Aziz Kardeşlerim,
Kazâ ile ilgili olan bölümü bitirdik. On altıncı bölüme de Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle başlıyoruz.
Birinci bölümün ana konuları üç Hadisten ibarettir. Diğeri muhteviyât, iptidâî proje ve programın başlangıcıdır.
Allahü Zülcelâl:
وكان الله ولاشيئ معه و هو الآن على ما عليه كان
"Cenabı Rasûlullah'ın buyurduğu gibi; Allah vardı, O’ var iken hiçbir nesne yoktu, tüm varlıkları var etti.” Bu varlıkları var etmek ile Allahü Teâlâ’nın kudret ve azametinde bir noksanlık meydana gelmez.
Onun için, Allahü Zülcelâl’in ne hazinesinde ne azametinde, ne de gücünde her hangi bir noksanlık düşünülemez.
İlk olarak yaratılan nedir? Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nûrudur. Sonra Arş başlamıştır. Arş su üzrerinde iken kadâ ve kaderin proje ve programı başlamıştır. Birinci Hadiste başlangıçta kalemin yaratılması, levh-i mahfuz ve benzerlerinin yaratılmasıyla bu şekilde cereyan etmiştir.
İkinci Hadiste ise, ruhları imtihan sansüründen geçirmek ki, buna ezel deniliyor. Ezel âlemi, ervah üzerine câri hâdiseler, imtihanlardır.
İmtihan, insanoğlu ve cinler üzerine câri olur. (Zirâ, mükellef olan bu iki zümredir.) Onların ruhları üzerinden imtihan sansürü geçmiştir. Akıllı olan akıllıdır, ahmak olan ahmaktır, bir kısmı imanı seçmiştir, bir kısmı küfrü seçmiştir, bir kısmı da tereddüdde kalmıştır. Mâsiyeti seçmiş veya itâati seçmiştir.
Hülâsâ, üzerlerinden âdetâ bu dünyadaki yaşantıları bir filim gibi geçerken seçeneklerini yapmışlardır. Tâbiî ki bu bizce meçhul, Allahü Zülcelâle ise mâlûmdur...
ALLAHÜ ZÜLCELÂL KULLARINA ZULMETMEZ
Kullar ne gibi bir işlemi seçenek yaptılarsa bu, Allahü Zülcelâl Sübhânehü ve Teâlâ’nın, indi ulûhiyyetinde mahfuzdur.
Bu sır esâsen, kader sırrı denilen ezeldeki sırdır. O sebeple inanmamız gereken şudur, hiçbir şekilde şüphe etmeden. Zira:
وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
(Kehf Sûresi / 49)
"Allahü Zülcelâl kimseye zulmetmez.”
Başka bir ayette de:
وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ
(Fussilet / 46)
“Allah kullarına karşı zalim de değildir.”
Çünkü zulüm noksan sıfattır. Hâşâ. Halbûki, Allahü Zülcelâl, kemal sıfatıyla muttasıftır.
Böylece imtihan sansüründen geçirildikten sonra, karara bağlanır.
Üçüncü Hadiste ise: "İnsanoğlu bu dünyaya geldiğinde, daha henüz hiçbir şey yokken, insanoğlu için o imtihandan sonra karara bağlanan nedir? Eceli, rızkı, ana rahminden kabre girinceye kadar ne gibi hadiseler, ne gibi bir yaşamları varsa, gideceği geleceği, yiyeceği içeceği, ne varsa ve sonunda da sâid mi? şâki mi? Sonunun ne ile bağlanacağı, bunlar hep karara bağlanmıştır. Hüküm kesindir ve bitmiştir.
Bundan sonra Allahü Zülcelâlin murâdı gökleri ve yeri yaratmasıdır. Sırasıyla bu hükümler karara bağlandıktan sonra, göklerin ve yerin yaratılmasına dâir Allahü Zülcelâl Ayet-i Celilesinde şöyle buyuruyor:
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
(Hud/7)
"Ol azimüşşan olan Allah, gökleri ve yerleri altı gün içerisinde yaratmıştır.” Tüm teferruatıyla birlikte altı gün. Evet, Allahü Zülcelâl bir lahzâda, var da eder yok ta eder. Fakat bunu müfessirin uzun uzadıya anlatırlar. Bizim gâyemiz tefsir etmek değildir. Bizim izah etmek istediğimiz kader ile ilgili sırasıyla takib eden yaratılış tarzı nedir? İşte bu... Ezel imtihanı karar ve hükme bağlandıktan sonra, topraktan mamül insanoğlunun yaşaması için ne gerektiriyorsa, Cenab-ı Hak onları yaratarak ve ikinci bir imtihana tabi tutulacaklar. Bu ikinci imtihan ruhen ve bedenen olacaktır.
Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl gökleri ve yerleri yarattığında dahi, henüz gene Arş daha su üzerinde idi, yani daha göze görüken bir şey yok. Yani ne Âdem ne de Âdemoğlu var, ne Cehennem ne de Cennet, sadece ezel âlemi, ervah üzerinde cereyan etmiştir. Neler olacaksa tamâmen hükme bağlanmıştır. Ve bundan sonra işleme geçmek için bir hazırlık var. Ne hazırlığı bu? Bu Allahü Zülcelâlin gökleri ve yeri yaratmasıdır.
Cenab-ı Hak yerleri ve gökleri yarattığında Arş yine su üzerinde idi. Rabbül izzenin “Arş su üzerinde” diye buyurmasının sebebi nedir? Burada bizleri tefekküre davet ediyor.
Allahü Zülcelâlin azamet ve kudretini düşünmeye dâvet ediyor. Neden? Çünkü bu mühendisliğin, aklın, şuûrun dengesinin dışındadır. Ne akıl ne mantık bunu hafsalasına sığdıramaz.
Zirâ, teknik ve fen olarak, mutlaka üzerine bir şey koyacaksan, elbette temelinin sağlam olması lâzımdır. Koskoca Arşın su üzerinde durması, bu kudret kudretullahtır, durduran Allahü Zülcelâl’dir. Yâni bu artık akıl ve mantık dışındadır.
Allahü Zülcelâl azametini ilân ediyor, bizleri de tefekkûre dâvet ediyor.
Arş dediğimiz zaman bu hususta Allahü Zülcelâl bizâtihi buyuruyor ki:
Yâni Arşın azim olduğunu ilân ediyor. Bu Arşı bir nebzecik size anlatırken, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor :
"Gökler, yerler ve muhteviyatı, güneş ve ay berâber olsalar, Arşın altında olan kürsi, çöle bir halka atıldığında çölde ne kadar hacmi olursa, bir esâmesi olursa, ne gibi bir yer işgal ederse, kürsiye nazâran gökler ve yerler de bu kadardır.
Kürsi ise Arşın altındadır. Kürsi esâsen Cennetin tabanıdır. Cennet bunların arasında, inşâ’a edilecek, yâni Kürsi ile Arş arasında. Arş ise Cennetin tavanı olacaktır. Böylelikle Kürsi'nin büyüklüğünü anladık. Fakat gökler ve yerler Kürsiye nazaran ne kadar ufak görünüyorsa, her biri Kürsi ile birleştiğinde de Arşın karşısında olanlar da o kadar küçük düşüyor. Yâni, gökler, yerler ve Kürsi, Arşa nazaran bir çöle bir halka atınca ne gibi bir cesâmet veya bir yer işgal ediyorsa, Arşın karşısında onlar da o nisbete iner.
İşte böyle azim bir Arşın su üzerinde durması artık kudretullahın azametini gösterir ve bu şekilde bizi tefekküre dâvet eder. Ve teslimiyet gerektirir. Çünkü akıl ve mantık durur burada.
Hülâsa, gene Arş su üzerinde iken yerleri ve gökleri yaratmasının sebebi nedir?
لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
(Mülk/2)
"Size tekrar bir imtihan olarak, yani beliyye, imtihan meselesidir. İnsan tekrar imtihan sansüründen geçirilecek. Bakalım hangisi iyi amel işleyecektir. Akıllı kim ahmak kim, imanı tasvib eden ve imana sahip çıkacak kim, küfre sahip olacak kim?
Hülâsa, daha evvel de anlattığımız gibi, ana rahminden kabrine kadar, mahiyeti, muhteviyâtı, işlemi, rûhen ve vücûden el birliğiyle çalışacaktır. Rûh tek başına bâzı meseleleri yapamaz. Vücûtla birleşerek ancak bu işleri yapar.
CENNET VE CEHENNEM EHLİ
Böylece geleceğiz ve sonunda da neyle bağlanacak.
