Aziz Kardeşlerim,

Mevzûmuz hakkında biraz tafsilât vermeye ihtiyaç duyuyoruz. Dolayısıyla, gâyemizin ne olduğunu baştan anlatmak, uygun olur.  Hiç olmazsa arzuladığını, okumak, görmek isterse ona göre seçeneğini yapar.

Biz geçen bölümde, Cibrilin (a.s.) Cenâbı Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) islâm, iman ve ihsan makamlarını sorduğunu ve Rasûlullahın da bunlara verdiği cevapları beyan etmiştik. O bölümde islâm ve imanla ilgili bazı ahkâmları belirttik. Fakat, iman kısmına geçince iman kısmı ağırdır. İtikatla alâkalıdır. İtikadî yönden, bu itikad bozukluğundan çok değişik fırkalar meydana gelmiştir. Hatta bunlardan küfre kadar varan bile olmuştur. Dalâlete düşen olmuştur. Zirâ, hak yoldan çıktıktan sonra bu yol dalâlet sayılıyor. Rasûlullahın ve Ashâbı Kiramın oldukları minvâl üzere itikadları ne ise, bu itikadda olanlar fırka-i Nâciyedir. Ehli sünnet vel cemâatin âkidesi budur. Bunun dışında kalanlar fırka-i dalâl sayılıyor. Bu hususta da geçen bölümlerde az çok malûmat vermiştik. Geçen bölümü bu mevzû ile bitirdik. Sahabe-i Kiramın Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dünyadan göç ettiğinde, o son devresindeki itikadları ne idi?

Esâsen başta söylememiz gereken, Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderine rızâ göstermek, emrine imtisal etmek, teslim olmak, aynı zamanda hükmü altında da sabretmek lâzım, eğer nimet ise şükretmek, mûsibet ise sabretmek, işte bu itikad, tavsiye edilen itikaddır. Bu birinci cümleyi böylece bitirmiş olduk. İkinci cümle ise, Allahü Zülcelâlin emrine imtisalen, nehyinden de içtinâb ederek, amellerimizin hâlisâne livechillâhi Teâlâ olmasıdır. Bu ise Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve Ashabı Kiramın itikatlarıdır. Üçüncü cümle ise Allahü Zülcelâlin kaderine inanmak, (Hayrihi ve Şerrihi) hayır ve şerrin Allahü Zülcelâlden olduğuna inanmak, Zira, Cenâbı Rasûlullah imanın şartlarını sayarken hepsini de cümle cümle, meleklere iman, kitaplara iman, Rasüllere iman diye saydıktan sonra, tekrar gene şöyle buyuruyor:

ان تؤمن باالقدر خيره وشره من الله

Hiç şek, şüphe etmeden mutlaka cezmen ve azmen iman edersin. Kaderinin dışına hiç çıkma, hayır olsun, şer olsun kaderin olduğunu bil, buna mutlak böyle iman edeceksin diye Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tembihatı vardır.

Ve İmam-ı Ali (r.a.) kaderin çok tehlikeli olduğunu, Allahü Zülcelâlin gizli sırlarından bir sır olduğunu açıklıyor. Bunu araştırmaya giriş yapmaya müsaade olmadığını, karanlık yol, derin bir deniz gibi olduğunu belirtmiştir. Bunların hepsini tarif etmiştir. Çok tehlikelidir, buyuruyor.

Ancak, hiç bilmeden de olmaz. Bir şekilde münazara konusu olunca, halkın akıl ve mantıklarına göre olmadığını, âdeta Rablarına karşı münazara edercesine, yani, kadariyecilerin yaptıkları gibi. Onlar, hâşâ, neden şerri yaratırsın? Hem şer işleyene de azab edersin. Bunun yakışağı olur mu? Olmaz, diyerek.

