Aziz Kardeşlerim,

Dokuzuncu bölümde İslâm makamını anlattık. Kavlen amelen ve hükmen ne ise, birer anahtar mesabesinde kısaca da olsa izahına çalıştık. Onuncu bölümde ise, iman makamını açtık, birer anahtar mesabesinde bir şeyler anlatmak istedik. Fakat, âmentübillêhi dediğimiz zaman Amentü billahi, bizâtihi ve sıfâtihi olması gereken, sıfatı da zatına lâyık ve uygun olarak tanımak, bilmek ve inanmak lâzım. Sıfatlarda ihtilaf doğuyor. Dokuzuncu bölüm fürû ile alâkalıdır. Fıkıhla, fürû ile ilgili olan ihtilâflar, akâide bağlı değildir. Buna bir zarar vermiyor. Fürûdaki ayrılık önemli bir şey değildir. Fürûdaki bu ayrılık teshilattır. Fakat, itikad kısmındaki ihtilâf, usüldeki ayrılık itikadîdir. İtikâda esas zarar veren budur. Bizi Cehenneme ileten, ebediyyen bırakan, veyahut da mutlaka az veya çok zarar veren itikattaki bozukluktur.

Kişiyi Cehenneme ileten veya iletecek olan itikadî bozukluktur.

Zîrâ, önceden bahsetmiş olduğumuz fırkalar hakkında, bazıları adetâ İsevîler kadar, onlara yakın bir inançları vardır. Yani sıfat hususunda onlara yakın bir inançları vardır. Yani sıfat hususunda onlara uygun durumları vardır. Hatta imam-I Aliye söyledikleri âdetâ, Nasaranın Hz. İsâ’ya söyledikleri kadar birbirine yakîn bir durumu vardır. Onu da ilâh tanırlar. Bu çok tehlikelidir.

Bunların bazıları sâbiîn, bazıları mecûsidir. Bakın kaderiyyeyi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) “Ümmetimin mecûsîleridir.” diye  tâbir ederler.  Aynı zamanda da Sakar Cehennemine de girerler. Böylelikle, bu da Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mûcizelerindendir. Zîrâ, Yahudiler 71 fırka, Nasâra 72 fırka, ve ümmetinin de 73 fırka olacağını Hadis-i Şerifle bildirmekte, bunu da, sünen-i Ebî Dâvud, Tirmizi, Nesêi ve İbni Mâce rivâyet etmektedir. Hatta rivâyetleri buraya kadar beraberce getirirler. Sonunda da  كلهم فى النار  yani hepsi de Cehennemliktir buyurur. Fakat, Cehennemliktir derken, Cehennemlik oluşları temelli midir, ebedî midir, yoksa, girer sonra çıkar mı?  Bu ise itikad nisbetlerine göredir. Bunun artık inceden inceye üzerinde duramayız.

Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) belirtiği ve buyurduğu bir Hadis-i Şeriftir. Sağlıklı  sıhhatlidir. Bu câri’ hâdiseler Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mûcizelerindendir. Demek ki bu olacak şeylerdir.

Ancak, burada Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) istisnâ olarak   الافرقة واحدة  illâki bir fırka müstesnâdır. Bu fırka hangisidir Ya Rasûlallah diye sorulduğunda   فرقة ناجيةbu fırka necât bulan bir fırkadır. Alel Hak olan bir fırkadır diyerek:  انا و اصحابى عليها.” Bugün içinde bulunduğum, Ashâbımla birlikte kullandığım ve devam ettiğimiz, itikatlarımız, tevhid anlayışımız ne ise, “fırka-i nâciye“ itikatları da bize uyan ve bizimle berâber aynı itikad ve tevhid âkidesine sahip olan fırkadır. İtikadları böyle olanlar fırka-i nâciye kısmındandır." buyuruyor.

Bunu da sonradan gelen zatlar tamâmen fırkatün nâciye dediğimiz, Ehli Sünnet vel Cemâat fırkasıdır diye tabir etmişlerdir.  Ve böylece nâciye dediğimiz de fevzü necât bulan bir fırkadır. Fevzü necât, Rasûlullah ile birlikte Cennete ilk giren fırkadır.

