Aziz kardeşlerim,

Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle, kada ve kaderiyle ilgili olan sekizinci bölümü bitirdik. Plân, program ve projesine uygun olarak. Allahü Zülcelâlle kulları arasındaki cârî’ olması gereken hâdiseler ve ahdü mîsaklar tamamen ister ezelde, isterse Hz. Âdemin ibtidasında olsun, zürriyetinden alınan kararlar, Allahü Zülcelâlin kendisinde mahfuzdur.

Bu iki devre olan elestünün imtihanı geçirildikten sonra her birimiz, bu dünyaya gelişimizle başbaşa kaldık. Artık, bu dünyanın imtihan başlangıcı durumuna geliyoruz peyder pey. Bu nasıl olacak, iptidâî olan, babamız (Alâ Nebiyyina aleyhissalâtü vesselâm) Hz. Âdemin bu dünyadaki yaşamasını ve böylece Allahü Zülcelâl bunu murât edince, bizi hem ruhumuzla, hem cesedimizle elbirliğiyle çalışarak geçirmiş olduğumuz imtihanların isbatı burada da karara bağlanacaktır.

Hülâsa, Allahü Zülcelâl Hz. Âdem (Alâ Nebiyyina aleyhisselâtü vesselâm)'ı getirmeyi murâd edince, meleklerine îlân eder ve şöyle buyurur:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً

 (Bakara/30)

"Ben yeryüzünde bir halife kılacağım."

Tabiî halife olarak kılacağı şahsiyetin çok dirâyetli, her ilmiyle mücehhez olan bir şahsiyet olması lâzım ki, Allahü Zülcelâl ile kulları arasında elçilik ve vâsıtalık yapabilsin.

Gâyemiz tefsir yapmak değildir, ancak kadâ ve kaderiyle ilgili olan mevzuları geniş bir tarzda anlatmaktır. Sonra da ardından devamla şöyle geliyor:

وَعَلَّمَ آَدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ

(Bakara/31)

"Allahü Zülcelâl Hz. Âdemi, esmanın sırlarıyla mücehhez kıldı. Yeryüzündeki tüm varlıkları tamamen fehmedebilecek güce getirdi."

Çünkü, bunların tamamı Allahü Zülcelâlin isimleri ile mücehhez oluyor. İsimleri, zaten sıfatlarını belirten ve ilân eden vasıflardır. Böylece bu esmaların sırlarını bildirince, sonra meleklere arz etti, bakalım ne diyeceksiniz, acabâ lâyık mıdır değil midir? Takdir eder misiniz etmez misiniz? İşte bu şekildedir. Çünkü Allahü Zülcelâl onları da imtihan sansüründen geçiriyor.

فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

 (Bakara/31)

"Haydi, ilminizden bir bahsediniz bakalım, bu varlıkları ne için yarattık, delâleti nedir? Hâssaları nedir? " diye Allahü Zülcelâl meleklerden istedi. Fakat:

قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا

 (Bakara/32)

 “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbimiz!  Seni tenzih ederiz. Bizlerin böyle fazla bir ilmimiz yoktur. Ancak ne gibi bir ilim vermişsen, biz o verdiğinle başbaşayız. Bizim o kadar bilgiye gücümüz de yok, ilmimiz de yok." dediler.

قَالَ يَا آَدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ

 (Bakara/33)

"Ne zaman ki Âdem (Aleyhisselâma) emir buyurdu. Bu esmalardan bahset, bunlara anlat dedi. Sırlarından bahsetmeye başlayınca öyle mest ü hayran oldular ki, hakîkaten takdire şâyan oldu. Onlar da acziyetlerini îtiraf ettiler":

قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ

 (Bakara/33)

"Ben sizlere söylemiyor muyum, ben geçmiş ve gelecek gaybî şeyleri tamamen yerde ve göktekiler de benim ilmimde mahfuzdur. Siz bunları fehmedemezsiniz."

 

ŞEYTANIN SECDEYE RED CEVABI

Hülâsa, bu hâle getirildikten sonra, artık melekler itiraf edecek, takdîr edecek bir hale getirildikten sonra kabullendirildiler ve böylece Allahü Zülcelâl Hazretleri, secde için emir buyurdu:

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآَدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ

 (Bakara/34)

"Âdem (A.S.)'a secde etmeleri için emir buyurdu. O zaman tabiî ki hakîkaten melekler liyâkât ettiler, lâyık gördüler, hiç tereddüd etmeden, kabuliyetin izharı olarak, içtenlikle, Allahü Zülcelâlin emrini hemen yerine getirdiler. Esasen bu emri yerine getirmekle bir nevi, bazı zevâtlara göre, bu secde Allahü Zülcelâlin kendi zâtı ulûhiyyetinedir. Bu emrine imtisalen, Hz. Adem’in (a.s) kalıbı da Kâbe mesabesindedir. Ve iç âleminde de esasen Muhammed’in (Aleyhissalatü Vesselâm) nûru vardır, o sayede, Allahü Zülcelâle bu şekilde secdeye vardılar. Birinci secdeyi yapıp da kalktıktan sonra, baktılar ki iblis arkasını dönmüş ve bu secdeye gitmemiş. Bu hali gören melekler, bu secdeyi tekrar aşk ve şevklerinden, Allahü Zülcelâlin emrine imtisâl ettik diye şükran lillâhi Teâlâ bir daha secdeye varırlar, oldu iki secde. Bize de burada ibret veren nokta şudur ki, birinci secde, esasen topraktan olduğumuz için kendi haddimizi ve maliyetimizi bilmemiz içindir. Yani topraktan var olduğumuzu beyan ediyoruz. Böbürlenmek ve gururlanmak gerekmediğini, birinci secdeyi yapmakla, acziyet ve zilletin izharı  alnımızı toprağa koymakla bunu izhar etmiş oluyoruz. Tekrar ikinci defa secdeye varıyoruz. Bu da ölüme mahkûm olduğumuzu, tekrar kabre gireceğimizi, tekrar dirilip hesap vereceğimizin idrâki ile ikinci secdeyi de yapmış oluyoruz. Secdenin esâsen ana sırrı budur. Secde bu düşünceyle yapılmalıdır. Artık kibir, ücûb, gurur olmamaksızın yapılmalıdır. Biz topraktan mamuluz, yine toprağa döneceğiz.

Melekler, Allahü Zülcelâlin emrine imtisâlen bir secde daha yapınca şeytan tamâmen kahroldu. Zirâ, zaten şeytanın ücûb, gurur, kibir, hased, fesâd her şeyi fıtratında vardır. Şeytan bu imtihanı vaktiyle vermiştir. İmtihânın maliyeti Allah nezdinde bellidir, mâlûmdur.

Meleklerle beraber gezerken kendisini öyle bir âbid gösteriyor ki, ismi Azâzil hâris çok hırslı, yani ibâdette görüntüsü çok fazla, gösterişe çok meraklı idi. Meleklerle beraber o da cism-i lâtiftir. Bizim gibi kesif değildir. Yani gökleri falan gezerlerdi, melekler dahi bunun hâline gıbta ederlerdi. Fakat, Âdem (a.s)'ın kalıbı dururken bazı gider de bakardı. Ve tekmelerdi. Eğer, benden iyi olursan, asla senin emrine imtisâl etmem derdi. Yani bu şekilde karşı geleceği kendi iç âleminde mevcuttu.

