Aziz Kardeşlerim,

 Dokuzuncu bölüm, baştan başa âmel ile cevarih ile alâkalı olarak başladı ve bitti. Geçen bölüm boyunca anlatmış olduğumuz hususlar zâhiri hükümler, amel, hareket, gözle görülen ve kulakla duyulan şeylerle alâkalı idi... Dolayısıyla  bunu işleyen bir kimseye zâhiren islâm hükmü verilir. Bu islâm hükmü verilince de acaba bu kimse Cennetlik midir değil midir? Bu hususta karar yok... Eğer zahiri hükümlerle karar verilseydi, o zaman Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zamanındaki münafıklar da tamamen Cennetlik olurdu.

Fakat, bunda en mühim olan nokta, ihtimam ile okuyacak olan kimse, ve bunu kendisine dâimi yoldaş edinecek olan bir şahsiyetin, bilmesi gereken şudur ki, zahiri amellerle cennetlik veya cehennemlik olması hakkında karar ve hüküm yoktur. Ancak müslümandır dersin. Fakat, bu kimse Cennetlik midir? İmanı tamam mıdır? Ehli iman mıdır, yoksa ehli küfür müdür? Bunu bilmiyoruz.

Şimdi diyeceksiniz ki, bunların Cennetlik olduğu, Hadislerle beyan edildi. Fakat, bunların Cennetlik oluşları amellerinden değil, itikadların-dandır.

Zirâ, birinde şirkinin olmaması şartını koşmuştu, ötekisinde ise, dilinin kalbiyle beraber olması şart koşulmuştu. Söyledikleri ve yaptıklarının kalpten olmasına gelince, onu biz bilemiyoruz ki, bu kul ile Allahü Zülcelâl arasındaki bir sırdır.  Dolayısıyla bize düşen vazife şudur: İyilik ile gördüğümüz bir kimse, evet müslümandır, güzeldir.  Çürük gördüğümüzde, Allahü Zülcelâlin emirlerine muhalefet etmekte gördüğümüzde bu adam âsidir, fâsıktır, diyebiliriz. Doğrudur.

Fakat, Cennetliktir, Cehennemliktir, Kâfirdir, Mü'mindir, bu hüküm Allahü Zülcelâle âittir. En mühim nokta, ihtimâmla üzerinde durulacak nokta budur.

Şimdiki başlıyacağımız bölüm, Allahü Zülcelâl’in izni ve inayetiyle kalb ve itikadla alâkalıdır. İşte bundan sonra hükümler değişir, dikkat edeceğimiz budur. Ancak, diyeceksiniz ki, bu  kişinin, hiç kimseye bir iyiliğini görmedik, müslümanlığa yarar bir halini de görmedik, ama müslüman diyarında yaşıyor. Babası, cibilliyeti hep müslüman olarak gelmiş ve geçmiştir. Şimdilik biz bunun hakkında nasıl müslüman diyebiliriz? Bizim hüsn-i zannımızdan dolayı sorar. Rabbimiz, hüsn-i zannımızı emretmiştir. Sû-i zannımızı nehyetmiştir.

Dolayısıyla, umarız ki, bunlar müslümandır. Zirâ, bunlar kelime-i şahadeti inkâr edecek derecede değildir. Bunu hepimiz biliyoruz. Allahü Zülcelâlin vahdaniyetini, ulûhiyyetini, Rasûlullahın risâletini inkâr ediyor değil. Bir kimse ilânen, diliyle  herkesin gözü önünde inkâr ettiyse, bunun o an için hemen orada katli câ-iz midir, değil midir? Hayır, o anda, hemen katli câ-iz değildir. Üç gün bu kimseyi hapsetmek lâzım, cehâletinden, gafletinden veya her hangi bir şuur bozukluğu yönünden mi inkâr ettiğinin anlaşılması için buna üç gün telkin edilir.

