Aziz Kardeşlerim,

Geçen bölümde Sahabe-i Kiramın itikadlarından birinci maddeyi  okuduk. İkinci maddesi de, Allahü Zülcelâlin emirlerine tâbî ve Allahü Zülcelâlin nehiylerinden ictinab, emir veya nehyi tamamen halisâne lillah için yapmak, Allahü Zülcelâlin rızâsını aramak ve Allahü Zülcelâlin sahatından ve gazabından korkmak sûretiyle bundan hazar etmektir dedik.

Eğer, emirlerinden hayır yollarından birini yapmak istiyorsak, Rabbimizin sevâbını, rızâsını emel ediyorsak, başka bir ortaklaşmaya hiç gerek yoktur. Bu inanç, bu talep olduktan sonra, başka bir ortaklaşmanın gereği yoktur. Bunlar hâlisâne Allahü Zülcelâlin rızâsı ve hoşnutluğu için yapılır. Hepimizin  aklı bunu idrâk eder.

 

HARAMDAN SAKINMAK

Diğeri ise, nehyinden ictinab etmektir. Allahü Zülcelâl ğayyurdur. Kulundân hazer ettiğiniz kadar, kendisine karşı neden o kadar lâkayt davranıyorsunuz. Zîrâ, kulları kandırabilirsiniz, ama Allahü Zülcelâl kanmaz ki, hâşâ. Bunu bu idrakla düşünün. Bakınız Allahü Zülcelâl Ğayyurdur. Kendisine karşı bu kadar lâkâytlığı, bir kul kadar da kendisinden hazar etmediğinizi hoş görmüyor. Ondan dolayıdır ki, haram aksamları Allahü Zülcelâl’in tahdid ettiği hududlardır. İşte, bu hududlara tecavüz etmeyin diyor. Hadis-i Şerifte de:

اتقى المحارم تكن اعبد الناس

"Sen nâs (insanlar) arasında âbid mi olmak istiyorsun. Abidlerin en âbidi olmak istersen haramdan sakın." buyuruyor.

Çünkü bu Allahü Zülcelâlin tahditleridir, hudutlarıdır. Hudûda tecâvüz, saygısızlıktır. Bu sebeple, bu inançla baktığımız zaman, bakınız ne kadar hoş geliyor. Yapılırsa, Allah rızâsı için, onun hoşnutluğu için yapılır. Hazer edeceksek, bu hazer Allah korkusu için olmalıdır.

Zîrâ, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: "Allahü Zülcelâle olan saygınız hiç değilse, içinizde en çok saygı duyduğunuz büyüğünüze nasıl saygı duyuyorsanız, (Yani büyükleriniz karşısında herhangi bir şeye cür'et edebilir misiniz?) hiç olmazsa o kadar saygı duyun.

Madem ki, bir büyüğünüzü saydığınız kadar, onun yanında yapmaya cür'et edemediğiniz şeyleri, Rabbimizin huzurunda her zaman üzerinize rakip olduğu halde, neden bunu ihmal edersiniz ve mühimsemiyorsunuz.

İşte bundan dolayı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), böyle kimselerin "İman-ı Kâmil sahibi olmadıklarını kast ediyor."

 

AMELLERİN SIHHATİ NİYYETE BAĞLIDIR

Artık bunu fazla uzatmayalım, hulus bakımından, ibadet bakımından ortaklaşmayı anlatan, açıklıkla bunları serdeden beş veya altıncı bölümlerde hadis-i şerifler vardır. Ancak burada teberrüken şu hadisi, Hz.Ömerden mervidir ki, Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

انما الاعمال باالنيات وانمالكل امرءمانوى فمن كانت هجرته الىالله ورسوله فهجرته الىالله ورسوله. ومن كانت هجرته لدنيا يصيبهااوامرأة ينكحها فهجرته الى ماهاجراليه

(رواه البخارى والمسلم)

