Aziz Kardeşlerim,

Sahabe hususunda kısaca da olsa bir şeyler söyledik, okudunuz. Sahabe deyince, her zaman anlattığımız gibi onlar hakkında düşünerek, ölçerek konuşmak lâzım. Çünkü, bu devremizde de Sahabe-i Kiramı çok güzel anlatırız. Dolayısıyla Sahabe de olasımız geliyor veya sahabeye benzemeyi de arzuluyoruz, bu hoş bir şeydir. Fakat, bu bizim için mümkün olmayan bir şeydir. Neden? Gerçi bazı Hadis-i Şeriflerde âhir zamanda, şunu yapan, bunu işleyen Sünnetimle âmil olan Sahabeye nazaran yetmiş muâdili sevap alır, hem de sahabe sevabı v.b. gibi bunları böyle okurken, sahabe olasımız geliyor veya kendimize bir hak tanıyoruz.

Fakat, Allahü Zülcelâlin buyurduğu şu Âyet-i Kerimeyi bir kere olsun açıp görmüyorlar, hiç başvurmuyorlar:

لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُولَئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً

 مِنَ الَّذِينَ أَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى

 (Hadid/10)

İşte bu Âyet-i Celîleye Müsâvî olmadıkları için, hatta sahabeler dahî birbirine karşı müsâvì değildir. Bedir ehli, Uhud ehlinden üstün, Uhud ehli, Fetih ehlinden üstün, Fetih ehli de diğerinden üstün, üstünlükleri böyle gidiyor. Üstünlükleri böyle kademeli, kademelidir. Düşünün ki Hâlid Bin Velid ile Abdurrahmen İbni Avf (R. Anhümâ) aralarında nâhoş bir hadise geçmiş Hz. Hâlid, Hz. Abdurrahman İbni Avf’a biraz fazlaca sert konuşmuş. Rasûlullah hâdiseyi duyup çağırıyor ikisini de, “Aranızda ne alıp veremediğiniz var ki böyle yapıyorsunuz?" der. "Vallâhi, Mekke’nin fethinden önceki sahabe ile, Mekke’nin fethinden sonraki sahabelerin arasında, üstünlük bakımından fark Mekke’nin fethinden önceki sahabe bir dinar, hatta yarım dinar dahî infak etmiş olsa, Mekke’nin fethinden sonra sahabe olan kimse de Uhud dağı kadar dînar infak etse, Mekke’nin fethinden evvel bilhassa Bedir ehlinin infak edeceği yarım dînar veya bir dînarın bedeli bile olamaz." buyuruyor. Sahabe arasındaki farka dikkat edin ki, artık sahabe ile sahabe olmayanlar arasındaki farkı nedir? Şöyle bir düşünün, kendisinin sahabe sevâbı aldığını, hatta kendisini daha kademeli görenler, bunu okusunlar da, kendi maliyetlerini görsünler ve ona göre kimsenin hakkını aşmasınlar. Yani, umumiyetle beşer aynı eşit derecede değildir.

Sahabe olduktan sonra, bir kere: وكلاً وعد الله الحسنى  "Küllisine Allahü Zülcelâl husnâyi vâad etmiştir." Cennetliktir.

Zîrâ, bu Sahabe-i Kiram Rasûlüllâhın yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Onun talebeleridir. Cenabı Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mürşidliği altında yetişen mürîdanlarıdır. Acabâ, bir şeyhin yetiştirdiği müridlerle, Rasûlullah’ın  (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetiştirdiği mürîdan arasında kıyası kâbil mi? Acaba bir hoca, bir imam ve bir alimin yetiştirdiği talebenin, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetiştirdiği talebe ile kıyas kâbil midir? Yani hiç değilse bunu iyice bir düşünün de, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) talebeleriyle, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mürîdanlarıyla kıyas edecek bir kimse varsa, Allahtan hazer etsin, tevbeye gelsin, bunun Rasûlullah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve Ashabı Kirâma karşı bir küstahlık, saygısızlık olduğunu düşünsün de bu halden hazar etsin. Bunu böyle yapan kimse Rasûlullaha karşı utanmalıdır.

