-ı Hakk’a arz edilir. Hafaza meleklerinin yazdıkları bir araya toplanarak sabah akşam ne yapıldıysa bu iki gün arz edilir. Levh-i mahfuzda yazılı olanlarla bu meleklerin yazdıkları karşılaştırılır. Levh-i Mahfuzda yazılı olan yazılar senede bir defa olmak üzere Levhi Ezeliden intikâl eder. Kadir gecesinde intikâl eden ve Levhi Mahfuza gelen bu nüshaların müddeti bir yıldır. Bu intikâl senede bir defa olur ve bir yıllığına olur. Kâinatta bir yılda ne olacaksa, ne işlenecekse orada mahfuzdur. Bir de Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Haftada bir gündür ki bu Cuma günüdür. Bu Cuma günü âmellerin tamamı her ümmetin nebisine arz edilir. Bu da aslında bir lütûftur. Çünkü mensub olduğumuz Mübârek Cenâb-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in huzuruna varacak, arz olunacak âmelin nasıl olması gerektiğini düşünerek, kendimize biraz çeki düzen vermek lâzımdır. Kendimizi başıboş sanmamalıyız. Her hafta Cuma günü Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) arz edilecek, kontrol edilecek âmelimizin salih olmasına dikkât etmemiz lâzım. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kontrolüne sunulacak âmelin, nasıl olması lâzım gerektiğini düşünmemiz ve ona göre yapmamız lâzımdır. Uygun ve lâyık olduğumuz şeyleri himmet edelim ki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bizden nahoş bir hali olmasın. Şunu da itiraf edelim ki mensubu bulunduğumuz Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Mü’minlere karşı rauf ve râhimdir. Kendisine arz olunan amellerimiz için onun bu yönü bizim için faydalı ve yararlıdır. Nedeni de; Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kontrolünden geçen bazı amellerimizin affına sebep olabilir. Kelime-i Tevhid ile yetinmek mümkün olabilir. Bu, Allahü Zülcelâl’in bir lütfu, Habibullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefkat ve merhameti sebebiyledir bunların hepsi. Mü’minlere raufurrâhim buyuruyor. İşte bu avantajımız da var, amellerimiz arz olunduğunda. Bazı işe yaramaz amellerimiz, icabında pasaları falan yok olur.

Perşembe günü ikindi vaktinden Cumartesi sabahına kadar (36 saat), ruhlar gâyet serbesttir. Serbest bırakılan ruhlara arz olunan amellerimiz iyi olduğu zaman ana- baba ve diğer ruhlar gâyet sürûr duyarlar, ferah duyarlar ve bize hayır duada bulunurlar, şükrederler. Eğer amellerimiz nahoş olursa; bundan onlar da üzülürler. Onlar bizim bu nahoş hallerimizden dolayı bize beddua etmiyorlar. Allahü Zülcelâl’den, kerem ve ihsanıyla bizim bu nahoş hallerimizi iyiye çevirmesini diliyorlar. Aynı zamanda bu söylediğimiz 36 saat içinde ruhlar için çok büyük bir serbestlik var. Yeter ki imân ehli olsun. Bu ruhlar evine gelir, evini ziyâret eder. Evindeki hal ve durumu görür, ev halkını iyi görürlerse, o ruhlar da bu iyi durumdan memnun olurlar. Eğer o evdeki durumu iyi görmezlerse iyi olması için hayır dua talebinde bulunurlar. Bu minval üzere bu 36 saat içinde Cuma’nın hayrat ve bereketiyle ruhlar serbesttir. Yeter ki bu ruhlar haps olunmuş ruhlar aksamından olmasın.

Hatta Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hadisinin başında bizleri uyararak şöyle buyuruyor: Akraba taallûkatınızı, ebeveyninizi (ruhlarını) üzmeyiniz. Nahoş amellerinizle onları üzmeye sebebiyet vermeyiniz, diye merhametinden dolayı bizleri bu şekilde uyarıyor. Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e soruyorlar: Bir kimse kabristana gittiğinde selâm verdiğinde kabirdekiler bu selâmı duyarlar mı, bilirler mi? diye. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyorlar ki: Kabristana gidildiğinde tanıdığı bir kimseye selâm verildiğinde o da tanıyarak o selâma karşılık cevabı verir. Eğer tanımadığı bir kimseye selâm verirse o da tanımasa da selâmını alır, buyuruyor. İşte bu hadis-i şerifte de açıkça beyân edildiği gibi kabirde bu hal mevcuttur. Kabrin yanına gidildiğinde, orada oturulduğunda dahi onun ruhu bundan haz duyar, çok da memnun olur. Ünsiyyet yapar…