Üç gün kendisine ölmeyecek kadar ekmek verilir. Ve kendisine telkin edilir. Bu inkârı cehaletinden midir? yoksa kendisini bir şeye mi kaptırdı? Yoksa şuurunda bir bozukluk mu var? Bu araştırılır. Bundan sonra da inkâr ederse mürted olur. Mürted olunca, Allahü Zülcelâlin rahmetinden de ye's-e düşer. Hiçbir rahmetin eserini bulamaz. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatından da tamamen mahrumdur. Malı da hiç etrafına kalmaz, mirastan yoksun olur. Hiçbir ecdadından, babasından kalma mallarda hakkı kalmaz.  Kendi malı da devlete kalır. Yani hiçbir yakınına da kalmaz. Artık malı da mübah, katlide mübah. Bu gibi bir muameleyi ona kim yapar, tabiî ki bu devletle alâkalıdır. Ve böylece bu kimse öldürüldüğünde bir çukur kazılır ve bir leş gibi defnedilir. Başka bir dinde olan Yahudi ve Nasranîler gibi dahi değildir. Bu mürtedlik çok ağırdır, Allah korusun.

Bunu öyle kolay sanmayınız, bir kimsenin küfrüne hüküm verebilmek için delil ve bürhan ile dört mezhebin ittifakı gerekir. Hiç ihtilâf doğmaksızın hüküm verilmesi lâzım,böylelikle bu kimsenin katli câizdir. Dört mezhebten bir mezheb dahi muhalif kalsa, o kimse için, küfür hükmü vermek kolay bir şey değildir. Hatta ki bunu ehli sünnet vel cemaatın kadıları söylüyor. Elinde dokuz tane delil vardır, bunlar küfrüne hüküm verebilecek delillerdir. Bir delil de var ki, küfrüne hüküm vermiyor. İşte bu delili tercih et diyorlar. Küfür hükmünü kolay görmüyorlar.

 

İSLÂM VE İMAN MAKAMI

O sebeble Hz. Ömer'e (r.a.)a bir gün Yemen'den bir kimse gelir. Ebâ Musa el Eş’arî olsa gerektir. Geldiğinde soruyor: Yemen'de ne var ne yok? diye... Yâ Emîrel mü'minin bir kimse irtidâda düştü, mürted oldu ve katledildi der. Hz. Ömer (r.a) : Peki bu kimsenin muâmelâtını nasıl yaptınız? O kimseyi üç gün hapsettiniz mi? Yiyeceğini verdiniz mi? Üç gün telkin ettiniz mi? diye sorar.

O kimse: Hayır efendim, hemen öldürüldü, der. Hz. Ömer: "Allahım, ben böyle bir kandan, böyle bir öldürmeden beriyim. Benim bunda hatam yok. Ne böyle emrettim, ne de böyle bir hükmüm vardır, asla ve kat'â." der.

Neden? Çünkü insan, şuuruna mağlûp olur, şuurunda bir bozukluk olur, kendini cehaletine kaptırır. Herhangi bir gaflet ânı olur. Dolayısıyla, üç gün kendisine telkin edilir. Bu mürtedliğin zararlarını varacağı yeri, noktayı söylemek, yani tamamen iki cihanda da rahmetten mahrum  olacağını, ebediyyen Cehennemde kalacağını, ve bu gibi haller  telkin etmek lâzım ki, o zaman yine ısrarla tamamen inkâra devam ederse, o zaman katli câiz olur. İşte, Cebrâil'in (a.s.) sorduğu:

من الاسلام : قال ان تشهد ان لااله الاالله وان محمداً رسول الله وتقيم الصلاة وتؤتى الزكاة وتصوم رمضان وتحج البيت ان استطعت اليه سبيلاً

Bu beş şartı îlan etmiş, belirtmiştir. Zahiren kavlen ve fîilen, bunlar işlendiği takdirde, islâmiyete, onun müslümanlığına hüküm verilir. Ve karşılığında da Cebrail (a.s.) doğru söylediniz" diye buyurmuştur. Hatta, Hz. Ömer diyor ki: Onun Peygambere bu şekilde sorması çok acâyibimize gitti, sanki bilmiyor gibi hem soruyor, arkasından da tasdik ediyor.  Demek ki, bildiği bir şey ki, öyle tasdik ediyor.