Hâşâ... Rabbül Âlemine karşı kaderiyecilerin bu münazarası vardır. Bunu münazara konusu yaparlar. Böylece Allahü Zülcelâlin yaratmış olduğu ümmetler arasında, hepsinde de kaderiyeciler vardır. Allahü Zülcelâlin gazabına uğrayacak olan mezheb sahiplerinin arasında, başta kaderiye mezhebinde olan kimselerdir.

Bunlar: (خصماء الرحمن)  Allahü Zülcelâlin hasımlarıdır. Sakar Cehennemine de gireceklerdir. Ve böylece onlara da Allahü Zülcelâl aynı kelimeyi buyurur.

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

 (Kamer/49)

"Her şeyi kaderimizle yaratmışızdır." Kaderin dışında hiç bir şey olamaz.

 

İNSANOĞLU ABES OLARAK YARATILMADI

İşte, bu kader, tabiî ki bir proje, bir plân dahilindedir. Zira, bazıları sanıyor ki, hemen bu dünyaya geldiğimizde, bu hükümler üzerimize icra edilir. Halbuki, öyle değildir. Esasen kaderin bir başlangıcı vardır. Ve sırasıyla gelmektedir. Böylece Allahü Zülcelâl'in adaleti tecelli edecek, ya inayetiyle, tevfikatıyla, rızasıyla, bir işlem yapacağız. Ve Cennet kısmından olup Cennete gireceğiz. Veyahut da hizlâna düşeceğiz. (Allah Korusun) Şeytânın hizbinden olacağız. O zaman cehennem yolu seçilmiş olacak. (Allah bizleri korusun.)

فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ

 (Şura/7)

"Yani bir bölüm cennete bir bölüm de cehenneme gidecek.” Zirâ, Allahü Zülcelâl bizleri bir abes olarak yaratmadı:

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا

 (Mü’min/115)

"Sizleri abes olarak yarattığımı mı sanıyorsunuz?" Yani, başıboş gelin geçin diye. Hayır öyle değil. Mutlaka bir imtihan sansüründen geçeceğiz. Nasıl geçeceğiz? Tâbiî, projeli, programlı bir tarzda ki, hiç itiraz mahalli kalmayacak, herkes fermanını hazırlayacak, sicilini, yarar veya zarar hazırlayacak, hiç itiraz edecek, özür beyan edecek, bir şey de bırakmaz Allahü Zülcelâl.

Böylelikle, şu projeyle ilgili, Cenâbı Rasûlullah’tan intikal eden, yani Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sırlar hakkında belirttiği ve Rasûlullahtan intikal eden bu husustaki hadisleri elimizden geldiği kadar sizlere serd etmeye gayret edeceğiz. Ve böylece Rabbimiz ahseni ne ise, onu cümlemize muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin.

الحديث الشريف : عن عبدالله ابن عمر و ابن العاص رضىالله عنهما عن رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال قدر المقادير قبل ان يخلق السموات والارضين بخمسين الف سنة

Hadisi, Sahih-i Müslim, İmam-ı Ahmet ve Tirmizi buraya kadar berâberce ittifak içinde getirmişler, ayrıca İmam-ı Ahmed ile Tirmizi bir kelime ilâve ederek:

وكان عرشه على الماء

 derler. Bu kelimeyi onlar ilâve ederler.  Bu hadis sağlıklı sıhhatlidir. Fakat, hadiste esâsen buyrulan: "Allahü Zülcelâlin arşı su üzerinde iken, kadâ ve kaderin, projenin başlangıcı, o zamandan başlamıştır. Daha henüz arştan gayri bir şey yok. Arş su üzerinde iken ve arşın da Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan olduğu Hafız Abdurrezzâkın Câmiindeki hadiste mevcuttur. Bu hadis Câbir (r.a.) ‘dan mervidir. Fakat, bu kadâ, kaderin, mukadderâtın, takdiri olan projenin başlangıcı, henüz daha yer ve göğün yaratılmasından elli bin sene evveldir. Buna da iyice dikkat ediniz. Şimdi denilebilir ki, acabâ, elli bin sene evvel olduğu nereden bilindi? Zirâ, Arş varken (Arş felekil âzam dır.) orda da aynı hesap olabiliyor. Zaten o zaman için mevcût olan bir kimse yok ki bu hesâbı bilsin, anlasın. Ancak, bunu elli bin sene evvel diye Allahü Zülcelâlin, Habibine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bildirdiği budur. Ve elli bin sene evvel bu işe başlayınca, ilk olarak ne yaratılıyor? İmam-ı Ahmedin rivâyetine göre kalem yaratılıyor.