Zihninizi fazla yormadan kendi konumuza dönüyoruz. Gayemiz Sahabe-i Kirâmın itikadları ve tevhidlerini anlatmaktır. Ve böylece Sahabe-i Kirâmın, Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderine karşı olan rızalarını, razı olmalarını anlatıyoruz. Hikem sâhibi şöyle diyor: 

اذافتح عليك باب الفهم   { عادالمنع عين العطاء

"Eğer, Allahü Zülcelâl herkesin kalb basîretini açmış olsaydı, yani keşfen görmüş olsaydınız, o zaman Rabbimizden gelen şeylerin  hiçbir farkının olmadığını görürdük. Çünkü, Rabbimizin verdiği veya vermediği, yine kendi iki sıfatının iktizasıdır. هوالمانع والمعطى " îtâ’ eden de Allah, men’ eden de Allah" dır. Neden bir sıfatını kabul ediyorsun, hoş görüyorsun da? başka bir sıfatına karşı geliyorsun. Bakınız, düşünce, bu düşüncedir. Tasavvuf erbabının hâli ise her ikisini de kabul etmesidir. Yoksa, diğerleri işte her zaman anlattığımız zâhiriyle batını arasındaki farkiyyetini düşünün. Bizler gibi, ancak aklımıza Rabbimizin ismi gelirse, Hâşâ, Allahü Zülcelâl:

 (هوالنافع - هوالضار) veya (هوالمانع هوالمعطى) zarar ve menfaat Allahtandır. İta eden, veren ve verdirmeyen de Allahtır. (بسط وقبض) Allahü Zülcelâl bol vermiştir veya az vermiştir, kıt vermiştir. Yani bu isimler aklımıza geliyor da veya (هوالباسط) veya (هوالشافى) veya şifayı veren Allahtır.

Hülâsa, Allahü Zülcelâlin isimlerini aklımıza getirirsek veya Allahü Zülcelâl aklımıza getirirse işte o zaman biraz akıllanıyoruz, şuurlanıyoruz. Ama, ötekileri ise her zaman söylüyoruz. Keşif erbabının kalb basîretleri, sıfatın işleyiş tarzlarını dahi görüyor. Bu işlenen nurlar âdeta bir iplik gibi, tâ levhi mahfuz ile kendi kalbi arasında yürümektedir, işlenmektedir. Nasıl şikayet etsin, nasıl hoş görmesin, nasıl râzı olmasın. Nasıl teslim olmasın, nasıl nîmet nevinden ise şükretmesin. Çünkü, Mü'min olan için bunlar Allahü Zülcelâldendir.

Nasıl teşekkür etmesin. Yok eğer beliyye ve musîbet geldi ise, الضار ismi Celâliyle bunu getirdi ise, ismi  صبورolan Allahü Zülcelâlin  صبورismine dayanarak, bundan haz alarak, böylece kendisini sabrına teşvik ediyor ve yöneltiyor. Mûsibet ve belâya karşı da sabretmelidir.

 

 Kardeşlerim,

Hülâsa, bir daha mücmel bir şekilde, Allahü Zülcelâlin hükmüne, kada ve kaderine bağlı olduğu için, rızâ gösterdik, emirlerine teslim olduk.

Gelelim nîmet kısmına, Allahü Zülcelâlden olduğunu idrak içinde olduktan sonra, nimeti bir kuldan alınca, bir kuldan yararlanınca, neden ona kul köle oluyoruz da neden Allahü Zülcelâlin nîmetlerine şükretmiyoruz? Neden acaba?

Zîrâ, Allahü Zülcelâl de şükretmemizi emrediyor:

لئن شكرتم لأزيدنكم

diye buyuruyor. "Eğer nîmetime şükrederseniz, nîmetimi çoğaltırım. Hazinemde yok değil, arttırırım." buyuruyor. Müdrik olduktan sonra, yani nîmetimi idrak ettikten sonra, ben çoğaltırım diyor. Allahü Zülcelâl:

وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

 (İbrahim/7)

"Eğer küfrü nîmet edinirseniz, azâbım şediddir. Yani üzerinizden bu nimet zâ-il olur.