Ancak, melekler, bu gibi hal sahibi olmadıkları için, zira onlar nurdan mamuldür. Böyle bir şey düşünmedikleri gibi bunun halini gıpta dahi ederlerdi.

Ne zaman ki secde devresine gelince Allahü Zülcelâlin emrine karşı geldi:

أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

 (Bakara/34)

 “Secdeye karşılık olarak (red)” cevap verdi. Ve böylece kibirliliğinden, “gururluluğundan Hz. Âdeme secde etmeye aslâ inmedi. Ve kâfirlerdendi" diye buyuruyor Allahü Zülcelâl...

Zaten ezelden  geliş tarzı bu, fakat, kendini gizliyordu. Sonra da, bu secde devresinde verilen imtihan, onun mâliyetini ortaya koydu.

Rabbisine karşı dahi münazara ediyor... Ne diyor?

خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ

 (Sâd/76)

"Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

Yani, ke-ennehü, secde etmeye liyakat ve uygun da görmüyor. Bahane buluyor. Kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor.

 

İşte Allahü Zülcelâl onun karşısında o zaman:

قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ { وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِي إِلَى يَوْمِ الدِّينِ

(Sâd/77-78)

Artık, Allahü Zülcelâlin bunun karşısında verdiği karar ve hüküm şudur:

Bir kere Rahmetimden çık, ye’is durumuna kal. Zirâ, sen düşük kalitelisin. Ve lânetim de kıyamete kadar senin üzerine olsun. Ve böylece İmam-ı Nesefî Hz.lerinin buyurduğu:

"Onun bu lânete müstahak oluşunun sebebi; Allahü Zülcelâlin emretmiş olduğu secdeyi red edişindendir. Yoksa amelin tehêvünen veya terkinden dolayı ne kâfir olur, ne lânete müstehak olur, ne de imansız olur." Ancak bununki, amel terki değildir, bu hale gelmesi esâsen secdeyi red edişindendir. Böylece Allahü Zülcelâl onu Rahmet nazârından düşürdüğü gibi, Cennetten de ihrâç etti. Zirâ, Cennet Allahü Zülcelâlin rızâ makarrıdır. Gazâbına uğrayan kimse oraya giriş yapamaz. Dolayısıyla Cennetten de ihraç etti.

Ve böylece güzel yerlerden de tamâmen düşürdü, yasak etti. Ve kıyamete kadar da lânete mûcib oldu. Bu hal karşısında kalınca da, artık insan oğluna en büyük düşman kesildi. Zirâ, uğradığı felâket esâsen insanoğlunun yüzündendir diyerek bunu hiç hatırından çıkarmaz. Secdeyle ilgili hadis-i şerife dikkat ediniz. Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

اذا قرأابن آدم السجدة فسجد يعتزل الشيطان يبكى ويقول ياويلاه امر ابن آدم باالسجدة فسجدفله الجنة وامرت باالسجدة فعصيت فلى النار

(رواه امام احمد  و المسلم و ابن ماجه)

 Hadis Meâli:

Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “Âdemoğlu ne zaman ki Kur'an okuduğunda secde ayeti geldi. Secdeye varınca o zaman şeytan kahrından uzaklaşır. Ve yas tutar, feryad eder, feryad anında  ne diyor?

"Benim hâlim felâket, Ademoğlu secde ile emrolundu da secde etti. Ve Cennete de lâyık oldu. Ben ise bu secdeden imtina ettim, isyan ettim. Bana da Cehennem lâyık ve müstahak oldu. Benim halim ne olacak diyerek kahırlana kahırlana bağırır ve ferya eder."

İşte, şeytanın hâli ve meleklerin hâli. İnsanoğlu da ikisinin arasında yaşamakta ve hayatını idâme ettirmektedir. Ben-i âdemedeme, birisi dost birisi de düşman oldu. Âdemoğlunun üzerinden imtihan geçirildi. Ve her ikisi de böylece mâliyetlerini ortaya koydular.

Birisi dostumuzdur, bizim dâimâ hayrımızı, Cennete ve Allahın Rahmetine nâil olmamızı, rızasını celb etmemizi ister.

Birisi de, kendisi lânete uğrağı için, kendisine yoldaş edinmeye çalışır. Bilhassa insanoğlunun imânına çok ihtimâm eder. İnsanoğlunun imanlarını elinden çıkarmak için -imansız bir hale getirmek için elinden geleni esirgemez, Allah korusun.

Hülâsa, bu hal cereyan ettikten sonra, Âdemoğluna melekler secde edince, artık Âdemoğlu da kerimdir. Allahü Zülcelâl indinde kıymet ve değeri olduğunu ilân ederek ve böylece meleklere de göstererek, şeytanı da kahretmek şartıyla Allahü Zülcelâl Âdem’i (a.s.) Cennete davet eder?

وَيَا آَدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ

 (A’raf/19)

Ancak, tabiî ki Cennete dâvet eden Allahü Zülcelâl. Ve böylece Hz. Âdem ile Hz. Havvâ, böylece yaşamlarını beraberce yaptı. Tabiî Havva zâten biliyorsunuz ki, Hz. Âdemin dıl'inden, yâni sol eğe kemiğinden meydâna gelmiştir. Havva ismi; hayatta olan bir kişiden meydana geldiği için ona Havva ismi verildi.

Ve böylece Cennette yaşadılar. Ancak Allahü Zülcelâlin takdiri nedir? Cennette devam edecekleri veya etmeyecekleri Allahü Zülcelâle mâlum. Zaten Allahü Zülcelâl yer yüzünde bir halife yaratacağım diye vaad etmiştir.

Onun için onların makamları Cennet değildir. Ancak dâvet etmiş, peki bu dâvetten sonra çıkın denilir mi? Tabiî denilmez. Allahü Zülcelâl bunu bir formül olarak kullandı. Ve böylece Cennette arzuladığınızı yersiniz. Ancak şu ağaçtan yememek şartıyla buyurdu. Bunu yerseniz o zaman zâlim olursunuz. Yâni, nefsinize zulmetmiş olursunuz. Ve neticesi, bunların düşmanı olan, şeytan bunların ığvâlarına ve Cennetten çıkarılmaları için elinden geleni esirgemedi, çalıştı uğraştı, hattâ ki,

فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ

 (Bakara/36)

 

Başka bir Âyet-i Celilede de:

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ

 (A’raf/20)

Yani, vesvese yoluyla, kaydırma yoluyla elinden ne geldi ise, yapıyordu. Cennetin dışından tabiî, (Çünkü içeriye giremiyor.) bir desiseler buldu. Neticesi, orada bu nehyedilen nesneden yediler.