Bu hadis esâsen İmanın, İtikâdın ana temellerinden birini teşkil eder. Bilhassa İslâm dîninin üçte birini temsil eder, İmam-ı Şâfîinin kavline göre. Neden acabâ? Zîrâ, zaten dilimizle, kalbimizle müslüman ve mü'min oluyoruz, daha evvel anlattık. Dolayısıyla bu dille ve bu kalble, dayandıracağı gâyeyi, kalbindeki olan hal ne ise, buna bağlıdır. Amellerimiz tamamen niyetimize dayalıdır. Böylelikle İmam-ı Şâfiî Hz.leri dînin üçte birini temsil eder diye buyurur. Yâni dinin bir köşesidir. Bundan dolayı (Aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki:"Tüm ameller niyete bağlıdır. Niyeti ne ise, onun karşılığını alır. Hayır veya şer,  zarar veya yarar, ne ise onun karşılığını alır.

Hatta Sahabe-i Kiram, oldukça düşünerek kalblerine başvururlardı. Niyetlerini kalple birlikte birleştirerek, Allahü Zülcelâlin karşısında düşünerek, murâkabe ederek yaparlardı işlerini. Çünkü, nazargâh-ı ilâhî esâsen kalbtir. Zaten farziyeti de bu niyetin kalbte olmasıdır. Dilimizle söylediğimiz müstehabtır. Fukahâya göre bu böyledir. Hatta İmam-ı Rabbânî dahi dille söylemeyi mekruh görür.

 Çünkü, dile havâle ederken kalbimize ihtimam etmiyoruz, dilimizde birşeyler dolaştırıyoruz. Bunu dahi yeterli görmüyor. Niyetten gâye esâsen kalptir. Ve bazı şeyleri de  kalbimize mualliktir. Dilimizle söylediğimiz yeterli değildir. İnsanın düşüneceği, her hangi bir ameli, fiili, kavli söyleyecekse, işleyecekse mutlaka kalbine yönelmesi ve düşünmesi lâzım. Ne söylecek,acabâ gâye nedir?  Yapacağım bu ameli ne için yapıyorum? Rasûllullah (Aleyhisselatü vesselâm) bu minvâl üzere bu hadisi emretmiştir. O zaman kalbindeki olan niyet nisbeti derecesi ne ise, Rabbimiz hiçbir zerresini zâyi etmez. Hâşâ... Bunu yazar. Arkasından da: "Mekke’nin fethini biliyorsunuz ki, Mekke’nin fethinden evvel, Medine’ye hicret ettiklerinde, birçok kimseler, vatanlarını, mallarını, mülklerini terk ettiler, Allahü Zülcelâl’in ve Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnutluğu için, başka hiçbir gâyeye dayandırmadan. Zîrâ, oraya vardıklarında nasıl karşılanırlar, nasıl olunurlar bunu dahi bilmeden gidiyorlardı. Hayır veya şer, yarar veya zarar, artık ne ise bunu Allah için yaptılar. "Allah ve Rasûlü için hicret ettiler ise, Allah ve Rasûlünün hoşnutluğunu alır. Rabbimiz hiç zâyi etmez. Adâleti, keremi ve ihsanı mevcuttur." "Hicret ettikten sonra, iyi karşılandılar, mallarını muhâcirlerle paylaştılar. Bir çok kimseler kardeşvâri, ev, mal, mülk, bir şeyler verdiler. Bunu duyan kimseler de yine aynı şekilde hicret ettiler, ama içlerindeki gaye bu ise, mal veya dünya için, hicret etti ise, Rasûlullah isabet eder." buyurdu. Veyahut da bir âile almak için gidiyorsa, bir kimse ki, Ümmü Kays isimli bir âilenin arkasına düşmüş, Mekke’de kendisi için bir âile sağlayamamış, Medine’ye giderken de onu almak için gidiyor. İşte bunu kast ederek, hicret ederken, Rasûllulahın o anda, buyurduğu bu hadisin sebebi vürudu budur. Halbuki, bunu hiç kendisine izhar etmiyor, o kişi bizâtihi diyor ki, Allah ve Rasûlü için hicret ettim. Rasûllullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu hadisi buyuruyor. Bunun sebebi vürudu budur. فهجرته الى ماهاجراليه “Eğer, Hicretinden maksat, arzuladığın bir âile almaksa, o âileyi alırsın. "Her ferdin gayesini, emelini ne gibi bir istekte bulundu ise, ne gayeye dayandırdı ise niyetini, o niyetinin karşılığını alır, başka bir şey almaz. Hâşâ. Allahü Zülcelâl, böyle bizim zâhiri işlemimize karşı muamele etmez. Yani karşılık vermez, hâşâ. Onun için biz birbirimizi kandırabiliriz. Fakat, Allahü Zülcelâl müstesnadır, Sübhânehüveteâlâ...  onu kandıramayız