İman kısmına da gelince Cenabı Rasûlullaha karşılık cevaben:

من الايمان: ان تؤمن باالله وملئكته وكتبه ورسله واليوم الآخر وتؤمن باالقدر خيره وشره من الله

"Yani, evvelâ, Allahü Zülcelâlin vahdaniyetine, uluhiyyetine inanırsın, ama uluhiyyetine inanınca sadece zâtı mı? Hayır, zatına inandığın gibi sıfatlarına da inanmak lâzım. Madem ki ilâhdır. İlâhın hükümleri, ilâhın emrettiği, ilâh'ın kudreti ve azameti, ilâh'ın tasarrufu, ilâh'ın iradesi, ilâh'ın kadâ ve kaderi, bunları bilmek, anlamak ve kabullenmek lâzım. Sadece hâşâ, mücerret bir ilâh değil, zira o hiçbir şey yapmayan bir ilâh değildir. Hâşâ, o zaman putperestler gibi bir heykel, dikeltti mi hiç bir şey yapamıyor, beceremiyor, anlamıyor, fehmedemiyor, demek olur. Hâşâ, böyle bir şey değil,. Uluhiyyet.

Allahü Zülcelâlin uluhiyyetine inandığın zaman, bu uluhiyyetinden meydana gelecek olan tüm mahlûkatın üzerindeki muamelâtı, şu mükevvenatın idareciliği de bunları kapsıyor. Çünkü Allahü Zülcelâl:

الله لااله الا هو الحى القيوم

"Allahü Zülcelâl öyle bir ilahdır ki, hem hay'dır hiç ölmez." "Kayyûmun bizâtihi." Zatı ile kâ-im dir. Kendi Zâtı işliyor, kimseye havale etmez. Kimseye ihtiyaç da duymaz...

Yani, Hâşâ, devlet ricalleri etraflarıyla işleri döndürür. Fakat Allahü Teâlâ’’nın idâreciliği kendine aittir. Kimseye havale etmez. Muhtaç da değildir.  İster şiddet, ister rahat, ister adalet, hüküm, ölüm, hayat, ister varlık, yokluk, ister fakirlik, ganilik tüm tasarrufat Allahü Zülcelâlindir. Ve bunu da isimleriyle, yani her branşın bir ismi vardır.  Zâhir ehli ismen olarak bilir. Meselâ: هوالنافع والضار "Menfaat ve zarar Allah'a aittir." Veya:  هوالباسط والقابض  Yani; "ister bol verir, isterse kısar." Demek ki Allahü Teâlâ’nın bu sıfatları  vardır, sıfatı böyle işler. Allahü Zülcelâlin zatının sıfatları böyle işler ve böyle yapar. Kimseye bağlı değildir. Hâşâ, buna, bu şekilde, böylece inanmak lâzım. Amentü billahi denince, sadece Allah vardır, bir ilâhtır. Hiç bir şey yapmıyor diye inanmak yeterli değildir. Halbûki; Allahü Zülcelâlin:

كان الله و لا شيئ معه و هوالأن على ما عليه كان

Hiçbir şey yok iken Allahü Zülcelâl var idi.

Şimdilik, Allahü Zülcelâl bu varlığı var etmekle gücünde bir noksanlık olmuş değil, gücünden birşey kaybetmiş değildir. Ne hazinesinde bir noksanlık,  Hâşâ, ne de bir değişiklik olmuştur.

خالق رزاق

Bu milleti var eden, elbet rızıklarını da verir.