 

 

ÂLEMİ ERVAHTA RUHLARIN İMTİHANI

Kudret kalemi nurdan yaratılmıştır. Böylece ilk yazılması gereken kelime de nedir? Allahü Zülcelâlin Kaleme buyurduğu اكتب yani yaz. Kalem de ne yazayım Yâ Rabbi diye sorar: Allahü Teâlâ da: رحمتى سبقت غضبى "Rahmetim gadâbımı sebketmiştir." Bilelim ki, Allahü Zülcelâlin dâimi idâreciliği bu şekildedir. Yâni, hiçbir zorluk yoktur.  Hâşâ, adâletsizlik, böyle hasımlık, garâzilik, Hâşâ, Allahü Zülcelâle böyle bir şey atfetmek yakışmaz ve uymaz da. Allahü Zülcelâl kemal sıfatıyla muttasıftır. Kullarına karşı da çok şefkatlidir. Hatta Allahü Teâlâ’nın merhameti bir annenin evlâdına karşı olan şefkatinin yetmiş katıdır. Böylece Rabbimizin kaleme ilk olarak yazdırmış olduğu budur.  Çünkü idâre yöntemi böyle olur.

Bazı hadisler var ki, "İlk yaratılan akıldır." diye böyle bir hadise tesâdüf edersiniz. İbni Hacere göre bu Hadis pek sağlıklı değildir. Sağlıklı sıhhatli olan Hadise göre ilk yaratılan kalemdir. Sonra sırasıyla (levhi mahfuz) yâni kalemin yazması gereken levhâdır.

Başka bir Hadis'e geçiyoruz:

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله عليه وسلم :

قال : ان الله تعالى خلق خلقه فى ظلمة فألقى عليهم من نوره فمن اصابه من ذالك النور يومئذ اهتدى ومن اخطئه ضل

(قال الحاكم هو صحيح على شرط الشيخين)

Hadis Meâli:

"Allahü Zülcelâlin Habibi olan Sallallâhü Taâlâ aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: Allahü Zülcelâl mahlûkatı yaratırken yani ruhları yarattığında, bir zulmet içinde yaratmasının sebebi şudur. Zaten bu ruhlar lâtiftir. Zulmetin içinde oluşu ise, (Melekler müstesnâ, çünkü onlar zulmet içinde olmazlar.) O letâfetli olan ruhlar ancak ve ancak mükellef olan insanlar ve cinlerdir. Bunların zulmet içinde yaratılmaları tabiatlarındandır. Çünkü, bunlar kâbiliyet sahipleridir. Bunlar zulmete, şehvanî, hayvanî, şeytanî, nefsî ve benzeri bir çok mülevvesat halleri olduğundan dolayı, kendi tabiat ve fıtratlarına uygun olarak, bir zulmet içerisinde yaratılmıştır. Fakat, bunlar tabii lâtif oldukları için, üzerlerinden geçen hal cereyanı, tasvir, temsil, hayal neler geldi ise, ruhların benimsediği, okşadığı o anda tamamen bir imtihan sansüründedir. Bu bir imtihan cereyanıdır. Bu dünyada ruhların işleyeceği neler varsa tamamen, bir de insanlığın tâbiatındaki anasır-ı da tıyneti de, hevesi de, şehevani halleri de, inkârcılığı da daha neler varsa, bunları orada ruhlar, benimseyip hoş gördüğünü, somura somura tamamen kendilerine çekip, uhdelerine alıp sahip çıkmışlardır. Ve mülevves duruma düşmüşlerdir. O anda herkes kendi seçeneğini yaptıktan sonra, Allahü Zülcelâl tarafından, rubûbetini, azâmeti kibriya ve halıkları olduğunun bir delili olarak, bir nur zuhur eder, bu nur karşısında "Elestü birabbiküm" Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyen Allahü Zülcelâle karşı, “belâ”... (evet) Rabbimizsin, kelimesini ister istemez, kerhen veya tâ-aten, el birliğiyle her ruh, evet sen bizim Rabbimizsin, demiştir. Çünkü, artık hayır demeleri gayri kâbildir.

