Aziz Kardeşlerim,

On üçüncü bölümü bitirdik. Evvelki bölümlerde birçok teshilât gösterirken, geçen bölümde de durum çok gılzatlı geçti. Artık Allahü Zülcelâl bizleri korusun. Ama şu da bir gerçek ki, biz de bunları anlatmak mecburiyetindeyiz. Neden? Çünkü bunları anlatmamızın sebebi, sizleri, Allahü Zülcelâlin Rahmetinden ye'se düşürmek veyahut da tamamen çıkmaza sokmak değil, ancak bunları da bilmek lâzımdır. Zirâ, biz Ashabın halini ve itikatlarını anlatıyoruz ki, Ashabı Kiramı bu anlattığımız nahoş hallerden tenzih ediyor ve Ashabın bu gibi halleri olmadığını söylemek istiyoruz. Yani dışlarının da içleri gibi olduğunu, içi başka dışı başka olmadığını ve bu gibi hallerin insana çok zarar getireceğini anlatmak istiyoruz. Zira, bir kimse diliyle Kelime-i Şahadeti söyledi, Amentübillâh dedi, fakat, kalbi aynı değil ise, bunu kalben söylemiyorsa, buna Müslüman’dır denilir de, fakat, mü'mindir denilmez, bunu anlatmıştık. Velâkin; dili ve kalbi âmentübillah diyor, bunu kabulleniyor, hem dili hem kalbi buna uygun olur da, ameli Allah için olmayıp halk için olursa, bu da nifaktır. Bu da çok tehlikelidir. Onun için münafıklık, aslında her zaman anlatıyoruz, iki nevidir. Biri itikadîdir, biri de amelîdir. İtikadî yönden münafık olan diliyle söyler, fakat, kalbi mutmain olmayan kimsedir, ne işlerse işlesin bu münafıktır. Ve esfele safilin olan kısmındandır. Ama ötekisi ise diliyle de kalbiyle de mutmaindir. İnanıyor, şüphe etmiyor. Fakat, ameli Allah için değil de, başkası için yapıyor, yani riya, sum'a, gösteri için.

Dolayısıyla, bu hususla alâkalı hadisleri belirtmek sorumluluk ve mecburiyetimiz vardır. Bunu bilirsek, belki kendimize daha çok çeki düzen veririz. Aynı zamanda hiç kimse hakkında da hüküm vermemek lâzımdır. Görüyorsunuz ki gece gündüz işledi. Müslümanlık nevinden âdeta cennete çok ehil birisi gibi görünüyor da, fakat, Cennetlik olmadığı vaki. Bir de bakıyorsun ki, hiçbir yarar durumu yoktur. Fakat, dili ve kalbi çok mutmain, Allahü Zülcelâle çok bağlılığı vardır. Her hangi bir ameli işlemeyişi inanmayışından değil, sadece ihmalden geliyor. Bu durumda Cehenneme ebediyen iletip Cennetten mahrum etmez, bu imansız da değil. Bu meseleleri tamamen serdetmek, açmak lâzımdır. Anlatmak lâzım ki, fehmedebilelim. İşte baştan beri anlatmış olduğumuz hadislerde de buyrulduğu üzere niyet başta olmak üzere, dilimizi kalbimizin arkasına koymak lâzım, böylece zengin, âlim, cömert, şehit vs. bunlarla hemen hüküm verip de, görünüş tarzıyla bir hüküm yürütmek ve herhangi bir makama iletmek yasaktır. Hele bilhassa iman kısmı. Bakınız, diliyle Kelime-i Şahâdeti söylediğinde Müslüman hükmünü veriyoruz, fakat iman hükmünü veremiyoruz: بينه وبين الله Bu Allahü Zülcelâlin bildiği bir şeydir. Kul ile Allah arasına bir giriş yapmayalım ve bu hususta da hüküm vermeyelim. Ama zannımız hoş olsun, güzel zan etmek, hüsnüzan etmek caizdir.

Tekfirine veya imanlı olduğuna zahirine bakarak hüküm vermek yasaktır.

Allahü Zülcelâl bu hususta bir sınır koymuştur. Bu, ancak ve ancak, Alahü Teâlâ’nın ezel sırrıdır. Allahü Zülcelâl ile kul arasındadır. O, bizce bilinmez. İşte bunun için bunları hep önünüze serdik, hadisleri okuduk. Bu amelleri işledikleri halde neden ra'sen Cehenneme girdiler? Şehid olsun, Âlim olsun…

    

Kardeşlerim,

Dikkat edin ki, Allahü Zülcelâl, tüm nimetleri ra'sen olarak göz önüne getirdi. Bu nimetleri veren kim? Sensin Ya Rabbi: "Peki bu nîmetlerin, hem benden olduğunu görüyor ve biliyorsunuz, hem de bilmemezlikten ve görmemezlikten geliyorsunuz, eğer, gerçekten benden bilmiş olsaydınız, nimeti benden görüp başkasına teşekkür etmezdiniz.”

Esas nimetin sahibi olan Allahü Zülcelâle baş vurmuyoruz. Hiç mi hiç hatıra getirmiyoruz. Esasen şükür, nimeti veren mün'im olan Allahü Zülcelâle yapılır. Nimet, Allah yoluna verilir ve onun rızası için harcanır.

Zira, Ashabı Kiramın itikadlarını göz önüne sermiştik. Binaenaleyh, Allahü Teâlâ’nın kada ve kaderine rıza, emrine teslim, nimetlerine şükür, musibetlere karşı sabretmek lâzımdır. Neden? Çünkü, Allah’tan olduğu için. Emrine sımsıkı temessük ve imtisal etmek, nehyinden de ictinab etmek lâzımdır. Allah korkusu, her zaman beraberinde olmalıdır. Emrini de, yalnızca Allah’ın rızası için yapmalıdır. Amelimizi de, tamamen hâlisâne livechillehi teâlâ kılmak lâzımdır. Bu iş yapılırken, başka bir kimseyi aklımıza getirmeksizin olmalıdır.     

Zirâ, Allah (c.c.) bizim Hâlıkımızdır, Râzıkımızdır, bizi yoktan var etti, biz onun kullarıyız.

   

Kardeşlerim,

Hülâsa, bu Cehenneme gidecek olanlar, acabâ ne gâye ile oraya giderler ve Cehennemde ne kadar kalacaklar. Bunların hükümleri nedir?