Bu hal karşısında diyebilirsiniz ki, nasıl oldu da Âdem (a.s) Allahü Zülcelâlin nehyettiği nesneye kapıldı. Ve neden şeytanın sözüne uydu da o nesneyi yedi acaba. Bu nasıl olur Hz. Âdem (a.s.) kerim bir şahsiyettir.

Zirâ, şeytanın desisesine kapılmasının sebebi şudur: Desisesine kapıldı dediysek, sözüne kapılmak değil. Aslında kerim olduğu için buna dayanamadı. Bu dayanamadığı şey nedir? Şeytan şöyle söylüyor:

وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ

 (A’raf/21)

"Şeytan, (Allahü Zülcelâlin ismiyle kasem ederek) ben size nasihat yoluyla söylüyorum. Bunu yerseniz sizin için daha iyi olacak." Esâsen Hz. Âdemin kapıldığı budur. Neden? Şeytanın Allahü Zülcelâlin ismiyle yemin edeceği bir türlü hafsalasına sığmaz, böyle bir şey de düşünemez. Nasıl cesaret eder? Nasıl, bir kimse Allahü Zülcelâlin ismiyle kasemle, bunu söyleyebiliyor? Buna kapıldı... Halbûki, şeytan, değil mi ki düşman oldu. İnanın ki, yalan yeminler değil, aklınıza gelmeyen neler neler, ne yöntemlere baş vuracaktır.

     Zirâ, düşman oldu artık. Onun için, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ

 (Bakara/36)

"Artık bundan sonra birbirinizi düşman olarak bilin. Herhangi bir şeyine kapılmayın. Ve yer yüzüne gelin ki, artık burada birbirinizin halini halledeceksiniz.

ومتاع الى حين

Yani, "Kıyamete kadar bu haliniz böylece devam edecektir. Onun için itinâlı olun. Buna kapılmayın, ne yeminine, ne kasemine, ne de herhangi bir şeyine kapılmayın. Tamâmen bu sizlerin düşmanınızdır. Başka bir Âyet-i Celilede:

إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا

(Fatır/6)

"Şeytan sizlerin düşmanınızdır, onu düşman olarak ittihaz ediniz."

إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ

 (Fatır/6)

"Zirâ, kendi hizbi, kendine mâl ettiği, etrafındaki kimseleri, akıbetleri, onları Cehenneme dâvet eder, onun başka bir işi yoktur."

Böylece, Âdemoğlu, dâima şeytan ile melek arasında yaşamaktadır ki, cârî hâdiselerin, imtihanın sansüründen nasıl geçirilmiş ise, mâliyetini bu ikisinin arasında burada ortaya koyacaktır. Yarar veya zarar. Eğer insanoğlu hakikaten melekleri dost olarak kabul eder de, bu dostunun sevgisini, yakınlığını, keyfini arayacak olursa, kendini onların ilhamlarına yöneltirse, Allahü Zülcelâlin râzı olduğu kimselerden olur.

Nitekim Allahü Zülcelâl de buyuruyor ki:

أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 (Mücadele/22)

"O, Allahü Zülcelâlin hizbidir. O, Allahü Zülcelâlin emirlerine uyan kimselerdendir. Onlar felâh ehlidir, felâh ve necât bulurlar."

Ötekisi ise, yok eğer, şeytanın keyfini arayacak olursa, etraf edinecek olurlarsa, onun hizbinden olacak olursa, buna da Allahü Zülcelâl ne diyor:

أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ

 (Mücadele/19)

"Şeytanın hizbine uyanlar ise, onlar, hüsrandadırlar." Nitekim  biliyorsunuz ki, her zaman mücâhedemiz var, cihadımız var, çünkü şeytan düşmanımızdır. İnsan düşmanıyla cihad etmez mi?

Bu cihadı ettiğimizde bunun ardında ya bir gâlibiyet var, ya da mağlûbiyet vardır. Galibiyet varsa zaten kârlı ve ganimete sahip oluruz, mağlûp olacak olursak, gerçekten hüsrandır, bu herkesin malûmudur. Bu bilinen bir şeydir.

Hz. Âdemin gelişini öğrendik. Gelelim yaşamlarımıza. Hz. Âdemden bu yana gelecek olan zürriyetin durumlarına. Buna taallûk eden, Rabbül Âleminin projesiyle, kâdâ ve kaderiyle ilgili bazı Hadisleri serdetmeye çalışacağız. Çünkü, bunları anlatmaktaki gâyemiz budur.

Bir kere acaba bunlar def'aten mi gelecek, peyder pey mi gelecek? Allahü Zülcelâlin melekleri, o ruh aleminde de haberdardır. Hz. Âdemin sulbundan alınan ahdü misakların zürriyyetlerinden de onlar haberdardırlar ve bunu görmüşlerdir.

Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl, bunların yaşamları için, bu kürreye geleceklerini bildirdikten sonra melekler sordular: "Ya Rabbenâ, bu kürre bunları vüs'at etmez, çünkü çokluklar." Allahü Zülcelâl cevâben: "Bunlar def'aten gelmezler. Bunlar peyder pey, yani, bir bölümü gelecek, bir bölümü gidecek, bir taraftan doğacak bir taraftan ölecek, kıyamete kadar böylece devam eder." buyurur.

Melekler: "Yâ Rabbenâ, böyle gelen kimse ölmeye mahkûm olduğu halde, yaşamını nasıl sürdürebilir. Nasıl hayat bulur, nasıl rahat olur, nasıl huzur bulur?" derler.

Allahü Zülcelâl de: "Bu sizin bildiğiniz gibi değil, buraya gelecek olan kimselerin kendilerine hırs ve tulu’ emel veririm. Geldiğinde bir daha gitmeyecekmiş gibi hükmeder. Ve böylece hırsı ve tulu’ emel sebebi ile, gâyet rahatlık ile yaşar." buyurur. Melekler: "Öyleyse, Yâ Rabbi, bu hususta bizim ilmimiz yoktur." dediler.

Zihninizi fazla yormayayım, geliş tarzımız böyle. Dünyaya geleceğiz ve insanoğlunun yaratılışını Allahü Zülcelâl Kur'an’da sarahatle belirtmiştir. Aynı zamanda bir çok hadisler de vardır. Bu hadislerde beyan edilen husus şudur: Esâsen ana rahminden gelişimizi, kadâ ve kaderimizle bağlı oluşumuzu beyan eden hadisler vardır. Bu minval üzere en sağlıklı ve sıhhatli olan hadisin birincisi şöyledir.

Teberrüken bu hadisten başlayalım. Abdullah İbni Mesut’tan (r.a) mervî. Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

ان احدكم يجمع خلقه فى بطن امه اربعين يوما نطفة ثم يكون علقة مثل ذالك ثم يكون مضغة مثل ذالك ثم يرسل اليه الملك فينفخ فيه الروح ويؤمر بأربع كلمات بكتب رزقه واجله وعمله وشقى اوسعيد فوالله الذىلااله غيره ان احدكم ليعمل بعمل اهل الجنة حتى مايكون بينه وبينها الاذراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل النار فيد خلها وان احدكم ليعمل بعمل اهل النار حتى مايكون بينه وبينها الاذراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل الجنة فيد خلها

Lâfzı lâfzına okumuş olduğumuz bu hadisin râvisi Buhâri ve Müslim'dir. Fakat, lâfız değişikliği olmak üzere, sünen-i Ebi Dâvud Vet Tirmizi Ve’n-nesêî Ve İbni Mâce...