Sonradan bu nurlar, her ruhun kabiliyetine göre, biliyorsunuz ki içlerinde enbiya ruhları da vardır. Evliyâ ruhları da vardır. Kâfirlerin ruhları da vardır. Bu ruhlar arasında bu nur cereyan ederken, her ruh kendi kâbiliyetine, kendi istidâdına göre, temiz ve pak oluşuna göre bu nurdan müstefit olmuşlardır.

Ancak, müstefid olmayan mülevvesat, şehevâni hallerde pürüzlü, tamamen kirlenmiş, paslanmış, kabiliyet kalmamış olanlar bu nurâ sahip çıkmamıştır. Böylece, bu nûr isâbet eden, bu nûru benimsemiş olan kısmı hidâyete nâil olmuştur. O anda, o devreden beri, şâyet nur, rûhunun yanına gelmiş fakat, kabiliyet bulamamış ve alamamış ise, o ruhtan kayar. Bu nurdan alamaz ve müstefit olmaz. İşte o zaman dalâlete girmiştir. İmtihanın en muazzam devresi o anda yapılmıştır.

 

Hülâsa, Kardeşlerim,

Şöyle düşünün, insan ve cin elbirliğiyle bir arada, bu dünyada görmüş olduğumuz haller, tamâmen üzerlerine cereyan etmiştir. Benimseyen benimsemiş, iyiye veya çürüğe seçilmiştir. Bu tabiat fıtratı, beşeriyet fıtratı içerisindedir. Böylece hem hayvânî hem melekî kâbiliyetimiz vardır.

Dolayısıyla, firavun'dan tutun da, kâfirlerin sonuna kadar, Cenabı Rasûlullah Aleyhissalâtü  Vesselâmdan tutun da, zerre kadar iman sahibi olan kişiye kadar, bu hal mevcuttur. Ve bu hal cereyan etmiştir. Nurdan istifade eden etmiştir. İnancı ve kabiliyetine göre azı veya çoğu böyledir. Öte taraftan da hiç istifade etmeyen azı veya çoğu mülevves durumuna göre ve böylece nurdan müstefid olmamıştır. İnkârcı, cühûdî, inâdî, neler oldu ise, o gün olmuştur. Fakat, bu hal geçtikten sonra Allahü Zülcelâl bu nûru tekrar üzerlerinden alıyor. Aldığı zaman, tabiî, zaten karanlıkta olan, nûrdan hiç istifâde etmeyen, tamâmen karanlık içine çöker. Ama, nûrdan istifâde edenler pırıl pırıl, kimisi güneş, kimisi ay gibi, yıldızlar gibi ve benzeri şekilde oluyorlar. Nasibini alan almıştır.

Nitekim, Rasûlullah'tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) istifâde eden ümmeti o gün için, o nuru somurmuşlar, hayran olmuşlar, etrâfında âdeta pervâne gibi dönmüşlerdir. Çünkü, onun nûruna hayran ve mest olunmuştur. Diğer Enbiyalar hâkezâ, kendi ümmetlerine, Rasûlullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) evliyâları ve ulemâları, benimseyenleri de etrâfında olmuşlardır.