Bunların Cehenneme girmelerinin tek sebebi, Allahü Teâlâ’nın nimetine karşılık, Allahü Zülcelâli fehmetmeyişlerindendir. Nimet-i azimenin kimden geldiğini unutmaları, sadece Allahü Zülcelâlin mahlûkatiyle başbaşa kalmaları ve iftiralarıdır. Bu şekilde de, demek ki Allahü Zülcelâle karşı şükrünü ödemiyorlar. Hem nimetini harcıyorlar, hem de halkın teveccühünü arıyorlar. Ve aynı zamanda kendilerinin de hiçbir hataları olduğunu da idrak etmiyorlar. Hiç tövbeye yönelmiyorlar, velhasılı, hayatları böyle geçmiştir.

Sanki, milletin velînîmetleridirler. Sanki, onlar olmasaymış, hiçbir yaratık da olmayacakmış. Yani, şehid olmasaydı, kimse de olmayacaktı. O düşünce sahibidir ki, birçok cihatları kazanma yöntemleri vb. olmasaydı, o harb kazanılmazdı. Güya, harb tekniklerini bildiği için, onun bu maharetiyle kazanılmış şu veya bu vs.

Nitekim, bizde de birçok böyle harbte bulunup da devamlı namını şânını yürütmekte olanlar mevcuttur. Ama bunu o kişinin kendisine sorsan, eğer kendisi o harbte bulunduğu için kazanıldığını zannediyorsa, o nazarla bakılıyorsa, bunun artık ne derece doğru olduğunu siz kendiniz düşünün. Ama, mutlaka Allahü Zülcelâlin verdiği güç, kuvvet, teknik, akıl, denge, zekâ, feraset ve benzeri şeyler, bunları Rabbimiz kendi tarafından vermiştir. Ve Rabbimiz inayet etmiştir, tevfikat etmiştir ve tevfikat ve inayetle gazveyi kazanmıştır.

Yani, bu anlattığımız, tamamen bunlardan ayrı kalmış. Bu enaniyeti, hayatı müddetince devam etmiş ve de hiç tevbeye yönelmemiştir. İşte bu, bu misilli kimsedir. Amelinden iflâs etmiştir.

Âlim de hâkezâ, âlid de, milletin başına bir velînîmettir, kendisini öyle görüyor. Güya, o olmasaydı, bazı kimseler imana yönelmezlerdi, bu kadar talebe yetiştirdi, şu kadar hizmetleri oldu. İslâm dinini genişletti, teşbihde hata olmasın, hâşâ, âdeta kendini bazı işleri yürütmekte, milleti hidayete sevketmekte vb. âdeta kendini Rabbimizin bazı sıfatlarının sahibi gibi bir durumda görüyor. Bu meyanda, bu şekilde de Allahü Zülcelâl sıfatlarından olan ilmini vermiş, sıfatlarından olan kelâmını vermiş, bu kadar nîmet-i azîmeye sahip olduğu halde, bunların karşılığında artık, bir de şükrü gerektirir. Bu nîmet-i azîmelerin eğer şükrünü ödeyebildikse ne mutlu bizlere demez de, sanki milletin başına bir velînîmet gibidir. Sanki o olmasaydı, şöyle  olmazdı böyle olmazdı. Allahü Zülcelâlin sıfatlarından bazılarını kendine mal etmiştir. Sanki millete menfaat veriyor, efendim hidâyet veriyor.

İşte bu inanç sahibi olan kişi de tevbeye hiç yönelmiyor. Kendi üzerinde de hiçbir hata görmüyor. Kendini daimi alel hak görüyor. Dolayısıyla bu âlimin hali de budur…

Cebinden ne kadar cömertlik yapıyorsa da, bunun kendi cebinden olduğunu, harcadığını hesap ediyor. Kendi aklı, feraseti, ticareti vb. veriyor, alıyor. Bunu alıp verdikçe de millete karşı böbürleniyor, gururlanıyor. Ve bir minnet sayıyor. Yani kendi enaniyetiyle, varlığıyla başbaşa kalıyor. Hem de millet kendisini takdir etsin istiyor. Âdetâ bu da, hâşâ, kendisinin îtâ ve mutî ve mani eden bir durumu olduğunu, ke'ennehü kendi cebinden, varlığından veriyor gibi, Razzâkını unutuyor, Hallâkını unutuyor. Sadece tasvibini ve takdirini ararken, hiç de kendisinin bir hata üzerinde olduğunun idrâki içinde değildir. Kendisini daima alel hak, kendisini her şeye mâkul, işleri tam yerinde yapıyor diye görüyor ve böyle düşünüyor. Bu enaniyetle devam edip tevbeye dönmeden yaşantısına, hayatına bu da son verince, bilindiği üzere onun sonu da Cehenneme müstehak oluyor. İşte, bu misilli bir kişi bu inançla gitti ise varacağı yer Cehennemdir. Çünkü amel yönünden müflis sayılıyor her üçü de.

Eğer, amellerinin bir bölümü, hiç değilse dürüst ve doğru olsaydı, işte, o amel sayesinde, o itikat sayesinde gene de kurtuluş olurdu. Yani, doğrudan doğruya hemen Cehenneme girmezdi. Anlaşılan, baştan başa hep bu yolu seçmişlerdir. Hiçbir yarar ameli görülmüyor ki, bunun sayesinde kurtuluş olsun. Ancak itikatları var. İtikatları olduğu için, bu itikatları sayesinde er veya geç Cehennemden çıkarlar. Veyahut da, tevbeye gelmiş olsaydılar, Cehenneme hiç girmeden Allahü Zülcelâl’in affına mazhar olurlardı. Veya Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefâatına nâil olurlardı. Ama bu misilli birini göstermesi, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) misal vermesi, bunda bir hikmet-i azîme vardır. İnsan kendisini hiçbir zaman garantide görmemesi lâzım. Böyle hal de vardır ve icra edilecektir.

Onun için, ne ilmine, ne ğaniliğine (zenginliğine), ne sahavetine, ne cihatlarına güvenmemek lâzım. Bir kere bu şarttır. Esasen Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunu belirtmesinin sebebi budur. (Allahü zülcelâlin hikmetine kimsenin aklı ermez.)

Diğeri ise, Kur'an okumuşlar, fıkıh okumuşlar, ilim okumuşlar, bizden daha iyi fakih var mı? Bizden daha iyi okuyucu var mı? diyenler. Onlar zaten ücûb ve gurur içerisindedirler. Nitekim bu misilli insanlar her devrede bulunuyorlar.