فريق فى الجنة و فريق فى السعير
"Yâni, şakî veya sâid ne isek, bizi iki fırka olarak ayırmış olacaktır.” Bu yere geldiğimizde yol iki tanedir, üçlü değildir. Her zaman anlattığımız gibi, "bir fırka Cennet, bir fırka Cehennem." Şimdi, bu işlem bittikten sonra, arkasından ne geliyor? Arkasından sıra Cennet ve Cehennemi yaratmaya geliyor.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hadisinde şöyle buyuruyor:
ان الله عزوجل خلق الجنة وخلق النار فخلق لهذه اهلاً ولهذه اهلاً
(رواه المسلم و ابو داود و ابن ماجه و النسئى)
"Allahü Zülcelâl Cenneti de Cehennemi de yarattı ve buna da bir ehil tâyin etti, ötekisine de bir ehil peydah oldu. Yâni, Cennnete de bir fırka ayırdı, Cehenneme de bir fırka ayırdı." buyuruyor.
Mahlûkat kısmına gelince, birbiriyle ilgili olan mahlûkat, melekler başta yaratılmış, sonunda da cinler ve şeytanlar, en son insanlar yaratılmıştır. Yâni esâsen Âdemoğlu hepsinin sonundadır. Ancak ruh imtihan edilirken, cinlerle birlikte insanoğlu da imtihan olunmuştur. Zaten melekler nurdandırlar. Onlar:
لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
(Tahrim/6)
"Onlar için asla isyan diye bir şey tasavvur edilemez. Nurdan yaratılmışlardır. Allahü Zülcelâlin emrine imtisâlen yaratılmışlardır. Onlardan hiçbir zarar umulmaz. Onlar ne kadın ne de erkekdir, iki vasıfla da vasıflandırılmaz, Allahü Zülcelâl öyle yaratmış. Onlara Melek diye tâbir edilir, o kadar. Ne üns ve ne de zeker yani dişi ve erkek denmez onlara, bu gibi bir şey atfedilemez onların üzerine. Hülâsa, bunlar nurdan yaratılmışlardır. Hiçbir zarar gelmez insanoğluna. Fakat şeytanlara gelince onlar kara dumandan meydana gelmişlerdir. Onlar keferedir. Onlardan, hiçbir yarar dahi umulmaz. Bunlar birbirine zıt iki zümredir. İnsanoğlu ve cinler bunların arasında hayatlarını sürdürecek. Bundan dolayı melekle şeytan dâimâ karşı karşıya bizimle beraber devam etmekte, birisi hayrımızı ister, iyi doğru şeylere dâvet eder, bunlar melektir. Birisi de dâimâ şerrimizi ister, bizi dolandırır, bu da şeytandır.
Şimdilik bu dört sınıfı bir araya toplasak, melekler 10'da 9'unu teşkil eder, bereket versin ki melekler çok, Allahü Zülcelâle şükürler olsun. Bu sefer geride kalan bir'i şeytan, cin ve insanlardır. Bunlar da bir araya toplansa, 10'da 9'unu şeytanlar teşkil ediyor. Ve ikinci derecede oluyor. Bu sefer kalan insan ve cinler bir araya toplansalar, 10'da 9'unu cinler teşkil eder. En azı yani ekalliyatta olan insanoğludur. Fakat hepsinden de efdaldir, en ekremidir. Çünkü Rasûlullah bizde olduğu için onun sayesinde efdâliyet alıyoruz. (900/1000 Melek; 90/1000 Şeytan; 9/1000 Cin; 1/1000 İnsan)
Kardeşlerim,
İşte bu kürreye geldiğimizde bu imtihan sansüründen geçeceğiz, dikkat ederseniz, şöyle anlatayım :
Rasûlullah aleyhissalâtü vesselâm buyuruyor ki: "Şeytanlar Âdemoğlunun üzerine öyle hücum ederler ki, yaz gününde bir çanak pekmez olur da, sinekler o çanağa nasıl hücum ederlerse, şeytanlar da Âdemoğlunun üzerine öyle hücum ederler. Çünkü onlar insana düşmandır. Zirâ, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:
إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ
(Fâtır/6)
"Şeytan, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak ittihaz ediniz. Zirâ, kendisine bağlı olan hizbin, âkibetleri Cehennemdir." buyuruyor.
Onlar insanları kendilerine yoldaş edinmeye çalışırlar. Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun ki, Kâdiri Mutlak olan Allah (c.c.) nün gücü ve meleklerinin çokluğuyla, insanlar onların zararlarından korunabiliyorlar. Rasûlullah'ta (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu bir misal vererek şöyle anlatıyor: "Nasıl ki sinekler bir şeye hücum ettiklerinde yelpâze ile sinekler kovulursa, melekler de kanatları ile bu şeytanları kovar, insanlara zarar vermeye, musallat olmaya bırakmazlar." buyuruyor.