Sehli Tüsteri Hazretleri: "O günden beri, müridanlarımın terbiyelerine geçmiş bulunuyorum." diyor. Esas terbiyenin azimesi ruh üzerinedir, vücud üzerine değil. Hâtta, bâzı zatlar der ki, "Vallâhi o gün için sağımda, solumda olan kimseleri dâhi biliyorum.” Nitekim Üveys Hz.leri dahi, yani Haram İbni Hayyem ile görüşürken, ismiyle ünvanıyla anlatırken, beni nereden biliyorsun efendim diyor. O da: Ben seni tâ ervah âleminden biliyorum der ki, bunlar açıktır, sarihtir.  Evliya nezdinde bu böyledir. Hattâ Şah-ı Nakşibend Hz.leri dahi şöyle der :"Her hangi bir müridi kabullenip de, tasarruf etme yetkin yoktur. Hattâ ki o günkü hâlini  yani ervah alemindeki hali bilmedikçe. O günkü cereyan eden, câri hâdiseleri bilmedikçe herhangi bir müride tasarruf yetkin yoktur, diyor. Yani bir mürid için bu şarttır.

Hakiki bir mürşid, tasarruf edeceği müridinin o günkü hâline muttali olması lâzımdır, diyor. Şah-ı Nakşibend bizâtihi bunu söylüyor. Ve bunun üzerine zaten Cenâbı Rasûlullah buyuruyor ki:

الارواح جنود مجندة من تعارف ائتلف ومن تناكر اختلف

"Ervahlar birbirini iyi seçerler, âdetâ bir asker gibi. Kimin kumandasında olduğunu birbirlerini bildikleri gibi bilirler." buyuruyor.

 

O gün için ervah aralarında taâruf vâki oldu ise, burada da ülfetli olurlar. Eğer orada tenâkür oldu ise, birbirini okşamamış, yüz yüze değil de ters gelmiş ise, burada da ihtilâf doğar. İşte onun için Cenâbı Allah seçecek olduğunu seçmiştir, imtihanın en azimi o gündür. İşte o anda nur yok olunca, zulmet içinde kalan bölüm, kendi kendilerine doğrudan doğruya, Allahü Zülcelâle şu töhmeti atfederler.

Derler ki, Melikimizin mülkü devam edemedi, aciz kaldı, bizi tekrar yine zulmete dönderdi, biz böyle bir melik tanımıyoruz, yani acizlik durumu olunca, bizi âdeta unutulmuş bir duruma getirdi, bıraktı derler. İşte o anda Allahü Zülcelâlden kendilerine şu hitabı izze oluyor. Bende ne noksanlık gördünüz ki, beni melikliğe lâyık görmediniz, mülkümü de zail ettiniz. Hatta ki beni aciz duruma getirdiniz ve böyle inandınız, şu halde siz buna lâyıksınız:

خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ

 (Bakara/7)

Allahü Zülcelâl kalblerine mühürü bastı. İşte bu şekilde mühür oldu mu bu mühür hiç değişmez. Artık bunları tamamen alel küfre bağladı Allahü Zülcelâl.

İkinci sınıfa gelince, bu sınıftakiler de, derler ki biz intizarındayız. Evet nuru yok etti ama, bu anda bir karar ve hüküm veremiyoruz. Acaba avdet eder mi etmez mi? diye intizarındayız. Hem bunu dinliyorlar, kabullenecek gibi oluyorlar, hem de duraklama yapıyorlar, Allahü Zülcelâl Ayet-i Celilesin'de:

مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَلَا إِلَى هَؤُلَاءِ

 (Nisa/143)

"Bunlar doğru bir yolu seçmek için bir seçenekleri olmamıştır. Zikzaklı gibi, gâh bunu kabul ederler, gâh ötekini kabul ederler, âdeta sinek gibi bu  misali vermiştir. Dolayısıyla bunlar da münafık kısmıdır.  Bunlar:

علىقلوب اقفالها

diyerek bunların kalblerine bir kilit vurdu Allahü Zülcelâl. Bir kilit mesabesi getirdi, bazen açılır, bazen de kapanır. Bu hal, önceki söylediğimiz mühür gibi değil, bunların da münafık kısmı olduğunu Cenabı Hak o gün için karara bağladı.