Bazı zümreler, kendilerini herkesten daha ehil, daha lâyık, daha hayırlı görüyorlar. Âdetâ kendilerini, milletin başında bir nîmet-i azîme olarak görüyorlar, âdetâ başkalarının kendilerine tapmaları lâzım gibi, bu durum üzere halleri vardır. Sanki onlar olmasaydı, bu İslâm dininin bir bölümü yıkılmış olacaktı. “Yok olacak” kabilinden görmekte ve bilmekteler.

 

KİBRİYA VE AZAMET

Bu inanca sâhip olan kişilerin ucbları sebebiyle, zaten yetmiş senelik yapmış oldukları iyi amelleri yok eder. Aynı zamanda da bu gibiler, Cehenneme ilk girecek olan kimselerdir. Çünkü, ucb ve gururları sebebiyle hiç tevbeye yönelmemişler. Bu minvâl üzere gelmişler ve geçmişler. Halbuki gurur ve kibir hakkında, Allahü Zülcelâl Hadisi Kudsîde şöyle buyuruyor:

قال الله عزوجل: الكبرياءردائى والعظمة ازارى فمن نازعنى واحداً منهما قذفته فى النار ولا ئبالى

"Azamet ve kibriya, bana has ve bana mahsustur. Çünkü  benim hiç kimseye ihtiyacım yoktur. Ben, her yönüyle Müstağniyim. Her hangi bir kimse benimle bu sıfatlarımla kakışacak olursa, onu Cehenneme atarım ve ona katiyyetle merhamet nazarıyla bakmam."

Yahyâ İbni Muaz er-Râzi:

من عرف نفسه فقد عرف ربه

"Nefsinin maliyetini, zavallılığını, acziyetini, fakriyetini, "Nefsinin maliyetini, zavallılığını, acziyetini, fakriyetini, zafiyetini insanoğlu bilmiş olsa idi, işte o zaman, Rabbini de bilmiş olurdu." diyor.

Nefsini bilmeyen, Rabbisini de bilmez. Kişi nefsini bilirse, işte o zaman Allahü Zülcelâlin azametini, kudretini, teslimiyetini, rızasını, her şeyini bilir ve arardı. Zirâ, nefsinin acziyetini idrak etmeyen, işte, o zaman gurur içindedir. Allahü Zülcelâlin bazı sıfatlarından da kendine pay çıkarır. Allahü Teâlâ bizleri korusun. Allahü Zülcelâl bu gibi hallerden hoşlanmıyor. Nitekim, şu tasavvuf erbablarının Rablerine karşı edebiyatlarına bakınız.

Fahri Râzi, bin talabesi ile birlikte, Necmeddin-i Kübreviye gelirler. Kendisinin gelmesindeki gâye, bir tarikate girmektir. Huzura geldiğinde, Necmeddin-i Kübrevi: "Fahreddin, senin bu tarikata girmeye gücün yetmez. Buna tahammülün yoktur." der. O da, efendim, sayenizde tahammül ederim, Allahın izni ve inayetiyle diyor. Necmeddin-i Kübrevi Hz.'leri tekrar tekrar söylüyor. O ise hâlâ israr ediyor. Şu halde çilehanesine iletip, bir müvâcehe kılar. O anda Fahri Râzi o muvâceheye dayanamayıp feryad eder: "Aman efendim, doğru buyurdunuz, hak buyurdunuz, hiç tahammülüm yoktur." diyerek çilehaneden çıkar.

Yine Kübrevi Hz.leri: “Fahreddin diyor; gelirken bin talebeyi arkanıza takıp getirdiniz. Kendinizi bu talebelerin başı olarak görüyorsunuz. Bu böbürlenme, bu gururlanma hiç tarikata uyar mı kardeşim. Haydi madem ki zahmet edip buraya kadar geldiniz, gene mahsub olarak kabul edelim, bir müridan olarak kabul edelim. Gene selâmetle gidiniz, çünkü, bu kadarı sana yeter." buyuruyor.

 

 

FAKR VE ZİLLET

 

Kardeşlerim...

Hülâsa, Hikem sahibi şöyle buyuruyor:

معصية اورثت ذلاًوافتقاراً {

خير من طاعة اورثت عزاًواستكباراً

"Bir masiyet işlemek, masiyet ardında bir puntu kırar, Allahü Zülcelâle karşı hayâ ve arından utanır, zillet ve acziyete döner, havf-ı ilâhî üzerine etkiler de ahu enin ederse,  bu ahu enin edişi, itaat ve ibadet işleyip de gururlanmaktan, ücûb görmekten daha hayırlıdır." diyor.

Ebû Medyenil Mağribî Hz.leri: "Masiyet ardından puntu kırıp da, zillet içersinde olmak, bu halde olan bir kimse Allahü Zülcelâle karşı kendi sıfatına bürünmesi, itaat işleyip de ardından, gurur ve ucb ile azamet ve kibir ile, hâşâ, Allahü Zülcelâlin sıfatlarına yaklaşım bir hale dönen bir kimseden hayırlıdır." buyuruyor.

Zirâ, itaat kişiye haddini bildirmiyor da kibir ve gurura sevk ediyorsa, yaptığı ta'attan sonra böyle bir hisse kapılıyorsa, böylesine bir ita'attansa kişiye haddini bildiren bir ma'siyyet, bu ita'atten daha hayırlıdır. Çünkü kişinin haddini aşması demek, çok ağır bir sorumluluk ve vebal altına girmek demektir. Allah korusun.

Zirâ, yaratmış olduğu nesnelerin arasında en fazla Allahü Teâlâ ile takışan, rububiyet davasında bulunan, insanın nefsidir. Esasen dâvâ sahibi olan nefistir.

Bundan dolayı, mübarekler, nefis üzerinde etkilidirler ve onun terbiyesine başvururlar. Terakkiyata da bu yoldan erişir insan.

 

 

Bunu te'yid eden Cenabı Rasûlullah şöyle buyuruyor:

لولم تكونوا تذنبون لخفت عليكم (وفىرواية لخشيت عليكم اكبرمن ذالك) قالوا يا رسول الله واى شيئ اكبر من الذنب قال العجب

"Eğer, bir zenb işlememiş olsaydınız, daha betere uğramanızdan korkardım. Ya Rasûlullah, zenbden daha beteri var mı? Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ucbdur, ucb." buyuruyor.