Başka bir Ayet-i Celîlede: 

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ

 (Enfal/53)

"Nîmetimi herhangi bir kavme vermiş isem, onu benim nîmetim olarak gördükten sonra aslâ tağyir etmem, değiştirmem" buyuruyor. Neden? Çünkü o benim bir hediyemdir, ben hediyemi geri almam. Fakat, ne zaman ki o nîmeti, kendileri, yolunda ve yerinde harcamazlarsa, kendi enâniyet ve nefislerinden görürler de, nîmetimi tamamen nefislerinin, arzularının istekleri doğrultusunda hasrederlerse, işte o zaman zail ederim. Halbûki, mün'im olan benim, nîmeti veren ben olduğum halde, bu nazarla bakmazlar da, başkalarına müteşekkir olurlar. Eğer bu nazarla bakmış olsalar, Onun rızâsına uygun olarak harcarlar. Mâdemki Allahtan geliyor. Allahtan gelen, Allah yolunda, Allah rızâsına harcanır. Hem kendi nefsin için olan ihtiyâcını temin et, hem de başkalarının yardımına koş. Esasen, Allahtan gördüğümüz zaman bunu yine Allah yolunda sarf etmeliyiz.

İşte ashâbı kiram, mübârekler, nîmet-I azîmeyi mün’im olan Allahtan görünce, savururlardı, ama savururlar da nereye, isrâfât mı yaparlardı? Hayııır… Tebezzür mü yaparlardı? Hayır.

ان المبذ رين كانوا  اخوان الشياطين

  "Tebzir eden (boş yere harcayan) şeytanların kardeşidir." İsraf ise:

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ

 (Araf/31)

  "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Allahü Zülcelâl israf edenleri  sevmez." buyruluyor.

Mün’im olan Allahtan gelen bir şeyi, Ashab-ı Kiram gene Allah yolunda ve Allahın rızası ne ise oraya harcarlardı.

Evet, böyle devam ederse, nîmet oldukça fazlalaşır, bu ise, Allahü Zülcelâlin vâdidir. Ne zaman ki bu minvâl üzere olmazlarsa, demek ki kıymetini bilmiyorsunuz, kendi enâniyetinizle başbaşa kalıyorsunuz. Beni tamamen unutuyorsunuz, görmemezlikten, bilmemezlikten geliyorsunuz, böyle olunca Allahü Zülcelâl bu nîmeti üzerinizden er veya geç zâ-il eder.

Başka bir Hadiste de şöyle buyuruyor:

ان لله عباداً اختصهم للِنّعَمِ لمنافع العباد

"Allahü Zülcelâlin öyle kulları vardır ki, nîmetleri kendilerine ehil görür. Kendilerine verir. Neden verir? Diğer kulların  menfaatlenmeleri için verir. Zîrâ, Allahü Zülcelâl gökten altın ve gümüş yağdırmıyor. Mutlaka Allahü Zülcelâl elden ele değiştirerek veriyor. Yani, birbirlerinin menfaatlenmeleri için, bir elden diğer ele verdiriyor. İşte dünyanın nîzâmı budur.

Eğer bu nîmetin kıymetini anlattığımız gibi, Allahtan görüyor, ve Allahın rızâsı nerdeyse oraya harcarsa, inanın ki Allahü Zülcelâlin اقامها فيهم bu nîmeti sürekli olarak devam eder. Ama ne zamanki kıymet ve değerini bilmezlerse, tuğyan ve buğyan ederlerse, nankör olurlarsa o zaman   حولهاالى غيرهمsen bu işe elverişli değilsin, diye başka kimseye tahvil eder ve değiştirir. O nimete başka bir kimse bulur. Allahü Zülcelâl biliyor artık, projesini nasıl yaparsa yapar. Onun için, zenginlerin zenginliği bu devremizde devam edemiyor. Fazla devam etmediğinin sebebi de budur. Nîmetin kıymetini bilmez de nankör olursak, er veya geç Allahü Zülcelâl o nîmeti zâ’il eder. Bu kesindir.