Hatta, Ebû Yağlel Musuli Hz.lerinin  bir kitâbında, bir Hadis vardır. Mahşer âleminde dâhî, Allahü Zülcelâl meleklerine der ki: “Şunları, şunları yazın benim kuluma.” Yâ Rabbi, bu buyurduğunuz, sayfalarımızda mevcud değildir. Ve bunu işlediklerini dâhî duymadık, görmedik. Allahü Zülcelâl buyurdu ki: "Bu onların niyetlerinde vardı, bu bende mahfuzdur. Bunu sahifelerine yazınız." buyuruyor. Bu da olacak, onun için niyet çok mühimdir.

 

 

KALBİN SALÂH OLMASI

Kardeşlerim,

Gâye, her zaman söylediğimiz gibi kalbinizdeki niyettir. Mü'minin dili kalbinin arkasındadır. Bir kere kalbine baş vurur. Ondan sonra artık ne söyleyecekse, ne yapacaksa, nasıl hareket edecekse o zaman karara bağlar. Yine Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir hadisinde:

الآان فى الجسد مضغة اذاصلحت صلح الجسد كله

واذافسدت فسد الجسد كله الآوهى القلب

"Her bedende, cesette bir kalb vardır. Bir et parçamız vardır. Bu et parçasını salâha dönüştürürsek, diğer azalar tamemen salâha döner. O et parçasını eğer fesâda dönüştürürsek tamemen cevarihler de, fesada uğrar. İşte bu et parçası denilen kalbtir." buyuruyor. Onun için kalb vücûdun imâmıdır. İmamın namazı fâsid ise, cemaatin namazı tamamen fâsiddir. İmâmın namazı sağlıklı ise, cemâatin eksiği gediği onunla eklenerek bir şey lâzım gelmez.

Bir Hadis-i Şerif, Ebû Hüreyrê’den mervî, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):

وعن ابى هريرة رضىالله عنه قال: سمعت رسول الله صلىالله عليه وسلم يقول:" ان اول الناس يقضى يوم القيامة عليه: رجل استشهد فأتي به, فعرفه نعمته فعرفها, قال: فما عملت فيها؟ قال: قاتلت فيك حتى استشهدت. قال: كذبت, ولكنك قاتلت لان يقال: جرىٌ ! فقد قيل. ثم امر به فسحب على وجهه حتى ألقى فى النار. ورجل تعلم العلم وعلمه, وقرأ القرآن, فأتى به, فعرفه نعمه فعرفها, قال: فما عملت فيها؟ قال: تعلمت العلم وعلمته, وقرأت فيك القرآن, قال: كذبت, ولكنك تعلمت ليقال: عالم! وقرأت القرآن ليقال: قارىء فقد قيل. ثم امر به فسحب على وجهه حتى أُلقى فى النار. ورجل وسع الله عليه, واعطاه من اصناف المال, فأتى به فعرفه نعمه فعرفها, قال: فما عملت فيها؟ قال: ماتركت من سبيل تحب ان ينفق فيها الا انفقت فيها لك. قال: كذبت, ولكنك فعلت ليقال: جواد ! فقد قيل. ثم امر به فسحب على وجهه حتى أُلقى فى النار"

(رواه المسلم.)