Yani, itaat yapıp da ucb olmaktansa, bir masiyete düşüp de âhu enin etmek, ondan hayırlıdır. Zirâ;

لأن انين المذنبين احب اِلَىَّ من زجر المسبحين

"Yani coşkun olarak tesbih getiren, tevhid getiren bir insan, gurur ve böbürlenme içerisinde ise, böyle olmaktansa, hata işleyip te ardından âhu enin getiren bir sesin; Yarabbi günahkârım diye inleyen bir âvazın, benim nezdimde daha kıymet ve itibarı vardır." buyuruyor, Allahü Zülcelâl.  Benim bu sesi dinlemem daha çok hoşuma gider. Ötekisi gururlanmakta, velev ki getirdiği tesbih, tahmid, tehlil olsun, kıymet ve değeri yoktur.

İşte, bu gibi gurur, bu gibi ucb içerisinde iken, Allahü Zülcelâlin kerem ve ihsanlarını, nîmetlerini harcarlar, kendi enâniyetleriyle baş başa kalırlar.

Bu sebeble Hikem de der ki:

الإستيناس باالناس من علامة الا فلاس

 "Nâs'a (insanlara), ünsiyet peydah etmek, nâsa emel etmek, nâsa müvacih olmak, ne yaparsa yapsın, nâsın takdirini, tasvibini, teveccûhünü kazanmak için çalışan bir kimse, bu niyet sahibi olan bir kimse, bilsin ki iflâs durumundadır." diyor.

Zirâ, kişi, insanlarla fazlaca ünsiyet ettikçe, fazlaca mahlûkatı hatırlarında, hayellerinde yaşattıkça:

من علامة الافلاس

bunlar iflâs alâmetindendir. Nitekim, evvelce okuduğumuz hadislerde de serdettiğimiz gibi Huzurullaha çıktıklarında nasıl ki, iflâs bir duruma düşecekler ve Cehenneme uğrayacaklarsa, artık bu ibret olarak yeter.

Zirâ, insanın Halıkıyla olması, her an ve her nefes alıp vermede, muhtaç olduğumuz, dünyamızı da, Âhiretimizi de ezelden ebede kadar, her yönüyle kendisine muhtaç olduğumuz, Allah için amel etmek lâzımdır. Ne işlersen Allah için işle, korkacaksan Ondan kork, seveceksen Onu sev, bir şey yapacaksan Onun için yap.

    

Kardeşlerim...

Hülâsa, şu tasavvuf erbâbının tevhidine, tevhid anlayışına bakın, kulak verin. Edebiyatlarına bakınız. Hikem sahibi şöyle buyuruyor:

منعك ان تدعى ماليس لك مما للمخلوقين

افيبيح لك ان تدعىوصفه وهو رب العالمين

"Mahlûkât arasında, birbirinizin hakkına tecavüzü men eden Allahın, acaba Allahın rububiyyet sıfatlarına tecavüz etmenizi mubah mı sandınız? " diyor.

 

Dolayısıyla, Allahü Zülcelâl ğayyurdur. Zirâ:

و الله لا يحب المعتدين

"Böyle teaddeliğe tecâvüzkâr olanları, Allahü Zülcelâl sevmez. Zirâ, Hikem sahibi şöyle buyuruyor:

ماطلب لك شيئ مثل الاضطرار

ولااسرع باالمواهب اليك مثل الذلة والافتقار

"Allahü Zülcelâlin senden istediği, acziyet ve muhtaç olduğunun ve haddini bilmenin idrâki içinde olmandır. Senden bunu ister. Yani kul vasfına bürünerek, muhtaç olduğunun, aciz olduğunun idrâki içinde olmandır. Ne zaman ki müdrik olur da, haddini bilirsen, işte o zaman, mevâhibi ilâhiyenin yetişeceği zamandır. Bu da zillet ve iftikârlık anındadır. Fakriyetini, zilliyetini bildiğin an, işte o anda, Allahü Zülcelâlin mevahibi ilâhiyesine nâil olabilirsin. Zirâ, bunu Âyet-i Celile ile isbat ediyor:

أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ

 (Neml/62)

"Iztırar ânında, her varlıktan, masivadan umudunu kesmiş, sadece ve sadece her an rakip olan Allahü Zülcelâle yönelirsen, işte o zaman bu halin kurtuluşa  vesile olur." buyuruluyor.

Başka bir Âyet-i Celîlede de, Bedir ehline şöyle buyuruyor: “Sizin, ekalliyet bir durumunuz vardı, hiç güvenceniz yoktu, umudunuz da yoktu. Fakat, Allahü Zülcelâl size nusreti verdi. Bundan dolayı havfullah üzerinizde olsun, nimetin nereden geldiğini idrâk edin de, şükrünü ödeyin.” Buyurdu .

Ve nusret için Allahü Zülcelâl:

وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

 (Âli İmrân/126)

"Bilin ki, nusret Allahtan ğayrisi bir kimseden olamaz." buyurdu. Zirâ, Allahü Zülcelâl, kadâ ve kaderinde, irâde ve meşiyetinde olduğu an, bu nusretle Rabbimizin inâyeti ve tevfikati erişir, ve onun dilediğine de kimse mani olamaz.

O zaman: عزيز حكيم “O izzeti ve celâli ile hikmetini icrâ ettirir. Kimse ona engel olamaz.”

Başka bir âyet-i Celilede Habibine ve Ashabına:

إِنْ يَنْصُرْكُمُ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ

(Âli İmrân/160)

"Allahü Zülcelâlin size karşı vâdinde nusret varsa, kimse sizi aslâ mağlûp edemez, galibiyet sizindir." buyuruyor.

وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ

 (Âli İmrân/160)

"Eğer, hikmetinde, kadâ ve kaderinde, Allahü Zülcelâl, mağlûbiyet yazdı ise, hizlâna düşürdü ise, size kim nusret verebilir." buyuruluyor.

Hâşâ; zirâ o zaman inâyeti olmaz. İnâyeti olmayınca da, hizlân durumuna düşerler ve o zaman galib gelmeye imkân yoktur.