Hülâsa; خالق الخير والشر  şerri de, hayrı da Allahü Zülcelâl yaratır. Tüm hareketler, yani karanlık bir gecede, siyah bir mermer taşının üzerinde, siyah bir karınca yürüse, o karıncanın hem ayak seslerini duyar, hem de nerede olduğunu görür. Velev ki, bilinmeyen görünmeyen bir şeyin içinde dâhî olsa, rızkını yine gönderir.

Allahü Zülcelâl Sübhanehu ve Teâlâ:

لاتأخذه سنة ولانوم

Uykuyu bertaraf edin, hiçbir an için, hâşâ uyuklama dahi olmaz. Bu gibi şeyler beşeriyetle alâkalı bir acziyetliktir, bir zavallılıktır.  Fakat, Allahü Zülcelâl, kemal sıfatıyla muttasıfdır. Dâima her şey onun kontrolundadır. Murakabesinden hiçbir lâhza dahi bir nesne düşmez. Ve ayrılmaz da:

Hikem sahibi şöyle der:

عميت عين لاتراك عليها رقيب

"Seni her an için kendi üzerinde rakib görmeyen göz. O göz kör olsun." diyor.

Nitekim Allahü Teâlâ’nın bu sıfatları hususunda, tüm fırakı dâlle ki, 70 küsur fırkadır, bunlar Allahü Zülcelâlin zatını inkâr etmiyorlar. Zâtını biliyorlar, hatta kâfirler dahi biliyor. Bu gün herhangi bir kâfire:

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ

 (Zümer/38)

Desen ki: "Bu göğü ve yeri var eden, yaratan kimdir diye sorsanız? Allahtır derler."  Velev ki, kâfir olsa yine öyle der. Ama böyle demelerinin onlara yararı olmaz. Yani sadece Allahü Zülcelâlin uluhiyyetini söylemek yeterli değildir.  Sıfatını da aynen kendine uygun olarak bilmek ve kabullenmek lâzımdır.

Dolayısıyla, fırakı dâlle ki 70 küsur fırkadır bunlar. Allahü Zülcelâlin sıfatları hususunda tamamen tongaya basmışlardır. Kimisi, şer fiilinin haliki kuldur. Bu şer fiilini işlersek bu fiili kendisi yapmıştır. Bunu yaptığından dolayı küfrüne de hüküm vermişlerdir. Kul, fiilinin hâlikıdır, dedikleri gibi hayrı yaratan Allah'tır. Fakat şerri yaratan Allah değil kuldur diyenler de  vardır. Eğer bunların dedikleri olacak olsaydı, hâşâ, iki hâlıkın olması gerekirdi. Biri hayrı yaratan, diğeri de şerri yaratan hâlik. Böyle şey olmaz.

Halbûki, hayrın ve şerrin hâliki Allahü Zülcelâldır. Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu gibi, "Böyle bir şey gerekmeseydi, bir kere şeytanı yaratmazdı. Böyle bir şey olmasaydı, Cennet ve Cehennemi yaratmazdı."

Dolayısıyla, işte bu şekilde tüm fırakı dâlle sıfat hususunda ya kelâmından, ya iradesinden, ya kadasından, ya kaderinden ya hükmünden ve yahut da herhangi bir sıfat yönünden bir noksanlık yönleri vardır. Yanlış fikirleri vardır. Hatta, cephe tayini, veyahut da Allahü Zülcelâlin bazı cevarihleri olduğunu dahi söylerler. Hâşâ, yani, Kur'anda bazı el, göz, kulak, gibi mevzular geçiyor. Dolayısıyla bunlar hemen zahirine hüküm ve karar verirler.  Böylelikle tamamen fırakı dâlleden olurlar. Gerçi fırakı dalle deyince tamamen ebediyyen Cehennem aksamından olmayabilir.  Hatta, sebe-iyye dahî uluhiyyet tayin eder. İmamı Ali'yi ilâh olarak görürler. Meselâ onun için yer tanrısı diye tabir ederler.