Şimdi biz, bu nîmetlerin şükrü üzerinde fazla durursak, bu dinlediğiniz eserler de fazla uzar. Fakat gâye sahabenin tezinin anlatıyoruz. Sabıra gelince, nîmeti bu nev’inden gördükten sonra, bunu tefekkür eden kişi vermemezlik edemez, bir kere Allah ona vermiş, o da Allah yolunda veriyor. Öteki ise, musîbet karşısında da sabredilmesi için, Vallâhi, musîbeti, sanmayın ki, böyle bir zor, veyahut de efendim, bir acâyibliktir. Tahammül edilmez değildir. Hakîkaten, bu musîbetin arkasındaki hikmeti bir araştırsanız, bir anlasanız, bu musîbeti artık kendisi ister mi? İstemez fakat bir kere karşısında da olmaz. Neden? Çünkü bu büyük bir hikmete mebnî’dir.

Mahşer âleminde, âlimler ilimleriyle gelirler, âbidler ibadetleriyle gelirler. Mizânın önünde müşâhede ettikleri hal, beliyye ile musîbetle, hastalıkla ve benzeri hallerle gelmiş olan kimseler, kendilerini taltifte ve ihsanda, ikramda gördükleri zaman âlimler ve âbidler oların hallerine gıbta ederler. Çünkü, onlara bambaşka bir muâmele vardır.

Bambaşka bir ikramlar ihsanlar vardır. Başkaları der ki; keşke, bizim vücudumuzu da demir tarakla tarasaydı da  biz de bu nîmetlere hâiz olsaydık, nâil olabilseydik derler.

Nitekim Hz. Aişe (r.anhe) de şöyle buyuruyor:

"Bazı kimselerin ezelde kendisine bir vaadi vardır. Yetişeceği bir derece vardır. Fakat ibâdet yoluyla bu dereceye bir türlü erişemiyordur. Şu halde o kimseleri o dereceye  musîbet ve beliyye yoluyla eriştiriyor.” Neden? Bize bir belâ geldiği zaman, Allahü Zülcelâlin bizi sevmediğini sanırız. Eğer sevmemiş olsaydı Enbiya hiç belâ görmezlerdi. Biliyorsunuz ki beliyyenin en şiddetlisi Enbiya üzerindedir. Nedeni ise, derece yükseltmek içindir. Eğer Allahü Zülcelâl sevdiğine  bol vermiş olsaydı, fir'avuna hiçbir şey vermezdi.  Kâfire de hiçbir şey vermezdi, bunu daha önce söylemiştik, biliyorsunuz.

Onun için, bunlara vermesi de istidraç nevindedir. Kâfirin işi peşindir. Allahü Zülcelâl, ne verecekse tamâmen, bu dünyada amellerinin karşılığını, geçimine ait ne varsa bu dünyada verir de, gelecekte Ahirette sıfıra giderler. O sebeble, Hz. Aişe (R. Anhe) buyuruyor: Allahü Zülcelâl’in kuluna beliyye vermesi "Ya derecesini yükseltmek içindir ve yahut da mühim bir zenbi vardır." Yani namazla, ibadetle o zenbi gideremiyor, bir türlü üzerinden atamıyorsa, bunu da beliyye veya musîbetle giderebilir.  Neden?  Çünkü, Allahü Zülcelâl Ayet-i Celîlede şöyle buyuruyor:

وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ

 (Şuara/30)

"Herhangi bir mûsibet, size isabet ederse, bu musibet mutlaka elinizle kazanmış olduğunuz amelinizden mütevellittir." Bir çoğunu zaten Allahü Zülcelâl affeder. İşte bazı hatalarınızı da gidermek için çareler araştırıyor. Bu bir mihenk taşıdır, bu bir denetlemedir, imtihandır. Hem kendi yararın için, hem de sabır etmen için. Kendi menfaatin için ya dereceni yüceltir, ya da keffâre, zenbini giderir.  Buna rağmen neden bunu kendinize bir ceza gibi görüyorsunuz?

Rabbimiz bizleri, fehmettiği kullarından eylesin. Bizlere şuur versin, idrak versin.