Zirâ, Allahü Zülcelâl nefyediyor, kimse size nusret veremez diyor. Sevgili Habibi Aleyhisselâtü vesselâmdan dâvet ederken, nasıl davet edeceği hususunda şöyle emrediyor:

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ

(Nahl/125)

إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

(Kalem / 7)

"Sen, Hak yol olan sıratı müstakime, ümmetini dâvet et, halkı dâvet et, ve sen sâdece dâvetle memursun. Tatlı bir dille, yumuşak bir üslûbla sen vâzını, nasihatını, irşâdını en ahsen bir şekilde, tatlı bir dille yap."

Münazaranda gâyet yumuşak bir tarzda, daha nâzik, daha celbedici ol. Sert mizaçlı olman tenfire yol açar. Dolayısıyla daveti bu minvâl üzere yap. Bil ki sen sadece tebliğ memurusun. Ama, hidâyet veya dalâlete gelince, ben, bu hali senden iyi bilirim. O bana aittir. Allahü Zülcelâl, Kur'anın her tarafında da bildirirken, hidâyeti ve dalâleti kendi uhdesine alıyor. Kimsenin tasarrufunda olmadığını ilân ediyor.

Zîrâ, o ezel hükmüdür, dalâlet kime, hidâyet kimedir, liyâkat kimleredir? Buna kimler müstehaktır? Bunu Allahü Zülcelâl bilir.

    

Kardeşlerim,

Hülâsa, eğer, nusret, yani harpte, orada şurada bir galibiyet olundu ise, neye dayandığını fehmettiniz. Eğer, âlimlerin böbürlenerek, gururlanarak, hidayet veririz diyerek bir tasavvuru varsa, bunu yapamayacaklarını delillerle ortaya serdik. Bunu da fehmettiniz. Ğanilik yani zenginlik hususunda da Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

(Şura/12)

"Mekâlidil umûr, tüm emirler, tüm icrâatlar Allahü Zülcelâlin kendi tasarrufundadır. Bâsıt olan Allah (c.c.) Bâsıt sıfatıyla dilediği kimseye rızkı bol verir. Allahü Zülcelâl tüm kullarının ahvâlini pekalâ bilir ve görür.

Bu minvâl üzere eğer Allahü Zülcelâl bir kimseye "Bâsıt" ismi gereğince bol rızk, verdi ise, o kimse kendisini "Bâsıt" mı sanacak? Bâsıt Allah’tır, Razzak Allah’tır, Mün'im Allah’tır.  Allahü Teâlâ bir rızk, bir nimet verdiyse onun Allahü Zülcelâl’den olduğunu inkâr ederek, unutarak kendisini razzak, mün'im yerine koyup bunların kendisinden olduğunu mu sanacak? İlim de Allahü Teâlâ’nın sıfatıdır. İlmi veren de Allahü Teâlâ’dır. Bir âlim, Allahü Zülcelâl’in ihsan etmiş olduğu ilim ile halka ancak nasihat eder. Zira âlimin işi nasihattır. Hidayet edemez. Hidayet Allahü Teâlâ’ya mahsustur. Ğani Allahü Zülcelâl’dir. Her şeyi veren ve zengin olan O’dur. Onun verdiği nimetleri bir kimse insanlara dağıtıyorsa, kendisini Ğani, mün'im mi sanacak? Böyle sanması yanlıştır. Zira bu sıfatların tamamı Cenab-ı Hakka aittir. İnsanoğlu burada bir alet ve edevattan ibarettir. Öbür tarafta da biri meselâ nusret kazanmış, harbte galib olmuş vb. bunu da kendine mi mal edecek?  Bunları da gördünüz ki, Allahü Zülcelâl ilân ediyor. "Allahtan gayrisi nusret veremez" diyor.

İşte, bu sebeple tevhid erbâbı, bilhassa tasavvuf erbâbı, başlangıçta söyledik; bunlar "Allahü Zülcelâlin gayretkeşliğindendir. Zira Allahü Zülcelâl Ğayyurdur.

Nasıl ki, kul olduğun halde, kendi hakkına tecavüz etmeye razı olmazsın da, Rabbül Âleminin sıfatına nasıl teşebbüs edersin? Nasıl olur da   hududullaha tecavüz edersin?  Abdullah ibni Mübârek şöyle buyuruyor:

"Çok ilim okumayı maharet sanma, kul sıfatına bürün, acziyetini idrak et. Edebini ve haddini bil de, az ilim sana yeter."

Hikem sahibi bu hususla şu işâreti veriyor:

من عرف الحق شهده فى كل شيئ { ومن فنى به غاب عن كل شيئ,

ومن احبه لم يؤثر عليه شيئاً

"Kim ki, Hak Sübhanehü ve Teâlânın uluhiyyetini kabul eder, zatıyla, sıfatıyla, kemaliyetiyle ona inanır, tüm varlığa, (nereye bakarsa baksın) yoktan var eden Allahü Teâlâ'dır,  O’nun icâdı ve sanatıdır der.”

(الصانع هوالله  Allahü Zülcelâl saniidir, icâd eder.)

Allahü Zülcelâlin sıfatları olan sıfatı fiiliyede, neler görürse görsün, mutlaka onun sıfatlarının eseridir derse, bu kimse, her nesnede Allahü Teâlâ’yı müşâhede eder. Bu müşâhede altında, kendinde, artık bir kul olarak hiçbir güç, hiçbir tâkat, hiçbir etki görmez. Böyle olunca İrade-i Cüz-iyye dahi, İrade-i külliyenin altında yok olur. Yok hükmüne girer ve fâni olur. O zaman, enâniyet denilen bir şey kalmaz. Ve böylece, Rabbine tevekkülü, teslimi ve tevfizi umur kılar. Hükmü altında kendine ilticâ eder. Saygısı ve sevgisi oldukça artar. Zirâ, mâbûdun bilhak olan Allah, Abd ile Mâbud, Rab ile Merbûb arasında muhabbet fazlalaşır.

Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

والذين آمنوا اشدحباًلله

"İman edenlerin  muhabbetleri,  Allahü Zülcelâle (karşı) oldukça fazladır, muhabbetleri güçlüdür. Bu muhabbetleri her şeyin üstündedir.”

Bu meyanda Hukemanın şöyle bir kavilleri vardır.