Hülâsâ; bunlar tabiî ki fırakı dâlle'nin değişik kollarıdır. Bunlardan  bazıları, hakikaten ebediyyen Cehenneme, alel küfre gider, bazıları da, ehli sünnet vel Cemaattan ihtilâf doğarsa da, Allahü Zülcelâlın zatını bilirler. Sıfatlarına uygun bir inançları olmazsa, bunlar küfürdür. Bu tarzda bir küfrü varsa, mutlaka bu küfrü Cehennem yakacak. Buna dikkat edin ki, ilk devrede anlattığımız ameller ve bu amellerden dolayı Cehenneme girilmez. Ancak, itikaden, yani kişiyi Cehenneme ileten bozuk itikattır.  Allah (c.c.) küfrü yakmak için Cehennemi yaratmıştır, Cehennem Gazabîdir.

Yoksa zavallı bir kul, tehavünen, amel işlememiş diyerekten yakacak değildir. Allahü Zülcelâl affûvkârdır, onu affeder. Onu Cehenneme iletecek tarzda değildir. Hâşâ. Allahü Teâlâ çok merhametlidir.

Ama itikadında bir yanlışlık doğarsa, işte bu itikad karşısında Allahü Zülcelâlin sıfatlarında bir noksanlık tanırsa, işte o zaman bu küfründen dolayı cehenneme girer. Ama diyeceksiniz ki, bu Cehenneme girenlerin azab bakımından, hepsi eşit midir? Hayır. Tevhid ehlinin Cehennemi ayrı, diğerlerinin Cehennemi de ayrıdır.

Tevhid ehli, eğer ebedî kalacaksa, zaten onlar mürted aksamına girerler, münafık ve benzerleriyle girerler. Fakat, tamamen alel küfürde kalmayacak kısmı varsa,  kâfirlere uyan veya onların itikadına biraz yakın olan varsa, veyahut da inancında bir küfür bulaşığı varsa bunlar Cehenneme girer.  Burada kalacakları süre ama az, ama çoktur. Cehennem  onların bu küfrünü yakar da, temizlenirler, ondan sonra Cennete girerler. Yani,

لااله الاالله محمد رسول الله

diyen bir kişi için Cennetliktir dediğimizde hemen, ra'sen, birdenbire, hiç Cehennemi görmeden bu Cennete giriyor demek değildir. Fakat zerre kadar îmânı olduktan sonra cehennemde ebedî kalmaz. Allahü Zülcelâl, Habîbine (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu müjdeyi vermiştir. Akıbeti sonu muhakkak Cennetliktir. Bu nimeti, bu ikramı, bu ihsanı vermiştir. Zerre kadar imanı olan bir kimse Rasulüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefaatıyla Cehennemden çıkar, Cennete girer. Ancak anlattığımız gibi, neden, evvelden doğrudan doğruya, Cehenneme iletmeden çıkarmıyor Rasûlullah? Hayır... bunu şöyle bilin ki, böyleleri vardır. Doğrudan doğruya hiç Cehenneme iletmeden çıkar giderler Cennete... Fakat, bazıları da, anlattığımız gibi, küfür bulaşığı varsa, Cehenneme düşer, Allah korusun. Cehennem bunu yakar da ondan sonra Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şefâatine kavuşur. “Muhammeden” diyerekten sesler gelir, bunu Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) duyar:

ياربى امتى امتى

"Yâ Rabbi; ümmetim, ümmetim..." diyerek onların kurtuluşu içün Rabbül Alemin'e yalvarır. Allahü Zülcelâl: "Ya Muhammed, ümmetinden dilediğin kimselerden şu kadar îmânı olanları çıkarabilirsin. Şu kadar, şu kadar, şu kadar derken, zerreye kadar iner Allahü Zülcelâl... Zaten Allahü Zülcelâl bu zerreyi vâad etmiştir. Bir kimse zerre kadar imân sahibi oldu mu Cehennemden çıkacaktır. Ama bunların Cehenneme  girişleri hep küfür bulaşığındandır.  Amellerinin noksanlığından değil. Bunu böyle bilin.