Bu minvâl üzere bu hikmetlere bakacak olursak, umumiyetle, hiç itiraz edecek, şikayet edecek, karşı olacak bir sebep yoktur. Çünkü, Allahü Zülcelâlin kuluna bir garazi yoktur. Kulunun mânen gelişebilmesi için bu yollara baş vuruyor. Bu gün bir kişi, sevdiği birini doktora ameliyat ettiriyorsa, onu sevmediğinden midir? Onun sağlığı sıhhati için o hâle giriyor, o riske giriyor. Eğer kimsenin bir ayağını doktor kesiyorsa, bu doktor buna düşman mıdır? Ana veya Baba herhangi bir suçundan dolayı evlâdını dövdü ise, evlâdına karşı düşmanlık mı yapmış olur? Evlâdının kendi terbiyesi için yapmıyor mu? Ayağın kesilmesi ise, bu kangırenin daha ötesine sirâyet etmesin diye yapılıyor. Bundan dolayı, Sahabe-i Kiram (r.a.e), daima bu yönünü düşünürlerdi. Beliyyeye karşı sabretmek, esas aranılan yöntem budur. Bir düşünün ki, Allahü Zülcelâl o zaman nasıl hoş görüyor.

Allahü Zülcelâl zâlim değildir. Hâşâ... Allahü Zülcelâl kemal sıfatıyla muttasıftır. Her yönüyle nahoş bir sıfatı Allahü Zülcelâlin üzerine atfetmek, hatıra getirmek, kesinlikle yanlıştır. Çünkü, bunlar pürüzdür, küfre kadar insanı ileten şeylerdir. Allah korusun. Onun için bize düşen vazife, Rabbimizi her an için anmak ve hüsnü zan etmektir. Rahmeti çok:

إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

 (Hac/65)

"Allahü Zülcelâl, insanlık karşısında tamamen hem Rauf'tur, hem Rahim'dir." buyruluyor. Kur'an’da kaç yerde geçer, insanlığa karşı Rauf ve Rahim olduğunu îlân eder. Peki Rahim zaten belli, fakat, Raufluk nasıl bir şeydir? Rauf o kadar nazik ki, kullarının üzerine bir toz dahi konulmasını istemeyen bir sıfatı ilâhidir. O kadar nazik ki, o kadar üzerine titrer. Yani teşbih olmasın, bir kimse için: “O seni o kadar seviyor ki, toz kondurmaz.” deniliyor ya işte, Allahü Zülcelâl’in Rauf sıfatı da öyle. Yani, insanlığa karşı bu minval üzere, Allahü Zülcelâli böyle bilelim, başka şekilde değil... Rasûlullah Aleyhisselâtü vesselâm da beşeriyetin içinde, o da mü'minlere tahdidlidir. Fakat Allahü Zülcelâl, nâsın cem’ine, tamamen insanlığadır, buna kâfirler de dâhildir. Çünkü, idare işi böylece, bu gibi sıfatlarla idâre olunur. İdarecilik ayrı bir meseledir. İdarecilikte mutlaka rahmeti gadabına gâlip gelecek. Dâimî iyi huyları, mülâyim, yumuşak ve tatlı dille olur. İdârecilik esâsen budur. Sert mizaçlı olanlar idareciliğe elverişli değildir.

Nitekim Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki:

امرنا بمدارات الناس

 "Biz nâsı (insanları) idare etmekliğe emrolunduk." Rasüllerin hâli budur, yani idarecilik yönüdür.

Dolayısıyla, şu bir âfâta, bir beliyyeye, bir mûsibete dûçar olan kimseler, eğer, bu yöntemleri bildikten sonra, Allahü Zülcelâlin kemal sıfatını bildikten sonra, acaba, buraya gelişinin hikmeti sebebi nedir? diye şöyle bir tefekkür ederler. Ve beliyyeyi o kadar hoş karşılarlar ki, zîrâ, bu beliyyenin arkasında büyük bir vaadi vardır. Hikemül atâ sahibi diyor ki:

الفاقات عاياد المريدين

“Bu gibi hâle düşmeyi, âdeta onlar, bir bayram kabul ederler, bu onlar için bir bayramdır.”

Yani, karşı gelmek değil, bayram olarak kabul ederler. Neden?