من اعتصم باالله واستعان به احوج الله اليه الناس وانطقه باالحكمة وجعله ملوك الدارين. ومن اعتصم بمخلوق دونه اليه مثله عذبه الله وقطع الله  عنه اسباب الدنياوالاخرة

Yani, İnsanlardan herhangi biri korunmasını, gücünü, itimad ve tevekkülünü Allahü Zülcelâle bağlarsa, Allahü Zülcelâl, insanları ona muhtaç kılar ve hikmet sahibi de kılar. Ayrıca da kanaat ve tevekkülü, Allahü Teâlâ’ya olunca, Dünyada ve Ahirette mülûk, yani melik gibi yaşar. Şayet bunun tersi olur da, itimadı ve tevekkülü Allahü Teâlâ’ya değil de, mahlûkata bağlar, itimadı mahlûkata olursa, onu, o mahlûkat ile başbaşa bırakır. Allahü Teâlâ’nın azabından da emin olamaz. Dünya ve Âhirette kendisine faydalı olan birçok esbabı da keser. Dünya ve Âhireti pek teshîlâtlı olmaz. Her iki cihanda da yorgun olur. Allah hepimizi bu gibi durumdan korusun.

 

Hz. Şibli’nin de şöyle bir kavli vardır:

"Herhangi bir kimse sevgi ve muhabbetini Dünyaya hasreder, Dünya aşkı ve muhabbeti ile tutuşup yanarsa, bu kimse âdetâ bir kül mesabesine iner ve bir rüzgârın esmesiyle tamamen heba olur gider. Şayet, Âhiretine fazla yönelirse, Âhiretin aşkı ve muhabbeti ile yanarsa, bu kimse bir altın mesabesine döner. Bundan istifade edilebilir. Bunun bazı kimselere yararı olur.

Eğer, her ikisini de bırakır, mâsivâdan ârî ve uzak kalır da, muhabbeti, muhabbetullah olursa, başka hiçbir şeyi karıştırmadan tevhid nuru ile yanarsa, işte o zaman  o kimse öyle bir cevher haline gelir ki, buna kıymet ve paha biçilmeye, imkân yoktur.”

حرام على قلب تعرض للهوى {

يكون لغيرالله فيه نصيب  “

Bir kalb ki heva-i nefsiyesine tâbî olursa o kalbe Allahü Teâlâ’nın muhabbetinden bir nasip yoktur. Yani kalbe muhabbetullah değil de muhabbetullahın dışındaki şeyler arız olursa, girerse o kalbe muhabbetullahın girmesi haramdır. Eğer bir kalpte muhabbetullah varsa, muhabbetullah galib gelirse, mâsivânın o kalpte nasibi yoktur. Bu misilli bir kalbe mâsivânın girmesi haramdır.

Aslında her mü’min mutlaka şu iki nura sahiptir. Bu iki nurdan birisi iman nurudur, diğeri de hidayet nurudur. Bu nurlar her mü’minde vardır. Fakat ihlâs nuru, feraset nuru, marifet nuru her mü’minde olmayabilir. Bu nurlar muhabbetullah ile kalpte masivayı yok edenlerde bulunur. İşte kalp bu seviyeye gelmedikçe marifetullah o kalbe haramdır.

Allahü Zülcelâl cümlemize mûin olsun. İnayetini bizlerden esirgemesin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Sahabeyi Kiramin akidelerinin nasıl olduğunu biraz olsun izah etmeye çalıştık. Şimdi de onların faziletlerinden, fazilet yönlerinden kısa da olsa malûmat vermek istiyoruz. İnşallah faideden hali olmaz.

Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir hadislerinde şöyle buyuruyor:

"اصحابى كاالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم "

Yani "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisinin arkasına düşerseniz düşün hidayete erersiniz."

 

Kardeşlerim,

Sahabeyi Kiramın tamamının irşada kabiliyetleri vardır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hepsini de birer mürşit mesabesinde yetiştirmiştir. Hepsi de birer mürşit durumundadırlar. Evet Rasûlullahın Ashabı olması yönünden hepsi sahabedir. Fakat aralarında farklılıkları olduğu gibi birbirlerine nazaran üstünlükleri de vardır. Daha evvelki bölümlerde izah etmiştik. “Birinin bir dinar tasadduk etmesi, diğer bir sahabinin Uhud dağı kadar dinar tasadduk etmesine bedeldir.” hadisini serdetmiştik. Fazilet bakımından aralarındaki fark bu kadar büyüktür.

Ehli sünnet Vel Cemaatin ittifakı şudur: Sahabeyi Kiramın tamamını sevmek imandandır. Onları sevmemek ise nifaktandır.

 Rasûlü Kibriya efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor:

قال رسول الله صلى عليه وسلم :لا يجتمع حبهم فى قلب منافق

ولا يحبهم الامؤمن ابوبكر و عمر و عثمان و على

(رضىالله تعالى عنهم اجمعين  (

Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şu dört zatı ilân ederek buyuruyor ki bu dört zata karşı muhabbet asla bir münafığın kalbinde cem olmaz. Yani bu dört zatın dördüne de muhabbet bir münafığın kalbinde bulunmaz.

Bu dördünün muhabbeti ancak bir mü'minin kalbinde cem olabilir. Bu dördüne de muhabbeti ancak mü'min sağlayabilir.

Bu dört zat da: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz Ali'dir. (Radiyallahü anhum ecmain)

Demek ki bu dördünün muhabbeti ancak bir mü’minin kalbinde bulunabilir. Yoksa bir münafık bu dört sahabinin dördünü de sevemez. Bundan da anlaşılıyor ki bazıları, bunların bazılarına buğz edecek. Allahü Teâlâ, bizleri bu gibi halden  muhafaza buyursun. Bu dört Sahabi ashabın en faziletlileri olduğu gibi kendi aralarındaki fazilet, derece ve mertebe de bu sıraya göredir. Yani en faziletlisi Hz. Ebubekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra da Hz. Ali'dir.

Hz. Ebubekir (r.a.) sadece Ashabı Kiramın en faziletlisi değil, nebi ve rasullerden sonra bütün insanlığın en faziletlisidir. Bu fazileti kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabittir.

Aynı zamanda Sahabeyi Kiramın tamamını sevmek imandandır. Sevmemek ise kalbinde nifak olduğunun alâmetidir. Sahabe arasında cari bazı hadiselerden dolayı bazısını sevip, bazısına buğz etmek ehli sünnetin red ettiği, uygun görmediği bir haldir, bundan sakınmak lâzımdır.

Bu hususta İmam-ı Âzam Hz.leri şöyle buyurur: "Elimiz onların kanına bulaşmadı, dilimizi de bulaştırmayız."