Kütübü Sittede bu hadis vârittir. Tevâtüran sâbittir. Zirâ, hadisin aynısı Âyet-i Celilede de beyan edilmiştir.

Hadisin meâline gelince, Allahü Zülcelâl (c.c.) Sübhanehü ve Teâlâ: "Âdemoğlunun ana rahminde çeşit çeşit kademeli olduğunu buyurur. Yani üç defa 40’ardan olmak üzere, çeşitli teşekkülâtı mûcib olmakla 120 günde ancak olmaktadır. Bu 120 günden sonra Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: "122'inci gün olduğunda Allahü Zülcelâl melek gönderir ve melek teşekkülâtını yapar. Ruhunu verir. Ve hepisini Rabbisinden sorar. Ayrıca Allahü Zülcelâl:

ويؤمر بأربع كلمات بكتب رزقه وأجله وعمله وشقىاوسعيد

"Şu dört şeyi de emreder. Rızkı, eceli, ameli, said'liği, şâkiliği. Bunlar, hepisinin hükmü burada oluyor, burada veriliyor sanmayınız." Yâni, projenin iptidâsından dolayı, söylememizin sebebi de budur. Projenin iptidâsını okuyacak olursanız, bu güne gelinceye kadar ezel devresi imtihanı, Hz. Âdem’in sulbundan meydana gelen zürriyetin imtihânı ve bu güne gelen, ana rahminden, artık bu dünyaya geleceğimizin imtihânıdır. Tabiî bu, ana rahmindeyken işlemleri yapılacak. Alnımızda yazılan kaderimiz dediğimiz, bu projeden intikalen melek tarafından bunlar yazılır. Rızkımızın teferruâtı, ecelimizin teferru'âtı ve miktârı, ömrümüzün ve ecelin vakti ve böylece ameli işlemlerimizi, fısk-ı fücûru veyahut da hidâyet ve dalâleti, iman ve küfrü, said'liği şakiliği, yani sonunda ne ile hitam edecekse, bunları bu şekilde melek yazar.

Hülâsa, Allahü Zülcelâlin kada ve kaderinin icrâ-atı, bununla ilgili olan Cenabı Rasûlullahın şöyle bir Hadisi vardır:

"Allahü Zülcelâlin bir levhi vardır ki, zebercedden, yakuttan ve lü'lü’den çeşit, muhtelif cinslerden meydana gelmiştir. Endamı da büyüktür, kalemi nurdan, yazısı da nurdan, yevmiye her Allahın günü ve gecesi 360 defa işlemi vardır, mülâhâzası vardır. Bunların altı tanesini saymış, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

يخلق ويرزق ويحيى ويميت ويعز ويذل ويفعل الله مايشاء

"Halkeder, rızık verir, hayatı idame ettirir, eceli tayin eder, aziz eder, zelil eder ve daha nice nice sayılmayacak 360 çeşit işlemi vardır. Gece veya gündüz aynı bu şekilde devam etmektedir. Hiç karar ve istikrar olmadan. Ancak, Allahü Zülcelâlin bu şeye hâvi olan kudret ve azametidir. Hiç kadâ ve kaderi, irade ve meşiyyetinin dışında bir zerre dahi hareket etmez ve bir zerre dahi olmaz.

(Hadisin râvileri, Tirmizi, Hâkim, Taberâni, Beyhaki, İbni Ebi Hâtim ve Ebuş Şeyh An Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer ve Enes İbni Malik (R. Anhüm Ecmain) bisenedin hasen.)

Zirâ, başka Âyet-i Celilede de:

وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ

 وَلَا أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

(Yunus/61)

"Yani, zerreden küçük, zerreden büyük, nereye kadar vardı ise, gökte ve yerde ne varsa, Allahü Zülcelâlin hükmü ve tasarrufu altındadır. Allahü Teâlâ’nın ilmi dışında hiçbir şey olmaz. İllâ levhi ezelde beyan olunmuştur.” buyruluyor.

Bu hususta kader ile ilgili âyet ve hadisler sarahatle çoktur. Ancak bu bölümün bitimine doğru, inşallah öbür bölümde de hadislerin devâmı olacaktır. Ancak bunda bilmemiz gereken şudur ki; Allahü Zülcelâl (c.c.) Sübhanehü ve Teâlâ, noksan sıfattan münezzeh olan Allah, Kemal sıfatıyla muttasıf olan Rabbimizin (c.c.) kullarına bir garazı yoktur. Yani, ana rahminden gelir gelmez hiçbir işlem yapmadan, bize sâid veya şaki yazmıştır veya hüküm vermiştir diye böyle bir inanç yanlıştır ve küfre gider. Hâşâ, Projesinin dahilindedir. Yani hiç kimseye zulmü yok. Zira, Allahü Zülcelâl, zulmü haram kılmış, kendisi aslâ zulüm işlemez, böyle bir şey Rabbimiz için töhmettir ve iftiradır. Böylece Rabbimize karşı kul olarak, gayet sevgili, saygılı olmalıyız. Rabbimiz (c.c.):

لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ

 (Enbiya/23)

"Adâbımızda, terbiyemizde, Rabbimize karşı saygılı olmamız şarttır. Zirâ, biz hiçbir şey soramayız, Allahü Zülcelâl ise dilediğini sorar.

 

Cenabı Hak, bizlere muin olsun. Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı, bâtıl bilip, bâtıldan içtinâb eden kullarından eylesin. Amin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Bu hadisin ravisi Abdullah İbni Mes'ûd’dur. Bu hadis tevâtüran sâbittir ve senedi çok kuvvetlidir.

Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyuruyor:

فوالله الذىلااله غيره ان احدكم ليعمل بعمل اهل الجنة حتى مايكون بينه وبينها الاذراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل النار فيد خلها وان احدكم ليعمل بعمل اهل النار حتى مايكون بينه وبينها الاذراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل الجنة فيد خلها

Evvelce Ravilerini belirtmiştik. Şu lâfzında Aleyhissalâtü Vesselâm buyuruyor ki: "Bu dünyaya gelen bir kimse, Cennetle ilgili olan, gâyet itaatkâr, yani ibadetle meşgul, Cennete girmeğe bir arşın miktarı kalır. Fakat, sonu, Cehennemlik olarak buradan çıkış yapar. Hitâmı Cehennemlik olarak son verir.

Diğer taraftan bazı kimseler de bu Dünyadaki görüntüleri tamamen Cehennemlikle ilgili fıskı fücûru, dalâlete uygun şeyleri yapar, Cehenneme girmekliğe bir arşın miktarı kalır, fakat, sonu Cennetlik olarak hitâm olunur. Görüntüsü bu şekilde olurken, birden dönüşü, Allahü Zülcelâlin kazâ ve kaderi, irâde ve meşiyetinin dışında değildir. Bizce meçhul, Allahü Zülcelâle ise, mâlûmdur.