Üçüncü sınıfa gelince, Allah Sübhânehü ve Teâlâ'nın hidâyet nûrundan müstefid olmuşlardır. Bunlar şöyle derler: Rabbimiz dâimdir, rubûbiyeti de dâimdir, mülkü de dâimdir, biz her şeyimizle kararı verdik, ister nur içinde ister zulmet içinde olalım, biz tamâmen kararımızı verdik, buna mutma-in olduk. Rabbimizin hükmü altında her an için teslim olduk, râzıyız. Bu şekilde dediklerinde, Allahü Zülcelâl de bunlara “Siz benim kullarımsınız, siz fehmettiniz ve anladınız.” buyurur.

Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl Sübhânehû ve Teâlâ bunlara işte o zaman şöyle buyuruyor:

أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ

 (Mücadele/22)

İşte Allahü Zülcelâl tarafından kalplerindeki iman nûru böylece sâbit kılındı.

أَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ

 (Zümer/22)

O zamanki nûrundan, dünyaya gelsek dâhi, bu nur sayesinde kalbimiz sürur eder, Hakkı seçeriz, Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle, tevfikâtına da nâil oluruz.

Tahkik erbablarının şöyle bir sözleri vardır, hükümleri vardır: Bu ayrılan üç sınıf ile alâkalı şöyle buyururlar:

Birinci sınıf kâfir olarak, yani buradaki olan hüküm ve karar hâtimesidir. Bu dünyaya geldiklerinde, hitâmi alel küfre giden kimselerdir bunlar.

Velev ki, evvelce neler işlerse işlesinler. Fakat, sonu alel küfre gidiyorlarsa, bu mühür basılmıştır. Ve küfür hükmü verilmiştir. Bunlar kâfir kısmından olanlardır. Allahü Zülcelâl bunların sırlarını tamâmen pekâlâ bilir. Yâni aslâ hiç kimseye zulmetmez. Adâletinden gayrı icrâatı yoktur. Onun için gayelerinde, fikirlerinde, inat mıdır cühût mudur, küfür müdür, ne ise, bunları o nisbete göre karara bağlamıştır. Ve kalplerine de mühürü basmıştır. Bunlar sonunda hâtimeleri alel küfre giden kimselerdir.

İkinci kısmı ise, bunlar da tereddütlü olan kimselerdir. Bunlar iki zümrenin arasındadır. Bunlar bazen küfür ehlinin dediklerini benimsiyorlar, bazen de iman ehlinin dediklerini benimsiyorlar. Bunlar ihtilâflıdır, bazıları sonunda alel imana giderler veya alel küfre de gitmek mümkündür. Bunların  kalplerinde:

أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا

 (Muhammed/24)

Bunların kalblerine bir kilit vurulmuştur. Bu kilidin açılması da mümkün, kapanması da mümkündür. Onun için bunlar ihtilâflıdır. Bunların gelişleri bir çeşit, gidişleri bir çeşit olabilir, yani değişebilirler.

 Üçüncü sınıf ise, bunlar Allahü Zülcelâlin tevhid ehlidir. Tevhidine karar vermişler, iman nasibleri olmuş, sonunda alel iman hitam bulacak kimselerdir. Ama sonundaki alel iman, gidişleri ki hepsinin aynı eşit değildir. Yâni, rasûller, nebiler, veliler, âlimler, havaslar, avamlar, fasıklar, fâcir ve âsiler alel iman gidiyorlar. Amma bu son anlarında imanlı gidişleri aynı değildir. Ancak, sonunda alel iman hitam olduğu takdirde, bu zümre tamâmen aynı zümredir. Yani iman ehlidir. Değil mi ki alel iman ile son verilecek, âkibeti Cennetliktir ve âkibeti tevhit ehlidir.  Allahü Zülcelâlin bunlara buyurduğu:

الئك كتب فى قلوبِهِمْ الايمان

"Bunların kalblerine iman rüsûh etmiştir, yazılmış yani karâra bağlanmıştır. Bu zümrede bu minval üzeredir. Bu dünyâya gelişlerinde, üzerlerindeki bu hal, orada nasıl ki seçenek yaptılarsa, tabiî ki ruhlar üzerinde seçenek yapılmıştır. Benimsediğini benimsemiş, arzuladığını almıştır. Çürük, yarar, küfür, dalâlet, mâsiyet, itâat ne varsa tamâmen bunları orada karara bağlamış Allahü Zülcelâl. Yaratmış olduğu mahlûkâtının sırlarını, yani meleklerin dahi fehmedemediği sırları, Allahü Zülcelâl pekâlâ onu hiçbir zerre zâyi etmez. Görmediği bir zerre yoktur. En gizlisi ve en âşikârı da tamâmen Allahü Zülcelâle mâlûmdur. İşte gizli sır denilen kader sırrı budur. Bunu bu şekilde karâra bağlamış, hattâ ki, Hz. Ademin tıynetine gelinceye kadar mezc olununcaya kadar, bu üç sınıf bu minvâl üzere gelecekler, bu karara bağlanmıştır.

Bunun üzerine Cenâbı Rasûlullah, şu okuduğumuz Hadisten sonra son kelimesi vardır, onu okumadık. Zirâ, bâzıları bu kelimeyi Abdullah İbni Amr söylemiştir diyorlar. Bâzıları da Rasûlullah'ın hadisindendir diyorlar. Ve hadisin üzerine de eklemişlerdir. Biz de onun için hadisi oraya kadar belirttik. Sonunu da Rasûlullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu bu kelime ile bağlıyoruz:

فلذالك اقول جف القلم على علم الله تعالى

"Bundan dolayı söylüyorum ki kalemin mürekkebi kurumuştur. Allahü Zülcelâlin ilmine göre neler yazıldı ise, karâra bağlamış ve kalemin yazmış olduğu mürekkebi de kurumuştur." Hadisin Ravileri ise, İmam-ı Ahmed, Tirmizi, Hâkim Ve İbni Hibbândır. Hâkim bu hadise sahih karârını vermiştir.

الحديث الشريف عن رسول الله صلىالله عليه وسلم :

قال فرغ الله عز وجل الى كل عبد من خمس من اجله ورزقه واثره ومضجعه وشقى اوسعيد

(رواه امام احمد و الطبرانى عن ابى الدرداء)

Hadis Meâli:

"Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'e Allahü Zülcelâl, kullarının eserleri olan beş nesneyi eceli, rızkı ve dünyadaki hayatlarını, (gezme olsun, mesken ittihaz etmek olsun, yâni, dünyadaki yaşamlarını baştan sona ölünceye kadar), madca’ı ve sonunda da sâid midir? şaki midir? Sonu ne ile verilecekse dahi bu beş nesneyi tamamen hüküm ve karara bağlamıştır. İşlemlere de son vermiştir.”İşte bundan dolayı İmam-ı Gazali Hz.'leri der ki, bu dünyaya gelen kimse mutlaka bu iki yoldan birini seçmek mecburiyetindedir. Zira, burada üçüncü yol yoktur. Buraya gelen mutlaka:

فريق فى الجنة وفريق فى السعير

"Yâ, Cennet yolunu veya Cehennem yolunu seçecek." Başka hiç yol yoktur.

Rabbimiz bizlere mûin olsun. İnayetini bizden esirgemesin. Bizlere tevfikâtıyla refik olsun. Cümlemize İmân-ı Kâmil ve hüsnü hâtimeler nasib etsin. Amin.