Ve böylece onuncu bölümde iman makamı ile alâkalı deliller getirdiğimiz  zaman buna da orada bir işâret vermiştik.

Tâbiîn devrinde 70 âlim, en ileri kademeli olan ahkâm erbabları, akâid erbabları, ittifakla kabüllendikleri Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu dünyadan ayrılırken, Ashâbıyla birlikte tevhidleri, akideleri nedir? diye kabul ettikleri, bunda ittifak halinde oldukları bir tevhid akidesidir. Bu minval üzere, sizlere bunu mücmelen serdetmiştik, söylemiştik, okumuştuk.

Fakat, arzuluyoruz ki, teker teker  bir parça daha âyet ve hadislere delâleten genişletmek azmindeyiz.

Biliyorsunuz ki Hak yol birdir. Hak yol, öyle teferruatlı, çok tefrîkâ haline düşmez.  Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve ashâbı neye nasıl inanıyorlardı, âkideleri ne idi ise, bunların akideleri de budur. Neden? Birgün Abdullah İbni Mes'ud (r.a.) şöyle der:" Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile birlikte berâber oturuyorduk. Mübârek, bir parmağıyla yere bir çizgi çizdi ve bu çizgi gâyet düzgün, sağında ve solunda da ikişer çizgi çizdi. Ve dedi ki: "Görüyor musunuz bu çizgiyi?  Ashab: Evet Ya Rasûlallah.  Buyurdu ki: "Bu dosdoğru olan çizgi müstakîm olan benim yolumdur. Alel Hak olan budur.

Bu sağında ve solunda olan çizgiler, herhangi bir kimse benim yolumdan çıkış yaparsa buna dalâl, tâbir edilir, bu dalâlete girmiş olur. Zîrâ, fırka-i dalâl, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yolundan ayrı düşen kimselerdir. Sağı da demiyor solu da demiyor. Hangisi olursa olsun bu yollardan  birine saparsanız, aladdalâlsiniz, ve her yolun başı  birer şeytan vardır." diye buyuruyor. Bunu bir âyet-i celile ile açıklıyor:

ان هذا صراطى مستقيماً فاالتبعوه

"Bu benim dosdoğru olan, hak olan yolumdur, buna tâbî olunuz."

ولاتتبعوا السبل فتفرق بكم عن سبيله

"Diğer yollara düşmeyiniz, benim yolumdan çıkış yapmayınız." Zîrâ, hem tefrîkâ yolunda olmuş olursunuz, hem de dalâlete girmiş olursunuz. Bundan hem tefrikâ doğar, hem de haktan bâtıla düşersiniz, yani dalâlete düşersiniz. Allahü Zülcelâlin bu hususta vasiyeti şudur ki sizlere: "Benim bu yolumdan çıkmayın, zîrâ  öteki yollar dalâldır.”

ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(En’am/153)

"Allahın sizlere vasiyeti, Allah korkusu sebebiyle, ehli takvâ olasınız.” Takvâ dediğimiz, bir kalkan mesabesinde, üzerinize gelecek olan nâhoş şeylerden takvânın bir kalkan gibi korumasıdır, Allah korkusudur. Allahü Zülcelâlin: تتقون  diye buyurduğudur. Gâye ittikâ yani korunmaktır. Korunması ne ile olur, Havfullah ile kendinizi koruyun. Başka herhangi bir sapıklığa düşmeyesiniz. Zîrâ, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yolundan ayrılmak dalâlettir. Allahü Zülcelâl bizleri korusun. İnâyeti ve tevfikâti bizden esirgemesin. Bizi nefsimizle başbaşa bırakıp hizlâna düşürmesin. Alel hak olan Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yolundan, sırat-ı müstakîmden cümlemizi ayırmasın. Amîn.

     

Kardeşlerim,

Ashabı Kiramın itikadları ve tevhidlerinin ne olduğunu sizlere serdedeceğiz. Allahü Zülcelâlin inâyeti ve tevfikâtinin dâima bizimle beraber olmasını niyaz ederiz. Ve bizleri bu hak yoldan da ayırmasın. Cümlemize iman-ı kâmil ve hüsnü hâtimeler nasip etsin. Amin.