 

Hadis Meâli:

Bu Hadis üç cümleden ibârettir. Birinci cümleyi okuduk. Diğerleri de aynı lâfzı lâfzınadır. Birinci cümlede Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: "Kıyamet günü mahşer âleminde, ehli tevhid olan ümmetimden ilk olarak muhakeme edilecek olan şehid getiriliyor. Şehid huzura gelince, Allahü Zülcelâl tüm verdiği nîmetleri sayar. Ve kendisine de itiraf ettirir. O da evet ya Rabbi der, bu nimetleri, bana verdiniz der. Allahü Zülcelâl: Peki, bu nimetlerime karşı ne yaptınız? diye sorar. Şehit de der ki, Ya Rabbi vermiş olduğun bu sıhhat ve afiyet, sağlığımı, elimden geldiği kadar cihaddan cihada koştum, canım pahasına dahi koştum, hatta ki şehid oluncaya kadar, senin yolunda senin rızan için savaştım." der. Allahü Zülcelâl da cevaben: "Yalan söyledin, zira, senin buralarda koşman ceri desinler diyedir. Ceri demek, şecaatlı ve harpte maharetli, çok mâhirdir veya secidir, cesaretlidir desinler diye, yani insanlar bunu desinler diye, onların deyişlerini aramak içindi. Ve sana da öyle demişlerdir.” buyurur. Ve meleklere "Bu kulumu Cehenneme sürün.” diye emreder.

İkinci cümleye gelince, bu da, âlimler geliyor. Bir âlimi huzura getirirler ve ona Allahü Zülcelâl sorar: "Ben sana nice nimetlerimi vermiş miydim?" Verdin ya Rabbi. "Bu nimetlerimle ne yaptın sen?" Âlim başlar anlatmaya, şöyle yaptım böyle yaptım, ilim öğrendim ve Kur’an okudum ve okuttum. Allahü Zülcelâl: "Bunları ne için yaptın?" diye sorar. Âlim der ki: Yâ Rabbi rîzan için, senin yolunda hoşnutluğun için yaptım. Fakat, Allahü Zülcelâl cevaben: "Yalan söyledin." der. Neden İlim öğrendin? Çünkü, ulemâ arasında ne âlimdir desinler diye, ne kadar talebe yetiştirmiş desinler diye, sadece ve tamamen insanların teveccühünü ve takdirini aramak için yaptınız, ve yalan söylüyorsunuz. Bunu da Cehenneme sürün, diye emreder.

Sonra üçüncüsü yani ğani'yi getirirler. Allahü Zülcelâl buyurur ki: "Sana nice nîmetlerimi verdim.İkram ve ihsanlarımı bol bol verdim." Tasdik etmesi için sorar: "Sana ben bunları verdim mi?" Ğani, verdin ya Rabbi der. "Bunlarla ne işledin, ne yaptın? diye sorar. Ğani başlıyor. Ya Rabbi, senin rızan için hayrat yollarına koştum, ne kadar hayır kapısı açıldı ise koştum, yardımcı oldum, câmiler yaptım, minareler yaptım, medreseler, Kur'an kursları ve daha neler neler… Elimden geldiği kadar, verdiğin nîmetleri böyle yollarda harcamaya gayret ettim, der. Allahü Zülcelâl cevaben : "Yalan söyledin. Zira, sen bunları yaparken, sadece talep ve emelin şu idi ki; bu kimse ne kadar cömerttir, ne kadar hayrı seviyor, ne kadar hayır yollarına koşuyor." desinler diyerekten yaptın. Ve onlar da sana bu böyledir diye söylemişlerdir. Bunu da Cehenneme sürün." diye emreder. Ve her üçü de cehenneme atılır.