Şu mühim noktaya dikkat ediniz. Bir kimseye sorsanız, Mü'min misin? diye, İmam-ı Azama göre evet dememiz gerekir. İmam-ı Azam ve Maturûdîye göre bu böyledir. İmam-ı Eş-âriye göre ise İnşâallah mü'minim der. İmam-ı Şâfi de buna kâildir. Acaba neden birisi inşâallah der de, diğeri buna gerek duymadan böyle demeleri gerekiyor?  Buna dikkat ediniz.

Bir kimseye mü'min misin? diye sorulduğunda sadece diliyle hemen cevap vermek değil, şöyle bir düşünmek lâzım. Kalbinde îtikadı, inancı, Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderi, hükmü ve irade ve meşî-etini, bunları tamamen kabul ediyor mu? Yani Allahü Zülcelâl’den Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yoluyla gelen tüm Kur'an-ı Azîmüşşanın ahkâmına karşı hiçbir şüphesi yok mudur? Kesin ve tereddütsüz, azmen ve cezmen kabul ve tasdik ediyorsa, işte o an için kendisinin mü'min olduğuna hüküm verebiliyor. Ve mü'minim diyebiliyor.

Ancak, şöyle söyleyeyim ki, bunu dediğinde sorsanız, peki öyleyse, acaba sen Cennetlik misin? deseniz, bunu bilmez.

Peki öyleyse son anın, Alel İman mıdır? deseniz, gene bilmez.

İşte, dikkat ediniz, sadece o anı için hüküm verebilir. O an için halini kontrol eder. Kendinden hiç şüphesi yoktur.

İnancı kesindir, azmen ve cezmen, işte o zaman mü'minim diyebilir. Fakat, hatimesi alel iman mıdır? Yoksa alel küfür müdür? Bunu bilemez. Hatimesini bilemediği için hüküm de veremez.

Eş'ari'ye gelince, o anki hükmü benimsemiyor. Geleceğini düşünüyor. Alel küfre veya alel imanı, Allahü Zülcelâl bilir, o dilerse olur diyor. (İnşâallah) yani Allah dilerse, akıbet hâtimeye bağlıdır, deyince, o anki halinden şüphe etmiyor. Fakat, âkibeti'nin ne olacağını bilemediği içün (İnşâallah) diyor...  Yani Allah dilerse, mü'minim diyor.

Fakat, Hanefi mezhebi bulunduğu anı için hüküm verir. İşte, Şâfî'nin de inşâallah dediği bu yöndendir.  Her ikisinden de Allah râzı olsun, Amin.

 

Kardeşlerim,

Böylelikle, bir kâfir karşınızda dikelse bile, ona o anda kâfir dersiniz. Fakat bu kâfir o anda alel küfre mi girer, Cehennemlik mi, değil mi? Bunu bilemiyoruz. Dikkat edin... Bir müslüman çok müttakî görünüyor, o an için evet mü'mindir, müslimdir diyebiliriz. Fakat alel küfre mi gider, alel îman mı? Cennetlik midir, değil midir? Bu hüküm gene mevcud değildir. Bunu Allahü Zülcelâl kendisi ile kulu arasında bir sır olarak bırakmış. Bu hususta hüküm yürütmek kesinlikle câiz değildir, buna dikkat edin.

Onun için bizim  bunu öteden beri defalarca tekrarlamamızın sebebi, piyasada çok küfürler, îmanlar, hükümler, lânetler yığın yığın yürümektedir. Halbuki, bundan çok sakınmak lâzım. Akıbet, hâtimeye bağlıdır. Rasûlullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle bir hadisi vardır.