Gelelim mevzumuza, evvelâ الرضاء باالقدر  yâni Allahü Zülcelâlin: الرضاءبقضائه وقدره  Allahü Zülcelâlin hükmü ve takdiri, yani    حكم وقدرAllahü Zülcelâl, hüküm verir ve takdir eder.  Buna karşı da: والتسليم لأمره  emrine de teslim olmak, والصبر تحت حكمه  Allahü Zülcelâlin takdirinin cereyânı altında, tahammül edilmeyecek, bazı hesabımıza gelmeyen, hoş görmediğimiz musîbet, beliyye, ölüm kalım, zarar ve benzeri olan şeylere karşı da sabırlı olmak. Şimdilik teker teker bundan bahsedeceğiz.

Evvelâ, Allahü Zülcelâlin hükmü ki, O, bir şeye hükmeder, karâra bağlar, ondan sonra  حكم وقدر yani kadâ, bir şeye hüküm verir, arkasından da takdir eder. Artık, hükmünden çıkacak olan nelerdir? Bunlar, tüm mülkünde,  melekûtünde, kulları üzerinde neler cereyan  edecekse, bu ceryanları karşısında, zarar, yarar, ğanîlik, fakirlik, güçlük, ölmek, yitmek, var olmak, yıkmak, zelzele gibi neler gelecekse, olacaksa bunların, vakti de, tâyîni de tamâmen kaderi takdiridir, onu takdir eder Rabbimiz.

Kimse onun kaderine, takdîrine karışamaz. Hâşâ. Şerîki yok, naziri yok, onun mülkünde kimsenin tasarrûfu yok, Allahü Zülcelâlden gayrisi yok, bizâtihi, kâimdir. Dilediği şekilde tasarruf eder. Kâhir bir gücü vardır:

حكيم الخبير  dir. Hükmünü verir ve neler oluyorsa, neler olacaksa tamamen ilminde ve haberindedir. Bunlar hep bildiği şeylerdir. Onun için şurada bize, bu hükmü ve kaderi karşısında bakınız ne buyuruyor? والتسليم لأمره emrine teslim olunmasıdır. Madem ki Rabbül izzeyi ilâh tanıdık, madem ki zatı ve sıfatıyla tamamen kabul ettik, şu halde her hal ve durumda teslim olmak gerekmez mi?  Teslim olmayınca ne olur? Ona, karşı gelmiş oluruz.

Halbûki, hiçbir ferdin ona karşı gelmeye gücü yoktur. Yani, kâinât bir araya gelse, Kayyûmün bizâtihi güçlü, azim, şu kâinâtı yoktan var eden Allahü Zülcelâl’e karşı acaba, kimin haddi ki bunu durdurabilsin. Eğer durdurdu ise, kimin haddi ki bunu işletebilsin, veya yürütebilsin. Bir zerreyi yaratması mümkün müdür? Herhangi bazı icâtlar varsa, bu icadın esasen maddesini icâd eden kim? Allahü Zülcelâldir. İnsan sadece yaratılan maddeleri mezcederek (birleştirerek) bir şeyler meydana getirir. Yoksa, hiç yoktan var edecek olan yalnız Allahü Zülcelâldir. Başka hiçbir varlık bunu yapamaz. Hiç yoktan var etmek, işte bu Allahü Zülcelâlin Hâlikiyetidir. Ama varmış da birleştirerek, mecz ederek bir şeyler meydâna getirdi ise, o ayrı bir mesele. Zaten var, var olan şeyleri birleştirerek başka bir varlık oluşuyor. Bu yoktan var etmek değildir.

Onun için esasen, Allahü Zülcelâlin hükmü ve kaderi karşısında burada ona teslim olmak gerekiyor. Ayrıca hükmü altında da ona sabretmek düşüyor. Çünkü, hükmünden takdirine, takdirinden de meydana gelecek olan nedir? Teslim olmak, tesliminden  sonra da, kendisine gelecek olan, belki zarardır, belki de yarardır. Belki de nîmettir, belki de musibettir, belki de kerem ve ihsandır.