 

Kardeşlerim,

Bunlar ehli tevhid kimseler ve ümmeti Muhammedin mensuplarıdır. Bakınız birisi şehit, birisi âlim, birisi de bolca veren sehâvetli görünen bir cömerttir, bir zengindir.

Bunu belirten Hadis, Riyazüssalihinde riya bâbında mevcuttur. Sahih-i Müslim'de rivayet etmiştir. Diğer bazı hadis kitaplarında İmam-ı Ahmed, Müslim, Nesê-i tarafından rivayet etmişler, sağlıklı sıhhatli bir hadis'tir.

Bunun karşısında artık hangi amelimize güvenebiliriz kardeşlerim, şimdilik şöyle bir düşünün bakalım... Düşünün de, bu niyet meselesini iyice fehmedelim. Dilimizin, kalbimizin arkasında olması lâzım, yoksa önünde olup da, düşünmeden, fehmetmeden savurmak mı lâzım? Düşünün bir kere, yapılmış olan şeyleri, dayandırılacak olan gâyeyi, kavlen, amelen, itikâden, maddî, manevî, vücûdan, bedenen, malî veya gayri, ne ise bunları hep yaparken neye dayalı yapıyoruz? Bunu bir kere iyice düşünün.

Acabâ, menfaat için mi yapılıyor? Cemiyet çoğaltmak için mi? Yoksa bir dâvâyı yürütmek için midir? Cemaatimizi, davamızı, kendimize ait olan şu cemiyetimizi genişletelim, çoğaltalım, bir şey elde edelim, dünyamızı mâmur edelim diye işlemiş olduğun ameli yaparken bu gibi hususlar var mıdır yok mudur? Fikrinizde, niyetinizde, yapılan amelde halk takdir etsin diye bir fikir, niyet var mıdır, yok mudur? Bu meselelere evvelâ tamamen şöyle bir inceden inceye dikkat edelim de ondan sonra işletmeye geçelim, önce niyetimizi doğrultalım.

 Şimdilik anlattığımız şu üç zümreyi kime sorsan, Allahü Zülcelâlin huzurunda dedikleri gibi, senin rîzân için yaptık derler. Şu anda bu soruları her kime sorsan Allah rîzâsı için yaptık veya yapıyoruz derler. Başka hiç bir şey demez. Ve bu hâli te'yit edecek olan bir Hadis'i serdedelim, Enes ibni Mâlikten mervîdir, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor:

اذا كان آخرالزمان صارت امتىثلاث فرق

"Ahiruzzamanda benim ümmetim üç fırkaya ayrılır." Bir fırkanın ibâdetleri hâlisâne livechillâhi olur, başka hiçbir gayeye dayandırmadan yaparlar.

Bir fırkanın da ibadetleri riyâ içindir, bir fırkanın ibadetleri de nâsı, insanları sömürmek içindir. Yani, menfaatlenmeleri için, bunun sayesinde nasıl insanları yiyip içip sömürüyor. İbadeti âlet edevat olarak kullanıyor. Bunlar kıyamet günü, mahşer günü geldiklerinde, Allahü Zülcelâl nâsı sömürene sorar "İzzetim ve Celâlim hakkı için yemin et, sen ol cevarihlerinle söyle, senin hâli hâzır yaptığın bu ibâdetlerle gayen ne idi, ulaşmak istediğin neydi", "Ya Rabbî izzetin ve Celalin Hakkı için söylüyorum ki, yaptığım şeyleri nâsı sömürmek ve menfaatlenmek  için yaptım. Bellidir işlediğim amellerden huzura gelmiş birşey yoktur olmamıştır. "O yediğin içtiğin orada kaldı. Bundan dolayı bunu Cehenneme atın." diye emreder.

İkincisi de gelir, "Sen de izzetim ve Celalim Hakkı için yemin et neler yaptın?" der. Bana yaptığın ibâdetteki gayen ne idi? "Ya Rabbi İzzetin ve Celâlin hakkı için, yaptığımı riya için yaptım. Nâsın takdîri ve teveccûhü için yaptım," der. Allahü Zülcelâl de: "Senin işlemiş olduğun ibadetlerin hiçbirisi de yanıma gelmedi, huzuruma çıkmadı. Bunu da Cehenneme atın" der.