Zira Sahabelerin bir müctehidlik durumları vardır. Sahabe ictihadında haklı ise, karşılığında sevap alır, haklı değil ise Rabbimiz mağfiret eder. İttifakla Sahabe arasındaki cari hadiseler ve onların halleri karşısında nifak ehlinin yaptığı gibi onlara nahoş bir hal isnad etmek -fısk gibi, sui niyyet gibi, zulüm gibi- şeylere inanmak Ehli Sünnet Vel Cemaatin dışındadır. Zira Ehli Sünnet Vel Cemaat mezhep ve imamlarının tamamı bahusus Ehli Sünnetin İmamı olarak sayılan Ebu Zer'a, Şeyhül Hadis ve asrının imamı olan İmam-ı Tahavi, İmam-ı Gazali gibi imamlar aynı zamanda dört mezhebin imamları ve fakihleri ve müctehidlerinin tamamı özellikle İmam-ı Mâturidi ve Eş’ari de Sahabenin fıskına, adaletsizliklerine kâil olanların  zındıklığına hüküm vermişlerdir.

Zira, Kur'an haktır. Rasûlullahın hadisleri haktır. Bize bunları aktaranlar  da bu muhterem ve mübarek zatlardır. Eğer bu zatları töhmet altında bırakacak olursak o zaman din fesada uğrar. Bunların hepsi onların intikali ile gelmektedir, aynı zamanda bunlar çok emin kimselerdir. Aksini söyleyenler zındıklardır.

Abdullah İbni Mübareğe sormuşlar: "Hz. Muaviye mi efdal, yoksa Ömer Bin Abdül Aziz mi diye. (Ömer Bin Abdülaziz ki, herkesin takdir ettiği âdil bir şahsiyettir.) Buna rağmen diyor ki, Hz. Muaviye Rasûlullah ile cihada giderken Muaviyenin atının ayaklarının çıkarttığı toz, toprak Ömer Bin Abdül Azizden efdaldir. Zira herhangi bir memlekette bir Sahabi medfun bulunursa -orada kabri olursa- mahşer günü kalktığımızda sancaktar o sahabidir. Velev ki o sahabinin bulunduğu yerdeki veli Üveys olsun.

Sahabenin ilmî yönlerine gelince: İmam-ı Ali'ye (r.a.) sormuşlar: Ebubekri Sıddık'ın (r.a.) ilminin çok olduğuna inanırız. Fakat neden hep az konuşmuştur diye.

İmam-ı Ali cevaben diyor ki:

"Ah kardeşlerim! Ebubekrin ilmini kim fehmedebilir ki!.."

Hz. Ömer'e sormuşlar: Cevaben şöyle buyuruyor:

"Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile Ebubekir konuştuklarında onların konuştuklarından hiçbir şey fehmetmezdim. Onların konuştukları yanında  âdetâ bir sabi -çocuk- gibi kalırdım. Sonra Ebubekir benim anlayabilmem için, âdetâ benim seviyeme iner anlayabileceğim hale getirirdi de konuştuklarını ve anlattıklarını o zaman fehmedebilirdim." diyor.

Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar:

"Ebubekir ile Ömer benim azalarım arasında bana gözle kulak mesabesindedir." Yani Hz. Ebubekir kulak, Hz. Ömer de göz mesabesindedir. Hz. Ebubekir iman dairesindedir, Hz. Ömer İslâm dairesindedir. Zira Kur'an-ı Kerim'de de Sem'i, Basar'dan  önce gelir. İşitme olmayınca ne iman yönünden ne de diğer yönlerden birşey elde edilemez. Onun için Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu iki Sahabi hakkında bu şekilde buyurmuştur.

Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir hadislerinde buyuruyorlar ki: "Medine İslâmın kubbesidir ve ilmin merkezidir. İlim tamamen oradan şehirlere yayılır. Böylelikle bu ilmin ana temeli Rasûlullah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Menbaı odur. Fakat Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) intikal olunan ilmin birinci varisi Hz. Sıddık'tır. Hz. Sıddık ilim şehrinin temeli olmuştur. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sırdaşıdır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onun dışında hiç kimse ile tam olarak ünsiyet sağlayamazdı. Hz. Ömer de bu şehrin duvarı olmuştur. Hz. Osman tavanı, Hz. Ali de kapısı mesabesindedir. Yani İslâm dininde bunların her birisi bir yer tutmuş, bir yer teşkil etmiştir.

Hz. Ömer hakkında Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: "Ömer öldüğünde İslâm dini onun üzerine ağlar." buyuruyor.

Bir başka hadiste de "Ömer öldüğü zaman nefsin senin elinde ise üf de, gitsin." buyuruyor. Yani Ömersiz bir dönemde yaşamaktansa ölüm daha iyidir.

Zira Hz. Ömer fitneleri kapatan, zuhuruna mani olan bir kapıdır. O var oldukça fitne olmayacak.

Bir gün Hz. Ömer (r.a.) Hz. Huzeyfe'ye soruyor. Ya Huzeyfe fitne kapısı kırılacak mı? Yoksa açılacak mı? O da kırılacak ya Emirel Mü'minin diye buyurur. O zaman Hz. Ömer, “Heyhat! Kapı kırılınca bir daha eski haline gelmez. Eğer, açılmış olsaydı, belki bir daha kapanabilir bir daha kilitlenebilirdi. Ama kırılınca bir daha o kapıyı kapama imkânı olmaz ve fitne de bir daha önlenemez.” buyuruyor.

Yine kıyamet günü Havz-ı Kevserin başında bu dört Sahabi bulunur. Bunlardan herhangi birini sevmeyen Havz-ı Kevserden içemez. Zira bu dört Sahabiye karşı tam bir sevgi sadece mü'minde bulunur.Bunlar arasında herhangi birine buğz etmek münafıklık alâmetidir. Münafık ise Havz-ı Kevserden mahrumdur. Hangisini sevmiyorsa diğerleri onu ona gönderirler. Ben onu sevmem, ona gitmem deyince ona gitmeyene biz de vermeyiz diye söylerler.

 

Aziz kardeşlerim,

Bu dört sahabe hakkında Rasûlullah’ın hadisleri bir hayli çoktur. Fakat biz mana yönünden yeterli olacağına inandığımız için, şu hadisi Şerif ki daha önce değişik bir rivayetle zikretmiştik, bunu kısaca izah ederek yetineceğiz.