Dolayısıyla, teslim olmak ve sabretmek lâzım. Çünkü, sabrın da gerektiği oluyor, ya sabır olacak, ya da şükür olacak, ikisinden birisi mutlaka olacak.

Bir kul dâimi olarak, her zaman dört şeyin içerisindedir. Bu ya itaattır, ya mâsiyettir, ya nîmettir, ya da nikbettir.

Meselâ, vücûdunda veya mülkünde veya başka bir şeyinde, düşündürüp üzecek bir hal vardır. Veyahut da bir rahat ve huzur verecek, ferah verecek bir şey vardır muhakkak.

Kul şu dört şeyden hâli değildir. Sizlere şu dört ana temel olan şeylerle, onların hakkında, onlarla ilgili olan Âyet ve Hadisleri hatırlatmaya gayret edeceğiz.

 

 

KADÂ VE KADERE RIZA

Başta rîzâ, kadâ ve  kaderine karşı rîzâ göstermek, hoş görmek. Yani rıza, hoş görmek demektir. Dolayısıyla buradan sâdır olacak olan, kadâ ve kaderinden gelecek olan emrine karşı teslim olmaktır. Bu emirden, yani teslimden, ne gibi bir hüküm çıkacaksa yarar veya zarar. Bu yarar kısmından ise şükre dönüştürür, zarar kısmından ise, nefsimizin arzulamadığı bir şeyler ise, bu da sabır gerektirir. Velhasılı ana temel budur.

Hadis-i Kudsiler aslında Allahü Zülcelâldendir, fakat lâfzı Rasûlullah’tandır (Sallallahu Aleyhi Vesellem).  Manasını  Allahü Zülcelâlden alıyor. Rüyâ yoluyla veya ilham yoluyla alınıyor:

الحديث الشريف: عن انس ابن مالك رضىالله عنه عن رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال: قال الله عزوجل من لم يرضى بقضائى وقدرى فااليلتمس رباً غيرى

Başka bir Hadiste de:

من لم يرضى بقضائى ولم يصبر على بلائى فااليلتمس رباًسوائى

Başka bir Hadiste:

من لم يرضى بقضائ ولم يشكر نعمائ ولم يصبر على بلائى فااليلتمس رباًسوائى

Başka bir Hadiste de, bu doğrudan doğruya Levhi Mahfûza ilk yazılan nesnelerden bir tanesidir. Başta şöyle buyuruyor:

إنىانا الله لااله الاانامن لم يرض بقضائى ولم يشكر نعمائى ولم يصبر على بلائى فااليلتمس رباسوائى

Bu Hadisleri Taberânî, Beyhakî, ved Deylemî vb. zevat rivayet etmişlerdir.

Gelelim baştaki Hadîs-i Kudsiye, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:"Kim ki hüküm ve kaderime rızâ göstermezse, kendine benden başka bir Rab bulsun, arasın." Başka bir Hadiste de: "Kim ki hüküm ve kaderime rızâ göstermezse, vermiş olduğum beliyyeme de sabretmeyecek bir kulum varsa, onlar da kendilerine benden başka bir Rab arasınlar.  Madem ki, benim Rubûbiyetimi pek yerinde görmüyor, şu halde başka bir Rab arasın." buyuruyor.

Başka bir rivâyette ise: Bu Hadis Levhi Mahfuzda ilk yazılanlardan bir tanesidir, bunda ulûhiyyetini îlân ediyor. "Benden gayri İlâh yok, ancak İlâh benim yani mâsivâ yok, onu nefyediyor. Ancak, ulûhiyyetin kendisine ait olduğunu bizâtihi Allahü Zülcelâl, kullarına ilân ediyor.

Madem ki İlâh, madem ki Rab... şu halde arkasından ne buyuruyor:

"Kim ki, benim hüküm ve kaderime rıza göstermezse, benim nîmetlerime karşı şükretmezse, benim beliyyelerime karşı sabretmezse, şu halde kendine başka bir İlâh, başka bir Rab arasın. Çünkü İlâhlık ayrı bir mesele, Rablik ayrı bir meseledir.

Rabbin: Kul ile münasebeti çok fazla, umum idârecelik Rab ismi Celâline bağlıdır. Rubûbiyete bağlıdır. Rab, besleyici, terbiyeci demektir.