Ancak, kişi kendi irâdesi, kendi sû-i ahlâkıyla, sû-i fıtratıyla, bu şekilde şeytanlarla yoldaşlık edinirse ve böylece kendisine düşman değil de âdeta dost ittihaz edinirse, bu durumda insanoğlu şeytanla başbaşa kalır. Allah korusun. Tabiî ki melekler böyle mâsiyet aksâmına yanaşmazlar, hoş da görmezler. Çünkü, bu durum onların fıtratına uygun değildir. Onların yaratılışları nurdandır. Bilhassa böyle Allaha isyankâr devresinde asla yaklaşmazlar ve yardımcı da olmazlar.
Hülâsa; bu nizam bu şekilde hazırlandıktan sonra sıra Âdem (a.s.)'a gelir, çünkü, yaşamları tamâmen hazırlanmış durumdadır. Bununla ilgili bir hadisinde Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyuruyorlar:
ان الله تعالى خلق آدم من قبضة قبضهامن جميع الارض فجاء بنوا آدم على قدر الارض جاءمنهم الأحمر والأبيض والأسود وبين ذلك
(رواه امام احمد و ابو داود و الحاكم و البيهقى وابن حبان و الترمذى )
Hadis Meâli:
"Allahü Zülcelâl Hz. Âdemi yaratmayı murat edince, yeryüzünden teferruatıyla her yerinden bir gabda (bir avuç) alındı. Ve bunu Âdem (a.s)'ın tıyneti olarak, hamuru durumuna getirildi. Bu gabdâyı alırken, Azrâil (a.s) aldı. Başka melek gönderdiğinde yerin yalvarışına dayanamadı. Fakat, Azrâil’i (a.s) gönderince, ben ancak Rabbimin emrini bilirim dedi. Böylece düşünün bir kere, yeryüzünün muhtelif yerlerinden alınan bu gabda, nasıl ki ezel âleminde, ruhların üzerine ne gibi bir ceyran olundu ise, Enbiyalardan tutun da, yani mü'minlere, kâfirlere, firavuna kadar, bunların hepsi de dahil, şimdi yerden alınırken de aynı o ruhları okşayacak, ve onların cinsiyetlerine uyacak olan tarzda, topraklar da rengârenk veya madeni cinsleri veya hoş kokulu veya kerih kokulu toprağın içindeki madenlerden çeşit çeşit derlemişlerdir." buyruluyor.
Kadir-i mutlak olan Allah; o ervaha uygun olarak,buradan alınan toprakta nâsibleri aynı ruh aynı vücûda gelinecek, yani lâyıkı veçhile yeri yerine gelecek. Herkesin tıynetine uygun olarak gelecektir.
Kardeşlerim,
Hülâsa, insanoğlunun hamur işlemi böylece yapıldıktan sonra yani topraktan, havadan, sudan, ateşten anâsır-ı erbâ-adan bu şekilde birleşerek meydana geldikten sonra, bunun meydana geldiği yeri de, şimdi Kâbe-i Muazzamada imamın namaz kıldığı yerdir. Orasını Maâcin-i Âdem diye tâbir ederler, yani Hz. Âdemin hamur yeridir.
Hz. Âdeme canlılık verilince de Allahü Zülcelâl, bir ahdü mîsak gerektirmiş. Bu sefer zürriyyetinden bir ahdü mîsak yenilemek murad etmiş. Bu da şu Ayet-i Celile ile sabittir, şöyle buyuruyor:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آَدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى شَهِدْنَا أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
(A’raf/172)
Âdem ve Âdemin oğullarından kıyamete kadar babadan evlâda intikalen böyle birbirinden meydana gelinecek ve bunlar zerre durumunda olacaklar. Ancak zerreleri şöyle tabir edelim. Allahü Zülcelâl murad ederken, gerçi çıkışı Hz. Âdemden amma evlâdı çıkar, evlâdın evlâdı çıkar ve daha ötesi kıyamete kadar, böyle intişaren genişliyor, yayılıyor. Birinciyi esâsen, Allahü Zülcelâl murat ederken kudretiyle sağ tarafını murat ediyor ve böylece zerreler çıkıyor. Ammâ, sağ tarafından çıkan zerreler ashabül yemin kısmındandır. Bunlar beyazdır. Sol tarafından çıkanlar ise, bunlar ashabuşşimaldır. Buradan çıkan zerreler de kara duman gibi çıkıyor.