Üçüncüsü gelir, İzzetim ve Celâlim Hakkı için söyle, bu ibâdetini ne gaye ile yaptın der. Adam, Ya Rabbi, her şey ayan beyandır. Seni anmak için, ben anarım sen de beni anarsın diye yaptım. Çünkü, اذكرونى اذكركم  diye buyuruyorsun. "Beni an da ben de seni anayım." Allah için andım, senin rızân için andım, senin Cemalini görmek ve senin rızânı almak için yaptım, biliyorsun ya Rabbî der. Allahü Zülcelâl de "Doğru söylediniz" der. "Ve bunu Cennete götürün" diye emreder.

Bu Hadisin râvîsi, Taberânî Fi’l Evsâd, vel Beyhakî rivâyet etmişlerdir. Hâfuzu’l Münzirî, râvîlerinin bir teki hâricinde tamamen diğerleri sîkâ' dir. İtimad edilir şahsiyatlardır. Ve umarız ki öyle olur diye buyurur.

 

Kardeşlerim,

Hülâsa, bu husustaki âyet ve hadisler yazmakla bitmez. Bilhassa, bu husustaki hadisler çok acayiptir. Bitmez tükenmez. Alimler üzerinde, şehidler üzerinde, zenginler üzerinde, hepimizin üzerinde çok hadisler mevcûttur. Bunları anlatacak vaktimiz yok. Zîrâ, piyasada kitap çok, kendiniz zaten bunları okuyorsunuz. Meselâ İmam-ı Gazâlînin,İhyâ-ul Ulûmu mütalâa etseniz veya Riyazüssâlihini mütalâa etseniz veya Tarikatı Muhammediyeyi mütalâa ederseniz istediğinizi bulabilirsiniz ve bu meyanda yazılmış bir çok kitaplar da vardır. Bu kitapları okursanız bu hususu daha fazlasıyla anlamış ve öğrenmiş olursunuz. Biz sadece, Sahabe-i Kiramın îtikadları ve inançlarını, tevekkülleri ve itimadlarını, Rablarına karşı rızâ, teslim, sabır, şükür yapılan amel veya nehyinden veyahut da yapılan tüm amelleri kalben ve kâliben, lillahi teâlâ, halisane, başka hiçbir gayeye dayandırmadan yaptıklarını izah etmeye çalışıyoruz. Esasen açmış olduğumuz kapıdan gâye budur. Sahabe-i Kiramın durumunu tetkik ederek dikkat ediniz. Hasan-ı Basrîye sormuşlar, efendim, Rasûlullahın ashabından bahseder misin, diye. O da:

لورأيتم اصحاب رسول الله لقلتم هؤلاءمجانين { ولورؤكم لقالو هؤلاء بلادين

"Vallahi Rasûlullahın ashabını görseydiniz, bunlar deli divane derdiniz. Zîrâ, rast gele bir şeyler giyinirler, hiç mühimsemezlerdi. Onların yanında âlimin de ümmîsinin de hiçbir farkı yoktur. Bir kere, hiç dünyâ meselelerini mühimsemezlerdi. Kalıp kıyafet diye bir şey aramazlardı. Fakat, amel kısmına gelince, hâlisane lillâhi, îmanları yakinî idi. Yani Cenneti görürcesine, mahşer âlemini görürcesine. Allahü Zülcelâlin, dâimi üzerlerine rakîb olduğunu görürcesine…  Bu minvâl üzere durumları vardı. Ama onlar eğer sizi görse idiler. Gerçekten siz ibâdeti çok yapıyorsunuz. İlme çok ihtimam ediyorsunuz, fazlaca öğrenmeye çalışıyorsunuz. Ama sizin bu yaltakcılığınız, yalamalığınız var ya bunları görmüş olsalar, bunların hepsi de dinsizdir derlerdi." buyuruyor.