ربما تجده فى الفاقات من المذيد{ مالاتجده فى الصوم والصلاة

"Namaz ve oruç ile yetişemeyeceğin dereceleri, ikrâm ve ihsânı, icâbında bunda alırsın." diyor. İşte, bu gibi mûsibet anlarında alırsın.

Hz. İmam-ı Rabbânî bile şöyle buyuruyor: "En kestirim yol, yani terakkiyat için, en kısa yol budur." diyor.

Böylece, Ebul Hasan-eş-Şâzeli dahi, bu hususta bir işaret vermiştir. Der ki: "Enbiya olsun, evliya olsun iptidâî devrinde mutlakâ, beliyye ve mûsibetlere dûçar olmuşlardır. Hayatları çok çileli geçmiştir." Ve mîsâl vermiştir. "Nasıl ki, bir kabı kalaylamak istediğinde önce ateşe verip, pasını gideriyorsun da öylelikle kalay kabul ediyor." İşte, Allahü Zülcelâl de, yetiştireceği kulu, ister nebî, ister velî olsun, bu çilekeşliği, bu beliyye ve mûsibet ateşiyle tertemiz yapar da, öylelikle verilecek olan mertebeleri, böylece kalbine ilkâ eder.

Hülâsa, umarız ki, sahabenin îtikatlarını bu gibi noktalara dayandırarak, Allahü Zülcelâlin kada ve kaderine rıza göstermeleri, emirlere teslim olmaları, onun emrinden gelecek olan nimet ise şükrünü veya nikbet ise sabrı nasıl yapacaklarını, hangi hikmete dayalı olduğunu düşündükleri takdirde, kemal sıfatıyla muttasıf olan  Allahımız (Kerîm olan Allah Kerîmden hiçbir zarar gelmez,) yarardan gayrisi. Hâşâ. Çünkü kerîmin karşılığı le’imdir.Bu da beşeriyetin içerisinde en âdi sıfattır.

Dolayısıyla, artık Rabbımızı, ne töhmet ederler, ne de onun hakkında nâhoş şeyler akla getirirler. Canla başla bu şekilde bir rızâ ve teslim içinde olup sabır ederler.Bunda hiç şüphe etmezler. Allâhın izni ve inâyetiyle. Rabbimiz (c.c.) bu minval üzere muvaffak kılsın.Ashabı Kiram gibi değilse de bir nebzecik yapabilirsek ne mutlu bizlere...  Artık bu meseleyi burada noktalıyoruz. Zîrâ, ana, temel mesele zaten budur.

Şimdilik ikinci noktaya geliyoruz. Bu ikinci cümleye gelince:

والأخذ بما امرالله به والنهى عن مانَهَىالله عنه واخلاص العمل لله تعالى

Allahü Zülcelâlin emrine sımsıkı yapışıp imtisal etmek, nehyinden de Allah korkusundan dolayı hazer ederek ictinap etmek ve amelini de hâlisane livechillêhi Teâlâ yapmak, başka bir şeye saptırmamaktır. Bu, üç noktadan ibârettir. Nasıl ki bundan evvelki, akâidle alâkalı idi. İtikad ise ana temeldir, îtikad sağlam olunca üzerine her bir inşaat yapılabilir.Yani sağlıklı, sıhhatli bir îtikad, inanç olduğu takdirde, o temelin üzerine her ne olsa konulabilir, yani sağlamdır. Onun için, bu üç noktadan birer nebze hatırınıza getirelim de, tevfîkât Allahü Zülcelâldendir. Şimdi Allahü Zülcelâlin emrine imtisâle gelince:

Allahü Zülcelâli tanıdıktan sonra uluhiyyetini, kemal sıfatıyla muttasıf olduğunu, bizi yoktan var ettiğini bildikten sonra, hâlıkımızdır, râzıkımızdır. Bizi nimetlerle bezemiştir. Yâni üzerimizdeki, hâricimizdeki, melekût âlemi tamâmen bizlere hizmet etmiştir. Melekler dahi bizlere karşı hizmetçi nevindendir. Şu görüken  mükevvenât, tamâmen insanlığa hizmet için verilmiştir. Bir Ayeti Kerimede de:

وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ

 (Nahl/18)