ان الرجل ليعمل بعمل اهل الجنة حتى يبدوا للناس وهومن اهل النار

(Bazı kimseler, Cennet amelini işleye işleye, halk nazarında öyle bir halde olur ki bu kimse Cennetliktir diyecek derecede olur. Halbûki Cehennemliktir.) Yine bir kimse için de :

وان الرجل ليعمل بعمل اهل النار حتى يبدوا للناس وهومن اهل الجنة

(رواه البخارى و المسلم)

"Bazısı da Cehennem amelleri işleye işleye, halk nazarında bu adam Cehennemliktir diyecek derecede olur. Halbûki Cennetliktir." Bu hadisin Râvisi, Müslim, Buhâridir. Fakat, Buhâri burada bir fark ilâve etmiştir.

والعاقبة باالخواتم

"Akibet hâtimeye bağlıdır." Buna dikkat ediniz.

Onun için bu hükümden çok sakınmak lâzımdır. Kendimizi hiç yoktan telefiyete vermeyelim. Zirâ, bizim başımıza da aynı hal gelebilir.     

 

Kardeşlerim,

Cenâbı Rasûlullah buyuruyor ki;" Allahü Zülcelâl ğayyûrdur, onun kullarını  hor hakir görmeyiniz."

يرحمه و يخذلك

Allahü Zülcelâl gayreti sebebiyle bir kulu üzerinde başkalarının hüküm yürütmesini hoş görmez. Merhameti sebebiyle de, hor hakir görmeyi de hoş görmez. Dolayısıyla bunu yapan kimseyi bakarsın ki, Allahü Zülcelâl gayreti ve merhameti sebebiyle hor ve hâkir gördüğü kimseye rahmet nazarıyla bakar, ve seni de hizlâna düşürür.

Hem aleddalâl, hem alel küfre de gidebilirsin. Allah korusun. Bundan dolayı bu gibi hallerden çok sakınmak lâzım...

من تئالى علىالله فقد كذبه

Zirâ, "Allah namına hüküm veren kimseyi Allahü Zülcelâl mutlakâ yalancı kılar."o kimsenin dediği olmaz. Sen onu öyle görürsün, bilakis o senin yerini işgal eder. Sen de onun yerine gidersin. Allah korusun.

     

Kardeşlerim,

Bu fırkalar arasındaki teferruatı, inançları tamamen anlatmamıza imkân yoktur. Baş tutarları ise, zaten, hâriciler, mutezileler, kaderiyeler, merciyeler, Şii-ler vb.lerdir.

Dördüncü asırda bulunan zatlar bunları anlatmışlardır. Bilhassâ, Şehristâni, yani Horasan hudutlarında bulunan ve Irak kısmından gelen bir kimse ki, Maturîdî ve Eş'ârî'nin devrinde yaşayan ve onlara yakın olan bir şahsiyettir. Arzu eden (Kitâbül milel ven'nihal) kitâbına mürâcât etse, bu fırkalarla ilgili fikirleri bulabilir. Şimdiki piyasada mevcud olan durum, hemen hemen bunlardan ayrı değildir. Allah cümlemizi korusun.

Hâlihâzır, bir bunalım görülüyor...

اللهم ارنا الحق حقاً وارزقنا الاتباعه

وارنا الباطل باطلاً وارزقنا الاجتنابه

Şimdilik sizlere özet ve hülâsa olarak deriz ki, Ehlül Hadîs ve Ehlül Fıkıh Tâbi-în devresindeki içtimâ-iyle, cumhuru Ulemâ, Rasûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vefâtı anında itikadları ne idi. Bunları sizlere kısaca sayacağım.