Zîrâ, birçok şeyleri halk nazarında ibadet saydıklarını, bunları biz Rasûlullah devresinde: كنانعدهانفاقاً Nifaktan sayardık." buyuruyor. Neden?

Şimdi, dikkat ediniz ki şu üç meseleye, acaba neden nifak oldu, neden Cehennemlik oldular? İtikaden ve amelen yaptıkları kalpleriyle ve dışlarıyla bir olmadı. Allahü Zülcelâlin nazargâhı olan kalp bir çeşit, dıştaki olan hal ve hareketleri, görüntüleri bir çeşittir. Halbuki, mü'minin işinde renk olmaz diyor. Zîrâ, mü'min, olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmaktır. Yani değişmez, bu mü'minin sıfatıdır. Ama, hakîkaten iç âleminde olduğundan, dışının görüntüsü daha iyi olursa o zaman nifaktır, riyadır. Yok eğer iç âlemi dış âleminden çok üstün ise, Rabbinle başbaşa kaldığında çok daha üstün bir inanca sâhip ise, buna sıddîki deniliyor. Bundan dolayı biz Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresinde bu gibi halleri gördüğümüzde nifak addederdik yani  nifak sayardık. Nitekim, Fudayl İbni İyaz (R. Aleyh) bir gün bir ekmek alacaktı. Fırıncının elinde tesbihi görünce o gün için ne kendisine ne de efrâdı ıyaline ekmek alıp yedirmemiştir. Aç kalmışlardır? O gün için "O kimseden ekmek alınmaz." diyor.

Ya bu günümüzde öyle kimseler vardır ki, elinde tesbih gördük mü, ağzı zikir için kıpırdadı mı, “işte bundan ekmek alınır, ne satarsa alınır. Bal gibidir artık” deriz.

Hz. Musa zamanında etrafında bulunan ve dinleyen Benî İsrâil cemaatı bazı anlarda coşkunluk yaparlardı. Güyâ cezbe veya coşkunluk gösterirlerdi. Allahü Zülcelâl onları uyardı. Ya Musa onlara söyle, gömleklerini yırtmak değil de, kalblerinin perdesini yırtsınlar, kalblerini açsınlar. Ondan sonra aynı devrede bir âlim vardı. Bu âlimin de gayesi senenin her günü için birer kitap te'lif  edebilmek ve yazabilmektir. Te'lif ettiği kitap üçyüz altmış küsura varmıştır. Artık tamamen senenin  her günü için bir kitap yazmış oluyor. Böbürleniyor ve gururlanıyor. Allahü Zülcelâl de: Hz. Musa'ya söyledi, O münâfığı uyar dedi, yer yüzünü nifakla doldurdu, yeter artık" buyurdu. Hz. Musa, adamın kendisine bu uyarıyı anlattıktan sonra adam, öyle bir büküldü ki, öyle bir eridi ki, Allahü Zülcelâlin Havf-ı İlâhîsi karşısında  öyle bir mahçûp duruma  düştü ki. Âlimdir gûyâ. Ama, işte niyet o niyet değil. Tabiî, âlim dediğin, düşündüğü zaman, Allah korkusunu bilir. Çünkü:

انما يخشىالله من عباده العلماء

"En fazla Allah korkusu, ülemâlar üzerinde etkilidir." O âlim öyle korktu ki artık dünyaya geldiğine bin pişman oldu. Kitaplara değil artık nefsine yönelerek tevbih etmeye başladı. Aciz, zavallı, derbeder, yani hayatını, ölmeden ölmüş duruma getirdi. O gururu, o ücbu tamamen üzerinden giderdikten sonra, ne zaman ki bu hale gelince, Allahü Zülcelâl, Hz. Musa'ya söyler. Yâ Mûsâ, o kimseye söyle işte şimdi kulum oldu. Şimdi benimsedim ve kulum olarak kabul ettim." buyurdu.