 


 

Kardeşlerim,

Ezelden ebede kadar, üzerimizde bir ahdimiz vardır. Ahdümîsakımız vardır. İlâh kabul ettik, Rab kabul ettik, Ulûhiyyetini zâtiyle, sıfatıyle, kemâliyyetiyle kabul ettiğimizi ilân ettik ve kabullendik. Bunda aranan noksanlık ve hâşâ Rabbimize yakışmayan bir sıfatı akla getirmemek lâzımdır.

Bunun üzerine bu hadislere dikkat ederek, biz de şöyle dâvet ediyoruz. Mü'min kimsenin dili kalbinin arkasındadır. Fakat, münafık kimselerin dili ise kalbinin önündedir. Münâfık kimse, düşünmeden, tefekkür etmeden, incelemeden, diline geleni savurur. Bu dilimizden dolayı çok felâketlere uğrarız. Zîrâ, buyruluyor ki:

حفظ اللسان سلامة الانسان

("İnsanın muhâfazası, diline bağlıdır.") buyruluyor.

Hani şöyle bir kavil vardır. Bu dil, insanı vezir de eder, rezil de eder. İşte dil bu. O sebeple, sizleri dili kalbinin arkasında olanlardan olmaya davet ediyorum. Konuşmadan önce, şöyle bir düşünün. Kalbiniz, söyleyeceğiniz sözler için ne diyor, kalbinize bir danışın, ondan sonra konuşun.

Şu Allahü Zülcelâlin ilân ettiği hadislere ve ilân ettiği manalara rıza göstermeyen, nimetlerine karşı şükrünü ödemeyen, beliyyelerine karşı da sabretmeyen, kendisine başka bir Rab bulsun, buyuruyor.

Artık ne yüzle gidebiliriz? Huzura nasıl çıkabiliriz? Karşısında olduğumuzda hangi yüzle bakabiliriz? Merhametini aradığımızda, nasıl bir yüzle merhamet isteriz? İnsan bunları düşününce karşısında tamamen toprak olmayı, yok olmayı arzuluyor. İnanın ki bu ağır bir sorundur. Allahü Zülcelâl bizlere mûin olsun.

Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor: "Rabbimden herhangi bir emir, bir hüküm gelse, evvelâ hemen düşünürüm, acaba bu emir ve hüküm nereden geliyor? Bir kul tarafından mı? yoksa Rabbim tarafından mı?

Rabbimden geldi ise, sevdiğimden ve hükmü altında olduğumdan dolayı, ister hoş olsun, isterse nâhoş olsun, bunu canla başla hoş görür ve kabul ederim. Çünkü Allahtandır, reddine kâdir değilim. Başka herhangi bir kuldan gelmektense, Allahü Zülcelâlden gelmesini hoş karşılarım. Ayrıca da düşünürüm, benim gücüm buna yeter durumda mıdır, değil midir? Tahammül edilir mi, edilmez mi? Tahammül edilecek durumdaysa, Allahü Zülcelâle şükrederim. Daha da ötesini düşünürüm, acaba bu, benim dünyama mı Ahiretime mi zararlıdır. Dünyama zararlı ise, Ahiretime bir zararı olmadığı gibi, bilakis, menfâati vardır. Çünkü, üzücü bir hal olduğu zaman buna da sabredersem, Ahiretimi mâmur etmiş olurum.

Zîrâ, beliyye kısmı, öyle avantajlıdır ki, insanın derecelerini yükseltir ve günahlarını ref’ eder, (ortadan kaldırır.) hatalarını yok eder, bu çok mühimdir.

Bundan dolayı, Hz. Ömer (r.a.) bu düşünceyle, bu halle böylece devam eder ve hoş görür. Gelelim başka bir noktaya, buna da dikkat ediniz.

Benî İsrâil devresinde, bir cemâate Allahü Zülcelâl bir peygamberini göndermiş. O devrede, on sene gibi bir müddet içerisinde, yoksulluk, fâkirlik, açlık ve aynı zamanda da bit istilâsına da uğramışlar, bitten de muzdarib olmuşlar.