Hülasa, bunlar meydana geldikten sonra, Âdem (a.s.)'dan, bir tek babadan intişâren, kıyâmete kadar zürriyet bir anda tevekküf ederler, bulunurlar. Allahü Zülcelâl o zaman şöyle buyuruyor: الست بربكم Allahü Zülcelâlin bu hitabı karşısında hiçbir ferd kalmaz. Yarar, yaramaz illâ “belâ” dediler. Nasıl ki ervah âleminde “belâ” demiyen kimse kalmadı. Çünkü Rabbül izzenin celâliyeti karşısında, âzameti karşısında hiçbir kimse bunu söylememeye kâdir değildir...
Zîrâ, Allahü Zülcelâl Ayet-i Celilesinde:
وَلَهُ أَسْلَمَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ
(Âli İmrân/183)
"İstiyerek veya istemeyerek, kerhen veya tâaten olsa dahi, mutlaka tamamen Allahü Zülcelâle teslim olurlar." buyuruyor.
Zîrâ, sonra tekrar kendine rücû’ edecek, onun için, birinci ervah âleminde “belâ” dediler. Hiçbir tanesi, bunun dışında kalmadı. Ve Allahü Zülcelâl kendilerine de bir mantık, akıl, idrak vermiş, evvelki gibi de değil bu...
Zirâ, bu şöyle, nasıl ki bir karınca Hz. Süleyman ile konuşabildi ise; bu zerreler de tamâmen öylece konuştular. Belâ kelimesini söylediler, hem rûhen, hem vücûden söylediler.
Ancak, O âlemden bu dünyaya doğacak, fakat, büluğ çağına gelmeden ölürse, bunun hâli nedir acabâ? Bunun hâli, ervah âleminde söylediği belânın ahdü misâki üzerinde ölür. Nasıl ki, Allahü Zülcelâl (c.c.) sübhanehû ve teâlâ'nın Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
كل مولود يولد على الفترتى
"Her doğan çocuk kendi fıtratına göre doğar."
Fıtratı nedir? Tevhide uygun oluşudur. Hani “belâ” dedi ya, işte o belâ kelimesinin üzerinde doğar. Onun için büluğ çağına gelmeden bir evlâd ölürse cennetliktir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allahü Teâlâ’dan bunu taleb etmiş. O da kabul etmiş. İmam-ı Azam, bizâtihi buna kâil dir. Yani müşriklerin, kâfirlerin çocukken ölen evlâdları Cennettedir diyor. Bazısı Hüddamdır, bazısı ayrı bir yerdedir... Onun için Rabbimiz kimseye zulmetmez. Ama ne zaman ki büluğ çağını aştı ve daha hâlâ ikinci ahdü misâkın belâ kelimesinin gereğini yerine getirmezse, o zaman evvelki getirmiş olduğu belânın kıymet ve değeri olmaz. İşte, bu ikinci imtihanın hakikaten sorumluluk devresi geldi de yapamadı ise, evvelkinin de kıymet ve değeri kalmaz. İşte belâ bu şekilde devam etti ve melekler dediler ki :
قالوابلى شهدنا ان تقولوا يوم القيامة انا كنا عن هذا غافلين
"Biz şâhid olduk, yarın kıyamet günü siz, bundan hiç haberimiz yoktu diyemezsiniz." Çünkü melekler şâhid gösterildi.
İşte, Arafat vakfesinin, kıymeti ve değerinin nereye bağlı olduğunu şöyle bir düşünelim. Bakınız, orası Ahdü misaki yenileme yeridir.
Allahü Zülcelâl nâsib ettikçe ahdimizi, misakımızı, Rabbimizin rızasına uygun olarak verdiğimiz vâdi ve ahdi yerine getirmek sûretiyle Rabbimiz cümlemize müyesser ve muvaffak eylesin. Âmin...
Zira Abdullah ibni Abbas'ın (r.a) rivayetine göre ki, en sağlıklı rivayettir, bu Arafat muhitinde aynı zamanda Arefe günü olmuştur bu hadise. Nasıl ki, ezel âleminde hayali olarak benimsedikleri gibi, burada da aynı dünya muhteviyatı tamâmen bunların gözü önüne getirilmiş, âdetâ, teşbihte hata olmasın, gene televizyon gibi, ruhlarıyla ve vücudlarıyla, böyle hoşlaştıklarını, orada benimseyenler burada da benimsedi, orada benimsemeyenler burada da benimsemediler. Hoş gördüler veya görmediler. Orada gene iman ehli imanını, küfür ehli küfrünü, dalâlette kalan, dalâleti, bu şekilde herkes kendisinin müstahak olduğu şeyi seçmiş ve böylece karara bağlanmıştır.