Cenabı Rasûlullah şöyle buyuruyor. “Ben ilmin şehriyim, Ebu Bekir temeli, Ömer duvarları, Osman tavanı, Ali de kapısıdır.”

Kardeşlerim,

Bir bina için temel, duvarlar, tavan ve kapı ne mana ifade ediyorsa, nasıl bir öneme haiz ise, İslam dini için de bu dört mübarek sahabi aynı mânâyı ifade eder ve aynı öneme haizdir.

Bu dört sahabeden Hz. Ebu Bekir kıyamet gününde cennetin kapısında olur. Cennete girecek olanlar onun tasvibiyle girer.

Hz. Ömer ise mizanın başında olur. Adaleti ile bir başka benzeri yoktur. Bu sebeble adalet mizanı kendisinin tasarrufundadır.

Hz. Osman hakkında da "Benim azalarım arasında bana, benim elim mesabesindedir." Hz. Osman Cenabı Rasûlullahın dâima ön tarafında oturur. Rasûlullah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir istekte bulunanların ihtiyaçlarını anında karşılardı.

 Rasûlullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yerine bu ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını Hz. Osman giderirdi. Bunun için "Osman benim azalarım arasında bana elim mesabesindedir." buyurmuştur.  Cömertlik yönünden de böyledir. Hatta "BİATURRIDVAN" da biat edilirken Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir eliyle Hz. Osman namına biat etmiştir.

Hz. Osman ahirette Havz-ı Kevser’in başında olacak. Havz-ı Kevser’in başında Hz. Osman’ın olmasının sebebi halkın ihtiyaçlarını temin yönünden halkı zahmetten çileden kurtaracak yönü ağır bastığından o da burada bulunacak. Zira teshilat yönü oldukça ağır basar bu sahabinin.

Bir misal vermek gerekirse; Medineyi Münevverede çok kıymetli ve değerli bir kuyu vardı. Bu kuyu da bir Yahudinin elinde idi. Bu Yahudi kuyunun suyunu mutlaka para ile satardı. Karşılıksız vermezdi. Hz. Osman kuyuyu almak istedi ise de Yahudi kuyunun tamamını satmadı. Netice de Yahudiyi kuyunun yarısını satmaya ikna etti. Kuyunun suyunu kullanmak yönünden de bir antlaşma yaptılar. O da kuyunun suyu bir hafta Yahudi tarafından, bir hafta da Hz. Osman tarafından işletilecekti. Hz. Osman’a sıra gelince halk bir haftalık su ihtiyacını temin ederdi. Karşılığında da hiçbir şey ödemezlerdi. Tamamen parasız verirdi. Yahudi para ile sattığından bu sefer Medine halkı iki haftalık su ihtiyacını Hz. Osman’ın sırasında alıp stok etmeye başladı. İhtiyaçlarını Hz. Osman’ın devresinde temin ettiklerinden sıra Yahudiye gelince ondan su almamaya başladılar. Yahudi bu durum karşısında kuyuyu tamamen Hz. Osman’a satmaya mecbur kaldı. Hz. Osman da kuyunun hepsini alıp Medine halkının istifadesine sundu. Medine halkı için çok büyük bir kolaylık sağladı. İşte bu gibi hasletlere sahip olduğundan Havz-ı Kevser de Hz. Osman’ın tasarrufunda olacak.

Hz. Ali (r.a.) gelince; O da azaları arasında Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dili mesabesindedir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hz. Ali hakkında şöyle buyuruyor. “Benden sonra benim dilimden alel hak konuşacak olan ancak Ali’dir.”

Kıyamet gününde tevhid hırkası Hz. Ali’ye (r.a) giydirilecektir. Hz. Ali tevhid akidesi bakımından bir “riyaset” durumunda olacaktır.

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir Hadis-i Şerif’inde de Hz. Sıddık’ı mihrab, Hz. Ali’yi de kapı mesabesindedir, buyurmuştu. Böylelikle kapı mesabesinde olan zat umuma şamildir. Herkes ondan istifade edebilir.Fakat kapıya nisbetle daha iç kısımda olan mihraba varmak yiğitlik ister.

 Son olarak da Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sırdaşı olan Sıddık-ı Ekber’in varisi Hz. Selman-ı Farisi hakkında Cenab-ı Rasûlullah’ın şu veciz ifadesi sahabenin üstünlüğü bakımından yeterlidir sanırım. Bir defasında Ensar ile Mühacirin kendi aralarında konuşuyor. Her iki taraf da: Selman’ın kendilerinden olduğunu söylüyorlardı, onu paylaşamıyorlardı. Bu sohbetleri üzerine tesadüfen Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teşrif buyurdular ve nedir bu konuştuğunuz diye sordular. Her iki tarafta Selman’ın kendilerinden olduğunu söyleyip Rasûlullah’dan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir işaret beklediler. Cenab-ı Rasûlullah: "Hayır hayır Selman ne sizden, ne de sizdendir. Selman benim Ehli Beyt’imdendir. O bendendir." buyurdu.

Hz. Ali’ye Sıddık-i Ekber’in halifesi Selman-ı Farisi’den sordular. O da şöyle buyurdu: “O Selman ki ilmül evvel vel Âhar beraberinde olduğu gibi o öyle bir denizdir ki onun idraki kabil değildir. Ve ümmeti Muhammed için  'Lokman-ı Hekim' mesabesindedir," buyurdu.

Bu da Rasûlullah’ın hadisiyle müeyyettir. Şöyle ki Selman-ı Farisi ile Ebudderdâ ikisi manevî kardeş idiler. Ebuderdâ Selman hakkında Rasûlullah’a birşeyler söylemişti. Rasûlullah da “Ya Ebudderdâ  o Selman ki onun ilmi, kimsenin idraki kabil olmayan bir ilimdir. O ne dediyse doğrudur.” diye buyurmuştur.

Hz. Aişe validemiz buyuruyorlar ki: “Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktu ki, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile Selman başbaşa görüşmesinler ve konuşmasınlar.”

 

Aziz kardeşlerim,

Sahabe-i Kiram’ın faziletleri, meziyyetleri anlatmakla bitmez. Bize düşen hepsini sevmek ve bu sevgiden Allahü Teâlâ’nın bizleri ayırmamasını, inayetini bizden esirgememesini istemektir.