Bu on senelik müddet içinde devam ederken o peygamber Allahü Zülcelâle yalvarıyor. Bu durumun ref’ine ve def’ine çalışıyor. Bu müddetin hitamında Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor: "Ey kulum, ben seni Peygamber olarak nübüvvetle müşerref kıldım. Bu nîmet-i azîme karşısında sen on senedir, mütemâdiyen durmadan, benim vermiş olduğum bu gibi beliyye ve mûsibetin ref’ine def’ine çalışıyorsun. Ben seni ve dünyayı yaratmazdan evvel, bu vâkı-â benim Projeme girmiştir. Benim Projem dâhilindedir. Kadâ ve kaderimde, tamâmen hükmümden geçmiştir. Ben senin için, bu Projemi mi değiştireyim? Yoksa bu dünyayı tekrar baştan başa bir nizama mı çevireyim. İzzetim ve Celâlim hakkı için, eğer kalbinde, böyle bir şikâyet ve nâhoşluk duyarsam seni nübevvet divanından silerim." buyurdu.

Hülâsa, geçen bölümde bahsetmiştik. İmam-ı Ali ile bir kaderiyeci karşı karşıya geldiklerinde, kader hususunda sormuş da, Hz. Ali (k.v) "Kader, karanlık bir yoldur, girme." buyurmuş. Adam yine sorar. Hz. Ali cevaben: "Kader, sahili olmayan bir denize benzer dalma." buyurur. Adam yine sorar: Hz. Ali:" Kader Allahü Zülcelâlin sırlarından bir sırdır, kullarından gizli kılmış, araştırma, teftişe kalkışma." buyurmuş. Adam tekrar sorunca Hz. Ali (k.v.): "Behey ahmak, Kader, Allahü Zülcelâlin ezelden ebede kadar bir projesidir, bunu yürütmektedir. Bunu yaparken hiç sana sordu mu, senin rızânı mı arayacak, idâreciliği senden mi sorup öğrenecek." diye buyurdu.

Dolayısıyla, İmam-ı Alinin o kaderiyeciye verdiği cevapları duymuş iseniz onuncu bölümde genişçe açıklanmıştır. İşte bu projeyi Allahü Zülcelâl o Peygambere de tekrarlıyor.

 

Kardeşlerim,

Bakınız, yani şöyle aklımıza getirelim, ezel hâli, ervah üzerinde bir elestü devresindeki cârî olan ahdü mîsaklar, ervah üzerinde bir imtihan sansûründen geçmiştir, geçirilmiştir. Ervah o anda zaten iyi, pak, temiz, çürük, neler oldu ise, o zamanki ruhların benimsedikleri, hoş gördükleri zarar veya yarar, neler üzerlerinden geçti ise, ne gibi haller olundu ise, Allahü Zülcelâl bunların hepsinin ezel hükmünü, ezel lêvhâsında, kendinde mevcuttur. Ama gizli tutmuştur. İşte, Allahü Zülcelâl ile kul arasındaki olan sır, bu sırdır. Kader sırrı böyle gizlidir.

Bizim karşımıza bir vâkıâ çıktığı zaman hemen îtiraz ederiz. Arkasındaki gâye ve hikmetini düşünmüyoruz. Acaba, bu gelen vâkıâ neye dayalı, Allahü Zülcelâlin kullarına bir garazı mı vardır? Hâşâ. Yani ibâdet edin, etmeyin, şunu yapın, bunu yapmayın dediğinde bunlara bir ihtiyacı mı var? Azâmetini fazlalaştıracak veya azaltacak mı? Hâşâ...

ياعبادى انكم لن تبلغوا ضرى فتضرونى ولن تبلغونفعىفتنفعونى

Hadis-i Kudsîde: "Ey kullarım, ben sizlere bunları söylerken, bana yarar verecek bir güçte değilsiniz. Zarar verecek güçte de değilsiniz. Ne yararınız, ne de zararınız bana gelmez. Sizlere râcîdir." buyuruyor.

Bundan dolayı, Allahü Zülcelâlin takdirinde herhangi nâhoş bir şey gelse dâhî, bu bir hikmete mebnîdir. Yani bu, gereksiz, lûzumsuz ve abes bir şey değildir. Yalnız bunu böyle bilemediğimiz için yanlış yargılara ve düşüncelere varıyoruz.