ولايظلم ربك احداً

"Allahü Zülcelâl kimseye zulmetmez." Adâletten gayrı icrâ-atı olmaz. İnancımız budur. Ancak burada ibret veren şu meseledir ki, insanoğluna bir hüküm, bir salahiyet, bir yetki bırakmamış Allahü Zülcelâl. Yani insanoğlunun görüntüsüne göre karar ve hüküm vermek yoktur. Eğer ki, insanoğlu görüntüsüne bakınız, nasıl değişiyorsa işte ona göre dilinizi muhafaza ediniz. Her hangi bir kimsenin üzerine hüküm yürütmeyiniz. Ancak ve ancak nebi'ler masumdurlar ve Rasûlullah’ın (a.s) Cennetlikle müjdelediği kimseler  vb. bunlar, Rabbimizin hoşnutluğunu ilân ettiği kimselerdir.

Buna rağmen bunlar, bizden daha fazla korkmuşlardır. Ancak, câiz'dir, ama diğerleri hakkında herhangi bir karar ve hüküm yoktur.

Bu cümlenin hükmüne uygun olarak bir hadis şöyledir:

قال رسول الله صلىالله عليه وسلم: ان الرجل ليعمل عمل الجنة فيما يبدوا للناس وهومن اهل النار. وان الرجل ليعمل عمل اهل النار فيما يبدوا للناس وهومن اهل الجنة

Buraya kadar Buhâri ve Müslim aynen lâfzı lâfzına getirmişler. Fazladan olarak Buhâri şöyle buyuruyor:

وانما الاعمال بخواتيمها

HADİS MEALİ:

"Cenabı Rasûlullah şöyle buyuruyor; ان الرجل  yani erkek diye tabir eder. Acaba bunun tabiri kadınlar dışında mı? Hayır, kadın ve erkek aynıdır. Ancak bunu الرجل ilân etmesi, bülûğ çağına gelmek lâzım. Bülûğ çağına gelmeyen bir kimse mükellef değildir. Yani bunu bu şekilde diyor da çocuk demiyor. Bazı öyle kimseler geliyor ki, bu dünyadaki yaşamı ve ameli Cennete gayet uygun. Yani kim bakarsa baksın, bunu Cennetlik sanır. Fakat, bunun durumu sonunda Cehennemliğe dönüşür. Diğer kimse de, amellerini işleyiş tarzına göredir. Halkın nazarlarına, bakışlarına göre bu adam Cehennemliktir diye söylenecek dereceye gelir. Fakat, bunun da hali sonunda Cennetliğe dönüş yapar. Buraya kadar Buhâri ve Müslim getirdikten sonra, Buhari Hazretleri diyor ki, esasen ameller hatimeye bağlıdır.

Hatta, hadisin sebebi vürûdu da şudur: Harbte iken bir kimse vardır ki, harb maharetinde çok dirayetli, cesurane girişler yapardı. Ashab-ı Kiram buna hayran olur ve gıpta ederlerdi. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yanında bu kimseyi andıklarında, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onun için ebedî Cehennemliktir, diye buyururdu. Ashab da hayret ederlerdi. Uzun süre bu hal devam etti. Rasûlullah böyle buyurunca bunlar onu dâima takib ediyorlardı. Günün birisinde kılıç darbesi eline isabet edince, onun acısına dayanamayarak intihar etti. İntihar edince, Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelip durumu bildirdiler.

Onun için, bu kimse hakikaten intihar durumunun haram olduğunu biliyor. Fakat, kendine hakim olamadan bu hâli yaptı ise tevbesi de mümkün, Cehennemde ebedî de durmaz. Allahü Zülcelâl dilerse affeder, dilerse azap eder, çünkü, şirkten gayrısının affı mümkündür. Ancak, belki de bu kendisini katletmeyi mubah ve uygun görmüştür, haramlılığını inkâr etmiştir. Bundan dolayı, nifaklığa doğru ve hatta alel küfre de gider. Ulema bu hususta bâzı misaller vermiştir.

Beni İsrâil devresinde Barsisa isminde çok âbid biri var idi. Hatta ki altmış bin talebesi vardı. Bu kadar talebesi olmasına karşı günün birisinde Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderi, irâde ve meşiyyetine bağlı olarak alel küfre gitti. Artık bunun tafsilâtını vermek gerekmiyor. Duymuşsunuzdur. Bakın o kadar ibadetin âkibeti ne oldu. O kadar âbid iken ve o kadar talebesi varken, alel küfre gitti. Demek ki mümkündür. Öbür tarafta ise, Firavunun sihirbazları hayatlarını beraberce yaşadılar. Sabahleyin ise sihirbazlar alel küfürde iken, bu sefer ise Hz. Mûsâ (a.s) ile karşı karşıya gelişlerinde, Hz. Mûsâ'nın (a.s) gösterdiği mûcizeye karşı, yani bir an için şöyle bir tefekkür ettiler, baktılar ki, bu kudret, beşerin tâkatı ve kudreti değil, İlâhi bir kudrettir. Ve bunun karşısında dayanamadılar, birden bire imana geldiler, kabullendiler. Böylece, sabahleyin alel küfre sahip iken, öğlen alel imana girdiler. Ve hatta Hz. Mûsâ'nın etbâ’ının en üstününde iman sahibi oldular. İşte Kâdir-i mutlak olan Allahü Zülcelâlin bunlara yaptığı zulüm müdür? Hâşâ, Allahü Teâlâ’nın adalet ve ihsandan gayrı bir işlemi yoktur.

Nitekim, Hz. Gâvsul Âzamın devresinde, yani beşinci asrı altıncı asra bağlayan bir devrede dahi İbni Sakka adında bir âlim vardı. O kadar âlim, o kadar Kur'anı kıraat eden, o kadar mükemmel iken, alel küfre gitti.Yâni, bu mümkündür, bu hiç görülmemiş bir şey değil ki. Meselâ Ebû Cehil'in oğlu, yahut da Velidin oğlu Hz. Hâlid ashabı kiramdandır, bunlar mümkündür.

 

Kardeşlerim,

Bize düşen vazife:    حفظ اللسان سلامة الانسان    "Hıfzul lîsan, salametül insan." Dilimizi muhafaza etmek, bizim selâmetimizin muhafazasına en uygunudur.

Ancak şunu söyleyeyim ki, bize düşen işimizi Ahkemü’l-hakimîn olan Allahü Zülcelâle bırakmaktır. Bizim burada karışmamız yanlış olur. Ancak şu müjde var ki, âlimlerin  verdikleri karar ve hüküm şudur:

"Cennet ameli işleye işleye Cennetlik zannedilen ve fakat, Cehenneme dönüşecek olanların miktarı acaba nedir? Bunu Allah bilir.

Fakat, bir belirtme yapmışlar, yani tamamen hayır işlerinde çalışa çalışa sonunda alel küfre veya Cehenneme gidecek olan kimse 10 ‘da 1'dir diyorlar.