Allahü Zülcelâl (c.c.) kullarına zulmetmez hâşâ ve bu belâ kelimesine melekleri de, hattâ gökleri ve yerleri dahi şahid kıldı.
Özet olarak şu noktaya dikkat ediniz. Ervah âleminde, ezel âleminde zahir olan nur, tevhid ve marifet nûrudur. Bu nur Hz. Âdemin tıynetine giriş yaptı. Allahü Zülcelâl bu zürriyeti meydana getirirken, sağ tarafının beyaz oluşu, ön tarafı gâyet nûrânî çok parlak nûr sahibleri idi. Sol tarafı ise kara duman gibi, esasen bunların bir bölümü küfürle kalışlarındandır. Öteki tarafta iman ile müşerref oluşlarından dolayı ön cephesinden çıkan kimseler, Rasûl ve Enbiyalardır, bunlar ise mâsumdur, hiç hataları yoktur.
Bunlar meydana getirildiğinde, tabii tekrar aynı ahdü misaki vücudlarıyle, ruhlarıyla, ister istemez belâ dediler. Evvelki belânın aynı hükmünde.
Ancak, buraya geldikten sonra hatta ordayken bile belâ dediler de ,yine de kendi seçeneklerini yaptılar. Yani, kararlarında durmadılar.
Ve nihayet, buraya geldiklerinde Allahü Zülcelâl hem bu dünyada:
أَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ
(Zümer/22)
Ayet-i Celilesinin meâli: "Allahü Zülcelâl bir kimseye ezelde olsun, gelecekte Hz. Âdemin tıynetinde olsun, eğer, îman nûru benimsedi ise o îman nûrunun şerefiyle bu dünyaya gelir, yine aynı nur mevcud, ötekiler bunun tersi bir durumdadır. Hatta, ahirete dahi gidildiğinde de, iki yerde Kur'anı azîmüşşan:
وَالَّذِينَ آَمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ ٌ
(Tahrim/8)
Diğer Ayet-i Celilede de:
يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعَى نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ بُشْرَاكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
(Hadid/12)
"O gün için mü'min ve mü'minâtı da görürsünüz ki, nurları önlerinden ve sağlarından olmak üzere yürümektedirler."
Böylece, ön kısmından olan nur Enbiyalara âittir. Sağ tarafındaki olan nûrlar mü'minlere âittir. Diğer tarafları tamamen mahrumiyettir. Onlarda hiçbir nur yoktur.
Ve bu nur sayesinde mü'minler mahşer âleminde rahatlıkla Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle sıratı geçinceye kadar, ve Cennete vardığında da fevz-i azîym ve fevz-i necât bulur ki, en azîm olan zaferiyettir bu.
Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sorarlar: "Efendim, bizim bu hususta amelimizin dahli nedir? Mademki her şey tamamen hükme bağlandı ise amelimiz niye? Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
كلكم ميسر لما خلق له
"Hepiniz ne için yaratıldı iseniz, ona müyesser olursunuz." O size kolay gelir. Bunu tasvip edersiniz veya etmezsiniz. İster Cehennem yolu, isterse Cennet, ister iman, isterse küfür, o size kolaylaşır, onu benimsersiniz. Neticesi varacağınız karar ne ise, bu kararı kendiniz bizâtihî veriyorsunuz.
Bu Ayet-i Celileyi ilâve ederek:
فَمَنْ يُرِدِ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ
يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ
(En’am/125)
"Esâsen Allahü Zülcelâl bir kimseye, imtihan kazanmış ve buraya geldiğinde alel iman ve iman nûru ile gelmiş ise, bu gibi Hak yolları çok kolayına gelir ve benimseyerek bunların yolunda işlemeye çalışır, uğraşır. Hatta ki, Cennet ehli oluncaya kadar. Öbür tarafı ise kesinlikle Hak yolları hiç görmemezlikten gelir. İnkârcıdır, küfürbazdır ve neticesi değil mi ki imanı benimsememiş, değil mi ki nursuz gelmiştir, yani benimsememiştir böyle olunca alel küfre gider. Hattâ ki Cehenneme varıncaya kadar." Allah bizleri korusun.
Allahü Zülcelâl bizleri, Hakkı Hak bilip Hakka tabî olanlardan, bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan içtinab eden kullarından eylesin. Âmin...