Bir mühendis, bir proje hazırlar, biz bu projeyi meydana geldiği zaman, icra edildiği zaman görebiliriz. Meydana gelmeden, daha başlangıç safhasında bu direği neye buraya dikmiş, sebebi nedir? Bu şeyi neye yapmıştır? Deriz ama yararını gördüğümüzde, hâşââ, bu şey bunun veya şunun için yapılmıştır deriz. İşte o zaman karar ve hüküm verebiliriz.

Bir mühendis, çok kabiliyetli, çok bilgili, teknik ve fenden çok iyi anlayan bir mühendis bir proje yaparsa, hiçbir bilgisi, tahsili olmayan bir kimse gelip bu projeyi karıştırırsa, bu hoş görülür mü? Bu hususta hiç ilmi ve bilgisi olmayan biri böyle bir plân ve projeyi karıştırıp bozarsa, bu hoş olur mu? Hiçbir kimse bunu tasvip etmez.

Çünkü bu, o mühendisin sanatıdır, branşıdır. Sonuna kadar, yani bu fabrikanın getireceğini, yararını, zararını, maddesini ve ne gerekiyorsa bunları hesap etmeden bir proje çizilmez ve yapılmaz da. Öyle üstünkörü bir proje mi olur? Bilhassa bu, Allahü Zülcelâlin projesi olursa başka bir şeyle kıyas etmek olur mu?

Bizim gibi zavallıların kalkıp ta, Allahü Zülcelâlin yürütmekte olduğu ilâhî projeyi değiştirmeye ve karıştırmaya çabalaması ve kendi muradını, muradullahın üzerine çıkarmaya çalışması, uygun ve makul bir şey olur mu? Hoş olur mu bu? Düşünün bir kere.

 

Kardeşlerim,

Onun için, Sahâbe-i Kiramın (Radıyallahü anhüm ecmeîn) bu anlatmış olduğumuz hususlarda esâsen îtikat ve tevhitleri nasıldı? Buna dikkat edin ki, onlar nasıl inanmışlar, kabullenmişler, nasıl candan hoş görülü olmuşlar. Hiç itirazları da yok, şikâyetleri de yok, karşı olma da yok. Hâşâ... O kadar rızâ göstermişler ki, en üstün derecede olmuşlar. Hiç nâhoş bir şey görmemişler. Tamamen hoşgörü içinde olmuşlar, en üstün dereceye gelmişler ki: Böyle olunca, Allahü Zülcelâl bu dünyâda bile kendilerine müjde vermiştir. 

رضىالله عنهم ورضواعنه

"Allah onlardan râzı oldu, onlar da Allah’tan râzı oldular." Çünkü râzı olduğunu bildiler de nasıl ki kendileri Rablarından râzı iseler, Allah da onlardan râzı oldu. Bu dünyâda dahi bunu müjdeledi. Bizi ise Cennette müjdeleyecek. Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle cennete girdiğimizde, işte orada bizlere de bu müjdeyi verecek. Nîmetin en azîmesi şudur ki, Rabbimiz soruyor: "Ey kulum daha daha ne istersin." Biz de: "Ya Rabbî, isteyecek bir yüzümüz ve hâlimiz kalmadı ki, yani aklımıza, fikrimize gelen şeylerin çok çok üstünde bulduk, verdiniz, daha ne isteyelim?” Rabbimiz: "Daha üstünü de vardır." der. Daha üstünü nedir? diye sorduğumuzda:

احللت عليكم رضائى لاسخط بعده ابداً

  "Ben, rızâmı sizlere helâl kıldım, artık arkasında hiçbir gazab yoktur." buyurur. Artık işimiz garanti, işte o zaman çok seviniriz. Sahâbe-i Kiram (Radıyallahü anhüm ecmeîn) ise, bu dünyada dahi, Allah onlardan râzı oldu, onlar da Allahtan râzı oldular. Çünkü, onlar da, Allahü Zülcelâlin râzı olduğunu bildiler.

Allahü Teâlâ, cümlemizi de râzı olduğu kullarından eylesin. Amîn.