 

Kardeşlerim,

Şu nefis var ya, nefsi habîse, aslında tarîk ehlinin ana tezi, ana yasası, ana temelleri, nefislerini ezebilmeleridir. Nefsi Emmâreden levvâmeye, levvâmeden mutmainneye, mutmainneden mülhimeye, mülhimeden râdıyeye, râdıyeden merdıyyeye derken, şu nefis bizi oldukça, Allah korusun bizleri ne emeller peşinde koşturur. Hz. Cüneyd devresinde, bazıları cezbeye tutulurlardı da, Hz. Cüneyd bunlar için derdi ki: “Bunları tutup Dicle’ye atınız. Eğer hakikaten doğru iseniz, Mûsâ gibi çıkıp kurtulurlar. Eğer, eğri ise gösteri için ise, Firavun gibi gark olup gitsinler” derdi.

Nitekim, Rasûlullah (Aleyhissalatü Vesselâmın) Ahiruz zamanla ilgili bazı Hadisleri vardır. Şöyle buyuruyor:

يلبثون لباس الضأن على قلوب الذئاب ألسنتهم احلىمن ألعسل

وقلوبُهُمْ امرو من الصبر

"Giyimleri bakımından kuzu postuna bürünmüşler, karşılarında onlara baktığında hayran olursun.  Fakat bir de kalblerine bak bakalım, kalbleri bir kurt kalbidir." Kurt misâli, haris, hâin, dillerine baksan baldan tatlı, fakat kalblerini araştırsan (sabar) yani zakkum ağacı gibidir.

 

Bir Hadis-i Şerif'te de:

عن عمر ابن الخطاب رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم: قال يظهرالاسلام حتى تختلف التجارفى البحر وحتى تخود الخيل فى سبيل الله. ثم يظهر قوم يقرؤن القرأن يقولون من اقرأ منا من اعلم منامن افقه منا. ثم قال لأصحابه هل فى ألئك من خير. قالوا الله ورسوله اعلم قال ألئك منكم من هذالامة فألئك هم وقودالنار

 Bu hadîsin iki rivâyeti vardır. Hz. Ömer ve gayrisi de Hz. Abbas. Râvîleri, hemTaberâni hem Ebû Yala vel Bezzar. Her iki tarafın da değişik değişik senetleri vardır. Hafızıl Münziri senedi hasendir diye buyurur.

 

HADİS MEALİ:

"Cenâbı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Bu İslâm dininin çok geniş ve yaygın bir hali olacaktır. Çok güzel zuhur edecektir. Hatta ki tüccarlarımız denizden çok uzak yerlere çıkacaklardır. Atlarımız da cihad bâbından çok yaygın olarak dalacaklar. Ancak, bunlardan sonra bir kavim zuhur eder ki, Kur'an okurlar ve Kur'anı okuduktan sonra, bizden daha iyi Kur'an okuyucu var mı? diyecekler. En hayırlısı biziz tâbiriyle, böyle bu inançta olacaklar. Ashâbına sorar: "Bunlardan bir hayır umuyor musunuz?"  "Allah ve Rasûlü bilir, Yâ Rasûlallah." buyurdular

Rasûlullah (Aleyhisselâtü Vesselam):"Bunlar sizdendir, bu kavimdendir, ümmetimdendir. Ancak bunlar Cehenneme ilk girecek olanlardır, ve Cehennemi tutuşturacak olanlardır. Allahü Zülcelâl cümlemizi şirki hâfî'den korusun. Amîn.

Şöyle bir hadis vardır:

لايدخل النار احد فى قلبه مثقال حبة خردل من ايمان ولايدخل الجنة احد فى قلبه مثقال حبة خردل من كبرياء

Kişinin kalbinde hardal tanesi kadar iman var ise bu kişi cehennemde ebedî kalmaz. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir varsa, bu  da cennete giremez, bu kibri yakmadıkça...