Fakat, Cehennemliğe uygun olarak amelleri işleye işleye sonunda Cennete dönüşecek olan kimselerin miktarı, bu ise 10 ‘da 9'dur.

Allahü Zülcelâle şükürler olsun. Neden diyeceksiniz? Allahü Zülcelâl: "Rahmeti sebekat gadabi."  Buyuruyor. Yani "Rahmetim gadâbıma gâlib gelmiştir." Bu hususu daha önceki bölümde yani on beşinci bölümün başlangıcında anlatmıştık. Kaderin, yani bu projenin ibtidasında yaratılmış olan kudret kaleminin, ilk olarak levh-e yazmış olduğu şey: "Rahmeti sebekat gadabi'dir." Rahmetim gadâbımı sebketmiştir. Bu rahmetin çokluğu sebebiyle 10 ‘da 9 veya 10 ‘da 1 olarak buyurmuştur. Cennet ameli işleyerek sonunda Cehenneme girecek olan 10 ‘da 1. Cehennem ameli işleyerek sonunda Cennete girecek olan 10 ‘da 9'dur. Rabbimize şükürler olsun.

 

SAİDLİK VE ŞAKÎLİK 

 

HADİS’İ ŞERİF:

قال رسول الله صلىالله عليه وسلم:

السعيد من سعدفى بطن امه والشقى من شقى فى بطن امه.

(رواه الطبرانى والبزار والديلمى)

Bu hadisin Hafız-el-Irâk'i ve Hafız-İbni Hacer-el Askalâni ve Hafızıl Sahâvi senedine sahih hükmünü vermişlerdir.

Hadis Meâli:

Aleyhisselâtü vesselâm şöyle buyuruyor: “Saîd odur ki, ana rahminde saîd olandır, şaki odur ki ana rahminde şaki olandır." Şimdi saîd ve şakîliği daha önce meleğin yazdığını da belirtmiştik. Bir kişinin saîd'liğini ve şakîliğini bir karar olarak, daha buraya gelmeden nasıl karar verildiğini şöyle anlatabiliriz.

Biliyorsunuz ki, Proje devresinde ezel hükmü, ruhların elestü devresindeki verdikleri kararlardır. Bir bölümü, kararları ile Allah’a karşı inkârcı olmuşlardır. “Melikimizin mülkü dâim değildir” diyerek inkâra kalkışmışlardır. Bunlar kesin olarak alel küfre kalmışlardır. Hiç tereddüd yok. Bir bölümü de kesin olarak tamamen alel îmana kalmışlardır. Bir bölümü de tereddüdlü kalmışlar. Şimdilik bu hadis, kesin olarak ana rahminde iken dahî saîdliği ve şakîliğinin mutlak olan kısmı işte buna işaret ediyor. Onun için Allahü Zülcelâl (c.c.) Sübhanehü ve Teâlâ kulum saîdliği hakkında:

أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ

 (Mücadele / 22)

“Allahü Zülcelâle iman kalplerine rusuh etti ve inayeti, tevfîkâti de sebketti. Böylece alel iman ile gelip gidecek." İşte said, böylece saidliği ana rahminde, dünyada yaşamış ve sonunda da said olarak gidecek olan kimsedir.

Şakiye gelince, ana rahminde şaki, sonunda da şaki olarak gidecek olan kimsedir. Neden?

 إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ { خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

 (Bakara  / 6 - 7)

"Küfrün ehli olan kimseler bu dünyaya gelişlerinde, Habîbim sen bunları ne kadar uyarırsan uyar, aslâ bunlar bir kere olsun îmân etmezler.” Neden?

Çünkü Allahü Zülcelâl kalblerine mühür vurmuştur. Bunların ne gözleri, ne kulakları, ne de kalbleri mutmaîn olmaz , görmezler ve duymazlar da. Bu kesindir. Onun için işte bunlar şekâvet kısmından olup da gelip gidecek olanlardır. Bunda hiç tereddüd yoktur.

Hülâsa, hele bilhassa bu hadisi şerifin hükmü karşısında olunca ki, bunun râvileri ve hadîs sağlıklı sıhhatlidir. Üç hafız bunun sıhhatına karar vermişlerdir.

Ancak âlimlerin dedikleri şudur ki, en tehlikeli olan bu meseledir. Şeytanın tam tuzağına ve desisesine düşecek olan bazı kimseler işte bu Hadise dayalıdır. Zîrâ, şeytan bu yoldan insana gelir ve der ki, sen ana rahminde sâîd isen veya şakî isen, zaten amel işlemenin hiç gerekçesi yoktur. Fuzûlî kendini yormak gerekmez. Eğer saîd isen, zaten amel işlesen de işlemesen de, nasılsa saîd yazılmış ve böylece cennete girersin der...

Bu hal karşısında bize düşen vazife nedir? Allahü Zülcelâlin kullarıyız, bizleri yoktan var etmiş, tüm nîmetleri üzerimize cem etmiş, gökler ve yerlerin hayır ve bereketleriyle, nîmetleriyle yaşıyoruz. Öyle ki bitmez tükenmez nîmetler.

Bunun karşısında kendimizde hiçbir sorumluluk yok mudur? Kendimizi başıboş olarak mı sanıyoruz. Bize düşen vazîfe şudur. Biz ibâdetimizi Allahü Zülcelâlin emri ve Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tebaiyyetini, insan olarak ibâdetimizi yaparız. Eğer Allahü Zülcelâl bizi saîd kısmından yazdı ise Rabbimizin rızasını, hoşnutluğunu celbeder. Ve bize de bu hususta kademe kademe, derece derece üstünlük verir. Hâşâ kimseye zulmetmez.  Şayet bizi Cehennemlik olarak yazmış ise, yani şakî kısmından isek, Allahü Zülcelâlin huzuruna vardığımızda hiç değilse Rabbimizin emrine imtisal etmişizdir, bir nedamet, bir pişmanlık doğmaz. Ah keşke yapaydık diye bir şey yok, çünkü yaptık. Biz vazifemizi yaptık. Bundan dolayı hiç olmazsa rahatız. O zaman pişmanlık duymayacağız. Fakat, şunu da kesinlikle bilelim ki, emrine imtisâl eden, yapan bir kimseye Allahü Zülcelâl asla zulmetmez.

Zîrâ bunlar, esasen Allahü Zülcelâle karşı bu saadetin ve selâmetin, alâmet ve emmâreleridir. Yapmayınca da şakîlik emmâre ve alâmetleridir, yapılan işlemler budur. Bunun tersini düşünmek şeytanın vesvesesidir. Bunu kesin olarak bilin. Böylece bunu dönüştürmek, benim kaderimdir diyerek hiçbir esbeb mûcibelerine başvurmadan tembelliğe, atâlete dönmek de şeytanın bir desisesidir. Buna böyle inanın. Onun için imanımız gâyet sağlıklı, sıhhatlı, kesin kararlıdır, tek şüphe kabul etmez. İşte esasen en büyük tehlike, imanımızın şek ve şüpheli oluşudur. İtikadımızın bu minval üzere olmamasına gayret edelim.