اولها الرضاء بقضاءالله وقدره والتسليم لأمره والصبر تحت حكمه والأخذ بما امرالله به ونَهَى عن مانَهَىالله عنه واخلاص العمل لله والايمان باالقدر خيره وشره من الله وترك المراء والجدال والخصومة فىالدين والمسح على الخفين والجهاد مع كل خليفة بروفاجر والصلاة علىمن مات من اهل القبلة

Evvelâ, Allahü Zülcelâlin kadâ ve kaderine karşı rızâ göstermek ve emrine de teslim olmak. Senin arzuladığın şekil ve tarzdan ise, yani verilen iyi nîmetlerden dolayı şükretmek. Eğer bu  verdiği beliyye ve mûsîbet nevinden ise, sabretmek. Allahü Zülcelâlin hikmetine ve hükmüne karşı sabretmek ve Allahü Zülcelâlin emirlerine imtisal etmek, nehyinden de ictinâb etmek... Amelinde ise hâlisâne olmak. Kaderin hayır veya şer olsun, Allahü Zülcelâl’den olduğuna inanmak ve cedelciliği, mürâiliği, husûmetçiliği din husûsunda bundan imtinâ etmek. Mesti de câiz görmek. Cihad hususunda devlet reisi fâsık olsun, fâcir olsun kendisini onunla beraber cihada gitmeye mecbur görmek. Aynı zamanda bir yerde karşına herhangi bir cenâze çıkarsa, ehli kıble olduktan sonra, namazını kılmayı câiz görmektir.

Zîrâ, Hz. Ömer devrinde bile, münâfıktır, şudur budur demezlerdi, namazını kılarlardı. Ancak bazı Hz. Huzeyfeyi araştırır da, nifakla alâkalı sırları o seçenek yapardı. O istisnâdır, yoksa, umûmiyetle namazı kılarlardı.

İmam-ı Ali'ye (r.a.) biri gelir, kader hususunda soru sorar, Hz.Ali: " Kader öyle karanlık bir yoldur ki o yola giriş yapma." buyurur. Adam tekrar sorar. Hz. Ali:" Kader dibi ve sâhili bulunmayan bir denizdir dalış yapma." buyurur. Adam tekrar sorar. Hz. Ali:" Kader Allahü Zülcelâlin sırlarından bir sırdır. Kullarından ketmetmiştir. Teftişe kalkışma." buyurur.

Adam tekrar sorar. Hz. Ali:" Behey ahmak, Allahü Zülcelâl ezelden bu güne kadar projesini yürütmektedir. Sana ne yapayım diye hiçbir soru sordu mu?

لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ

 (Enbiya/23)

"Allahü Zülcelâle fiiliyatından dolayı kimse bir şey soramaz, Allah ise dilediğine sorar."

Kaderiyeler hakkında hem Allah’ın hasımlarıdır, hem de ümmetin mecûsileridir." diye buyrulur hadiste.

Hz. Ömer anlatıyor: Allahü Teâlâ, Kıyamet günü mahşer âleminde benim hasımlarım ayaklansınlar diye emreder. Kaderiyeler ayaklanırlar, bunlar tamamen cehenneme, hem de Sakar derekesine sürülürler.

Ayeti Celilede de bunlar hakkında şöyle buyuruluyor:

يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ

 (Kamer/48)

diye emreder. Bu ayet-i Celile; İşte bunlara Kıyamet günü nida edilir. "Eyne husamaurrahman" denilir. Allahın hasımları nerede diye. Bu nida karşısında Kaderiyyeler kalkarlar ve bunlar yüz üstü Cehenneme sürülür.

Zîrâ, bu fırkaların itikâdı sebebiyle küfrüne hüküm verilir de, bilhassa ebedî olmak şartıyla, o zaman hangi milletin itikâdına uygun ise, Cehenneme onlarla berâber gireceklerdir. O zaman onlar şu Ayeti Celilenin hükmü karşısında ki:

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

 (Kamer/49)

"Biz Azimüşşan, her şeyi bir kader ile yarattık." Bu ayete binaen bunlar her şey bizim kaderimizdir derler.

 

Allahü Zülcelâl, cümlemizi Hakkı Hak bilip Hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin. Amin.