"Allahü Zülcelâlin nîmetlerini saymaya yeltenirseniz, buna imkân yoktur." Bu nîmetler karşısında Rabbimizden bir emir gelmiştir. Bunu yaparken, Rabbimizin rızasını, hoşnutluğunu aramayıp da, şu veya bu kimse için yapılır mı? Yani bu düşünce sahibi olduktan sonra, çünkü, muhtaç olduğumuz Allah, bizi ezelden ebede kadar onun (tahtı hükmü altında) ve tasarrufundayız. Dünyada olsak veya kabrimize girsek dahi öbür âleme de gitsek, dâimî hiç ayrı kalmadığımız bir an, her nefes alıp verdiğimizde bir nefes alır, bir nefes veririz, tamamen Allahü Zülcelâlin hükmü altında yaşıyoruz. Böyle bir emri yerine getirirken, bizim gibi aciz bir kulu hatıra getirip de, şunun veya bunun keyfi diye aranır mı böyle bir şey?

Yani, şunun bunun hatırını yapalım derken, Allahü Zülcelâlin hatırını bırakırız da, bizim gibi aciz bir kulun hatırını yerine getirmeye çalışırız. Halbuki onun başına bir şey gelse gidermesine gücü yetmediği gibi, gelip de bunun keyfini aramak,  mâkul bir şey midir? Elbette bu mâkul bir şey değildir, bunu hepimiz biliyoruz. Yani bir emri yaparken, Allahü Zülcelâl için yaparız. İtaat olsun veya başka, ne gibi bir emir olursa. İtâata dayalı, hayra dayalı ne ise, bunu yaptığımız zaman tabiî, Allahü Zülcelâlin hoşnutluğu için yaparsak mükâfatlandırır, Allahın bu hususta vâdi vardır.

Bunda hiç şüphemiz yoktur. Ama şunun bunun hatırı için yapıldı ise, inanın ki bu mâkul bir şey olmadığı gibi, aynı zamanda da Allaha karşı saygısızlıktır. Bu yönden, Allahü Zülcelâli değil, hâşâ...  İnsanları kandırmış olur.

Hülâsa, emri Allah için yaptık, Allah rızâsını celp için yaptık. Çünkü hüküm Allah’tandır, emir Allah’tandır. Rabbimizi sevdiğimiz için canla başla bunu yaparız. Üzerimize ağır da gelmez, külfet de gelmez, hâşâ.

Nasıl ki Allahü Zülcelâl varlığını hiç esirgemeden bizlere karşılıksız, hiç minnetsiz veriyorsa, yani minneti de yok, bizden bir karşılık da beklemiyor. Zaten karşılıklı olsaydı, kâfire hiçbir şey vermezdi. Onun için, rızkımız, erzâkımız, nîmetlerimiz hep karşılıksızdır. Yani zararı da kendimize, yararı da kendimize, bu bize râcîdir. Allahü Zülcelâl bunda ne fayda görür ki, Hâşâ... Böyle bir şey düşünmüyoruz.

 