Allahü Zülcelâlin emirlerine, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu emirlere gâyet kesin olarak; imanımıza şek ve şüphe getirmeden inanalım. Gâyet istikrarlı bir îman sahibi olmamız lâzım.

Ve bunları da yaptıktan sonra inanın ki, hâşâ, böyle aklımıza gelen şudur veya budur diye hiçbir tereddüd gerekmiyor. Yani bu kesin olarak şeytanın iğvası ve vesvesesidir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu gibi vesveselerden korusun. Amin.

 

Bir hadis daha, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki:

خلق الله يحى ابن ذكريا فى بطن امه مؤمناً. وخلق فرعون فى بطن امه كافراً

(رواه الطبرانى وابن عدى والديلمى)

"Allahü Zülcelâl (c.c.) Sübhanehü ve Teâlâ Zekeriyyâ oğlu Yahya'yı (a.s.) ana rahminde iken mü'min olarak yaratmış, Firavunu ise ana rahminde kâfir olarak yaratmıştır."

Yâni, dikkat edin ki, kesin olan, şerlisi, hayırlısı, sâidliği, şâkiliği böyle açıklayarak falan kimse, falan kimse diye buyuruyor, bunun artık tereddüdü kalmıyor.

Nitekim, bazı sufiye aksamı Şeyh Muhyiddin Futuhat'ı Mekkiyesinde ve bazı sufiyyeler de böyle derler. Firavun da alel iman gitti diye söylerler. Fakat, Ulema-ül Hadis ve ehlil usul erbâblarının söyledikleri firavun alel küfre gitmiştir. Zira, imanı, ye'sidir. Yâni, can gargaraya geldiğinde getirilen îmanın îtîbarı yoktur.

Gargara devresine kadar Rabbimiz Ümmeti Muhammede mühlet vermiştir. Tevbesi ve îmanı geçerlidir. Ancak gargara yerini muâyene ettikten sonra, yani Cennet ve Cehennemdeki makamlarını gördükten sonra artık hicap vâki olur. O andan sora ne imanı geçerli olur, ne de tevbesi, Allah korusun.

Bir hadis daha, İmam-ı Begavi Mesâbihassünneh hasen kısmından olarak bir hadis rivayet eder. Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

الآان بنى آدم خلق طبقات شتى

"Âdemoğulları, çeşit çeşit, tabaka tabaka yaratılmıştır." Dört tabakaya ayırıyor Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)…

Kimisi ana rahminde mü'min, dünyaya gelişinde yaşamları mü'min, hitamı da mü'min olarak gider.

Kimisi ana rahminde kâfir dünyadaki yaşamı kâfir sonra da alel küfre gider.

Kimisi ana rahminde mü'min, yaşamında mü'min, sonra alel küfre gider.

Kimisi ana rahminde kâfir, yaşamında kâfir, sonra da alel iman gider.

Hadis Meâli:

İmanlı olarak baştan başa gelişi de, sonu da alel iman olan kısmı biraz evvel anlattığımız gibi, saadeti kesin olan kısımdır. Başlangıcı da, yaşamı da küfür olan kısım ise, işte o da şaki kısmının kesinliğidir. Diğer değişik olan kısımlar da, ezel devresindeki tereddütlü kalan kimselerdir. Biliyorsunuz ki, tereddüd etmiş olanlar, yâni önceden imanlı olup da sonunda küfre dönüşme yapan kimselerdir.

Veyahud da, kâfirlerle beraber kalmış, sonunda imanlı olanları dinleyerek inanmış ve  dönüşüm yapan kimselerdir.

Zirâ, Allahü Zülcelâl:

أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا

 (Muhammed/24)

Bunların kalblerini bir kilide benzeterek bunların kalbleri bir kilit mesâbesindedir, diye tâbir etmiştir. Zira kilit hem açılır, hem kapanır.

Yâni, değişikliği mümkün olan bir şeydir.

Görüntüsüne, şusuna busuna bakarak karar ve hüküm vermek bizlere düşmüyor. Karar ve hükmü Ahkemü’l-Hâkimin olan Allaha havale etmektir. Rabbimiz cümlemize iman-ı kâmil ve hüsnü hâtimeler nâsib etsin. Âmin.

Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

كل مولود يولد على الفطرتى وابواه يهودانه

اوينصرانه اويمجسانه كمثل البهايم

Bu Buhâri'nin rivâyetidir. Müslimin ise başka bir rivâyeti vardır. Ebû Yâlâ ve Taberâni ve Beyhaki'nin çok muhtelif rivayetleri vardır. Çok lâfız değişikliği de vardır. Bu hadis sağlıklı sıhhatlidir. Ancak,  “Her doğan fıtratına göre doğar.” diyor.

عن سمرة ابن جندب قال سألنا رسول الله صلىالله عليه وسلم عن اولاد المشركين قال : هم خدام اهل الجنة (رواه ابو يعلى والبزار)

قال عبد الله ابن عباس رضىالله عنهما سئل النبى صلى الله عليه وسلم من فى الجنة قال : النبى فى الجنة و الشهيد فى الجنة والمولود فى الجنة والمؤودة فى الجنة

وروى انس رضىالله عنه: عن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال :

المولود فى الجنة والمؤودة فى الجنة .

(قال الحافظ الهيثمى فى مجموع الذواهد رجاله رجال صحيحٌ)

Allahü Zülcelâl ezel devresinde “elestü birabbiküm” denildiğinde de belâ'yı hepimiz demişiz. Yâni Firavun dahi bunun dâhilindedir. Ancak dünyaya geldikten sonra, bülûğ çağına, teklifât devresine gelince, ebeveyni onu isterse Yahudiye, isterse Nasrâniye isterse Mecûsiye dönüştürür. Yâni Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu üç tanesini saymıştır. Ancak daha nice dinler vardır. Yâni ebeveyn de müsebbib olabiliyor. Değiştirmeye sebeb ve vesile oluyor.

Ancak, bu hususta bir nebzecik bir şeyler söyleyelim. Eğer çocuk çağında öldü ise, bir kimse ilk ruh âlemindeki belâ sözünün hürmetine, ya mü'minlere hizmetçi olarak Cennete girer veya bu kimse Cennetin bir bölümünde, bahçesinde olacaktır, diye tabir ederler. Bu İmam-ı Azamın ve buna benzer diğer zevatın kavlidir. Ama mü'min evlâdları, bülûğ çağına gelmeden öldüler ise, bunlar tamamen kesin olarak Cennetliktir. Ebeveyninin yüzü hürmetiyle, yani ebeveyninin imanlı oluşları sebebiyle, Rabbimiz bunları hoşnut etmek üzere, râzı olsunlar diye evlâtlarına şefkat ve merhametle bunları bağışlıyor. Ve kendilerine de bir makam veriyor. Âdeta o çocuk da yine 33 yaşına girer.