HİKMETİN BAŞI ALLAH KORKUSUDUR

Eğer nehiy kısmından olacaksa o da hâkezâ. Çünkü, nehyinden kaçmak, mutlaka ve mutlaka Allah korkusundandır. Allahü Zülcelâl bizlere her zaman hâzır ve nâzırdır. Semî ve basîrdir, âlim ve habîrdir. Onun murâkabesi altındayız, bizi görüyor bir zerre kadar dahi onun nazarı dışında değildir. Hâşâ ve kellâ. Yani nefsimizin ve şeytanın arzuladığı bir şeyi yapacak olursak, bunu o anda hatıra getirmek lâzımdır. Şunu düşünelim ki, biz Rabbimizin murakabesi altındayız. Eğer bu minvâl üzere kabullendik ve inandıksa, bir mâsiyetten içtinâb etmek, gene bu mutlaka Allah korkusundandır. Gene bu Allahü Zülcelâlin gazabını celbetmeyip de, rîzâsına çevirtmektir. Zîrâ, şeytana ve nefse uyarak, bir masiyete girecek olduk da, fakat başka maniler çıktı, başkalarına utandık da çekindik, hazer ettik, korktuk. Esasen bunu yapmadığımızdan dolayı, Rabbimiz öyle bir Rab ki, bir seyyie yazmaz, işlenmedikçe yazmaz. Fakat, hasene bunun tersinedir. Bir şeylere azmettik yapmak istedik, içimizde bir hayır vardır. Haseneye yönelik bir şey vardır. Bu Allahü Zülcelâlin hoşnut olacağı bir şey ise, bunu yapamadığımızda dahi bir hasene verir. Ama yaparsak on veya daha fazla hasene verir. Seyyi-e kısmına, mâsiyete gfireceğimizde, işlenmedikçe yazmaz. Ne zaman ki işleyecektik, mümkün de oldu amma, engeller çıktı da yapamadık. Engeller mahlûktan gelirse, Rabbimiz mükâfatlandırmaz.  Fakat, engel olan şey esâsen Allah korkusu ise, o zaman seyyi-e işlemediğimizden, Allah korkusunun galibiyeti altında olduğumuzdan o zaman mükâfâtlandırır, bir hasene verir. Zîrâ:

رأس الحكمة مخافة الله

"Her hikmetin başı Allah korkusudur." Allah korkusu gâlip geldiğinde Allahü Zülcelâl boş bırakmaz, gene hasene verir.

 

Kardeşlerim,

Önceki bölümlerde bir hadis geçti, hatırlarsanız: “Bir mü’min, mü’min iken zînâ işlemez.” diyor. Diğer mâsiyetleri mü’min iken işleyemez diyor. Demek ki işlediği takdirde mü’minliği kalkıyor mu? İmansız mı kalıyor? Bu, bu şekilde olur demek istenmmiyor. İman-I kâmîl sahibi olsaydı yapmazdı. Kullarımdan çekindiği kadar, neden benden çekinmiyor. Her yerde hâzır ve nâzır olduğum halde neden benden çekinmiyor.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

 (Kâf/16)

  "Kendisine şahdamarından daha yakın olduğum halde, neden bu kadar cehâlet perdesine bürünmüş de beni görmemezlikten geliyor. Neden mahlûkumdan daha çok hazer ediyor ve korkuyor.”

 

Ayet-i Celîlede:

يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ

 (Nisa Sûresi/17)

"Sûû işlerken cehaletine bürünerek işliyor."  İsterse âlim olsa dahi, değil mi ki o anda cehaletinin perdesine bürünmüştür ve böylece işleyebilmiştir. İmanın nûrunu kalbinden çıkartmıyor, cevârihlerine dökülmüyor. Cevârihlerine nüfûz etmeyince, hem nefsinin, hem de şeytanın hükmü altında teslim olmuş demektir. Halbûki:

وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى { فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى

(Naziat/40-41)

Eğer onda, havfi ilâhî hâkimiyeti olsaydı, Allahü Zülcelâlin azametini, celâliyetini kalbine indirse de, cevârihlerini onun korkusuyla titretse, Allahü Zülcelâl bunun, bu havfu ilâhiyesi sebebiyle, nefsinin hevâsını tamamen ezer. Ve bundan sonra da Allahü Zülcelâl, bu minvâl üzere olduğu müddetçe Cennetle de müjdelemiştir.

فان الجنةهى المأوى

"Onun varacağı yer Cennetimdir." diyor Allahü Zülcelâl.

Allahü Zülcelâl bizleri tamamen havfı ilâhisine mazhar kılsın.

Amîne yâ Muîn.

 

ربنا لا تؤاخذنا ان نسينا او اخطأنا ربنا ولا تحمل علينا اصراً كما حملته على الذين من قبلنا ربنا ولا تحملنا مالاطاقة لنا به واعف عنا واغفرلنا وارحمنا انت مولنا فانصرنا على القوم الكافرين . آمين يا معين

سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام  على المرسلين

والحمدلله رب العالمين

 

اللهم إنا نسئلك بك ان تصلى على سيدنا محمد و على سائر الانبياء والمرسلين

و على آلهم و صحبهم اجمعين . وآن تغفرلناما مضى وتحفظنا فىمابقى آمين.