Mükemmelen anası veya babası olsun, onların derecesi nisbetine göre hiç çalışmadan, ibadet etmedikleri halde onlara da veriyor. İsterse yeni doğmuş ve ölmüş olsun, farketmez. Yeter ki canlı olarak bu dünyaya gelmiş olsun. Bülûğ çağına gelmeden ölen Müslüman çocuklarının hali budur. Fakat diğerleri, anlattığımız gibi, gayrî müslimlerin çocukları ise bülûğ çağına gelmeden ölürlerse, ezelde söylediği ilk belânın hükmü altında ölür ve  neticesi her hangi bir amel işlenmediği için, Allahü Zülcelâl keremen ve ihsanen bizlere bir hizmetçi olarak verir. Veyahut da Cennetin bir bahçesinde,  bir bölümünde olabilir. Bu kavil mevcuttur. Bu bilhassa İmam-ı Azamın kavlidir.

Şâyet ölmeden yaşayacak olursa, ya ebeveyninin hükmü altına bu şekilde bağlanır, sonuna kadar böyle devam eder. Veyahut da değişen kısmından da olabilir.

Nitekim, evvelce geçen hadisler okudunuz. Mesalâ, Ebû Cehilin oğlu İkrime gibi veyahut da Velidin oğlu Hz. Hâlid gibi vb. nice kimseler olmuştur. Onun için karar ve hüküm Allahü Zülcelâl’indir.

الله اعلم بما كانوا يعملون

(Enbiya/23)

“Ne gibi bir işlemleri varsa Allahü Zülcelâl bilir.”

Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

كلكم ميسر لما خلق له

"Hepiniz ne için yaratıldı iseniz, oraya doğru meyleder ve onu seçersiniz."

Bu hadis çok sağlıklı çok sıhhatli olarak beyan edilmiştir. Her biriniz neye müyesser iseniz, yâni ezel hükmü veya Âdem (A.S.) sülbünden geliş tarzı, verdiğimiz karar ve hükmün neyine seçenek yapmış isek, hangi tarafı hoş gördüysek, âdeta bu dünyaya gelişimizde de ruhen ve bedenen, bu seçeneğimizi ve işlemlerimizi yaparız. İcabında, başkasının hoşlanmadı-ğından diğeri hoşlanır. İcabında başkasının mâsiyet işlemini hep tiksinirken, ötekisinin en çok seçtiği bir şey olur. Memleket olsun, sanat olsun, esnaflık olsun, ameli olsun, ibâdeti olsun, itikadı olsun, herkes ne üzere bulunuyorsa, kendisinin alel Haktan olduğunu görür. Bu Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderi, irade ve meşiyeti ile bizâtihi seçeneğimizi yaparız. İşlemlerimizi bitiririz ve böylece kendi fermanımızı alır götürürüz. Allah korusun.

Rabbimiz dâima bizleri tevfikâtiyle refik eylesin. İnayetinden esirgemesin, bizlere muin olsun. Bizi hizlâna düşürmesin.  Âmin.

Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyuruyor:

رفع القلم عن ثلاث عن النائم حتى يستيقظ

وعن المجنون حتى يبرأ وعن الصبى حتى يكبر

Bu hadis de gâyet sağlıklıdır. Buyuruyor ki: "Allahü Zülcelâl ümmetimden üç kimse üzerinden kalemi ref etmiştir, yazmıyor. Bir tanesi çocukluk çağından büluğ çağına kadar. Yâni çocukluk çağında bir şeyler yapacak olursa, Kur'an okursa veya benzeri bir şey yaparsa sevabı ebeveyninedir. Kendisi daha henüz mükellef değildir. Dolayısıyla bülûğ çağına geldikten sonra mükellef kılınıyor.

İkincisi, aklî dengesi yerinde olmayan, yâni mecnûn olanın üzerine kalem işlemiyor. Yâni, Allah onların üzerine ne yaparsa yapsınlar, yazmaz.

Üçüncüsü de, uyku devresinde olan kimsedir ki, o da ne yaparsa yapsın yazılmaz. Çünkü uyku halinde bir seçeneği yoktur. Hattâ ki uykudan uyanmadıkça. Uykudan uyanınca o zaman sabilikten çıkmış, bülûğ çağına gelmiş olur. Seçenek yapabilecek güçte, aynı zamanda aklî dengesi de yerinde, öylece uykuda da değil, uyanıktır. Nasıl ki, zararlıyı, faydalıyı, kârını, kesbini, helâli, haramı seçebiliyorsa, şu halde ahiret meselelerinde Allah’a karşı sorumluluğunu da tutuyor. Bu minvâl üzere olduktan sonra, işte o zaman üzerimizde Allah’a karşı kulluk sorumluluğu başlamış oluyor. Ve böylece Allahü Zülcelâl:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

 (Zariyat/56)

"İnsanlar olsun, cinler olsun, bunları yaratmamdaki gâye, bana kulluk yapmaları içindir."

Ayrıca Allahü Zülcelâl Hadis'i Kudside de buyuruyor ki:

يا ابن آدم خلقتك لعبادتى فلاتلعب

"Ey Âdemoğlu, seni yaratmamdaki gâye bana kulluk yapasın diyedir. Bana karşı oyunbazlık yapma" buyuruyor.

 

Kardeşlerim,

Onun için, biz tebâiyetimizi kimden örnek alacağız? Tâbiî ki Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem), Önderimiz olan Fahri Âlem Aleyhisselâtü vesselâmdan. Çünkü, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetiyiz biz, örneği ondan alırız. Bu dünyaya gelişiyle acaba Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ne yapmış? Bakınız...

Rızık için elinden geldiği kadar stok etmiş. Aynı zamanda harbe girdiğinde tedbir olarak zırh giymiş ve korunmaya çalışmıştır. Aynı zamanda tedbir olarak hendek kazmıştır.

Hülâsa, İbadet meselesinde ise hâkezâ, sâidliği ve şâkiliği hususunda, kendisi, masûm ve garantili olduğu halde, Rabbisine karşı ibadetini, nasıl olsa garantiliyim diyerek ihmal etmemiştir. Bu Allah’ın bir hakkıdır. Rabbimizin rızâsını celb etmek için, ayakları şişinceye kadar ibadete çalışmıştır.

Onun için esbab mûcibelerine baş vurmak sünneti seniyedir. Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) örnek almaktır. Ama kimisi de esbab mûcibelerine baş vurunca, diyor ki, ben işimi kadere bırakmam. Böyle söylemektedir. Bu ise Allahü Zülcelâle karşı bir küfürdür. Allah korusun. Bize düşen hem esbab mûcibelerine baş vurarak sünnete uymak, hem de Allahü Zülcelâlin kaderine de tevekkül etmektir. Bu ise İmandandır. Her ikisini de beraber yürütmek suretiyle mü'min sıfatına bürünmüş oluruz. Allahü Zülcelâlin en seçkin kulu, örneği Habîbidir. (Sallallahu Aleyhi Vesellem)

Rabbimiz bizleri Habîbinin şefaatinden mahrum etmesin. Bizleri Rasûlullahın şefaatina nâ-il eylesin.

Allahü Zülcelâlin rızası ve Rasûlullahın hoşnutluğunu bizlere nâsib eylesin. Livâul Hamd sancağı altında bizleri haşr-ü neşr eylesin.  ÂMİN.